19 Mart 2016 Cumartesi

10:55 İstiklal Caddesi

10:55 İstiklal Caddesi

Sabahın erken saatleri İstiklal Caddesi küçük grup halinde dolaşan turist gruplarına ev sahipliği yapmaktadır. İstanbullular bilir ki eğlence öğleden sonra başlar sabah saatlerine kadar sürer. Sabah saatlerinde caddeyi bilenler pek uğramaz, çünkü çöp kutuları caddenin ortasında dağ gibi yığılmış, dükkanların kepenkleri kapalı, birkaç lokanta ve zincir mağazaların şubeleri camekan düzenlemesi içindedir. İstiklal Caddesi her zaman ki gibi sakindir, polisler görevlerinin başında, henüz sivil polisler kalabalık olmadığı için cadde üzerinde değillerdir.

Cumartesi günleri saat 12 civarında Galatasaray Lisesi önü ve postane arasında bulunan Cumhuriyetin 50. yıl heykelin önünde faili meçhuller konusunda duyarlılığı artırmak için anaların oturma eylem yeri boştur. Sessizlik öğleden sonra başlayacak gürültü ile ortadan kalkacaktır. Gökyüzü gri havasını henüz yeryüzüne indirmemiş. Saç ektiren Araplar başlarında bantlar ile caddenin sahibi gibidir. Çevre otellerde kalan turistler cadde boşken keyif ile gezmeye ve fotoğraf çekebilecekleri kilise ve ara sokak duvarlarında ki grafitilere meraklı gözler ile bakmaktadır. Elinde bir küçük bayrak ile grup önünde yürüyen kokartlı rehberler, çevre ile ilgili bilgi vermektedir.

Yayın yasağı gelmeden internet yavaşladı.

Saatler 10:55’i gösterdiğinde kaymakamlık binasının ön tarafında bir ses duyuldu. Duman kan ile karışık şekilde gökyüzüne çıkarken, korku İstanbul'u teslim almaya başlamıştı. Canlı bomba sakin bir cumartesi günün sabahını kana buluyordu. Amacı çok insanı öldürmek olmadığı, bir mesaj taşıdığı eylemin saatinin seçilişinden anlıyorduk. Mesaj verilmişti ama kime? Mesaj kısa zamanda adresine ulaşmıştı, fakat mesajı alanlardan önce olayın ilk metni internet dünyasında olan sosyal sitelerin duvarına düşerken, internet bağlantı hızı yavaşlatıldı. Henüz yayın yasağı ilen edilmemişti ama internet yavaşlatıldı.

Teyit edilemeyen bomba patlatarak kendisini teyit ettirdi...

Günlerdir uyarılar yapılmış, alman lisesi bir günlük de olsa okulunu terör yüzünden tatil ilan ettiğini duyurmuştu. Alman istihbaratı sağlam kaynaktan bilgi almış ve vatandaşlarını uyarmıştı. İstanbul valisi buna çok içerlemiş, beyanat vermişti. Zaten ülkemizin havası Ankara katliamından beri gergin, canlı bombaların patlayacağı beklentisi içindeydi. Ama teyit edilemeyen bilgi yüzünden normal yaşam olağanüstü hale getirilemezdi!

Saatler 10:55 gösterdiğinde devletin güvenlik politikası istiklale bomba gibi düştü... Teyit edilemeyen bomba patlatarak kendisini teyit ettirdi...

Sosyal medyanın duvarına tepkiler çığ gibi düştü.

Yorumlar içinde dikkati çeken bir dilek dillendiriliyor. “Canlı bombadan korkmuyoruz, alışmayacağız!” İlk bakışta doğru gibi gelen cümle aslında başka bir gerçekliğe parmak basıyordu, çünkü alışamayacağız dediğimiz her şeye alıştık, korkmayacağımız her şeyden korkar olduk!

Canlı bomba en sinsi saldırı aracıdır.

Bu ülkede birileri korumalı ve güvenli sitelerde yaşarken, diğer yanda halkın çoğunluğunu oluşturan kesim saldırıya açık ve kurban olarak sunulmaktadır. Toplum içinde oluşan eşitsizlik ortadan kaldırılmış olsa sanırım her birey aynı derece önlem almak için siyasi iradeyi zorlar ama bir bölümü “yaralılar keşke ölseydi” diyecek kadar gözü dönmüş taraftar konumundadır. Taraftarlığı ölüm üzerinden yaşam üzerine döndürmek için öncelikle canlı bombaların her kesimi potansiyel eşit derece kurban yapmaktan geçer, öncelikle çok korumalı siteleri yıkın, çok korumalı para sahipleri ve siyasileri ortadan kaldırın, o ülke de yaşamak daha keyifli olur...

Korkun, çok korumalı siteler var olduğu sürece!

Korkun çok korumalı siyasiler hayatımıza yön verdiği sürece!

