Projelerin olduğu yerde…
Proje olarak oluşan her oluşum sistemin ve düzenin daha fazla devam etmesi içindir... Projeler sistem değiştirmez, sadece özneler etrafında arayışlar olur... Projeler ile biriken bilgiler parayı verenin hizmetinde olur... Kısaca sisteme hizmet eder ve onun aksak yönlerini “hümanist” bir biçimde düzeltilmesi için programlar oluşmasına katkı sunar. Öte yandan gizli işsizliğin üstünü örttüğü için proje yapanlar kendilerini toplum içinde daha rahat hissetmesine yol açar, fakat projelerin de ömrü bir yere kadardır, her ilişki sonsuz değildir…
Sızdırılan maillerden hissettiklerimiz bilinir hale gelmiştir...
“12 Eylül sonrası oluşan tüm siyasi partiler ve kitle örgütleri proje olarak mı hayat buldu?”, sorusu kafamın bir yerlerinde dolanır durur, çünkü halk ile birlikte halka hizmet yoktur, aksine halka rağmen sermayeye hizmet daha öncelikli olmuştur. Parlamentoda temsil etme hakkını elde etmiş siyasi partilerin içlerinde proje olmayanlar gerçekten var mı, çünkü hangisi proje hangisi değil bilemez oldum! İdeolojilerin yerini çıkar kaygısı almış ve ilişkiler o kadar iç içedir ki hangi vekilin hangi partiyi temsil ettiğini anlayamaz oldum!
Siyasi partilerin her birinin ömrü sınırlı olmuş, dağılmış yeniden adlandırılmış, yeniden ayrılmış yeniden başka birlik olmuş ve ilginç tarafı isimler değişmiş olmasına rağmen özneler hep aynı kalmış... Hep aynı isimler üzerinden arayışlar devam etmiş...
Yaşadığımız zaman diliminde proje yapmış, yaptığı projeler ile hayatını ikame edenlerin bir hakimiyeti var...
Projelerin olduğu yerde aktivist de olur... Her proje yan projeleri doğurmuştur, örneğin AKP iktidarını desteklemek adına ‘Genç Siviller’ bir dönem her türlü değişik protestoların içinde yer almış, kamuoyu oluşumu için sol içinde çalışmalar yürütmüştür. Daha sonra çıkar kavgaları ve dönemsel olarak açılan davalar bu ilişkinin daha uzun gidemeyeceği anlaşıldığı veya amacına tam ulaştığı için dağılmıştır. Proje yürütücülerine destek veren akademisyenler o dönemde ‘başörtüsüne özgürlük’ için imza kampanyalarına katılarak üniversitelerine ya da kendi özel projeler için kaynak bulurken, dönemin alevi açılımı konusunda Alevilerin ibadet yeri konusunda sessiz kalmışlardır… Çünkü o projede iktidar Alevi açılımını istemiyordu, parayı verene göre özgürlük savunuculuğu!
Soldan devşirenlerin hepsinin liberal düşünceye ve yaşama birden uyum sağlaması sanırım tesadüfü olmasa gerek! Doğal olarak o dönemde başrolde oynadığını düşünenler zaman içinde kandırdıklarını itiraf ettiler, insanın aklına soru takılmadan duramıyor; liberalizm bir proje midir?
Ulus devletinin ortadan kaldırılmasını sağlayan liberal ekonomi politikaları uygulayıcıları birer proje ürünü olarak mı ortaya çıktı, kullanıldıktan sonra tarihin çöplüğüne mi atıldılar? Henüz atılmadıklarını yaşanan zaman diliminde görmekteyiz, lazım olanlar popüler alanda görünürken, kullanılanların en önemlileri Alzheimer hastası olarak hayata gözlerini yumdu! Kısaca liberalizm ulus devletini ortada kaldırmak isteyenler için bir proje olarak Amerika’da ve İngiltere’de hayata geçirildi ve sonra tüm dünyada sosyal demokrat partilerin içine sızan ve liderlerini (satın alınanlar) liberal yaparak işçi sınıfının gerçek bir direnişi olmadan hayat bulmasına olanak sağladılar.
Ulus devlet çöktü ama yerine koyabilecekleri henüz bir sitem oluşturamadılar, arayışlar devam etmektedir. Bu arada devletin yapması gereken her iş şirketlerin eline geçmiş ve artık şirketlerin himayesi ve bilgisi dahilinde değişimler olmaktadır. Şirketler kurumlardan daha fazla projeler para aktardıklarını şirketlere bağlı vakıf çalışmalarından görebilirsiniz.
Projelerin olduğu yerde her türlü çıkar beklentisi var olan tüm ideolojik duruşun yerini çıkara göre dönenlerin oluşturduğu bir güruh yaratılmıştır.
Projelerin hayat bulduğu ülkelerde muhalefet iktidarın yedek değneği işlevine bürünmüştür. Sessiz, direnişsiz, sosyal devletin tüm olanakları özelleştirme, özel istihdam, kazanılmış hakların teker teker ellerinden alınması ile yok olmasına sebep olmuştur. Çünkü proje yapanlar başka proje almak adına gelişmekte olan tüm toplumsal hareketler önünde set olmuşlardır, var olan istikrar korunması onların çıkarları için hayatidir! Projeler yaygınlaştırılmasının temelinde bu kaygıların olduğunu düşünüyorum, tüm projeler direkt ya da dolaylı olarak şirketlerin hizmetindedir, onların çıkarı yönünde biriktirilen bilgiler kullanılmaktadır.
Projeler kapitalist sistemin kendisi için yaratmış olduğu ve son derece verimli bir yöntemdir…
İsmail Cem Özkan
25 Aralık 2016 Pazar
21 Aralık 2016 Çarşamba
İntikam duygusu…
İntikam duygusu…
Gün geçmiyor ki yeni bir olay ve katliam ile gözümüzü
açmayalım. Ölüm o kadar sıradanlaştı ki içinde yürüdüğümüz sokakların isimleri
bile ölülerden oluşmaya başladı. Koca şehirler sanki mezarlıklara dönüştü,
mezarlıkta yaşayan birer ölü gibiyiz, sessiz, içten içe öfke biriktiren, gün
geçtikçe en ufak olaya sinirlenen ama gerçek hedefe yönelemeyen bireyler
topluluğuyuz…
Öfkeli insanların yüzleri yeryüzü ile aynı renge dönüşüyor…
Ne zaman bir’ huzur operasyonu’ yapılıyor genelde ertesi gün
bir katliamın sesi veya sıçrattığı kan deryası içinde gözümüzü açıyoruz. Kan
etrafımıza o kadar çok sıçrıyor ki, her yer tek renge bürünüyor…
Her patlama huzur arayışını artırır ve gelmekte olana
"nalet olsun yeter ki huzur olsun" diye onay verilir... 12 Eylül Anayasası
bu şekilde onaylanmadı mı?
Birileri bir şeyi onaylatmak için öyle bir ortam hazırlar
ki, artık onaylanması kalır geriye... “Ölenler öldüğü ile kalır, kalan sağlar
kapı kulumdur” der birileri de...
Son günlerde ki kitle katliamı yapan patlamaların ‘pimini
kim çekti’ diye sormanın pek anlamı yok, ‘kim hazırladı bu ortamı’ diye
sormanın gerçeğe biraz daha yaklaşmayı getirir... Somut durumun somut tahlili
soru sormak ile başlar...
Birileri birine laf yetiştireceğine gerçeği açıklamak için doğru
sorular sorsun!... Sorular soruldu mu, hiç bir sansür onun önüne engel
olamaz... Çünkü er ya da geç o soruların yanıtı ortaya çıkar...
Ülkede tek şeyde istikrar var, algı operasyonu. Algı
operasyonu ile her şey kontrol altında oluyormuş gibi yapılır... Gerçek kısa
sürede anlaşılır, sorunsuz gibi görülen ortam sorunların içinde girdap
oluşturmuştur.
Kaos ortamına ekranlar tartışma programlar ve bilenlerin
kafa karıştırıcı açıklamaları evlerin salonlarını doldurur.
“Ekranlara çıkıp ahkam kesenler siz sanıyor musunuz her daim
tanımadıklarınız ölecek, çünkü her daim başkalarının acıları üzerine teoriler
ve algılar oluşturuyorsunuz!”
Yayın yasağı ile katliamda ölenlerin üstleri örtülüyor.
Yayın yasağının bir diğer anlamı ise “önce üzerini örteyim, sonra
yaratılmış gerçeği açıklarım”dır...
Devlet olaylara intikam duygusu ile yaklaşırsa ortada hukuk
olmaz...
Devlet, uzun zamandır yaratmış olduğu gerçekliğin içindeki
acının intikamı peşinde ama intikamını yaratılmış gerçek suçluyu aramak yerine
suçla direkt ilişkisi olmayan güçsüz insanlara acı çektirerek alıyor!
Taşeron cinayetler genelde şirketlerin uluslararası piyasada
pazar kapma savaşında kullanılan mesajlaşma yöntemidir... “Bak benim piyasama
girersen senin o ülkede ki tedarikçini, montajcını ya da yedek parça satıcını
ortadan kaldırım” demektir... Ses getiren cinayetlerin arkasında genelde bu
gerçek aranır... Çünkü çıkar çatışması olmayan yerde cinayetin anlamı olmaz... “Ben
kıskançlıktan seni öldüreceğim” sözü havada ve kişisel bir şeydir ama toplumsal
olaylarda öyle şey olmaz... “Ben işte filan ülkenin refahını kıskandım,
oraya yaşadığım yere benzeteyim” diyen bir Ortadoğulu, Afganlı bulamazsınız...
Bir çatışmada sadece onlar taşeron olarak kullanılır... Peki, şimdi
İstanbul’daki (Beşiktaş) patlamayı hangi çıkar teşvik etmiştir? Birilerin tek
hakim olma hırsı mı? O hırsı ona verenlerin başka hesaplarına hizmet etmiyor
mu? O hadi erk oldu, peki kime hizmet edecek? Ölümlerin arkasında çıkar
çatışması olduğu gerçeğini unutmayın, bu cinayetler bayrak elde protesto etmek
çatışmanın üzerine sadece bayrak örtersiniz ve gerçekleri çarpıtır ve hayali
düşman ile kavga ederken bulursunuz... Irkçılık, dincilik yaşadığımız kaosa
benzin dökmekten başka şey ifade etmez...
Taşeron ne için yaptığını bilmez, sadece uygular... Emir
komuta işi böyle bir şey... Ölende bilmez, öldüren de... Siyasi cinayetlerde
önemli olan kimlerin bu işten karlı çıktığına bakılır, çünkü kazançlı olanların
parmak izi aranırsa o cinayetin olduğu yerde silik de olsa bulunur...
Ölüm ile büyüyenler ölümün içinde yok olur...
Şimdi TAK ve IŞİD sıra ile toplu cinayetlere sahip çıkıyor.
Peki, bu korkutma kimin yararına? Sonuç ve hedef noktalarına bakıyorum, canlı
bomba ile yapılan eylemlerin amacından çok uzakta olduğunu görüyorum. İntikam
ve mesaj vermek adına masum insanları öldürüyorlar. İktidar ve muhatap alma
eylemleri intikam duygular ile yapılıyorsa orada sadece istikrarsızlığın
üzerine benzin dökmektir... İstikrarsız toplumlarda emperyalistlerin arayıp
bulamadığı yağma ortamını yaratır. Yağmalanan kaynaklardan kimseye bir şey
kalmaz... Ölen öldüğü ile kalır, cennete gideceğini düşünen canlı bomba da
mezarı dahi olmaz... Geleceğe güzel şey bırakmayan Hassan Sabah'tan sadece ölüm
kaldı ve kimse onun yaşadığı kaleyi bugün gidip bulamaz bile...
Kan davası ve intikam peşinde koşanların barışı olmaz...
Her yazımda vurgularım, tetiği kimin çektiğinin sanıldığı
kadar önemi yok, ona o tetiği çekmek için olanak yaratan ve ortam oluşturan
suçludur diye... Ortam ve olanakları ortadan kaldırın ortada tetik çekecek
insan olmaz... O yüzden Ortadoğu dışında ülkelerde canlı bomba olayı (bazı uzak
Asya ülkeleri de dahil) pek gözükmez... Çünkü onun önlemini alan bir toplumsal
sözleşmeden bahsedilir... Eğer bizler sadece tetikçinin peşinden gidersek, sorunun
üstünü kendi ellerimiz ile örtmüşüz demektir... Sorunu çözmek için artık doğru
sorular sorma zamanı çoktan gelmedi mi? İstanbul katliamını (Beşiktaş, daha
sonra Kayseri) TAK, IŞİD ya da başkası üstlenmiş olması beni hiç şaşırtmazdı,
şaşırmadım da... Sadece naletlemek, sadece balkona bayrak asmak da yeterli
değil, bu işin asıl sorumlusu hükümetten önlem alacak yatırımların yapılmasını
beklemek ve istemektir... Örneğin Silopi’yi dümdüz ederek sorun çözülmüyor...
Silah ile çözülmüş olsaydı bugün çoktan o sorun gündemde bile olmazdı... Artık
sorunu bildiğimize göre çözümü de bellidir... Çözün gitsin...
Ne yapılması gerekiyorsa yapın, masum insanlar ölmesin...
İsmail Cem Özkan
17 Aralık 2016 Cumartesi
Kan davası
Kan davası
Her şey 1937 yılının Kasım ayının ortasında sona erdi,
aslında bir başlangıçtı, çünkü Maraş, Çorum, Sivas onu izleyecek, Ankara’nın
merkezinde darağacı kurulacak üç fidan asılacak, Kızıldere'de yiğitler teslim
alma yerine yerinde infaz edilecekti... Acının sonu yoktu, çünkü darbeler,
yasalar, anayasalar hepsi bir şeyler karşı yapılıyordu. 37 yılının 15 Mayısında
sona eren bugün aslında devam eden bir öç alma, yok etme, kendisine benzetme
operasyonun devamıdır...
Ölüm üzerine politika yapanlar, acılar üzerine topluma hiza
verenler yeniden biçim verirken yeryüzü kan, gökyüzü kanın kokusu ile
doldurdular. Çocuk babalarından önce ölmeye başladı. Korku beyinlere işlenmeye,
kalabalıktan uzak durmak adına toplu cinayetler işlenmeye devam ediyor. Sırf birileri
siyasi çıkar uğruna feda ediyor bu ülkenin namuslu, güzel insanlarını...
İdam sehpaları kuruyorlar halka birlikte halkı için
çalışanlara karşı.
Ölüm mangaları sabahın ayazında kapıları çalıyor... Canlı
bombalar şehirlerin en kalabalık noktalarında kurbanlarını arıyor...
Ülke bir kan girdabının içinde.
Ülke Bağdat, Halep, Musul oluyor gün geçtikçe... Bu ülkenin
vatandaşı Sabra - Şatilla kampında ölen hiç bir şeyden habersiz Filistinli
oluyor...
Ölüm sadece yeni düzen otursun diye başımızda...
Birileri kasalarına para doldurup gizli hesaplarına para
gönderirken, birileri de aniden patlayan bir şeyin kurbanı oluyor...
Her şey 1937 yılında belki de daha önce karanlık salonu mum,
lüks, çıra ile aydınlatıp orada insanların boyunlarına ilmik geçirme ile
başladı...
Yenidünya düzeni önce parçala sonra birleştir modeline göre
yeniden düzenleniyor.
Önce bir bomba patlar, telaş, şaşkınlık, panik başlar, ne
oluyoruz diye sorarlar... Arkasından bir daha patlar, katliam olur yine aynı
telaş hakimdir, arkasından canlı bomba, arkasından başkası, arkasından intihar
saldırısı, ölümler üst üste gelir ve sonunda kanıksanır... Burası bir Halep
olur... Kimse umursamaz bile... Yaşadığı yerde sürgün, yaşadığı yerde çaresiz,
yaşadığı yerde gözlemci... Her yer Bağdat olur… Kimse sormadan birden Bağdat’ta
yaşar bulmuştur kendini...
Şimdi şu patlattı, bu patlattı... Aslında bu projeydi işte
sonuç filan da diyecekler... Birisi kalkacak bu hibrit diyecek, öteki
taşeron... Diğeri falan başkası filan... Birisi üstlenecek, belki de zıt
kutuplar aynı anda üstlenecek... Ama sonuç; anayasa değişimi bu ölenlerin ve
yaralıların üzerine örtülecek... Birisi şerbet içip dua etmeye bilmem ne
türbesine gidecek... Diğerleri korkacak, çünkü eğer amacına ulaşırsa birisi;
ilk yenecek yemek en yakınında ki olacak...
