6 Şubat 2016 Cumartesi

Tek adam kendisini dayatırken…

Tek adam kendisini dayatırken…

Türkiye’de siyasi yaşantımız her daim tek adam üzerine kurgulanmıştır. Siyasi partiler tek adam üzerinde seçimlere gitmiş, tek adamın seçtikleri mecliste milletin vekili olarak kabul edilmiş, tek adamın belirlediği ilçe örgütleri tek adamı her kongrede seçmiştir.

Tek adam, yalnızca Şevket Süreyya Aydemir’in kitabının adı değil, aksine yaşanan somut durumun somut tahlilidir de. Kurucu babalar tek adama biat ederken, tek adam çevresinde yaşayan ve zaman zaman kendisine büyük yararı dokunmuş eski arkadaşlarını gözden çıkarmaktan çekinmemiştir. İktidar partisi devletin olanaklarını kullandığı ve kasasını devlet olanakları ile doldurduğunda ister istemez toplumun dışına düşer ve ekonomik kaynaklarının yok olmaması için devletin her türlü olanağını kendi iktidarını uzun süreli tutmak için kullanacaktır.  Tek adam süreçlerinde partiler devletleşir, devlet partinin içindedir. Hangi amaçla kurulduğunun artık önemi yoktur. Devletin çıkarı partinin çıkarı ile paralel olduğunda gerisi teferruattır.

Tek adam rejimi her ne kadar her darbe sonrası resmi görünüm kazanmış olsa da tarihimizin kuruluş ilkeleri ve hedeflerinin ter yüz edildiği 12 Eylül askeri darbeden sonra bir hedef ve amaç olmuştur. Tek pati rejimi 12 Eylül anayasasının ve yasalarının teminatı altındadır. 12 Eylül fiiliyatta uygulanmayan ama yasalarda yerini alan ulus devleti anlayışının fiiliyata geçirilmesi sürecinin de görünen başlangıcı kabul edilebilinir. Her ne kadar ulus devletinde amaç ulusal sermaye biriktirmek olsa da bu temel amacını ortadan aldırıp liberal ekonominin ihtiyacı olan gümrük duvarlarını yıkmış ama yıkılması gereken tek devlet, tek dil, tek din, tek mezhep, tek tek tek ne kadar diğer unsurlar varsa öne çıkarılmıştır. 12 Eylül öncesi ülke gündemini ve ekonomik koşullarının dayatmış olduğu gündemin çok dışına çıkılmıştır. Bunda en büyük etken sanırım Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında ki gelişmelerinde rolü olmuş olabilir, çünkü Amerika ambargosuna giren bir NATO ülkesi Ortadoğu üzerine geliştirilen ‘Yeşil Kuşak’ doktrine uygun yapılanması gerekliydi. O gereklilik Avrupa’ya doğru gidildiği sanılan trenin aslında Ortadoğu’ya doğru gittiği ve artık ters yönde koşmamamız gerektiği bize dikte edilerek yeni rotamızı tek parti hakimiyeti altında uygulanmaya kondu, devam ediyor.

12 Eylül süreci devam eden bir süreçtir. Ortadoğu ülkesi olduk. İktidar ve iktidarın lider kadrosu tipik bir Ortadoğu lideri arasında ki farkı sayın diye soru sorulmuş olsa, farktan daha çok benzerlikleri saydığınızı farkına varabilirsiniz. Tek parti sorun yaratmaktan daha çok çözüm üretileceği ve çözümün halk lehine olacağı varsayılmış olsa da aslında bu varsayımın kağıt üzerinde bir balon olduğunu kısa sürede anlayacaktık. Halk yerine, sermayenin lehine bir süreçtir liberal ekonominin yaratmış olduğu siyasi / ekonomik gelişmeler. “Orta direkt” popüler söyleminin geçmişte yayın yapan mizah dergilerinin kapağında bir anı olarak yer almıştır. Bugün ki nesil okusa hiçbir şey anlayamayacak kadar geçmişinden kopmuştur. Çünkü orta direkt yoktur, onun yerini kendisini kurtarma derdinde olan tüketim çılgınlığı içinde ki bireylerin oluşturduğu güruh yer almıştır.  “Herkes kendi acısını yaşamaktadır”

Türkiye’de tek adam rejimi 12 Eylül’den bugüne devam eden bir siyasi tercih modelidir. Birileri kalkıp tek adam rejimine izin vermeyeceğiz diye yazı paylaşıyor, söz söylüyor. Kısaca var olanı ret ediyor güya ama artık kimsenin elinde olmayan bir durum söz konusu. Çünkü ‘tek adam rejimine izin vermeyeceğiz’ diyenlerin önemli bir bölümü tek adam parti başkanın ağzına bakarak politika yapan kişilerdir...

