4 Aralık 2015 Cuma

İç dinamikler mi, dış dinamikler mi?

İç dinamikler mi, dış dinamikler mi?

Ülkemiz tarihi içinde Gezi Direnişi dışında iç dinamiklerin ortaya çıkarmış olduğu büyük bir kitlesel hareket 15- 16 Haziran dışında benim bildiğim ilerici anlamda bir halk ve sınıf hareketi yoktur.  15 – 16 Haziran Direnişi elde somut bir tarih veri bırakırken, Gazi Direnişi daha çok soyut birikim bırakmış ama ileride somut sonuçlar doğuracak verileri kitlelere hediye etmiştir.
Ülkemiz tarihi genelde dış dinamiklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş, onların belirlediği rotada hareket etmiştir. Osmanlı teknoloji anlamda üstünlüğünü kaybettiği günden bu yana tarih çizgimiz teknolojik üstünlüğü ve güneş hiçbir zaman ülkeleri sınırları içinde batmayan emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun olarak şekillenmiş ve sürekli küçülmüştür.
Gezi Direnişi çok yakın zamanda gerçekleşmiş ama hala etkisi devam eden bir direniştir. Ülke sathında hemen hemen her yerde etkisi görülen direniş, bir saman alevi gibi hızla sönmüş gibi durmaktadır. Ki bu kadar büyük ve ülke sathına yayılmış başka bir hareket yakın tarihimiz içinde yoktur. Ülke içinde yer alan her kültür, her katman bu direniş içinde kendisini ifade etmiştir.
Her ne kadar İstanbul merkezli gibi gözüken direniş, aslında her barikatın kurulduğu noktada kendi merkezini yaratmış ve kendisine özgü ama bir biri ile bağlantılı kendiliğinden bir organik yapı oluşturmuştu.  Bütün bu gelişmelere rağmen, nasıl oldu da saman alevi gibi birden ve hızlı bir şekilde kor haline dönüştü sorusuna verilecek yanıt bugün daha can alıcı şekilde ortada durmaktadır.
İç dinamiğimiz büyük bir değişime imzasını atacakken, nasıl oldu da değişim yerine daha da ağırlaşan karanlık zamanı körükledi. Devrim başarıya ulaşmadığında elbette karşı devrimin zaferini geçici olarak yaratır ve o geçici süreç erk sahibine beklemediği bir güç kazandırır.
Gezi Direnişi erk sahibi iktidar partisini daha da devletleştirmiş, iktidara yönelik her türlü eleştiri bile tahammül sınırını aşan baskı ile karşılığını bulmuştur. Yasal düzenlemeleri yapan erk sahibi her türlü toplumsal kıpırdanmayı zor ile bastırmayı ve kendi gücünü zor ile korumayı seçmiştir.
Zor, seçim ile kendisini ‘demokratik’ olarak dünyaya dayatmıştır. ‘Halk beni seçiyor’ derken kendi karşıtını nefret duygusu ile besleyerek bir cepheleşmeyi bilinçli bir strateji olarak uygulamıştır. Taraflar bir birine karşı nefret duyguları ile bakmakta ve duygusal tepkilere hukuki çerçeveler yaratılmaktadır.
Gezi Direnişi süreklilik sağlanamadığından ilerici bir adım için fırsat kaçmıştır, iç dinamikler ülkenin kader çizgisini değiştirememiştir. Peki, bizim tarihimize etki eden güç olan dış dinamikler?
Ülkemizin çevresinde Hibrit Savaş adı verilen kirli bir savaş devam etmektedir. Bu savaş üçüncü dünya savaşının da nüvelerini içinde barındırmaktadır. Ortadoğu topraklarında bütün dünyanın askeri güçleri kendilerini göstermektedir. Savaş fuar alanlarında görücüye çıkan askeri araçlar bu savaş bölgesinde test edilmekte ve korku içinde yaşayan iktidarlara satılmaktadır.
Ülkemiz tarihine dikkatli bir şekilde bakarsak göreceğimiz her kırılma noktası bir dış olayın sonucunda bize verilen yeni rota çizgisine rastlarız. Bu rotalar ülkemizin çıkarına olmadığı yaşadığımız bugün ki kaos ve kriz ortamına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. 
18 Şubat 1952 tarihimiz içinde en önemli gündür, çünkü o gün devlet yapımız ve anlayışımız netleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken her ne kadar kapitalist düzen içinde kendimizi bir yerlerde ifade etmiş olsak da 1952 yılı artık dönüşü olmayan bir çizginin de netleşmesidir. NATO şemsiyesi altında güvendeydik!
NATO bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde ilk dıştan gelen müdahalemizi 1960 yılının 27 Mayıs günü yaşayacaktık. Onu takip eden darbeler dış müdahalenin dokunuşlarına ve küçük düzenlemelerine işbirlikçiler eli ile nasıl olduğunu kavrayacaktık.
12 Eylül 1980 darbesi o güne kadar gelmiş olan tüm devlet alışkanlıklarının ret edilmesine ve yeni bir düzenin ihtiyacına göre devlet yapılandırılacaktı. Avrupa yolunda olduğuna inandırıldığımız trende artık vagonlara oturup normal seyahat edebilecektik ama gidilen rotayı ilerleyen zamanlarda fark edecektik. Tren Avrupa yerine Ortadoğu çöllerine gidiyordu. Biz meğer o güne kadar Ortadoğu’ya giden trende Avrupa’ya doğru koşuyormuşuz! Tren ile ilk defa aynı yöne bakan bir rotadaydık ve Ortadoğu’ya uygun siyasi yapıların iktidarlarını yaşayarak öğrenecektik. Bizden önce İran, Pakistan, Afganistan gibi ülkelerin yaşadığı kaderi gecikmeli olarak bizde yaşamaya başlıyorduk! Yeşil kuşağın bir parçasıydık, bize verilen yeni rolde ona uygun liderleri eşliğinde hayata geçiyordu. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanı, Dinlerarası Diyalog eşbaşkanı, strateji ortaklık gibi kavramlar siyasi literatürümüze giriyordu.
Evrensel yaşanan krize çareyi savaş sektöründe bulanlar, yeni çatışma ortamını ve nedenini Ortadoğu topraklarında hazır bulacaklar ve orada kitlesel kıyımlara sebep olacaklardır. Irak işgali sırasında milyonlarca insan öldürülecek ve ülke bir parça içinde üç ayrı katmana bölünerek çatışmanın istikrarlı olması sağlandı. Başka coğrafyalarda barış yerine savaş, emperyalist ülkeler için iç barış ve ekonomik refah anlamına geldi. Dağılan devlet yapılarını yeni ihtiyaca göre restore etmek için zaman kazanmaları anlamındadır.
İsmet İnönü’ye mal edilen bir söz vardır,  “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” Bu cümle aslında yazdığım yazının da ana fikrini oluşturuyor. O ana fikirde bizim iç dinamiklerimiz ile değil, dışarıda ki gelişmeye uygun olarak yerimizi alırız… Siyasi erk söz sahibidir ve onun belirleyici olduğunu vurgular.
Bugünlerde yaşadığımız kaos ve kriz ortamından ne yazık ki iç dinamiklerin gücü ile değil, dış ülkelerin çatışması ve anlaşmaları sonucunda bize biçilen rol sonucunda olacaktır. Peki, bu öngörü mutlak doğru mu, elbette değil, örgütlenen bir sol bu mutlak doğru gibi gözüken kader çizgisini parçalayıp, kendisine özgü bir çizgi de yaratabilir. O da ancak örgütlü bir güç ve müttefik ilişkisi ile olabilir…

İsmail Cem Özkan