Kötüler sürekli kazanıyorsa adalet kadın ismi olarak kalmaya
devam eder.
“Ben dedim oldu” diyenlerin oluşturacağı yasa ve hukuk
maddeleri hepsi insanlığın geleceğine saplanmış hançerdir... Onların yaratmış
olduğu sistem bugün ülkemizde yaşanmaktadır. Sağcısı, solcusu, dincisi ve de
diğer yapıdakilerin hepsi aslında bir birinin karbon kağıda konmuş gibi
liderlerinden oluşmaktadır, sadece kullandıkları kelimeler farklıdır...
Başkanlığa karşı olanlar içlerinde ki başkanlığı yaşatmaya
devam ediyor... İçinde ki ve dışında ki başkanlara karşı olun! Tek bilenin hakim olduğu ve tek bilenin her
şeyi yönlendirdiği yerde başkanlık zaten vardır ama adı farklı telaffuz
edilebilinir...
Fiili olan bu durumu değiştirin, tüm başkanları başınızdan
atın!... Çünkü hiç kimsenin bir başkana ihtiyacı yoktur, ortak akıl her şeyin
üstündedir de diyemem ama başkandan da iyidir... Başkan olan yerde diktatörlük
kaçınılmazdır, eğer lideri denetleyecek ve hesap soracak bir sistem yoksa.
Kan deryası içinde kaç gemi yüzer?
"Ya başkanlık ya kaos" diye büyük puntolar ile
başlık atanlar son dönemeci kaos ile aşacaklarını sanıyorlar... Sonra amacına
ulaşılınca amaç yolunda her şey mubahtır deyip şerbet içecekler mi?...
Hibrit savaşlarının bir diğer özelliği de kullanıyorum
derken kullanılanların olmasıdır... Dışarıdaki pirince göz dikenin evindeki
bulgurdan olmasıdır ki artık ülkemizde bulgur da dışarından gelir olmuş...
Kan davası sonuçta hasımların birbirini yok etmesi değildir,
aslında kendini yok etmesidir.
Kan davası yaşadığın yerin zenginliğinin tükenmesidir,
çeşitliliğin yol olmasıdır. Kan davası güdenlerin yaşadığı yerde kazanan her
zaman oraya göz koymuş emperyalist güçler ve onların işbirlikçileridir…
Kaybedenler her daim canlarını kaybedenler olacaktır…
Kan davası çözüm değildir, intikam sözleri yangının üzerine
benzin dökmektir. Nefret söylemleri ayrışmayı derinleştirir… Bizler neden
başkalarının çıkarı için kavga ediyoruz ki? Bunu soracak akil akla ihtiyaç
vardır ve o soru için henüz geç değildir. Soru soruldu mu, cevap da gecikmeden
bulunur. Cevap ortak aklın ürünü olduğu zaman toplum sözleşmesinin maddeleri
olur…
Ülkemizde beslenilen nefret söylemini durdurun! İntikam
sloganları artık atılmasın! Dökülen kanlar hepsi bizimdir, canların toprağa
düşmesini durdurun!
İç ve dış savaşa hayır, çocuklarımız gelecek kaygısı ile
büyüsün, yeter ki can kaygısı olmasın!
İsmail Cem Özkan
14 Aralık 2016 Çarşamba
Gün karanlığa doğar...
Gün karanlığa doğar...
Sabah ayazında yoldaydım, bütün kediler peşime koştu. Ben de
elde avuçta ne var kedilerin önüne attım. Baktım cepten bir dolar çıktı nereden
geldiğini dahi bilmediğim onu da attım kedinin önüne. Kediler dolara yüz
vermediler, yanımdan uzaklaşıp gittiler... Orada bir şeyin farkına bir daha
vardım; paraya yüz verenler kedilerden öğrenecekleriniz var, çünkü önüne atılan
rakam yazılı kağıtlar sizin karnınız doyurmuyor, yaratılmış gerçekliğin gerçek
olmadığını elinizdeki/hesabınızdaki rakamları uçtuktan sonra anlayacaksınız...
rakamlar durduk yere uçmaz, adına devalüasyon derler, birilerin hesabına
rakamlar aktarılırken siz ne olduğunun farkına bile varmazsınız.
Güneş tepeme doğru yükseliyor ama ayazda sanki güneşle
birlikte daha fazla hissettiriyor...
Her şeyi sanki yaratılan gerçekliğin içinde kaybettik...
Sabah haberleri radyodan sesini bize ulaştırdığında
bulunduğumuz ortamda birçok insan güzel haber bekliyordu, güzel haber yerine
tüketim maddelerine yönelik bol bol zam haberi aldı. Artık hepimiz
hissediyoruz; hayat standardı her zam haberi ile biraz daha kayboluyordu,
minimum masraf ile yaşamaya çalışanlar için kemer biraz daha daralıyordu, borç
hanesinde rakamlar artıyordu.
İstanbul’da vapura binmeden alınan 1 liralık simit oldu 1.25...
Şimdi ülkede devalüasyon yok diyecek biri, simide anlatın
bakalım anlayacak mı?
Elbette güzel haber kavramı da sübjektif, nereden
baktığınıza bağlı, çünkü simidi tüketen için kötü olan haber, simidi üreten ve
üreticiden alıp aracı olan için güzel haberdir...
Bugünlerde birçok çocuk açlıktan ve soğuktan ölüyorsa
İsviçre ve diğer bankalara para kaçıranlar suçludur... Çünkü onların hakim
olduğu yaratılmış bir piyasada paraya yönelik talep artarken arz başka
ülkelerdeki hesaplarda rakam olarak çoğalmaktadır.
Dolar fırladı, ülke istikrarını kaybetti. (zaten var mıydı
sorusu saklı olarak)...
Birileri hükümetten çok akıllı ya ona akıl vermeye başladı.
Onların elinde ki verilerin binde biri bile elinde yok ama onlardan daha çok
şey biliyor! Elbette gemiyi batıran çıkaramaz! Ne yapılması gereken ortada ama
kimse cesaret edip o yapılması gerekeni yapamıyor…
Cahilliğin hakim olduğu yerde doğrular rafta bekleyen
teorilerdir.
Ülkede sahte dolar fazlalığı var, bakın millet elinde ki
sahte doları yakıyor, gerçek olanlar ise offshore hesaplarda... aslına
bakarsanız dolar basan banka olması gerekenden daha az para basarak ortalığa
rakamlar bırakıyor. Gerçekten birileri kalkıp rakamları kağıt olarak görmek
istese dünya sistemi çöker, çünkü olmayan paranın rakamları üzerinden insanlar
fakirleşiyor ya da zenginleşiyor…
Denize düşen yılana sarılır... Çaresiz çoğunluk denize düşen
gibidir dine ve diktatöre sarılır... Onlara çaresiz olmadığını gösteren yapılar
bu sunni dengeyi ortadan kaldırır mı, kaldıracak kadar örgütlü mü?...
Bir ülke istikrarsızlaştığı oranda kaynakları emperyalist
güçlerin yağmasına açılır...
Fakirleşen ülkede, zenginleşen bireylerin olması şaşırtıcı
gelebilir, fakat bizler buna da alıştık. Sorgulamıyoruz neden zengin
olduklarını. Çalıyorlar ama iş yapıyorlar ama yapılan işte bu işten haberi dahi
olmayan masum insanların geleceği üzerine oluyor. Çünkü oların zenginliği masumların
borcundur!
Yaşadığımız zaman diliminde okula giden çocuklar için gün
karanlığa doğuyor… Bunun mecazi anlamı da insanlık için ne yazık ki…
İsmail Cem Özkan
7 Aralık 2016 Çarşamba
İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?
İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?
Nazım Hikmet’in ustalıkla ele aldığı ve yaşadığı zamanın
ruhunu eleştiren büyük bir eseri yeninden sürgüne kaçmak zorunda olduğu ülkede
sahnede hayat buluyor. Bu oyun birçok defa değişik yorumlar ile sahneye
uyarlanmıştır ama bu sefer Tiyatroadam programı içinde Emrah Eren tarafından
yorumlanmıştır. Yönetmen her ne kadar yazıldığı tarihi duruş noktası almış olsa
da yaşadığımız çağa ve bugüne yönelik göndermeler yapmaktadır. Zaman, ülke,
coğrafya değişmiş olsa da baskının hakim olduğu halkın üstünde kendisini gören
devlet ve onun bürokratları olduğu sürece birbirine benzer olaylar her zaman
yaşanacaktır.
Herhangi bir şehirde idareci olan Petrof hümanist
yaklaşmaktadır kendisine gelen kasabalılara. Onların işini zamanı oldukça aracı
kullanmadan yerine getirmektedir. Mesai saati kavramına bakmadan işine tutkun,
halkla birlikte halkın içinde ve halkın dili ile hizmet etmektedir.
Birlikte çalıştığı insanlara hiyerarşi gözetmeden davranır, herkesin
yardımına koşar… Ama bu pozitif seyri bir şeyler değiştirecektir, o
değiştirecek olan kendisine yardım edecek işbirlikçiler ile bir plan
hazırlamaktadır. "Kanser nasıl insan etinin, kurt nasıl derinin düşmanıysa
ben de Sergey Konstanivoç'in öyle düşmanıyım." diye sesli düşünür ve Petrof'a yaşamı boyunca çekeceği bir acı
vermek istemektedir.
Petrof bütün iyi niyetliliği ile yanında çalışanlara,
devlete ve kasabanın halkına hizmet ederken sinsice arkasından bir şeylerin
döndüğünün farkında değildir. Oyun içinde kasketli olarak ortaya çıkan işçi
sınıfının temsilcisi böyle bir oyunun oynandığını ve bu oyunu hazırlayanı
fısıldar ama pek önemsemez.
Uzun bir süre Petrof’un zayıf noktasını araştıran İvan
İvanoviç sonunda istediğini bulur: Sevginin yanı sıra, kesinlikle
"otorite" ve "hava"sı olması gerektiğine inandırır onu.
Havası ve otoritesi olmayan bir yöneticinin işlerini hakkıyla yapamayacağına
ikna eder. Petrof bu iç konuşmalarını baş ağrısı içinde seyirciye
ulaştırır, içinde bir kurt onu yemektedir ve yeni tercihine doğru yönlendirilmektedir.
Geçmişten gelen, halkın çoğu tarafından kabul görmüş otoriter bir yönetici!
Yaşadığının tam tersi bir sürece doğru yönlenmektedir. Aynadaki aksi onu teslim
almaya başlamıştır.
Emrah Eren oyunun başlangıcında zamanın tıklamasını ses ile
durağan ve hareket eden yelkovan gibi zamanın işlediğini belirlemiş ve bu zaman
ve hareket noktasında müziğin durağın ve yükselişine göre tık takları içinde
bir değişimin olacağı fikrini baştan vermektedir. Şarap bardağı imgesel olarak
sanırım seçilmiş, o Petrof’un eline verildiğinde iç konulmaya geçiş, elinden
alındığında zamana dönüşü betimlemektedir. Petrof’un iç sesi her zaman yukarıda
ve metin okuyuşu içinde bir planın hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olarak oyunun
iç sesini seyirciye taşımaktadır. Olayın geçtiği alan herhangi bir devlet
dairesi olması onu kimliksiz ve sıradanlaştırmıyor, aksine onu evrenselliğe
taşıyan yerel bir yansıma olduğunu sahne düzenin hareketli, ışığın onu
destekleyen gölgelemeleri ve müziğin ritmi oyunun içinde kara mizahın dilini
daha da öne çıkardığını düşünüyorum.
Çevresinden iyice kopan, çekinilen bir insan olan Petrof acı
çekmeye başlar. İşi çözen olmaktan daha çok artık o otoriterdir ve çevresinden
hizmeti emirleri ile almaktadır. O her şeyi bilen, her şeye hükmeden ve her
şeyden haberdar olduğuna inana ve dünyanın merkezinde olduğunu düşünen bir
yerel yöneticidir. O bundan rahatsızdır aslında ve "içinde, yüreğinde
korkunç bir karanlık" duymaktadır. Çağrılı olarak gittiği Büyük Kent'te
gördükleri, yaşadıkları, bir başka kendisi olan Konstantin Sergeyeviç'le
karşılaşması. Sergey Konstantinoviç'i allak bullak eder ve Petrof değişiminden
bu yana ilk kez düşünmeye başlar. Bütün olup bitenlerin ayrımına varır, zaman
yitirmeden kendi yerine dönüp İvan İvanoviç’i aramaya koyulur. İvan İvanoviç?..
Sorar, sorgular ama kimse böyle birini tanımamaktadır…
Özel tiyatrolar elbette ödenekli tiyatrolara göre daha
ekonomik çalışmak zorundadır. Sahne üzerinde ve sahneye etki eden her şey çok
dikkatli hesaplanmak zorundadır, çünkü ekonomik koşullar ve zamanımızın
seyircisini kaybeden tiyatro en az masrafla en üst performansı ile seyircisini
kucaklaması zorunludur. Tiyatroadam sanırım bunu başarmış, on yıllık sahnede
kalma ve semiricisi ile bulaşmasını tam profesyonel bir şekilde gerçekleştirmiş.
Oyunun sunumundan, sahnede buluşmaya kadar her adımı iyi hesaplamışlar. Oyuna
girmeden elde ettiğim broşürü, afişi, salonda yerleşme ve tiyatro
çalışanlarının disiplinli ve kıyafetleri ile dikkatimi çekti. Birçok özel
tiyatroda görmediğim eskiden devlet ve şehir tiyatrolarında karşılaştığım o
disiplini durumu görmek beni açıkça mutlu etti.
Oyunu yorumlayan, sahneye koyan, bugüne dair söylemleri
içinde rahatsız etmeden yerleştiren, oyunu üç bölümden iki bölüme getiren ve
keyifli zaman geçirmemize olanak veren ve de kara mizahın güzel yönlerini canlı
olarak beynimizde yeniden canlandıranların
emeğine teşekkür ederim..
İsmail Cem Özkan
Yazan: Nazım Hikmet
Yöneten: Emrah Eren
Dekor - Kostüm Tasarım: Barış Dinçel
Işık Tasarım: Yüksel Aymaz
Hareket Düzeni: Esra Yurttut
Oynayanlar: Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil
Yöneten: Emrah Eren
Dekor - Kostüm Tasarım: Barış Dinçel
Işık Tasarım: Yüksel Aymaz
Hareket Düzeni: Esra Yurttut
Oynayanlar: Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil
6 Aralık 2016 Salı
İzel Rozental gözü ile…
İzel Rozental gözü ile…
Schneidertempel’Sanat Merkezinin üzerine güneş başka açıdan
doğmuş olsaydı Galata Kule’nin gölgesi düşecekti, fakat hiçbir zaman Galata
Kulesinin gölgesi düşecek kadar açık alanda olmadı ama olmuş olsaydı da mutlaka
düşerdi, çünkü o kadar yakında bir yerdedir.
Galata’nın küçük dar sokakları sürprizlere açıktır, sizi
şaşırtacak mutlaka bir şeyler çıkar ama elbete görmesini bilene! Oralardan
günde binlerce insan geçer ama neyin önünden/yakınından geçtiğinin farkında
bile değildir, yokuşun vermiş olduğu diklik insanı nefes nefese bırakır.
Galata’ya bankalar caddesinde yukarıya doğru çıkarken o
bölgeye özgü eski bir bankerin yaptırdığı ve yaptıranın ismi ile anılan Kamondo
merdivenlerinden çıkılır. Eskiden o
bölgede terziler çokmuş, o terzilerin önemli kesimi de Yahudi inancına sahip
insanlarmış. İşyerlerine / evlerine yakın olması nedeni ile bir ibadet yeri
kurmuşlar. Aslında oraya başka isim takmışlar ama orada yaşayanlar hepsi
Terziler Sinagogu (Schneidertempel) olarak bilinir olmuş.
Gel zaman git zaman, içinden iki dünya savaşı geçiren bu
bölgede yaşayan nüfus yapısı değişir olmuş. Yahudiler bu yaşadıkları yerden
göçe zorlanmışlar, çünkü ulus devlet dedikleri şey homojen toplum yaratmak. Bu
toprakların kadim insanları değişik bahaneler ve korkutmalar ile sessizce
oradan uzaklaşır olmuşlar… Sokaklarına bıraktıkları düğün eğlencesinde duyulan
kahkaha, ölüm merasiminde duyulan ağıtlardan izler duvarların içine sinmiş ama
onları duyanda gün geçtikçe azalmış. Eski kartpostallarda ve anıların
saklandığı sanıklarda kalmış…
Cemaati azalan ve yok olan bir ibadet merkezinin sanat
galerisine ve buluşma noktasına dönüşümü bu azalma ile çok ilintili olmasına
rağmen Yahudiler bizi kırmamak için yakında açılan başka sinagog yüzünden
azaldı demişler.