Tek adam rejimi ile mücadele etmek isteyenler öncelikle içinde bulunduğu sosyal ilişkide ki tek adam ve tek görüşü ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir.  Azınlıkların ve göçmen olarak gelenlerin de haklarını savunmak ve onların mağdurluklarını gündeme alıp çözüm yolu aranması için mücadele edenlerin samimi olduğu diğerlerin ise kişiye göre durum belirlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözde tek adama karşı mücadele ediyorum demek, olayı kişiselleştirmekten başka anlamı yoktur.  

Erdoğan’ın fiiliyatta yürüttüğü tek adam başkanlık sisteminin en mağduru Bakanları Kurulu başkanıdır. Hem yetkili hem de yetkisiz. Uluslararası medya onun sözünden daha çok Erdoğan’ın sözünü yayınladığı ve ciddiye aldığını biraz medya takibi yapanlar görebilir. Bu durumdan rahatsız olmadığını parti kongrelerinde dillendirmektedir. Tek adam fiiliyatta uygulananı hukuki zemin içinde olmasını zaruri gördüğünü açıkça ifade etmektedir. Gerçi Erdoğan külliyesinde yaptığı toplantılarda ve çağırdığı konuklar önünde Özal’ı kat be kat aşmış olarak ‘sorumsuzluğunun şemsiyesi altında’ dillendirmekten çekinmemektedir. Özal, “anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz!” derken, kalbura dönmüş anayasanın artık pek söz eden yoktur, “yasaları fiiliyatta yok sayın, çünkü sizin ihtiyacınız olanı yaparız” özgüveni içinde “yasaları açıkça yok sayın, istemlerime yanıt verin!” anlamına gelen cümleleri dillendirebilmektedir.

Erdoğan, ‘tek adam’ olması insanları mutlu ediyor mu?

Yandaşlar hariç hiç kimse memnun değil. Cepheleşme ve referandum politikası sayesinde üst üste seçimleri kazanmıştır. Karşısında donanımlı (örgütlü) ve gündem oluşturabilecek ne yazık ki bir muhalefet yoktur. Muhalefet zaman zaman yan değnek görevi görmüş ama kendi gündemini oluşturamamıştır. Erdoğan’ın oluşturmuş olduğu gündemin peşinde koşanlar kendi hanelerine pozitif katkı yapamazken, seçimlerde kime hizmet ettiklerini sadıklar göstermiştir. Birden zengin olan yandaşlar, başörtüsüne özgürlük diye imza verenler elde ettikleri zenginlikleri paralel yapı tartışması sırasında ‘yandaş’ olmayan, cemaat mağdurları yanında yer alanlar elde ettiklerini kaybetmekte olduklarını anladıklarında Erdoğan’a desteklerini çekmişler ama Erdoğan yeni stratejisi içinde bunların pek önemi yoktur, çünkü yerini dolduran ‘ulusalcıları’ ikame etmiştir.

Tek adama giden yolda ‘fiiliyat’ yasal düzenlemeye kavuşabilecek mi?

Önümüzde ki günlerde referandum ile yeni düzenleme önümüze gelecektir. O düzenlemede kimler yandaş, kimler karşı tarafta olacağını şimdiden kestirmek zorudur, çünkü Suriye savaşı ve ekonomik kriz ülkemizin iç dinamikleri arasında olan dengelerin ne yönde değişeceğini -yaşadığımız Erdoğan iktidar sürecini göz önüne alırsak- söylemek gerçekten zor. Bugün içli dışlı olanlar, aynı düşmana aynı nefret ile bakanlar belki yarın karşı cephelerde, temsil ettikleri çıkarlar birliklerinin ihtiyacına göre yeni cepheler oluşturabilirler…


İsmail Cem Özkan 

31 Ocak 2016 Pazar

Estel Midyat arası barış konuşulmaz, yaşanır!

Estel Midyat arası barış konuşulmaz, yaşanır!

“Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki”
Ahmed Arif

Bir zamanlar iki ayrı yerleşim yeri, ikisi arasında yaşanan rekabet ve bu rekabetin yaratmış olduğu birlik ve barış ortamı. Her ne kadar farklı olduklarını söylemiş olsalar da, çalınan bir Rebab (Kemençeye benzeyen üç telli çalgı) etrafında buluşup ortak halaya durdukları, o rebab çalarken rebaba ses verenlerin değişik dillerden o bölgeye özgü destanların dillendirildiğine dışarıdan bakan biri olsaydı şahitlik ederdi. Üç dilden söylenir türküler, üç dil ile eğlenilir, üç dil ile ağıt yakılır, üç dil ve dinden insanlar buluştuğu meydanda acısını da, sevincini de ortak yaşar. Devletin hakim olduğu dil uzun zaman orada hakim olamadı ama zaman içinde devletin dili kelime kelime olarak girdi, kültürler arasında yaşanan sorunlarda çözüm amaçlı kullanılan cümlelere dönüştü.
Devletin dili resmi kurumlarda sorunları çözmek için öğrenilmesi gereken zorunlu dil oldu… Bölgeye yapılan okullarda çok dilli, çok dinli, çok kültürlü olan yerde devletin tek dili, tek dini, tek mezhebi, tek kültürü öğretildi, o devlet erki karşısında biat etmeleri beklendi. Tıpkı Osmanlı padişahı Abdülhamit Hristiyan azınlığın üzerine baskı kurmak amaçlı yarattığı Hamdiye Alayları ile o bölgede barış içinde birlikte yaşayanların arasına nifak sokması gibi.
Barış bozuldu, Hristiyan güzel kızlar kaçırıldı, atalarının eşlinde topraklara el konuldu, kiliseler ve kutsal mekanlar yok edildi, binlerce yıldır oralarda yer alan mezarlar yok edildi, taşlarda yer alan resimler parçalandı… Hristiyan, Ezidi kadınlarını Kürt Müslümanlar dağa kaldırdı, evine cariye olarak aldı. İsa'nın konuştuğu dil esaret altında yaşadı, yok edilmeye çalışıldı, bütün yangın yerinden kurtulmayı başaranlar yeniden yeniden yaşamaya ve külleri içinde yeni filizler vermeye devam ettiler.
Elbette tüm Kürtler saldırmadı, bazı Kürtler ise Hristiyanlar ile saldırganlara karşı aynı mevzide yer aldı, vermedi komşusunu katile…
Estel ve Midyat bir dayanışma ile ayakta kalan ender yerlerden biri. Mezopotamya topraklarının renkli yerleşim birimlerinden bir tanesi. İnsanlık orada kendi dili ve kültürü ile rebap eşliğinde halaya durmaya devam etti.
Çok kültürlü bir ilçe, ilçenin iki yakası arasında ki 3 kimlik yol barışın, dostluğun yanında o bölgede konuşulan her dilden söylenen şarkıların, halayların da harmanlaştığı, kirvelik makamı ile bir biri ile akraba olan ama asla bir biri ile evlenmeyen kültürlerin kardeşliği yoludur.
Üç dil, üç din bir ilçe ve iki mahalle. Bu topraklarda doğan her çocuk üç dil bilir, üç dinin geleneklerini bilir, bir birlerini olduğu gibi kabul etmiş ve binlerce yıl bir arada yaşamışlar.
12 Eylül sonrası yaşanan siyasi atmosfer ile bu birlik bozulmuş, Süryanilerin, Ezidilerin önemli bir bölümü doğdukları toprakları terk etmişler ve ilçe fakirleşmiş. Bir dil, bir din kaybolurken dokusunun değiştiğini, çöle dönüştüklerini orada yaşayanlar ve geride kalanlar Eskiden yaşanan hoşgörü bugün yok demekteler, yüzlerinde olan acıyı gizlemeye çalışırken. Eskiye yönelik özlem anıların dillendirildiğinde ortaya serilmekte… Ülkenin tarihi çizgisinde önemli bir kırılma olmadan ülkenin ne acısı tam anlaşılır ve de yorumlanır.
12 Eylül bu kırılmanın önemli bir ayağıdır.