Sanat merkezine dönüşen bu eski kadim yapı içinde geçmişin
izlerini taşımaya devam etmektedir.
Her cemaat toplandığında mumlar yakılır, ışıklar balkonları
sanki delercesine aşağıya doğru sallanan avize geçmişten bize bir şeyler
fısıldar gibidir. Avize yıllar içinde değişime uğramış olsa da işlevi hep aynı
kalmıştır.
Avizenin içinde ki ışıklar kristallerin içinden aşağıya
doğru kırılarak yağıyor gibidir. Üzerimize düşen kristallerin ışıklarıdır ama o
kristaller acı bir olayında adı olmuştur. Kristal Gece olarak duyduğumuz ama
Yahudilerin acı içinde yaşadığı bir gece. Avrupa’nın soğuk karanlık bir
şehrinde faşist güçlerin emri ve kışkırtması ile çıkan yangından fırlayan
ışıklar kristallerin içinden kırılarak insanlığa yansıdığında büyük bir kırılmanın
da habercisi olduğunu sessizce karşılanmış.
Sessizlik elbette görecelidir, çünkü çığlık ancak yaşadığı yeri
sarsarken dünya bu olayı sessizce izlemeyi tercih etmiştir.
Sessizlik aslında gelmekte olan soykırımın ayak sesidir,
çıkarılan yasalar ile hukuka uygun işlenen cinayetler, katliamlar ve soykırımın
ilk habercisi işte bu kristallerden sızan ve kırılan ışıktır.
Salonun iki tarafından aşağıya doğru sallanan avizeye
bakarken sizi dikenli tel karşılar. O teller bizi herhangi bir toplama kampına
doğru alır götürür, çünkü her kamp düşman için üretilmiş ve o dar alanda
yaşamaya zorlanmak anlamındadır. Ama bu toplama kampları yaşam değil, ölümdür.
Zehirli gazlar ile adına önce toplu cinayet katliam en sonunda da d soykırım
yapılan yerlerin adıdır. Toplama kamplarına değişik isimler verilmiş olunabilir
ama yaşanan gerçek ölümdür. Kapısında “Arbeit macht frei!” yazı yazan yerlerde
özgürlük birileri için ölümdür, ölülerin derilerinden yapılan abajurdur.
Çalışmak özgürleştirmemiş, aksine ölümün boyutunu büyütmüştür.
Avizeden kırılan ışığı izlerken önümüze çıkan dikenli
tellerin altında tuğlaların izleri vardır. Yanmış topraktan yapılan tuğlaların
kızıllığı burada yoktur, çünkü kağıt üzerine bırakılmış siyah lekedir. Her
siyah leke benim beynimde kandır… Duvara bırakılan vurulan her hangi bir
direnişçinin umut yüklü kanıdır… Duvarın üzerine yazılmış değişik dillerde
yazılar ve yazıların altında karikatür… Acının, değişimin ve yaşadığımız zamanı
anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan İzel Rozental’in beyninden fırlayan,
kaleminin ucundan lekeye dönüşen ve bizlerin gözünden yeniden yorumlanan
zamanımızın ruhu…
Karikatürleri birbirinden bağımsız Şalom Gazetesinde görmüş
ve okumuş, izlemiştim. Şimdi orijinal bir sunum altında yeniden okuma ve izleme
şansına sahip oldum. Yaşadığımız çağı bir de İzel Rozental’in gözünden görmek
için mutlaka gidilmesi ve görülmesi bir sergi olarak görmekteyim.
Azalan, yok olan ve geriye birkaç anı bırakan yerlerin
içinde, anılar sözlü tarih içinde kaldığı içinde toprağa düşen ile birlikte
toprağa düşüp yok olmaktadır. İşte anıların yok olduğu bur yerde günümüzde hala
bir şey söyleyen ve söylemeye de devam eden bir kültür ve onun yaşayan
bireyleri ile tanışmak için önünüzde bir fırsat vardır. O fırsatı sergiye
giderek değerlendireceğinizi umuyorum…
İsmail Cem Özkan
4 Aralık 2016 Pazar
Kontrol edilemeyen para kirli mi?
Kontrol edilemeyen para kirli mi?
İnsan temiz olan her şeyi kirletti... Temiz denen şeylerde
artık yalan... Evet, yaşadığın yere göre temiz denilebilir ama artık temiz
kavramı yok, çünkü dünya tek kubbenin altında yaşıyor ve bizler atmosferimizi
kirlettik. Bu kirlilik insan eli değmeyen yere bile taşındı... Organik denen
şey yalan, temiz su yalan, temiz hava yalan, insanın kendisi yalan! Ürettiği
her şey yalan, sahte, insan ve doğanın kanı üzerindedir…
Kafalarda yaratılan gerçekler gerçeklerden daha gerçektir.
İnsanın en çok yalana inandığı dönemden geçiyoruz...
Gerçekler acıdır ve kimse gerçekler ile yaşamak istemiyor. Yaratılan gerçekler
içinde daha mutlu ve sağlıklı yaşamak isteği yeniden Uzakdoğu geleneklerinin
yeniden canlanmasına sebep oluyor. İnsanlar yaşadıkları yerden ve sistemden
kaçmak adına (kısa bir süre de olsa) uzak doğudan gelen her türlü yöntemi
denemek için merkezler açtılar. Orada yaratılan atmosfer ile bir anlık içinde
mutlu olayı seçen sayısı gün be gün artmaktadır.
Eskiden çamaşır yıkanır ve ulu orta yerde asılır ve
kurutulurdu, zaman içinde bu ulu orta yerde asma fikri geri adım attı, iç
çamaşırlar daha gizli olarak yerlerde kurutulmaya başlandı, örneğin duvara en
yakın diğer çamaşırların arkasında... Daha sonra kurutma makinesi çıktı ve
çamaşırın ıslaklığını bile göremeden dolaptaki yerlerini almaya başladılar...
Ekonomimizde aynı çamaşır gibi oldu. Eskiden her şey ortada kim neyi yürüttüğü,
kim rüşvet aldığı, kimin sonradan zengin olduğu ve nasıl olduğu bilinirdi...
Şimdi kurutma makinesinden çıkmış iç çamaşır gibi, kimse görmeden dolaptaki
yerini alan zenginler ortalığa serildi. Nasıl oldular?
Zenginlik kavramı içinde ürettiğin malın en düşük maliyette olması istenir. O yüzden maliyet hesabı içinde eskiden vergiler filan girerdi. Doğrudan vergiler zaman içinde yok oldu, artık vergi kavramını duyan yatırımcı yatırımı bu ülkede yapmıyor sadece ürününü ülkeye uygun markalar ile ithal eder konumuna geldi... Maliyet hesabı eskiden ortada yapılırdı, bugün maliyet hesapları kurutma makinesinin içinde yapılıyor ve en düşük vergi ile en çok satacağı ortamı arıyor iş adamları... Küresel sistemde paranın dolanımı işte bu temeller üzerine oturduğundan maliye bölümüne offshore hesaplar karışmış... Yani vergiyi en aza indiren karmaşık yol!...
Zenginlik kavramı içinde ürettiğin malın en düşük maliyette olması istenir. O yüzden maliyet hesabı içinde eskiden vergiler filan girerdi. Doğrudan vergiler zaman içinde yok oldu, artık vergi kavramını duyan yatırımcı yatırımı bu ülkede yapmıyor sadece ürününü ülkeye uygun markalar ile ithal eder konumuna geldi... Maliyet hesabı eskiden ortada yapılırdı, bugün maliyet hesapları kurutma makinesinin içinde yapılıyor ve en düşük vergi ile en çok satacağı ortamı arıyor iş adamları... Küresel sistemde paranın dolanımı işte bu temeller üzerine oturduğundan maliye bölümüne offshore hesaplar karışmış... Yani vergiyi en aza indiren karmaşık yol!...
İnsan insanın kurdudur, kara para ülkenin ve düzenin
kurdudur...
Karanlıkta yola çıkanlar kara para yüzünden biraz daha
fakirleşirler... Onların patronları daha az vergi vermek ve üretimde maliyeti
düşürmek için offshore hesaplarda para transferi ile uğraşırken çalışanların da
alım gücünü düşürürler… Peki, bu nasıl olmaktadır? Aslında basit bir şeydir,
vergi vermeyen iş adamı, devletin yapması gereken işleri yapamaması anlamına
gelir. Sağlık, eğitim, güvenlik, alt yapı çalışması çöker... Bu çöküntüyü açılan
bütçe ile çözemeyen devlet dolaylı ve direkt vergileri artırmak ile çözüm arar.
Her artan vergi hayat standarttın düşmesi anlamındadır... Vergi vermeyen patron
dolaylı olarak çalışanın alım gücünü düşürür... O zamanda dolarda istikrar o
ülkede gerçek anlamda hiç bir zaman olmaz... Vergi vermeden para kazanmayı
öğrenen, kurlar arası piyasadan parasına para katan da artık yatırım yapmaz,
yatırım yapılmayan ülkede ise işsizlik sürekli artış gösterir... İşsizliğin
temelinde de bu offshore hesaplar yatar...
Bir yerde kasti bir yangın çıkarılmışsa, önemli miktarda
paranın aklanması yatar... Offshore hesaplara giden paranın akıbeti sorulmaması
için yangın şarttır. “Ne oldu yatırım yandı kül oldu”, para da bu arada başka
hesapta güvence altına alınmış oldu... Kim kontrol edebilir ne kadar malın
yandığını? “Kül oldu işte hepsi”, yanmayan da yandı gözükür orada nasıl olsa...
Ha yangın ha örtülü ödenek, adı üstünde, üstünde örtü olan ödeneklerin hesabı
sorulamaz, çünkü orada devlet sırrı vardır, devlet sırrı dediğiniz de
buharlaşan paranın hesabının sorulmamasıdır.
“Vergiler 'küçük insanlar' içindir.” L. Helmsley der bu söze
G.W. Bush “Gerçek zengin vergiden nasıl kaçacağını bilir.” diyerek sözü açan
katkı sunar.
Offshore çıktı rekabet yok oldu... Üretmeden para kazanmak
ve rakamlar ile oynayarak sanal piyasanın oluşması sağlandı... Olmayan malın
karşılığı kazanılmış para ile ulus devletin yaramış olduğu tüm sosyal alanlar
çöktü, yıkıldı...
Offshore finans işleri olan yerlerde zengin ile fakir
arasında uçurum artar. Devletin yapması gereken sosyal projeler rafa kalkar…
Offshore devlete verilmesi gereken verginin yasal boşluklardan yararlanılan
hile ile verilmemesi anlamındadır...
Parçalanan ve ayrıştırılan toplumlarda hangi yasa gelirse
gelsin sözde kalır, çünkü karar verici güçlü olan olacaktır…
Her doğan insan verimli olsun diye eğitiliyor ve hizmete
hazırlanıyor. Biri yatak odasında, diğeri savaş meydanında... Diğer kalanlar
ise savaş ve yatak odasında tüketileni üretmek için zamanını ya kiraya vermiş
ya da satmış şekilde... İnsan kendi ürettiği değerlerinin kapı kulu oluyor...
Paralı askerin birinci görevi öldürmektir, ikincisi
öleceğini anladığı an kaçmaktır...
Ülke ekonomik krizin ortasında savaşa gireceğim diyerek güya
sorunların üstesinden geleceğini düşünenler, ekonomisi zayıf olanın yenilgisi
kaçınılmazdır. Cephede kazanılan masada kaybedilir... savaş para demektir,
parası olan her koşulda kazanır... Ama Kuveyt gibi bir ülkenin parası olması
onu işgalden kurtaramamıştır, sadece para değil, ilişki içinde olduğun arkanda
sağlam bir örgütsel güç yoksa işgal edilmesi düşünülen ülke tarafından işgaline
izin verilir... Savaş yıkımdır, sadece can kaybı olmaz...
Kapitalist sistem kontrol edilebilir kara paraya her daim
göz yummuştur, çünkü haksız rekabet ve firmaların bir birini yutması bu kara
piyasa ile olmaktadır. Kara piyasada dolanan mallar, emek ve para var olan
sistemin daha iyi işlemesi için kullanılır ve arz ve talep bu piyasada
görünmeyen eller ile sistem kontrol edilir... Ama her işin bir riski vardır,
kontrol edilen birden kontrol dışında düşebilir... Sistemi kontrol
edenler ellerinde ki sistemden de olabilirler...
İsmail Cem Özkan
30 Kasım 2016 Çarşamba
Yüreğim yangın yeri olmuşsa her yer yangındır!
Yüreğim yangın yeri olmuşsa her yer yangındır!
Ateşi çaldı Prometheus, çaldığında belki farkında değildi bu
kadar önemli bir aracın ne işe yaradığını. Belki kızdırmak istedi, onlara bir
ders vermek istedi ama çalmıştı bir kere ve çaldığını da bir şekilde değerlendirmek
zorundaydı. Bizlere verdi, bizler o ana kadar dünyanın hakimi değildik,
sunaklar sunar ve başımıza geleceklerden korunmak için dua ederdik. Dua ile her
şeyin düzeleceğiniz sandığımız çağdan ateş ile çıktık. Ateşi kontrol eden,
teknolojiyi de kontrol edecek ve geliştirecekti. Ateş ile ürettik teknolojiyi, ürettikçe
doğa ve tanrılara karşı yaptığımız savaşta önemli adımlar attık. Onları
yeneceğiz diye yola çıktık, onlar bizi yine teslim aldı, çünkü ateşi veren bize
hırs da vermişti. Ateş ve hırs bir birine tetikleyen harlayandır ama aynı
zamanda söndüren ve yok edende!
Ateşi insan kontrol altına almıştı ama insanın hırsına gem
vurulamadı. Daha fazla isteyen insan daha fazla sömürmek için sistemler
uydurdu, en sonunda küçük bir azınlık dünyaya hükmeder oldu. Tarihin son
döneminde sermaye biriktirmek için uydurulan ulus artık ayak bağı oluyordu ve
ulus devleti ortadan kaldıracak olan liberal politika uygulamaya sokulmuştu.
Firmalar kendi çıkarları için dünyayı ateş topuna çevirdi. Ateş birilerine para
getirirken birilerin de canları toprağa düşüyordu. Ölüm ve kan ateşin ayrılmaz
ikizi gibi olmuştu. Tarih bizlere ölümün olduğu yerde birilerin çıkarlarının
çatıştığını anlatır. Uzun uzadıya yazmadan geçiyorum ama tarih her birini tek
tek not etmiş ama biz insanlardan o notlar uzak tutuluyordu. Öğretimin yerini
alan eğitim ile insanlar daha da tüketir oldu, tüketirken de düşman olarak
bildiği ürünleri almayarak haksız bir piyasa oluşumuna katkı sunmuş oluyordu.
Piyasa etnik pazarlar içinde parçalanmış ama parçalanmış göreceliydi, çünkü
aynı firmanın malını düşman kardeşler farklı markalar adı altında tüketiyordu. Tüketim
bakiydi, çünkü sistem tüketim üzerine kurulmuştu… Markalar uydurulmuş ve marka
size çok şey söylediği inandırılıyordu.
Ülkemiz etnik pazarın olduğu piyasalardan bir tanesidir. Bu
ülkede de markalar tüketilir ve yeni marka diye üretilenler aslında montaj
sanayinin uydurmuş olduğu markalardı, orijinal markanın üzerine kendi markasını
basıyor ve ulusal sermaye birikimi o şekilde sağlanıyordu. Sermaye birikimi
hırsızlık demektir... Birinden çalmadan alın teri ile sermaye birikimi olmaz.
Ölümler ülkemizin kaderidir diye imaj çalışması yapılıyor
ama gerçekte kader yoktu…
Ülkemiz ne zaman ekonomik kriz girdabına girse ölümler ile
bu girdaptan çıkmaya çalışılır, çünkü gündem değişikliği zamana yaymak
anlamındadır… Zamana yayılan sorun belki kendiliğinden çözülür ya da o sırada
başka yerden alınan borç ile sorun geçici olarak çözülmüş gibi yapılır, aslında
sorun ötelenirdi…
Gülsuyu, yanmış insan kokusunu yok eder mi?
Sivas’tan sonra birçok yangına ev sahipliği yaptı ülkemiz en
son olarak Adana Aladağ’da bir öğrenci yurdu gece yarısı yandı, içinde yurtta
kalan kız çocukları ile birlikte. Yangın felaketti, cinayetti, katliamdı, çünkü
göz göre göre gelen felaketin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
2008'de Konya'da bir erkek öğrenci yurdu çöktü. Yazdı
erkekler yoktu, kızlara kuran kursu eğitimi veriliyordu. 18 kız öğrenci öldü. Tarikatlardan
Konya’daki katliamın hesabını sormuş olsalardı Aladağ’da ki olay yaşanmazdı... “Tarikatların
yurtlarını kapatın!” diye o zaman da haykırılmıştı, hesap sormak yerine sorun
zamana yayılmış, açılan davada tutuksuz sanıklar yargılanıyordu!
Kefen bezi cansız bedenleri örttüğü gibi gerçekleri de
örtecek mi?
Kefen bezine dayalı siyaset ne yazık ki çok uzun zamandır
ülkemizde yapılıyor, dökülen kandan besleniyor siyaset... Ölüm kutsanırken,
cinayetlerin/katliamların üstleri teker teker örtülüyor…
Durdurun bu katliamları ve cinayetleri!
Yandaş olunca idare edin dediler, düşman gördüklerinin
çocuklarını bile ellerinden aldılar... Olamadı eşlerini rehin tuttular... Katliamlar,
cinayetler, tecavüz vb olumsuz ne varsa onlar da her daim idare edilen yerden
gelmeye devam ediyor... Gözler kör, kulalar sağır yeter ki gül suyu koksun
idare edilen yerler...
Kızların yandığını gören kuşlar ağlamış, yüreğine nasır
bağlatanlar bir ağlamadı, onlar bu katliamın üstünü örtmek ile uğraşıyorlar... Örtmeyin
katliamların üstünü, daha acısı geliyor gün be gün...
Her şeye yasak getirdiler ama bir öldürme hürriyetine yasak
getirmediler...
Bir katliam ve cinayet işlendiğinde hemen yasaklar gündeme
gelir. Mahkeme vermezse yasağı radyo TV üst kurulu verir.
Anaların kucağından kız çocuklarını aldılar, külleri şimdi
her yerde...
Bir sabah uyandığımda her yer yangın yeri gibi karanlık ve
yanmış insan kokuyordu...
Analar dua ediyordu, yürek yangını içinde sevdiğinin sesini
duymak için… yangın sönsün diyorlardı haber olanlar… Ne yazık ki dualar yangını
söndürmedi...
Yangın yerinde soğutma yapıyorlar ya yüreğim?! Orada
soğutmayı sanırım TV programlarına katılan yorumcular yapıyor? Yok efendim
kadermiş... Ne kaderi cinayet! Hiç bir cümle yüreğimde ki ateşi söndüremez, Sivas
sönmedi, Aladağ mı sönecek?
Şehirlerin üzerine ya yanmış insanın külü ya da canlı
bombadan kopan insan parçası düşüyor...
Gökten insan külü yağarken birileri gider bir yerlerde köprü
ya da yol açar, birileri de selfi çektirir gülerek...
Bir öğrenci yurdunda cinayet işlendi ve bu cinayet
önlenebilirdi, eğer denetim denen şey olmuş olsaydı... Denetimi yapmayan ve
çocukları tarikat yurduna mahkum eden devlet suçludur...
Gece karanlığını kızların yanmış kokuları sardı, ülkede tuz
da koktu... Ülke yanmış insana döndü.
Karanlıkta uyandık! Karanlığı aydınlığa çeviren insandır,
çünkü elinde Prometheus’tan aldığı ateş vardır… Ateşi amacına göre kullanır
insan, bazıları ateşi bir bidon ile taşır, bazıları teknoloji gelişiminde
kullanır…
Bizim ülkemizin kaderinde bidon ile taşımak düşmüş…
Sivas’tan bu güne ve gökten üzerimize insan külü yağıyor...
İsmail Cem Özkan
24 Kasım 2016 Perşembe
DayanışMA!
DayanışMA!
Olaylar bizim beklentilerimiz yönünde gelişmiyor, o yüzden
yorum yaparken yanılma payımızın yüksek olduğunu bilerek yapıyorum ve genelde
çok yanılıyorum... Her ne kadar ki okuduğumuz dergilerin yazarları
yanıldıklarını kabul etmeseler de yanılıyoruz, önsezilerimiz güçlü değil, çünkü
bize bilgi aktaranların bilgi havuzundan aktarılan bilgiler ile besleniyoruz.
Kendimize ait, gerçeklerin süzülmeden, otosansüre uğramadan ve de devletin
haber kanallarının sansüründen geçmeyen haber ne yazık ki önümüze düşmüyor,
medya işverenlerin elinde yalan makinesine ve tüketiciliği öven bir konuma
dönüştü.
Konulara hakim olanlar bizim ile alay ediyorlar, verdikleri ön ipuçları genelde yalan ve yaratılmış gerçekler üzerinedir. Bizde o ipuçlarına göre yaparken hata payımız çok yüksek oluyor... Eğer sol kültürden gelenlerin çatışma içinde oldukları kurumlar içinden gerçek ve doğru bilgi akışını sağlayabilmiş olsalardı, (popüler gazetelerden alınan bilgiler ile tarih yazmış olmasalardı) bugün çok farklı notada olabilirdik... Yanlış bilgilerin üzerine doğru teoriler oturmuyor... Sürekli beklentilerimizin dışında bir noktaya düşüyoruz ve o da ister istemez küskünlük ve toplum dışına itekleyen bir yalnızlaşma yaratıyor...
Ülkemizde ilişkiler bilgiden daha çok tanıdıkların bilgisi
ve duygusal tepkiler üzerine oturuyor... O yüzden hangi işe el atarsak atalım
başarı şansımız az oluyor… Kısaca bilgiye gerçek anlamda sahip olamayanlar ne
yaparlarsa yapsınlar savaştıkları kesim ile uzlaşmak zorunda kalıyorlar…
Dayanışma sürekli vurgulanıyor, çünkü birey olarak yalnız ve
zayıfız. Dayanışmayı bir güç haline dönüştüremediğimiz sürece de her zaman
savunmada ve ancak günü kurdurtmakta kullanıyoruz, yarın belirsizliğini
korumaya devam ediyor...
Dayanışma karşılıklı olur ama ülkemizde dayanışma dilenci
gibi el açmak anlamında kullanılır oldu... Tek yönlü istemler bazen bir yemek
ile bazen bir şölende açılan kutu şeklindedir...
Parası olanın siyaset yaptığı anlayış modern kapitalizmin
işlevselliğini anahtarı oluyor. Sermaye sahipleri eskisi gibi siyaset
arenasında aracı kullanma yerine bizzat bu işten zevk alan birer politikacıya
dönüştü. İhaleler için lobi artık ceo’lar eskisi gibi işlevleri olmayacak!
Bazı solcuları yalancılığı ile dünya markası olan bir TV
kanalının Türkiye şubesine etik olun demiş.. Açık mektup yazmak ile güya onları
teşhir ediyor... Orada çalışanlar zaten etik hiç bir kurala (patronun
belirledikleri dışında) tabi değil, patron ne derse onu der, onu ekrana taşır. Her
şeyin üstünde patronun çıkarıdır... Hala bu gerçeği görmeyenler birilerine etik
diye laf yetiştirmeye çalışıyor...
“Basın/medya özgürlüğü benim özgürlüğümün başladığı yerde
biter” demiş biri... Kısaca “beni övenlerin gazetecilik yapma hakkı vardır, gör
dediğimi gören, konuş dediğimde konuşan, savun dediğimde savunan, PR çalışması
yap dediğimde PR yapan basın özgürdür!” bu anlayış sermaye adına politika
yapanların ellerinde toplum üzerinde balyoza dönüşmektedir. Toplum gün be gün
gerilmekte ve gerilim siyaseti ile iktidar koltuğunda oturma süresini uzatmak
için bir baskı aracı olarak medyayı yine kendisine bağlı sermaye ile
kullanmaktadır. Kendisine bağlı olmayan ve tüm ticari ileri devlet ile
olanların eline de başka şans tanımamaktadır. Daha fazla siyasi güç daha fazla
ekonomik güçtür, çünkü devletin kurgusu sermaye için yapılmıştır ve devletin
varlık sebebi ulusal sınırlar içinde sermaye birikimini yapmaktır, fakat bu
sermaye birikimi haksız ve orantısız güç ile toplum üzerinde yıllardır
homojenlik adı altında baskıya dönüşmüş ve toplum değiştirilmiştir. Üretimden
daha çok tüketen, tüketimi de borç ile yapan bir anlayış olan liberal
ekonominin iktidar koltuğuna oturmasını doğurmuştur. Liberal ekonomiyi doğuran
sermaye için devlet anlayışı olan ulus devleti anlayışıdır.
Kar için şirketlerin işlediği suçlar diğer suçlardan daha
ağırdır ama kimse bu suçlara karşı bir şey yapmaz aksine teşvik eder.
Sokakta her yürüyen sokakların kendisinin olduğunu düşünür
ama sokakta yürümek ile sokaklara hakim olmak olmadığını ilk çıkmaz sokağa
girdiğinde anlaşılır... Sokaklarda her kişi yürür, yürümek ayrı şeydir kontrol
etmek ayrı... Bugün İstiklal caddesinde her görüş yürüyüş yapar, görüşünü avazı
çıktığınca açıklar ama oranın sahibi ne yazık ki TOMA’lar ve onların yanında
konuşlanmışlardır... Sokakları kontrol eden kimse o sahiptir... Tüm sokaklar ve
caddeler, meydanlar halkın olmasını gerçekten arzularım, çünkü eskiden mahalle
kültürü içinden gerçekten oranın sahipleri orada yaşayanlardı. Dayanışma
sokaklara gerçekten hakim olan halkın arasında imece usulü şeklinde yaşardı,
bugün ne sokak ne de imece kaldı, dayanışma kelimesi artık sadece propaganda
amaçlı kullanılan bir konuma dönüştürüldü. Bazı vakıflar dayanışma adı altında
kendisine bağlı dilenci bir zümre yarattı, yardım konvoyunun arkasından dilenci
dile ile konuşanlar koşturmaya devam ederken, birkaç tatlı yiyecek, birkaç
kömüre iktidarı belirleyen seçmen oldular. Dayanışma yok oldu, yerini dayanışma
görüntüsü altında siyasi çıkarlara hizmet eden dayanma aldı…
İsmail Cem Özkan
18 Kasım 2016 Cuma
Cephe gerisi!
Cephe gerisi!
Tarihin karanlık dehlizlerinden bize birçok öykü sesini
duyurmaya çalışır ama kulaklarımız kapalı, gözlerimiz görmezdir, çünkü
çıkarlarımız belirler kulaklarımızı ve gözlerimizin açıklığını. Zamanı gelince
deriz hepsini duyar, görürüz ve gerçeği olduğu gibi kabul ederiz, zamanı
gelmeyen şeye her yer kapalıdır. Hayat bize zaten otosansür ile yaşamayı
öğretmiştir, der ki atalarımız “erken öten horoz…” horoz erken ötmemesi
gerektiğini canı ile ödemiştir.
Tarihimizin yakını uzağı fark etmez, her döneminde bize
kapalı birçok gizli olay vardır. Resmi tarihçiler onları görmeyelim diye önlerine
üst üste yığmış birçok öyküyü, geç geçebilirsen o öykülerin arasından bize
saklananı görelim… Saklanan bir şey ne kadar önüne engelle konulsa da kapıları
kilitlense de bir olay olur ve önde birikenler bir bir çekilir ve birden
önümüzde buluruz; araştırmadan, soruşturmadan. Tarihin kırılma noktalarıdır
işte önümüze düşen gerçekler ve bilmediğimiz öyküler.
Yaşadığımız zaman dilimi sistemde bir kırılmayı işaret
ediyor, kırılma elbette sadece bize özgü değil, dünya eksenleri yer yerinden
oynatacak büyüklükte sanki bir deprem olmuş, arkasından gelen tusinami. Her
yerde bir alırım verilmiş, ulus devlet tarihteki yerini alıyor, kayıyor her
şey. Ulus devletin tüm birikimleri ve devlet tanımı yok olurken, onun yerini liberal
ekonominin ürünü olan deregülasyon adı verilen bir uygulama almış. Peki, nedir
deregülasyon? Deregülasyon... "az devlet iyi devlettir" demekmiş…
Devletin geleneksel rolünün en düşük seviyeye indirilmesi, devletin yaptığı
işleri şirketlerin yapması anlamında kullanılırmış... Kısaca devletin eski
işlevini özel firmalar yapması… Sağlık, eğitim, güvenlik, ulaşım… Kamu yararına
en üst standardın yerini daha fazla kar ve daha fazla şirketlerin kazanması aldı.
Daha fazla kar için şirketlerin yöneticileri “sadık paralı asker” konumuna
geldiler. Bu hırslı yöneticilerin hakim olduğu şirketler daha fazla kar elde
etmek için her türlü yolu denemekten bir sakınca görmediler. Yaşadığımız zaman
dilimi işte bu hırslı insanların yenidünya düzeni içinde hareket edebilecekleri
yeni hukuk kurallarının ulus devleti enkazı üzerine kurma sürecidir.
Bu süreçte ulus devletin ulus yaratma sürecinde işledikleri
suçlar da teker teker gözlerimizin önüne serilmeye başladı, çünkü yıkılan şeyi
savunmasını çökertilmesi gerekliydi… Geçmiş ile hesaplaşma yerini geçmişi
dikizleme süreci diyebileceğim bir aşamadayız… Hesaplaşmak demek o ortamı
yaratan sistem ile de hesaplaşmak anlamına gelir… Sistemin efendileri buna izin
veremezdi, göreceli özgürlük içinde ulus devlet yıkılana kadar dikizleyin
geçmişi dediler. Gündeme getirin ama hesap sormayın!
Cephe gerisi dediler, dünyadan haberi olmayan bir köyde
yaşayan Ermeniyi geldiler, aldılar, askerler arasında yola çıkardılar… Sabahın
ayazında yola çıkartanlar ancak taşıyabilecekleri kadar eşyalarını yanlarına
almalarına izin verdiler. Onlar artık yaşadıkları topraklardan, köklerinden
koparılan birer çınardılar. Çevrelerinde onları yağmalamayı bekleyen gözleri
aç, zenginliklerini kıskananlar vardı. Fırsat
kollarlar… Askerler ülkenin geleceği için erkek çocukların bir bölümünü asker
ocağı için devşirmeye almışlar, kız çocuklarını ise gelin diye evlerinde
alıkoymuşlar. Sabahın ayazında yollara çıkarılan kafiledeki insanların yıllarca
biriktirdikleri ne varsa, göz nuru taş işçiliği evleri artık boştu, atalarının
mezarlarını bir daha görmeyecekleri diyarlara gitmek için bir kararname ile yola
çıkarıldılar... Cephe gerisi dediler, cephede ki oğlunu Çanakkale’den alıp Suriye
çöllerine getirdiler... Ermeni acıyı yaşadı, yıllar geçti, unutuldu dendi,
toprağı eştiler Ermeni’nin taş işçiliği evleri çıktı yeryüzüne... Mezarları
hala define avcıları tarafından eşilir... Onların gölgesi kaldı şehirlerin
sokaklarında, sarayların taş işçiliğinde emekleri. Hala anılır mimarlar, hala
söz söylenir ustalardan söz açılınca...
Yıllar geldi geçti, ulus devlet kuruldu, cumhuriyet ilan
edildi, sürülenler sürüldükleri yerde kaldı, sınır içinde kalanların önemli bir
bölümü kimliğini sakladı. Unutuldu dendiğinde bir ülkenin meclisinde
unutulamadığı ilan edildi. Unutulmayanın üzerine ulus devlet kendi hikayesini
serdi gerçekliğin önüne, saklamak istediler, eğittiler çocukları ama devlet
yeniden biçimlenirken, dünya yeniden şekil alırken kaçınılmaz olarak
karşılaştırmalı tarih gözler önüne serildi. Saklanan ve yok sayılanlar artık
bizim realitemizdi. Kabul ettik ama gerek olduğunda yok sayacağımız bir
realite! Dikizlenen gerçeklik ancak bu kadar izin verir.