Ülkede var olan devlet hakimiyetinin kağıt üzerinden kalkması ve pratikte uygulamaya sokulması anlamındadır. Tek dil, tek dil, tek din, tek kültür anlayışına uygun olarak var olan tüm renkler, diller, kültürler yasaklanmış, kullananlar ve savunanlar ise eziyete tabi kalmışlar. Çocukları cezaevinde olanlar bile çocukları ile anadilleri ile görüşememiş, gözleri ile acıları paylaşmışlar. O acıların yaratmış olduğu atmosfer içinde bu ülkeyi terk etmiş, sürgüne gitmiş, bir bölümü de korku ile bir yolunu bulmuş işçi olarak, damat, gelin olarak çekip gitmiş bereketli topraklardan. Toprağının her gözeneğinden bereket çıkan bu topraklar çöle dönüşmüş, taşlar ile yapılan binalar, göz nuru kapılar, el işlemeciliği ile ince ince dokunan kiliseler, evler yalnızlığa terk edilmiş, doğanın acımasız gücü karşısında topraklar ile buluşmasına sebep olmuş. Bugün dahi oralara giderseniz yıkılmış, toprağa karışmış bir ince işçilik ile karşılaşabilirsiniz. Toprak bereketin üzerini örtmüş, çöl kumu güzellikleri yok etmiş. Havada yine aynı kuşlar aynı rotalarından gelip geçerken, toprakta var olan renklilik yok olmuş… Dereler kurumuş, taşlar sökülmüş, mezar taşları artık parçalanmış olarak boş bir arazide durur olmuş. Bölgeye özgü üzüm şerbetinin kokusu kalmış, taslar boş kalmış. Dolu olanlarda eskisi gibi neşe ve heyecan vermez olmuş.
Bu bölgeye özgü aşiretlerin yapısı da yöreye uygundur. Aynı aşiretten köylerin biri Kürt, diğeri Arap, bir ötesi, Ezidi, diğeri Süryani olmasına rağmen hepsi bir aşiretin adı ile anılırmış. Bugünde varlıklarını koruyanlar varmış ama eskisi gibi birlik ve bütünlük içinde değil, tıpkı yöreye özgü el işçiliği süs eşyalarını yapan ustaların eskimiş bir fotoğrafta gösterilen anıya dönmesi gibi…
12 Eylül’ün yaratmış olduğu çöl fırtınası sonrası “çözüm süreci” adı verilen ama şimdilerde rafa kalkan süreç içinde eskisi gibi küllerinden doğan Süryanilerin küçük bir bölümü dönmüş, eski kiliseleri yeniden dönenlere verilmiş ama ne eski neşe var, ne de eskisi gibi güven!
Güven sarsılmış, terk edilen köylere muhacirler gelmiş yerleşmiş, yeşil bağlar olmuş birer çalılık! Şarabın günah olduğu yerde kokulu üzüm mü olurmuş, olmazmış işte. Var olan birkaç kilise için üretilen üzüm dışında bağlar eski rengini ve kokusunu topraktan almaz olmuş. İnsan dokusu gibi üzümün de dokusu değişmiş…
Bundan kırk yıl önce Türkçe ilkokula başlayınca öğrenilen, diğer diller ise yaşanarak öğrenildiği bir yerleşim birimiymiş. Her yerleşim biriminin kendisine özgü hikayeler, destanları, gelenekleri, görenekleri ve davranış alışkanlıkları vardır.
Acılar ve yok edilen kültürün neden yok edildiği bir kere bile sorulmuyor, sorulmuş olsa da orada yaşayanlar elbette gerçekleri olduğu gibi anlatamazlar, çünkü korku hala hakim, yaşananlar çok eskilerde kalmış bir şey değildir.
Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve Mezopotamya’nın göz nuru olan bu yerleşim yerinde ne kadar çok şey anlatılsa da hep eksik bir şeyler kalacaktır…
Hangi coğrafyaya giderseniz gidin bir birine benzer çocuk fotoğrafı çekebilirsiniz, sadece çocukların bulunduğu zemin değişir. Çocuk her yerde aynı şekilde güler ve kamera karşısında benzer pozlar verir. Çocuklar bütün kültürleri birleştirir, zaman içinde o kültürler arasında farkı insan ortaya serer. Çocuktan al haberi derler, evet geleceğin haberi çocuklar taşır ama büyükler çocukları ciddiye almaz, onların ortaklaşan gülüşünü görmek istemezler, çünkü dünya zenginliğini paylaşım savaşındalar. Dünyada olan dünyada kalır der yaşılar ama savaşanlar bunu da duymaz…
"Estel Midyat Arası" Esra Alkan, Uğraş Salman yaptığı belgeseli izlerken bunları düşündüm. Her eser bir düşünceye açılan kapıdır, belki birden fazla kapı aralar ama onu ancak zaman içinde farkına varırız. Belgeselde emeği geçenlere ne denir, ellerinize sağlık!

İsmail Cem Özkan