Şimdi başka bir savaş kapımızı çalıyor, Ermenilerin yerini
başka bir halk almış, sorun olarak mecliste durur. Meclis dışında Dolmabahçe
Sarayı’nda kurulan ‘mutabakat’ masası devrilir. Ülkede bir halk başka savaşın
cephe gerisi olur. ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ diyenler geçmişten ders almak
yerine daha fazla baskı ile toprağa dökülen kan ile sorunların yok olacağını
düşünür. Çünkü tarihi güçlü olanlar yazar ve onların doğruları ve gerçekleri ‘evrensel
gerçek’ olarak kabul görür gerçeği bilinçaltında yatar. Fakat dünyanın kırılma
noktasında bu öngörünün ne kadar doğru olduğunu ya da olmadığını yaşanan
süreçte görmekteyiz. Esas doğru ulus devleti içinde astığı astık, kestiği
kestik olanların evrensel çıkarlar içinde o kadar önemli olmadığını çıkar
çatışmasında görmekteyiz.
‘Bir daha asla’ demek için Ermeni tehciri ile yüzleşmek
gerekliydi ama yüzleşilemediği için yeniden başka bir olası tehcir ile yüz
yüzeyiz... ‘Hendek’ diyerek yok edilen
ilçeler, kasabalar, mahalleler…
Ülkemizde örneğin Lice yokmuş gibi yaklaşılıyor, ABD’nin
görmediğini neden bizler de görmemezlikten geliyoruz? Lice ile Halep arasında
yıkıntı anlamında ne fark var? Lice’de devlet hastanesi, okul, cami yıkılmadı
mı, bombalanmadı mı? Lice’de çarşısı yok edilmedi mi?
Liceliler kaçtıkları yerlere döndüler; ne sokakları vardı ne
de evleri... Bütün anıları, birikimleri, geçmişleri ile birlikte gelecekleri
yok olmuştu... Lice bu ülkenin içinde görünmeyen yerde değil, gözümüzün önünde
ve Lice yok! Çünkü “hendek” dediler yıktılar, “hendek” dediler bodrum katta
mahsur kalanların hiç biri gökyüzünü görmeden toprağa düştüler. “Hendek”
dediler sokaklar yok oldu... Lice, Halep mi? orada yaşananları ABD görmedi,
anlaşılır çıkarına uygun gelmiyor, peki senin ne çıkarın var da görmüyorsun?
Sadece Lice değil elbette her birinin fotoğrafı bir şekilde
gözlerimizin içine sokuldu. Yaşadıkları kasabaya atom bombası düşmüşe
dönmüşlerin dönüşleri yok olan çocukluklarıdır...
Bir daha asla, bir daha yaşanmasın ülke içi mültecilik... Yaşanmasın
ölümler... Yaşanmasın ata toprağından koparmalar...
İnsan odaklı bakalım olaylara, çünkü acının ulusu olmaz…
Bugün acı duymadan ekranlar aracılığı ile birçok şeyi
görüyoruz ama idrak edemiyoruz, çünkü her biri sanki sanal gerçeklik gibi...
Yaşananlar ne yazık ki ne sanal ne de yaratılmış gerçeklerdir... Ne olursa
olsun insanlar yaşadıkları yerde mülteci olmasın…
İsmail Cem Özkan
8 Kasım 2016 Salı
Kendiliğinden hiçbir şey olmuyor, irade gerek!
Kendiliğinden hiçbir şey olmuyor, irade gerek!
Kadere inananlar, fallardan başlarını kaldırmazlar ve
beklentileri hep yüksektir. Üç vakte kadar bütün sorunları düzelecektir. Yaşam
bize fısıldar, bekleme; ne Godot gelecek ne de senin beklentin. Fallar ile olmuş
olsaydı hayat daha farklı akardı, savaşlar olmazdı. Kadere inanan krallar ve
padişahlar ülkelerinin her savaşta yenildiğini görünce falcısını astırır. Sorun
falcıyı astırmak değil, sorun hayata nereden baktığınız ile ilgilidir, çünkü
baktığınız yere göre sorunlar ve çözümler de değişir.
Tarihin dehlizlerinde dolandığımızda birçok toplumsal olay
kendiliğinden başlamış gibi gözükür, fakat o kendiliğinden denen olayın
tetikleyicisi mutlaka baskı yapan idaredir. Kendisini yenilmez gören erk
sahipleri her türlü baskı ile her şeyi elde edeceğini düşünür, o güç karşısında
mutlaka bir yerde direnç olacaktır, çünkü baskı direnç ile karşılaşmazsa baskı
değildir…
Toplum değişik katmanlardan oluşur ve erk gücüne karşı her
daim direnç gösterecek yapılar mevcut olur. O yüzden iradesiz girişilen erke
karşı mücadeleler genelde yenilgi ile sonuçlanmıştır ve tarihin karanlık
dehlizlerinde onlara rastlarsanız dahi görmezsiniz, çünkü onları yok sayan erk
yönünde kalem oynatmış tarihçilerin kayıtları ile karşılaşırsınız. O kayıtlarda
ki yandaş cümleleri ortadan kaldırın, yenilginin temelinde irade eksiliği ve o
irade eksikliğine dayanan örgütlenememek görülür.
Örgütlenemeyenler geleceği kuramazlar...
Yeteri kadar örgütlenemeyen her katman bir şekilde yenilir
ama erk gücünü de sarsmadan duramaz. Fakat yakın tarihimiz içinde de gördüğümüz
gibi kendiliğinden gelişen hareketler kendiliğinden dağılır ve kimsenin haberi
dahi olmaz... Eğer dağılmanın daha fazla baskı geleceğine inanıyorsanız,
iradeyi ele alıp ona göre örgütlenmek kaçınılmazdır ama bu biline biline hala
kendiliğinden hareketlerden beklenti içinde olmak, bile bile yenilgiyi kabul
etmek demektir.
Kendiliğinden gözüken toplumsal olaylar da bir iradenin
sonucunda ortaya çıkmıştır. İrade olmadan siyasal yaşamda söz söylemek
hayalidir... Söz söylersiniz ama etkisi olmaz... İrade ve onun yaratmış olduğu
atmosfer etkisini artırdığı sürece ihtiyaç gibi gözükmeyen örgütlenmeler bile
ihtiyaç olur ve hayatın dayatması ile gerçekleşir. “Üreten biz yöneten biz
olacağız” sloganı binlerce yıllık bir birikimin sonucunda bir iradenin etkisi
ile yeninden dillendirilmiştir.
Her toplumsal grubun doğruları vardır, belki de doğrunun bir
parçasını dillendiriyorlar önemli olan o doğruların (parçaların) yan yana gelip
gerçek (bütün) doğruyu oluşturmaları, gerçek olan ise topluma önderlik eder. Ancak
bu da inisiyatif almak ve zamanında müdahil olmaktan geçer. Zamanında
yapılmayan etki gelecek için bir şey ifade etmez, sadece doğruyu söylemiş,
tespit etmiştik diye övünç kaynağı olur ama hayatta karşılığı olmadığı için
söylediğiniz sözün de değeri yoktur... İleriye bazıların hafızasında bir söz
olarak kalır ve zaman içinde oda silinir gider.
Siyasi irade olmadan yan yana gelmeler sadece boşa zamanın
harcanmasından başka şey değildir... Var olan güven ortamını da yok eder, güven
sağlamayan irade ise sadece küçük bir çevre ile hayata müdahil olduğunu
düşünür...
"Biat et rahat et döneminde" biat etmeyenlerin
üzerine gönderilen canlı bombalar, polisler ve özel güvenlikçiler... Her
yerde güvenlik, her yerde sıkı denetim ve hep birileri bizim ‘iyiliğimizi’
düşünüyor... Bizim iyiliğimizi düşünene diktatör denir, çünkü bize
rağmen bizim için bir şey yapanlar bizim daha fazla biat etmemizi ve ona göre
kapı kulluğu görevini yerine getirmemizi bekler. Ülkemizde gelişmelere bakarak
dışarından birileri bu iyiliksevere ‘diktatör’ demiş ama devletler nezdinde bir
devlet öteki devletin liderine diktatör diyorsa pazarlık yapıyor demektir...
Pazarlıklar kapalı kapılar arkasında olur ve çıkarlar çatışır, bazı imtiyaz
alanlar diktatör dediğine zamanın gelince elini sıkacak ve ülke içinde yaşanan bazı
zorbalıklar görülmeyecektir.
Devletler hukukunda çıkarlara ters gelen yerde doğrular konuşulur...
Bazı mağduriyetler, zamanında zalimin yanında kalanları ve onlara
destek verenler için kendisini aklama için fırsattır. Geçmişin üzerine sünger
çekmek isteyenler hemen bir mağduriyet arar ve orada kendisini gösterir... Halkımız
da ‘aptaldır’ nasıl olsa “geçmiş geçmişte kaldı önemli olan bugündür” der ve
yanında olana dört elle sarılır! Nede olsa atalarımız demiş “denize düşen
yılana sarılır” …
Köprüyü geçene kadar sesler kısılır, gözler güvensizliği
işaret eder.
Yaşananları hep içselleştirip, sessizlik içinde karşılarsan
ve geçmişin hesabını yapmazsan yaşadıklarından daha kötüsünü yaşayabileceğin
zaman karşına gelebilir. Geçmiş muhasebesi ile anlamlıdır.
Hesap sormazsan tarih gelip senin adına hesap sormaz. Tarih
ileri ki kuşaklara sorunu taşır, o kuşaklarda sormaz ise mağduriyet unutulur
gider...
İsmail Cem Özkan
2 Kasım 2016 Çarşamba
Gericileşerek ileri savunulamaz!
Gericileşerek ileri savunulamaz!
Size bir öykü anlatılır, inanırsınız ama ya doğru değilse? Yaşadıklarımız hepsi bir projenin ürünü ve bizler hepimiz birer kobaysak?! Bütün bunlar ya gerçekse! İnanırsınız ya da ret edersiniz ne fark eder ki, yaşamamız gerekeni hep birlikte yaşayacağız.
Yüksek yerlere çıkıp sınır komşumuzdaki savaşı izliyorduk, uzakta olanlar ekranlarından izlediler, şimdi korkudan sokağa çıkmayasınız diye sürekli korkunç senaryolar anlatılıyor, ülkende yaşayan yabancı ülkelerin insanı ülkeni terk ediyor... Duraklarda ellerinde ağır silahlı birileri bekliyor, sırt çantanız aranıyor...
Yaşadıklarınız ya doğru şeylerse, anlatılanların hepsi zırvaysa...
Kaos ortamlarında krizi yönetme becerisi olmayanlar var olana dört el ile sarılır ve sanki değişim kendi sonunu getirecekmiş gibi bağnazca geçmişe tutunur. Geçmiş büyür, büyültür ve destanlaştırılır. Destanlaştırılan olgunun içinde ise gerçekler küçük bir parça olarak göz kırpar bizlere. Zamanın sürekli ilerlediği zaman diliminde zamanı durdurmak ve o duran zamanı savunmak gericiliktir, her ne kadar geçmişte ilerici misyonu elinde bulundurmuş olsa da. Var olanı savunmaktan vazgeçin, çünkü sadece çöküşü savunmuş olursunuz, var olan kazanımlarımızı koruyalım derken her şeyinizi kaybedersiniz... Bugüne kadar bu savunma ve var olanı koruma güdüsü ile yapılan her adım sizi daha da küçültmüş ve yok etmiştir. O halde bir an önce şimdi demokrasi, şimdi özgürlük, şimdi gerçek laiklik, şimdi işçi sınıfının iktidarı demekten neden korkuyorsunuz? İşte bugün ileriyi savunmak için basit istemler... Basit ama gerçekleştirmesi cesaret isteyen ve gerçekten bedel ödemeyi getiren istemlerdir... Bakın biraz geçmişinize ne kadar çok bedel ödemiş insan var, onların anıları, mücadeleleri neden yok sayıyorsunuz?
Korkuyor musunuz, o halde hiç bir şey yapamıyorsanız ellerinizi iki yana açın korkuluk olun!
29 Ekim 2016 akşamı neler yaşandığını ileride öğreneceğiz ama önemli bir şeyler yaşandı ki, Amerika çalışanlarını/vatandaşlarını ülkesine çağırıyor, hükümetin aldığı yeni kararname ile birçok insan işsiz oluyor, avukatlara büyük birader gözü getiriliyor. Artık savunma yaptığı müvekkili ile her görüşmesi kayda alınacak, savunma gizliliği ortadan kalkmış oluyor... İçeride kalanlar ile dışarıda kalanlar arasında ki duvar da bir anlamda yok olmuş oluyor, çünkü medya ayağında da havuz dışında kalan ajanslar hakkında soruştura açmadan kapatma kararı alınıyor... Haber ajansı olmayan medya ise havuza düşen ve sansürlenmiş haberler ile idare etmek zorunda kalacak...
Kısaca karanlık zifiri karanlığa dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim...
Bugün bir kere daha göstermiştir ki, bayrak sallanarak, balkonlara bayrak asarak ‘cumhuriyet’ korunmuyor... Soğuk su için... isteyen bira, rakı ... içebilir... eğlenmeye devam... İyi eğlenceler!.. Sabah baş ağrısı ile uyandığınızda neler olmuş diye etrafınıza bakmayı unutmayın, çünkü ne eski, eski olarak kaldı. Yeniye çabuk ayak uyduracağınızı biliyorum, sorunsuz ve daha fazla gelenden yana olacaksınız... Sıkıntı yok! Eğlenmeye devam edin…
Suriye savaşı henüz yeni başlamıştı, sınırımıza yakın yerlerde savaş henüz yeni dumanını tüttürmekteydi. Birçok sınırda oturan vatandaş çatıya çıkıp ya da yüksek yerden sınırın öte yakasında ki savaşı çitlembik çitleyerek seyretmişti... Şimdi o savaşı izleyenler savaşın ortasında kaldı, uzaktan tv kanalından izleyenlerde savaşın bir parçası olmak üzere... Savaşın ateşi yayılıyor... İzleyicisi olduğumuz savaşın bir iç savaş döngüsü ile karşılaşmak artık bizi şaşırtmıyor... İç savaş sınırları aştığında yine iç savaş olarak yansıması şaşırtıcı bile gelmiyor...
Saatlerin ayarı ile oynamadılar sabit kaldı ama yaz kış saat ayarı yüzünden elimizdeki teknoloji aygıtların saat ayarları yurt dışından belirlendi ve bize göre geride kaldı. Biz zamanı sabitlerken dünya bizden bir saat geri gidiyor olacak, bu durumda en ilerici ülke biz oluverdik! Ama bu değişim her şeyi etkiledi, en azından yurt dışından belirlenen uçak rotorları değişimden yana uygulandığından bizimkiler hangi saatte uçacağını karıştırır oldular… Saat kaç sitelerine bakıp hangi zamanda yaşadığımız öğrenir olduk! Ayarını manüel düzeltebilenler şanslı ya düzeltemeyenler? Zaman ayarımız ile çok önceden oynanmıştı, ilerici gibi duranlar gerici, tutucu, liberal olanlar iktidarın gölgesi altında özgürlük şampiyonu oluverdiler… İleriyi savunduğunu ileri sürdükleri iktidar ise kısa sürede eski gömleğine giriverdi ve gericileşti onların gözünde. Aslında zaman ayarı ile oynandı, geri olanlar ilerici, ileri olanlar geri gözüktü, yanılsamaydı yaşananlar, belki hiç yaşanmadı!
Saatin kaç olduğunun ne önemi var, ileride kurulmuş bir üçayak ve ortada sallanan iplik olunca...
İşten atılmalar oldu, meslekten men cezaları mahkeme kararı olmadan verildi... İşsiz birçok kişi ve onların aileleri kaldı. Dayanışma adı altında para toplayıp onu iç edecek birçok fırsatçı da bu alanda cirit atacak. Eğer bu tip insanların ortaya çıkmasını istenmiyorsa kurumsal ilişkiler kullanılmalıdır. Sendikalar ne için vardı? Sadece çalışırken maaştan kesinti yapmak için değil... Dayanışmayı ancak sendikalar eli ile yapılırsa bir anlamı olur, kişi ayrımı yapılmadan kişinin üye olduğu sendika eli ile dayanışma iletilmelidir... İmece usulü ile yapılanlar ne yazık ki artık geçmişte kaldı, geniş aileyi ve sokak kültürünü yok edenler daha yalnız kaldı... Şimdi dayanışma zamanı! Dayanışma ancak örgütlü olduğunda anlamlı olur...
Türkiye’de özgür basın otosansürlüdür, otosansür olmazsa sansür açıkça uygulanır... Değişmeyen kural gereği gazeteciler yaptıkları haberlerden dolayı değil, yapmadıkları haberleri yapma ihtimali yüzünden bile gözaltına alınabilir...
Özgür basın susturulamaz ama muhalif basın susturulur... Ülkemizde basın ne zaman özgür oldu? Başbakanlıktan verilen basın kartları ile mi basın özgürleşti? Basın dediğiniz şey iktidarın/sistemin PR çalışmasıdır, istediği haberleri havuza toplar ve sen kullanırsın ama yorum yapma özgürlüğün var der, o da yorum yapabilecek kaç bilinçli okuyucu var ki? Bilimsel çalışmayı bile hırsızlıkla taçlandıranların bol olduğu bir ülkede özgürlük ancak hırsızlık ile sınırlıdır, onu da yapan ve üstünü kapatanların olduğu sürece özgürlük vardır... Muhalif olanların haber ajansları bile özgürce haber geçmedi, işlerine gelenleri haber yaptı... Arabesk söylem ile “kandırmak özgürlük diyorsanız özgürüz hep beraber!”...
Bazı şeyleri gözümüzde çok büyütmüşüz, hatta onlara dokunulmazlık payesi biçmişiz... Dokunulmaz olan ordu bir kaç sene içinde nasıl bir kağıt gibi yırtılıp elinde ki en önemli kurumlarını kaybettiğini yaşayarak gördük. Astığı astık, çıkardığı yasa anayasa olanların aslında ne olduğunu son süreçte gördük... Demek ki bazı şeyleri gözümüzde büyütmekten vazgeçersek eğer, belki yaşadığımız sorunların önemli bölümü kendiliğinden çözülür...
Zamanı durdurup, geçmişin bilgilerini geçmişte olduğu gibi geçmişi bugüne taşıyarak bakmak gericileştirir bizi, gerici duruş ile ileri adım atılamaz… Somut olayların somut tahlilleri vardır… Fazla soyutlamaya da gerek yoktur…
İsmail Cem Özkan
Size bir öykü anlatılır, inanırsınız ama ya doğru değilse? Yaşadıklarımız hepsi bir projenin ürünü ve bizler hepimiz birer kobaysak?! Bütün bunlar ya gerçekse! İnanırsınız ya da ret edersiniz ne fark eder ki, yaşamamız gerekeni hep birlikte yaşayacağız.
Yüksek yerlere çıkıp sınır komşumuzdaki savaşı izliyorduk, uzakta olanlar ekranlarından izlediler, şimdi korkudan sokağa çıkmayasınız diye sürekli korkunç senaryolar anlatılıyor, ülkende yaşayan yabancı ülkelerin insanı ülkeni terk ediyor... Duraklarda ellerinde ağır silahlı birileri bekliyor, sırt çantanız aranıyor...
Yaşadıklarınız ya doğru şeylerse, anlatılanların hepsi zırvaysa...
Kaos ortamlarında krizi yönetme becerisi olmayanlar var olana dört el ile sarılır ve sanki değişim kendi sonunu getirecekmiş gibi bağnazca geçmişe tutunur. Geçmiş büyür, büyültür ve destanlaştırılır. Destanlaştırılan olgunun içinde ise gerçekler küçük bir parça olarak göz kırpar bizlere. Zamanın sürekli ilerlediği zaman diliminde zamanı durdurmak ve o duran zamanı savunmak gericiliktir, her ne kadar geçmişte ilerici misyonu elinde bulundurmuş olsa da. Var olanı savunmaktan vazgeçin, çünkü sadece çöküşü savunmuş olursunuz, var olan kazanımlarımızı koruyalım derken her şeyinizi kaybedersiniz... Bugüne kadar bu savunma ve var olanı koruma güdüsü ile yapılan her adım sizi daha da küçültmüş ve yok etmiştir. O halde bir an önce şimdi demokrasi, şimdi özgürlük, şimdi gerçek laiklik, şimdi işçi sınıfının iktidarı demekten neden korkuyorsunuz? İşte bugün ileriyi savunmak için basit istemler... Basit ama gerçekleştirmesi cesaret isteyen ve gerçekten bedel ödemeyi getiren istemlerdir... Bakın biraz geçmişinize ne kadar çok bedel ödemiş insan var, onların anıları, mücadeleleri neden yok sayıyorsunuz?
Korkuyor musunuz, o halde hiç bir şey yapamıyorsanız ellerinizi iki yana açın korkuluk olun!
29 Ekim 2016 akşamı neler yaşandığını ileride öğreneceğiz ama önemli bir şeyler yaşandı ki, Amerika çalışanlarını/vatandaşlarını ülkesine çağırıyor, hükümetin aldığı yeni kararname ile birçok insan işsiz oluyor, avukatlara büyük birader gözü getiriliyor. Artık savunma yaptığı müvekkili ile her görüşmesi kayda alınacak, savunma gizliliği ortadan kalkmış oluyor... İçeride kalanlar ile dışarıda kalanlar arasında ki duvar da bir anlamda yok olmuş oluyor, çünkü medya ayağında da havuz dışında kalan ajanslar hakkında soruştura açmadan kapatma kararı alınıyor... Haber ajansı olmayan medya ise havuza düşen ve sansürlenmiş haberler ile idare etmek zorunda kalacak...
Kısaca karanlık zifiri karanlığa dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim...
Bugün bir kere daha göstermiştir ki, bayrak sallanarak, balkonlara bayrak asarak ‘cumhuriyet’ korunmuyor... Soğuk su için... isteyen bira, rakı ... içebilir... eğlenmeye devam... İyi eğlenceler!.. Sabah baş ağrısı ile uyandığınızda neler olmuş diye etrafınıza bakmayı unutmayın, çünkü ne eski, eski olarak kaldı. Yeniye çabuk ayak uyduracağınızı biliyorum, sorunsuz ve daha fazla gelenden yana olacaksınız... Sıkıntı yok! Eğlenmeye devam edin…
Suriye savaşı henüz yeni başlamıştı, sınırımıza yakın yerlerde savaş henüz yeni dumanını tüttürmekteydi. Birçok sınırda oturan vatandaş çatıya çıkıp ya da yüksek yerden sınırın öte yakasında ki savaşı çitlembik çitleyerek seyretmişti... Şimdi o savaşı izleyenler savaşın ortasında kaldı, uzaktan tv kanalından izleyenlerde savaşın bir parçası olmak üzere... Savaşın ateşi yayılıyor... İzleyicisi olduğumuz savaşın bir iç savaş döngüsü ile karşılaşmak artık bizi şaşırtmıyor... İç savaş sınırları aştığında yine iç savaş olarak yansıması şaşırtıcı bile gelmiyor...
Saatlerin ayarı ile oynamadılar sabit kaldı ama yaz kış saat ayarı yüzünden elimizdeki teknoloji aygıtların saat ayarları yurt dışından belirlendi ve bize göre geride kaldı. Biz zamanı sabitlerken dünya bizden bir saat geri gidiyor olacak, bu durumda en ilerici ülke biz oluverdik! Ama bu değişim her şeyi etkiledi, en azından yurt dışından belirlenen uçak rotorları değişimden yana uygulandığından bizimkiler hangi saatte uçacağını karıştırır oldular… Saat kaç sitelerine bakıp hangi zamanda yaşadığımız öğrenir olduk! Ayarını manüel düzeltebilenler şanslı ya düzeltemeyenler? Zaman ayarımız ile çok önceden oynanmıştı, ilerici gibi duranlar gerici, tutucu, liberal olanlar iktidarın gölgesi altında özgürlük şampiyonu oluverdiler… İleriyi savunduğunu ileri sürdükleri iktidar ise kısa sürede eski gömleğine giriverdi ve gericileşti onların gözünde. Aslında zaman ayarı ile oynandı, geri olanlar ilerici, ileri olanlar geri gözüktü, yanılsamaydı yaşananlar, belki hiç yaşanmadı!
Saatin kaç olduğunun ne önemi var, ileride kurulmuş bir üçayak ve ortada sallanan iplik olunca...
İşten atılmalar oldu, meslekten men cezaları mahkeme kararı olmadan verildi... İşsiz birçok kişi ve onların aileleri kaldı. Dayanışma adı altında para toplayıp onu iç edecek birçok fırsatçı da bu alanda cirit atacak. Eğer bu tip insanların ortaya çıkmasını istenmiyorsa kurumsal ilişkiler kullanılmalıdır. Sendikalar ne için vardı? Sadece çalışırken maaştan kesinti yapmak için değil... Dayanışmayı ancak sendikalar eli ile yapılırsa bir anlamı olur, kişi ayrımı yapılmadan kişinin üye olduğu sendika eli ile dayanışma iletilmelidir... İmece usulü ile yapılanlar ne yazık ki artık geçmişte kaldı, geniş aileyi ve sokak kültürünü yok edenler daha yalnız kaldı... Şimdi dayanışma zamanı! Dayanışma ancak örgütlü olduğunda anlamlı olur...
Türkiye’de özgür basın otosansürlüdür, otosansür olmazsa sansür açıkça uygulanır... Değişmeyen kural gereği gazeteciler yaptıkları haberlerden dolayı değil, yapmadıkları haberleri yapma ihtimali yüzünden bile gözaltına alınabilir...
Özgür basın susturulamaz ama muhalif basın susturulur... Ülkemizde basın ne zaman özgür oldu? Başbakanlıktan verilen basın kartları ile mi basın özgürleşti? Basın dediğiniz şey iktidarın/sistemin PR çalışmasıdır, istediği haberleri havuza toplar ve sen kullanırsın ama yorum yapma özgürlüğün var der, o da yorum yapabilecek kaç bilinçli okuyucu var ki? Bilimsel çalışmayı bile hırsızlıkla taçlandıranların bol olduğu bir ülkede özgürlük ancak hırsızlık ile sınırlıdır, onu da yapan ve üstünü kapatanların olduğu sürece özgürlük vardır... Muhalif olanların haber ajansları bile özgürce haber geçmedi, işlerine gelenleri haber yaptı... Arabesk söylem ile “kandırmak özgürlük diyorsanız özgürüz hep beraber!”...
Bazı şeyleri gözümüzde çok büyütmüşüz, hatta onlara dokunulmazlık payesi biçmişiz... Dokunulmaz olan ordu bir kaç sene içinde nasıl bir kağıt gibi yırtılıp elinde ki en önemli kurumlarını kaybettiğini yaşayarak gördük. Astığı astık, çıkardığı yasa anayasa olanların aslında ne olduğunu son süreçte gördük... Demek ki bazı şeyleri gözümüzde büyütmekten vazgeçersek eğer, belki yaşadığımız sorunların önemli bölümü kendiliğinden çözülür...
Zamanı durdurup, geçmişin bilgilerini geçmişte olduğu gibi geçmişi bugüne taşıyarak bakmak gericileştirir bizi, gerici duruş ile ileri adım atılamaz… Somut olayların somut tahlilleri vardır… Fazla soyutlamaya da gerek yoktur…
İsmail Cem Özkan
29 Ekim 2016 Cumartesi
Lobicilik!
Lobicilik!
Lobicilik, her ne olursa olsun, haklı haksız fark etmez bir çıkar grubunun hakkını hükümetler veya herhangi bir erk önünde savunmaktır. Bu çıkar grubu ister devlet olsun, ister bir firma. Bu çalışmalar kanun koyucuları ve memurları etkilemeye yönelik her türlü faaliyeti kapsar. Devlet çalışmalarını ve yasaları özel bir çıkar ya da bir lobi faydasına etkilemeye çalışan kişilere lobici denir.
Son yıllarda devletlerin bütçesinde önemli bir yer kaplayan masraflar listesinde lobicilere ödenen paralardır. Kendisini zayıf gören, herhangi bir yaptırıma karşı devletler nezdinde haklı olduğunu kanıtlamaya çalışan devletler güçlü olarak gördüğü ve Birleşmiş Milletler nezdinde her hangi bir oylamayı veto etme hakkı olan devletlerin ulusal meclisleri içinde lobi faaliyeti yapmaları doğal karşılanır olmuş. Örneğin ülkemiz Ermeni yasa tasarısı için Amerikan senatosunda ki her oylama öncesi bu lobi faaliyeti için önemli miktarda para yatırdığı bütçe görüşmelerinde ortaya çıkmaktadır. Örtülü ödenek üzerinden yürütülen bu çalışımalarda ne kadar paranın hareket halinde olduğunu kimse net olarak tanımlayamaz ama tahmini rakamlar üzerinden konuşulur. Örtülü olan her iş zaten karanlık noktaları temsil eder ki, o karanlık noktalarda ulusal çıkar savunması adı altında neler yapıldığı yaşanırken kimse bilemez, sadece tahminlerde bulunabilinir…
Elbette sadece devletlerin örtülü ödenekleri yoktur, firmalarında örtülü bütçeleri vardır. Firmaların örtülü ödenekleri, genelde ihale öncesi kayıt dışı parasının kayıt dışı ödemelerde kullanılır ve ihale sonucunu etkileyecek kişi ya da kurumlara el altından aktarılan paraların olduğu alan olarak tanımlanabilinir.
Liberal ekonominin hakim olduğu ülkelerde örtülü ödenekler hükümetlerin bütçeleri içinde de önemli paya sahip olmaya başladı, çünkü kendi ülkesinin ekonomik çıkarı için başka ülkelerin içine dahil olduğu ihalelerde firmalar ya da devletler nezdinde lobi faaliyeti için bu örtülü ödeneklerden para kullanılır. Elbette bu sadece saf rüşvet için değil, akla gelebilecek her türlü karanlık faaliyet içinde kullanılabilinir.
Lobi faaliyeti çıkarların çatıştığı her alanda geçerliliğini korumaya ve daha da karmaşık ilişkiler ağı yaratmaya devam etmektedir.
Siyasi partiler lobi faaliyeti yapar mı?
Tarihimize baktığımızda yapar diyebiliyoruz, çünkü yakın tarihimizde şimdi tarihin karanlık sayfaları içinde yok olmaya dönüşmüş olan Sovyetler Birliği çıkarları için ülkemiz içinde siyasi bir parti lobi faaliyeti yürütmüş, o ülkenin çıkarlarını kendi siyasi çıkarlarının üstünde tutarak politik tercihlerini yapmıştır. Siyasi parti konumundan daha fazla lobicilik ve Sovyetlerin çıkarını ülke içinde savunmaya ve ona karşı oluşan düşmanlık duygularını azaltmak adına politikalar yürütülmüştür. Aynı şeyin sağ ayağını da Demokrat Parti ve devamı Adalet Partisi Amerikan çıkarlarını savunmak ve Amerikan dostluğu için ülkemiz içinde adı konulmamış lobi faaliyeti içinde olmuştur. Amerikan Lobicileri NATO’ya giriş sürecimizde önemli etkileri olmuştur. Kapitalizm lobi faaliyetleri ile ülkenin içine sızmış ve ülkeyi yeninde yapılandırmıştır. Ülkemizin yakın tarihi hem Amerika hem de Rusya çıkarlarına uygun şekilde biçimlenmiştir.
Ülkemiz yeni oluşmakta olan devlete komşu konumundadır ve o komşu devleti ile köklü tarihi ilişkisi olan halkın evlatları bu ülkenin kurucu halkıdır. Şimdi bu devlet kurulduğunda elbette o devletin çıkarları bu ülke içinde savunacak önemli bir lobi faaliyeti olmak zorundadır, çünkü o ülkenin çıkarları o ülke içinde gelişmelerden bağımsız olarak yürütülecek ve önemli olan o ülkenin yaşaması için her türlü özveri gösterilecektir. Tıpkı bizim çıkarımızı Almanya’da ve AB (Avrupa Birliği) lobi faaliyetinin yaptığı gibi. Ülkemiz içinde olan işkence ve faili meçhul cinayetler ile ilgili Almanya’da insan hakları kurumları nezdinde yapılan her türlü girişime karşı bu lobi faaliyeti engel olmaya çalışmaktadır. Sanki ülkemizde karanlıktan zifiri karanlığa doğru bir düşüş söz konusu değilmiş gibi, sözde olarak adlandırılan işkence ve faili meçhul ve de diğer olumsuz koşulların üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Lobi her türlü olumsuzun üstünü örterek, o olumsuz koşulların ülke içinde yaşanmasına ve de devam etmesine neden olabilmektedir.
Lobicilik, birisinin yaşaması için esas amacından çıkarlar nedeni ile vazgeçmektir belki de. O yüzden lobicilik kapitalist sistem içinde teşvik edilen bir unsur olarak dikkati çekmektedir. Çünkü savunmak adına yapılan ve kontrollü karanlık noktalarda özgür alanların bırakılması sistemin bir anlamda koruyucu sibobu özelliğini göstermektedir. Örneğin Almanya'daki Türk lobisi içinde yer alanlar Almanya’da yaşanan siyasi değişime sadece izleyici konumunda kalırlar. Sonuçta orada gelişmekte olan siyasi değişimin önünde iktidarda olan partinin yanında yer alarak muhafazakar olma durumuna düşerler, çünkü temsil ettikleri ülkenin çıkarları her şeyin üstündedir ve olumsuz olan özelliklerini örtmek ile yükümlüdürler. Bütün bu faaliyetleri yüzünden temsil ettikleri ülkenin örtülü ödeneklerinden faydalanırlar ve lehte karar vereceklere ve onların düşüncelerini ve de oylarını etkilemek için dağıtacakları paralarda aracı konumunda olurlar.
ABD lobiciliği yasal bir düzenleme altına almıştır, orada lobicilik işi içinde olanlar yanlarında önemli miktarda kalifiye elaman çalıştırılır ve o kalifiye elemanlar ile etkilemek istedikleri üyeler üstünde baskı kurarlar. Kısaca var olan gerçekleri değiştirip, aldıkları parayı hak etmeye çalışırlar. Lobicilik yeni gerçekleri doğru diye yaratırlar ve onlara inanmamızı zorlarlar. Lobi faaliyeti için her türlü iletişim arcı kullanılabilinir, yeter ki amaca uygun sonuç elde edilsin… Eğer sonuca odaklı çalışılmazsa o lobi faaliyeti içinde yer alanlar yeni bir iş alma şansları düşüktür. Para verenin amacına ve beklentilerine uygun davranışı kendisine hedef koyanların omurgası olmaz, o paranın çıkardığı rüzgara göre yön değiştirir ve her değişim yeni doğruları yaratma sürecidir. Her lobi kulisi iktidar ve iktidar olmaya aday olan partiler içinde olur. İkilidir her şey ve o ikili ilişkiler içinde olması kontrol edilebilen ilişkilerin içinde karanlık noktalara özellikle izin verilir ki, o liberal ekonominin gerekliliğidir.
Bugün ulusal ordular sadece firmaların çıkarlarını korumak ve kapitalist sisteme karşı gelebilecek kara paranın oluşumunu kontrol etmek adı altında faaliyet gösterir. Lobiler de bu sürecin sadece siyasi mekanizması içinde yer alan ve etkili olan bir kuruma dönüşmüştür. Lobiciliğin olduğu yerde kontrollü bir sürecin devam etmesi anlamına gelir ve yaratılan illüzyon içinde insanları hedeflerinden uzakta ve sistem ile barışık yaşamasını sağlayan bir ortam hazırlarlar.
İsmail Cem Özkan
Lobicilik, her ne olursa olsun, haklı haksız fark etmez bir çıkar grubunun hakkını hükümetler veya herhangi bir erk önünde savunmaktır. Bu çıkar grubu ister devlet olsun, ister bir firma. Bu çalışmalar kanun koyucuları ve memurları etkilemeye yönelik her türlü faaliyeti kapsar. Devlet çalışmalarını ve yasaları özel bir çıkar ya da bir lobi faydasına etkilemeye çalışan kişilere lobici denir.
Son yıllarda devletlerin bütçesinde önemli bir yer kaplayan masraflar listesinde lobicilere ödenen paralardır. Kendisini zayıf gören, herhangi bir yaptırıma karşı devletler nezdinde haklı olduğunu kanıtlamaya çalışan devletler güçlü olarak gördüğü ve Birleşmiş Milletler nezdinde her hangi bir oylamayı veto etme hakkı olan devletlerin ulusal meclisleri içinde lobi faaliyeti yapmaları doğal karşılanır olmuş. Örneğin ülkemiz Ermeni yasa tasarısı için Amerikan senatosunda ki her oylama öncesi bu lobi faaliyeti için önemli miktarda para yatırdığı bütçe görüşmelerinde ortaya çıkmaktadır. Örtülü ödenek üzerinden yürütülen bu çalışımalarda ne kadar paranın hareket halinde olduğunu kimse net olarak tanımlayamaz ama tahmini rakamlar üzerinden konuşulur. Örtülü olan her iş zaten karanlık noktaları temsil eder ki, o karanlık noktalarda ulusal çıkar savunması adı altında neler yapıldığı yaşanırken kimse bilemez, sadece tahminlerde bulunabilinir…
Elbette sadece devletlerin örtülü ödenekleri yoktur, firmalarında örtülü bütçeleri vardır. Firmaların örtülü ödenekleri, genelde ihale öncesi kayıt dışı parasının kayıt dışı ödemelerde kullanılır ve ihale sonucunu etkileyecek kişi ya da kurumlara el altından aktarılan paraların olduğu alan olarak tanımlanabilinir.
Liberal ekonominin hakim olduğu ülkelerde örtülü ödenekler hükümetlerin bütçeleri içinde de önemli paya sahip olmaya başladı, çünkü kendi ülkesinin ekonomik çıkarı için başka ülkelerin içine dahil olduğu ihalelerde firmalar ya da devletler nezdinde lobi faaliyeti için bu örtülü ödeneklerden para kullanılır. Elbette bu sadece saf rüşvet için değil, akla gelebilecek her türlü karanlık faaliyet içinde kullanılabilinir.
Lobi faaliyeti çıkarların çatıştığı her alanda geçerliliğini korumaya ve daha da karmaşık ilişkiler ağı yaratmaya devam etmektedir.
Siyasi partiler lobi faaliyeti yapar mı?
Tarihimize baktığımızda yapar diyebiliyoruz, çünkü yakın tarihimizde şimdi tarihin karanlık sayfaları içinde yok olmaya dönüşmüş olan Sovyetler Birliği çıkarları için ülkemiz içinde siyasi bir parti lobi faaliyeti yürütmüş, o ülkenin çıkarlarını kendi siyasi çıkarlarının üstünde tutarak politik tercihlerini yapmıştır. Siyasi parti konumundan daha fazla lobicilik ve Sovyetlerin çıkarını ülke içinde savunmaya ve ona karşı oluşan düşmanlık duygularını azaltmak adına politikalar yürütülmüştür. Aynı şeyin sağ ayağını da Demokrat Parti ve devamı Adalet Partisi Amerikan çıkarlarını savunmak ve Amerikan dostluğu için ülkemiz içinde adı konulmamış lobi faaliyeti içinde olmuştur. Amerikan Lobicileri NATO’ya giriş sürecimizde önemli etkileri olmuştur. Kapitalizm lobi faaliyetleri ile ülkenin içine sızmış ve ülkeyi yeninde yapılandırmıştır. Ülkemizin yakın tarihi hem Amerika hem de Rusya çıkarlarına uygun şekilde biçimlenmiştir.
Ülkemiz yeni oluşmakta olan devlete komşu konumundadır ve o komşu devleti ile köklü tarihi ilişkisi olan halkın evlatları bu ülkenin kurucu halkıdır. Şimdi bu devlet kurulduğunda elbette o devletin çıkarları bu ülke içinde savunacak önemli bir lobi faaliyeti olmak zorundadır, çünkü o ülkenin çıkarları o ülke içinde gelişmelerden bağımsız olarak yürütülecek ve önemli olan o ülkenin yaşaması için her türlü özveri gösterilecektir. Tıpkı bizim çıkarımızı Almanya’da ve AB (Avrupa Birliği) lobi faaliyetinin yaptığı gibi. Ülkemiz içinde olan işkence ve faili meçhul cinayetler ile ilgili Almanya’da insan hakları kurumları nezdinde yapılan her türlü girişime karşı bu lobi faaliyeti engel olmaya çalışmaktadır. Sanki ülkemizde karanlıktan zifiri karanlığa doğru bir düşüş söz konusu değilmiş gibi, sözde olarak adlandırılan işkence ve faili meçhul ve de diğer olumsuz koşulların üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Lobi her türlü olumsuzun üstünü örterek, o olumsuz koşulların ülke içinde yaşanmasına ve de devam etmesine neden olabilmektedir.
Lobicilik, birisinin yaşaması için esas amacından çıkarlar nedeni ile vazgeçmektir belki de. O yüzden lobicilik kapitalist sistem içinde teşvik edilen bir unsur olarak dikkati çekmektedir. Çünkü savunmak adına yapılan ve kontrollü karanlık noktalarda özgür alanların bırakılması sistemin bir anlamda koruyucu sibobu özelliğini göstermektedir. Örneğin Almanya'daki Türk lobisi içinde yer alanlar Almanya’da yaşanan siyasi değişime sadece izleyici konumunda kalırlar. Sonuçta orada gelişmekte olan siyasi değişimin önünde iktidarda olan partinin yanında yer alarak muhafazakar olma durumuna düşerler, çünkü temsil ettikleri ülkenin çıkarları her şeyin üstündedir ve olumsuz olan özelliklerini örtmek ile yükümlüdürler. Bütün bu faaliyetleri yüzünden temsil ettikleri ülkenin örtülü ödeneklerinden faydalanırlar ve lehte karar vereceklere ve onların düşüncelerini ve de oylarını etkilemek için dağıtacakları paralarda aracı konumunda olurlar.
ABD lobiciliği yasal bir düzenleme altına almıştır, orada lobicilik işi içinde olanlar yanlarında önemli miktarda kalifiye elaman çalıştırılır ve o kalifiye elemanlar ile etkilemek istedikleri üyeler üstünde baskı kurarlar. Kısaca var olan gerçekleri değiştirip, aldıkları parayı hak etmeye çalışırlar. Lobicilik yeni gerçekleri doğru diye yaratırlar ve onlara inanmamızı zorlarlar. Lobi faaliyeti için her türlü iletişim arcı kullanılabilinir, yeter ki amaca uygun sonuç elde edilsin… Eğer sonuca odaklı çalışılmazsa o lobi faaliyeti içinde yer alanlar yeni bir iş alma şansları düşüktür. Para verenin amacına ve beklentilerine uygun davranışı kendisine hedef koyanların omurgası olmaz, o paranın çıkardığı rüzgara göre yön değiştirir ve her değişim yeni doğruları yaratma sürecidir. Her lobi kulisi iktidar ve iktidar olmaya aday olan partiler içinde olur. İkilidir her şey ve o ikili ilişkiler içinde olması kontrol edilebilen ilişkilerin içinde karanlık noktalara özellikle izin verilir ki, o liberal ekonominin gerekliliğidir.
Bugün ulusal ordular sadece firmaların çıkarlarını korumak ve kapitalist sisteme karşı gelebilecek kara paranın oluşumunu kontrol etmek adı altında faaliyet gösterir. Lobiler de bu sürecin sadece siyasi mekanizması içinde yer alan ve etkili olan bir kuruma dönüşmüştür. Lobiciliğin olduğu yerde kontrollü bir sürecin devam etmesi anlamına gelir ve yaratılan illüzyon içinde insanları hedeflerinden uzakta ve sistem ile barışık yaşamasını sağlayan bir ortam hazırlarlar.
İsmail Cem Özkan
22 Ekim 2016 Cumartesi
İnsan doğaya tek aykırı yaratıktır.
İnsan doğaya tek aykırı yaratıktır.
İnsan doğa ile savaşmaya medeniyet dediği gün başlamadı, ilk
aleti kullandığında da başlamadı, çünkü bugün alet kullanan hayvanlara
bakıyorum doğa ile kavgalı değil, peki insan ilk olarak doğa ile ne zaman kavga
etmeye başladı?
Bu sorunun yanıtı doğanın hala sakladığı bir yerde duruyor,
çünkü doğa insan ile savaşmasında her türü tahribatını saklamış ve kayıt
tutmuştur, bizlere düşen görev o tutulan kayıtları bulup anlamak. Doğa kayıt
tutar da insan tutmaz mı? Evet, insan işine gelenin kaydını tutar, gelmeyeni
yok sayar… Özellikle galip gelenler yenilgiye uğrayanların gerçeklerini olduğu
gibi değiştirip sonuçta korkulması ve yok edilmesi bir ucube olarak gösterir.
Çünkü kazanan her daim her şeyi söylemeye kendisinde hak olarak görür ve
gerçekler kazanana göre yazılır… Okuduğumuz tarih zafer kazananların günlüğü
gibidir ve gerçek o günlüklerin içinde çok uzak bir yerden bize bakmaktadır.
İnsan doğa ile savaşmaya öğrendiklerini kendisinden sonra
gelen kuşağa aktarma ile başladı, çünkü doğanın tekelinde olan bu aktarma ve
değişme işine insan da müdahil olmuş oldu. Doğanın içinden doğan ve gelişen
insan, aletleri kullanmasını öğrendikten sonra onu kendisinden sonra gelen
kuşağa öğrendiklerini aktararak ilk isyanını ve kavgasının ilk aleti olan;
beklide taş baltasını doğanın kara toprağına ya da ağacına sapladı… İnsan hem
avlanan hem de bitki ile beslenen ve beslenme seçeneği olan bir hayvan türüdür.
Doğanın mucizesini üzerine almış ve geliştirmiştir. Doğadan koptukça doğanın en
zayıf hayvanı olma yolunda ters orantılı bir ilişki geliştirmiştir. Doğadan
uzaklaştıkça korunmaya muhtaç zayıf bir yaratık olmuştur ama o zayıflığını
beyni ile yenmiştir. İnsanın beyni öğrendiğini geliştiren, geliştirdikçe yeni
buluşlara yol açan bir araçtır. Bu araç doğanın doğal akan zamanını değiştirdi.
Doğada yerleşmiş ama sürekli değişim içinde olan dengeler, insan denen canlının
doğanın enerjisini, dönme hızını, ısısını değiştirecek kadar ileri boyuta
günümüzde getirmiştir. İnsan doğa ile savaşırken paralel olarak kendisi ile
savaşmaya başlamış ve bugün artık uzak/yakın bir gelecekte gerçekleşecek olan
yapay zeka üretme aşamasına gelmiştir. Bir gök kubbe altında olan doğa ve insan
uzaya açılarak doğamızın dışında başka doğa arayışlarına yönelmesi emperyalist
duygulardan daha çok merak ile başlamış olsa da bugün uzak (yakın olanın)
paylaşım savaşına doğru gidildiği de gözlemlenmektedir. Uzayın derinliklerinde
bayraklar ile “burası benim sınırım” çizgileri çiziliyor. Atmosferimizin hemen
üstünde olan bir yeni savaş alanı insanın insan ile savaşının son ürünü olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Doğa ile savaşta, doğa insanın önünde tek engel gibi
gösterilmekte ve ona karşı acımasız savaşılmaktadır. Bilim doğa ile savaşın bir
aracı getirilip, insanlığın küçük bir kesiminin çıkarlarına uygun olarak şirketleri
daha fazla kar etsin, daha fazla yağmalasın diye kullanmaktadır, fakat bilim
gerçek amacına uygun olarak kullanıldığında yeni bir dengenin oluşumunda insanlığın
elinde önemli bir araç da olabilmektedir. Yağmalanmış, yok edilmiş ve hala
devam eden süreç ancak insanın oluşturduğu siyasi düzenin/atmosferin değişimi
ile mümkün olacaktır, çünkü var olan siyasi sistem ancak ‘yok ederek’ kendisini
var edebilmektedir.
Doğada canlılar bir arada yaşar ama insanın yaşadığı yerde;
canlıların önemli bölümünün yaşama hakkı olmadığı için yaşayamaz. İnsan,
çevresinde yaşayan ve ekolojik denge için önemli olan tüm canlıları kendisini
rahatsız ettiğini düşünerek ve de çıkarına zarar getirdiğini düşündüğü tüm
canlıları bilimsel verileri kullanarak, elde ettiği kimyasal ve biyolojik
silahlar ile çevresinde var olan tüm yaşamı kendi lehine dönderip, zararlı
olarak gördüklerini yok etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.
İnsan, beton içinde izole olarak yaşayan bir hayvandır, buna
rağmen onlarca hayvan gelir izole içinde yaşayan insanın yaşadığı yerde inadınaymış
gibi yaşar... Birçok hayvan ve bitki, insanın kulağına hafiften fısıldar “sen
doğanın bir parçasısın, ne kadar kendini doğadan koparmaya çalışırsan çalış
yine de gök kubbe altında bir eko sistemin parçasısın, her ne kadar eko sistemi
yok edip kendi çıkarına uygun yeni bir sistem yaratmak için uğraşsan da...”
Her birey oturduğu yerden dünyaya bakar, ama oturduğu yere
bir bakabilse, yaşadığı doğa içinde ne kadar uyumsuz ve çirkin bir binadan
çevreye baktığını fark edecek. Çünkü insanın oturduğu yer şimdilerde sadece
beton ve betonun oluşturmuş olduğu doğaya aykırı binalar yığını! Beton üzerine
cam ile örtmekle doğaya uyumlu akıllı bina yapılmış olunmuyor...
İnsan, doğa ile savaşında, doğayı yok eden bir teknolojik
evren yaratarak ‘kazandım’ diyerek zafer çığlıkları atıyor... Kısaca birileri
insanın iyiliğini düşünürken, aslında insanlık doğa ile birlikte yok ediliyor...
Sonuç olarak, insan doğaya tek aykırı yaratıktır.
İsmail Cem Özkan
18 Ekim 2016 Salı
Yazmayacaktım yazmayacaktım ama…
Yazmayacaktım yazmayacaktım ama…
Savaş her yerimizi sararken ülkemizin altına barut
döşeyenler gün be gün artarken sol üzerine yazı yazmayacaktım ama yazmak
zorunda kalıyorum, çünkü geleceği kurtaracak güç olarak gördüğüm solun sol
olmasını istiyorum. Peki, sol neden sol
olamıyor da savaştığı kesimin tüm DNA yapısını üzerinde taşıyor? Bu soruya ne
yazık ki gerçek anlamda pek yanıt verilemedi, çünkü geçmişe doğru bakış bizde
hep güzelleme ve destan yaratmak üzerine olmuştur, gerçekleri kendimize göre
eğmişiz, bükmüşüz.
Sol adalet, özgürlük kavramlarını çok kullanır ama iç
işleyişinde ne adalet vardır ne de özgürlük. Gelenek ve göreneklerimiz derler
ya da yazılı olmayan ahlaki yapımız! Şimdi kendi içinde bunları olmayanın
dışarıdaki vatandaşa özgürlük sağlayabileceğine inanıyor muyuz? İnanmış
olsaydık kendi aklımız ile alay etmek olurdu. Dikta rejimde ki gibi her türlü
baskı aygıtının üzerinde oturan biri halkına özgürlük verecek, adalet dağıtacak
ancak masalların kahramanlarında olur, o halde sol öncelikle kendi içinde
işlevini yaratmak istediği toplumun özneleri gibi kurgulamak zorundadır ama
kurgulamayı bırakın, daha baskıcı, daha kuşkucu ve daha dar kalıplardan
oluşturduğu hücresel yapısı vardır. Bugün var olan diktadan biraz daha
özgürlükçü dikta olur solun bugün ki yapısı içinde. Eleştirilemez, liderden
başkasının konuşmadığı oturumlar içinde (görüntüde birileri konuşabilir ama
konuşanlarda liderin ağzı ile konuşur) sol bir türlü kendisini ifade edemez,
çünkü ifade edebilmesi için başka bir dünya yaratabilecek iç işleyişe sahip
olmak zorundadır. Özgürlük göreceli kavramdır ama sol için özgürlük tanımı
nettir.
Sol ilericidir, ilerici olduğu içinde bugün yaşadığımız
toplumu ileriye taşıyacak bireylerin oluşması için ortam hazırlamak ile
yükümlüdür. Bugün ki birey biat eden, sorgulamayan ve sadece tüketendir. O
halde solun üzerine düşen görev bu tanıları yerli yerinden oynatıp başka birey
yaratacak ortam hazırlamalıdır. Araştıran, sorgulayan, biat etmeden saygı duyan
ve üreten olmalıdır. Sol bireyleri tüketici değil her koşulda üretmek ile
yükümlüdür. Üretmek içinde bilgi ile donanımlı ve bilimsel bakışı
içselleştirmekten geçer. Bilimsel bakışı içselleştiremeyenler ise sadece
kulaktan dolma bilgiler ile fikir sahibi olurlar ki, onlar da biat eden bir
bireyden daha tehlikelidir. Kulaktan dolma bilgiler ile kendisi gibi düşünmeyen
her birey düşmandır ve de yok edilmelidir. Tek doğru okuduğu dergi ya da medya
kanaldır… O zaman en doğrusunu kendisi söylüyorsa, ötekilerin hepsi yanlıştır,
yanlış olan ile empati kurmanın da anlamı yoktur. Bu bakış açısı da mizahı
ortadan kaldırır, dikkat ettiyseniz son yıllarda mizah artık yapılamayacak hale
dönüştürüldü, iki küfür ile mizah yaptığını sananların ortalıkta dolandığı bir
duruma dönüştü.
Kafasını kullanmasını bilmeyenler, başkasından duyduğu
nefret söylemine kendisi de katkı sunarak başkasına aktarırken, nefret duyduğu
kişi ya da kesime saldıranıdır... Ne yazık ki her eleştiriyi saldırı olarak
algılayan bu kafasını kullanmayanlar tehdit etmek dışında linç etmeye kadar işi
ileri götürebiliyorlar. Bu dünyada eleştirilmeyecek hiç kimse yoktur gerçeği
ile neden yüzleşmezler. Eleştiri ile insanlık ileri gider, övgü ve biat ederek
karanlığa ve daha da ilerisi zifiri karanlığa sürüklenirsiniz... Yaşadığımız
çağ ne yazık ki zifiri karanlığa doğru savrulduğumuz zamandır... Ölenlerin ve
yaşayanların hataları olmasaydı şu anda yaşadığımız kaos, girdap olmazdı.
Solcuların önemli bir bölümü kafasını kullanamaz konuma
gelmiştir, savaştığını sandığı sağ gibi biat eder ve her türlü eleştiriyi
saldırı olarak algılayıp her türlü linç/infaz, işkence/baskı yöntemini
kullanmaktan geri durmaz... Bu duruş solu bitirmiştir, sol yeniden sol
olabilmesi için var olan tüm alışkanlıklarını yok edip, geçmişine eleştirel bakmayı
öğrenmeli ve ders çıkararak ileri bir toplumun nüvelerini kendi içinde
yeşertebilmelidir.
Ülkemiz solu neden kitleselleşemiyor sorusu sürekli var...
Bu soruyu sorana sormazlar mı, oturduğun yerde kaç insan ile iletişim
içindesin? Oturduğun sokakta ki gençler ile hiç konuştun mu? Eskiden mahalle
kavramı vardı, sokakta ne oluyor bilinirdi, şimdi komşunu bilmiyorsun, o zaman
sol kitle olamaz, çünkü sol bürolara sıkıştı, şehrin belli merkezlerinde vicdan
rahatlatma eylemlerde kendisini gösterdi. Sokağında yok. Sokağında olmayan sol
olur mu? Olmuyor... Solcu insan şimdi ne yapıyor, bilmem nerede forum var kalk
üç otobüs değiştir git, orada ki kendisine benzer insanlar ile sohbet et ve
sonra dön evine... Ne oldu, kendisini korumuş oluyor ama solu yok ettiğinin
farkında bile değil... Solcular istedikleri kadar birlik kursunlar, istedikleri
kadar proje üretsinler kendi mahallesinde ki bir sosyalleşme alanına gitmeden,
başka yerde sosyalleşme alanına giderek örgütlü bir güç olamaz... Olduğunu
sanan, başkasının verdiği gaz ile örgütmüş gibi davranışlar sergilerler...
“Neyin yanlış olduğunu söylemek, kağıda dökmek önemlidir.
Farketmeyenlere göstermek... Yanlışı yüksek sesle haykırmak da yazmak da
etkilidir. Ama bir "direniş" ve "mücadele" sadece söylemek
ve yazmakla başarılamaz, eğer yanlışı doğru yapmak için yerinizden
kalkmıyorsanız, hele bir kitle partisi/örgütü olduğunuz halde sürekli ve sadece
konuşuyorsanız (söyleniyorsanız) aslında yanlışların artmasına aracılık
etmekten, üyelerinizi pasifleştirmekten başka bir şeye yaramıyorsunuz... Ya
tamamen değiştirirsiniz ya da "mış gibi" yapar herkesi aldatırsınız.
En başta kendinizi...” O. Suat Özçelebi yazmam gerekeni yazmış, bana da almak
düştü.
İsmail Cem Özkan
17 Ekim 2016 Pazartesi
Erkek Parkı
Erkek Parkı
Gün geçtikçe şehirlerde Alışveriş Merkezi (AVM) açma çılgınlığı
devam etmektedir, çünkü bundan siyasi ve ekonomik bir beklentisi olan siyasi
iradenin tercihidir. Piyasalar böyle istiyor değil, aksine piyasaya hakim olan
firmaların hem güvenlik endişeleri hem de piyasaya girmeye çalışan diğer
aktörleri engellemek amaçlı bir savunma kalesi gibidir. Her şehir içinde dışında belirli marka
dükkanları bir araya getiren merkezler kurdu.
Bu merkezler bir anlamda sosyal sorun yaratırken bazı
psikolojik sorunlara çözüm olarak ortaya sürülen alışverişin de merkezidir.
AVM’ler yerel olanı yok eden ve evrensel bir alış veriş çılgınlığını körükleyen
merkezlerdir. Yeni dünya düzenin arzuladığı izole edilmiş yaşam, bireyin rahat
olarak kendisini bulacağı bir iç kaledir. Güvenliklidir, çünkü kendi
güvenliğini AVM merkezi olarak sağlamaktadır. Firmaların üzerine düşen yük
kiradır ama güvenliği göz önüne alırsanız oradan kazandığını öteki taraftan
harcayarak dengelemektedir. AVM’ler yaptıkları sosyal projeler ile hazır birer
potansiyel müşteri yaratırlar… alışveriş bir çılgınlık değil, ihtiyaç olarak
sunulur ve paranın yerini alan kartlar ile doyumsuz alışverişlere olanak
sunulur.
Bu merkezlerin birinde eşlerinin harcama çılgınlığından bunalan
üç arkadaş AVM geldikleri cumartesi günleri için kazan dairesinde bir yaşam
alanı kurarlar. Eşleri yukarıda alışveriş yaparken aşağıda cumartesi günleri
oynanan futbol karşılaşmalarını izlemek, bira eşliğinde kendilerince vakit
geçirmek için bu zamanı fırsata dönüştürürler. Eski bir televizyon, bir koltuk
onlar için bu fırsatı yaratan aksesuardır, bu sayede eşlerinden uzakta ve AVM
içinde güvende ama AVM’den ayrı bir ortamın içindeler. Üç arkadaş haftanın
yorgunluğunu atarken, aralarında ki dostluğu da pekiştirirler. Farklı mesleklere
dahil olan üç insanı bir araya getiren ortak sorun eşlerinin doyumsuz alışveriş
çılgınlığıdır. Kazan dairesini bir sığınak yapan mesleği pilot olandır, bir
işletmede yönetici ve bilgisayar programcısı olan üç ayrı meslek. Modern
yaşamın izlerini ister istemez oraya taşımaktadır. Bu üç insanın ekonomik
girdileri diğer çalışanların yanında iyi olmasına rağmen, dışarıdan
bakıldığında sorunsuz gibi duran ama içten içe kaynayan ve yaşam dünyasının ve
hayatın onlara sunduğu baskının altında çıkış aramaya çalışan üç kafadar.
Haftalardan bir gün aralarında bir itfaiye elemanı da
katılır. O da kaçmaktadır. Henüz diğerlerine göre daha yeni evli olmasına
rağmen eşinin bu çılgınlığı karşısında çaresizdir. Evlilik akdini devam
ettirebilmek için belki de bir sığınağa kendisini atmaktadır. Savaş meydanından
kaçan bir er gibidir, soluk soluğadır. Kapıyı açıp sığındığı yerde yaşam
olduğunu ve başkalarının da orada olduğunu görünce şaşırır. Çünkü boş olarak
gözüken kazan dairesinde birilerinin sığınak yapacağı kimsenin aklına gelmez!
Burada bir parantez açayım, çünkü bizim kültürümüzde yok ama Almanya’da çok
olan bir uygulama, birçok aile bodrum katını (müstakil evi olanlar) hobi odası
ve boş zaman geçirme salonuna dönüştürmektedir. Orada özel arkadaşları ile buluşur,
erkekler günü gibi günler yapmaktalar. Genelde futbol merakı olanlar önemli
karşılaşmalarda bir araya gelir birlikte ekrandan maçı canlı izler yorum
yaparlar, briç günleri gibi belirli günleri kendilerine ayırırlar. Bu uygulama
genelde vardır ama bizim ülkemizde buna benzer henüz uygulama yok ama yakında
yaygınlaşmayacağını kim söyleyebilir?
Erkeklerin sığındığı mahzen bir anlamda modern yaşamın AVM
çılgınlığına karşı eleştiri platformuna dönüşür ve günlük iş ve onun sonucunda
yaratmış olduğu streslerden kaçış için gerçek bir sığınaktır.
Politik eleştirisi olmayan, ama sistemin dolaylı bir eleştirisi
bu komik, eğlenceli ama dolaylı bir öykünmenin olduğu eğlenceli oyun, sahne
düzenlemesi, ışık, ses bütünlüğü içinde oyuncuların üzerine düşen görevi en iyi
şekilde yerine getirdiği bir ekip işi ortaya çıkmış. Sahnede yaşanan kriz ve o
krizin komik unsuları seyirciye direkt ulaşmakta ve seyirci sahneye kahkahaları
ile katkı sunarken, zamana zaman alkışlar ile kendi iç dünyalarına döndüklerini
verdikleri tepkilerden genel olarak anlaşılıyor.
Tiyatrolarımız gün geçtikçe sahnelerine yeni oyunlar sunarken,
politik tercihin baskısı gün be gün sahneye oyun koyacak yönetmenlerin iç
denetimini de belirlemektedir. Siyasi gerginlik yaşadığımız zamanın ruhuna
dolaylı/direkt etki yaparken tiyatroda “ama biz yinede sözümüzü söyleriz”
şeklinde tepki olduğunu görüyoruz. Tiyatroların genel programını belirleyen
atanmışlar, elbette kendisini o koltuğa koyanların tercihini dikkate almak ile
yükümlü, yoksa boşalan koltuk hala vekaletten boş kalması gibi bir sorunu da
ortaya çıkarmaktadır. Tiyatrocu işçidir, verilen görevi yerine getirir, aldığı
maaşı hak eder. Sonuçta söz yetki karar mekanizması içinde varlığı yokluğu
şimdiki siyasi idare için önemli değildir. Nasıl olsa ülkede tiyatro okulu çok,
okuldan mezun işsizlerde kapıda beklemektedir ama uzun zamandır zaten kadroya
yeni oyuncular ve teknik kadro alınmıyor, onun yerine taşeronlar ile idare
ediliyor… İdare edilen bir dönemde idare edilen oyunların seçilmesi ve hoş
zaman geçiren bir meslek alanı olması birçok insanı rahatsız dahi etmiyor,
zaten gitmedikleri yerde neler oluyormuş da pek umurlarında değildir.
Tiyatrolar işlevsel olarak binlerce yıl varlığını koruyor,
korumaya da devam edecektir, çünkü insanı insana en iyi anlatan sanat
alanlarından biridir. Tiyatronun yok olması demek o toplumun tamamı ile biat
eden ve biat kültürünün altında yaşamak zorunda kalan yeraltı kültürünün
oluşması anlamındadır. Yeraltı kültüründe de zaten tiyatro önemli yeri ve
işlevi vardır. Burjuva kültüründe ise tiyatro sadece eğlencelik ve boş
zamanları dolduran ve de konuklarına hoş zaman geçirmek istenilen alan
olmuştur. Şimdi devlet eli ile tiyatro yöneticilerinin hedefleri ortadan
kaldırılmış ve devlet ve şehir sahnelerinde var olma mücadelesine
dönüştürülürken, tiyatro kendisine yeni yol arayışına girmiştir. Elbette siyasi
irade tiyatrodan amacına uygun sonuç aldığı sürece sahnelerde ışık olacak,
sahne tozuna oyuncular seslerini bırakacak,
o tozlara seyirciler alkışlarını ekleyecektir…
Genel olarak izlediğim oyun performansı yüksek, zamanın
nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar akıcıdır. Emeği geçen her çalışana teşekkür
ederim… Alkışları hiç eksik olmasın…
İsmail Cem Özkan
Erkek Parkı
Yazan : Kristof Magnusson
Çeviren : Sibel Arslan Yeşilay
Yöneten : Saydam Yeniay
Dekor Tasarımı
Behlüldane Tor
Kostüm Tasarımı
Mihriban Oran
Işık Tasarımı
Önder Arık
Dramaturg
Günay Ertekin
Asistan
Senem Cevher
Sahne Amiri
İhsan Ata
Kondüvit
İlknur Gülmez Deveci
Işık Kumanda
H. Oğuzhan Çelik
Oyuncular
İlkay Akdağlı
Süleyman Atanısev
Burak Karaman
Ali Çelik
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)