Korkmuyoruz, alışmayacağız diyenlerin hepsi 12 Eylül’den bugüne korktu ve alıştı.

Birçok yorum içinde canlı bomba paniklediği için erken patladı demektedir. Ben bu görüş ile hemfikir değilim, çünkü panikleyen insan canlı bomba olamaz... Birilerine mesaj verilmesi için kendisini patlatılmıştır, mesajı alan da zaten almıştır...

Küçük turist grubundan ölenler ve yaralıların var olması sanırım amacına uygun bir mesaj olmuş...

Bu arada Taksim'deki oteller boşalmış... Turizm bu sene kara kışını yaşayacak gibi... Eğer bu ölüm istikrarı bu şekilde ivme ile devam ederse bayramlarda yollarda ölümler de azalır, çünkü dışarıdan gelen turist azaldığı gibi iç turizm de batar...

“Türk halkı korku ile yaşamaya alışıktır” denmenin anlamı yoktur, başka seçeneği olmadığı için yaşamak zorundadır...

Ülke yönetilmez, güvenlik tedbiri alamaz konuma getirilmiştir. Bu duruma gelişinin başlı başına bir kaç nedeni var. (aslında birçok neden var ama yazının içeriğine göre kısalttım) Birinci neden; Erdoğan "bak bensiz olmuyor çifte başlılık açık yaratıyor" diyerek yandaşlarının gündeme dokunuşları, ikinci Suriye / Kürt politikası yüzünden iktidarın değiştirilmesi ve dış müdahale... Erdoğan ve dış güçlerin işine gelen kaos ve korku havası...

Sosyal bilimlerde kağıt üzerinde ki planlar, hayatta karşılığını bire bir karşılamaz, çünkü hayat teoride ki gibi tek bir çizgi üzerinde devam etmez. Ülkenin bu hale gelmesini planlayanların planları umarım bozulur... Daha fazla insanın kanı toprağa karışmadan.

İstiklal Caddesindeki canlı bomba sonucu hayatını kaybedenler: İsrail vatandaşları, Simha Simon Demri, Yonathan Suher, Avraham Godman; İran vatandaşı Ali Rıza Khalman.

19 Mart 2016 istiklal caddesi 10:55' unutma diğer patlamaları ve son nefeslerini verenleri unutmayacağın gibi...

İsmail Cem Özkan


Geçilmez diye yalan uydurdular, geçtiler gittiler!

Geçilmez diye yalan uydurdular, geçtiler gittiler!

Çanakkale geçildi, hala geçilmez diye böbürlenenleri gördükçe dudaklarımda kara bir gülümseme oturur, kara dediğime bakmayın acıdır. Acının gülümsemesi olmaz. Emperyalist oyunun parçalanan oyuncağı olduğumuzu anlatır karanlıktaki sesim. Böbürlendiğimiz / övündüğümüz on binlerce ölümüzün olmasıdır, çoluk, çocuk, yaşlı – kadın erkek nesillerin ortadan kaldırılmasıdır.

Bir cephede yok edilen tüm birikimlerimiz.

Birikimlerimiz halklarımıza uyguladığımız zulümdür, derisi yüzülen insanlarımızın acısıdır. Osmanlı devleti içinde yaşadığı topluma çok acılar çektirdi, çok zulümler uyguladı. Anlı şanlı denilen tüm seferler acılar, katliamlar üzerine kuruludur.

Yağmaladı devleti yaşatmak için, yağmalandı İstanbul eşrafı şatafatlı ve rahat yaşasın diye. Tarlada ekili üründen hesap sormadan pay biçildi, alındı. Evdeki ocaktan çocuklar devşirildi, sırf bir aile gücünü korusun, daha fazla baskı yapsın diye…

Çanakkale savaşları işte bu zulmün son dönemecidir, yok oluşunu işaret eder. Böbürlenerek anlattığımız kıyımın olduğu yıllar bu kıyımın son sahnesidir. Son sahne bir Alman generalin yönetiminde sahneye kondu. İleriye sürülen bizim çocuklarımız, karar verenler Alman halkının çıkarını savunmak ile yükümlü olan bir general!

Çanakkale geçilmez diye yazarlar ya bende biraz gülümserim…

Çünkü bir kaç sene sonra bizim ro-ro gemilerimiz saray burnunda demirlemiş değillerdi... Saray burnuna demirleyen gemilerde İstanbul'u işgal edecek emperyalistlerin bayrakları sallanıyordu.

Karne ile şehirden şehre gidiliyordu...

Bir ülke işgal edilince özel belgelere sahip olmayanların seyahat etme özgürlüğü bile yoktur, işgal kuvvetlerinden icazet almayanlar oturdukları semti bile değiştirmezdi. Yeraltında örgütlenenler ancak direnişin umudu olur ve onların yaptığı kap - kaçlı mücadele ile birileri “içimde ki yağ eridi, oh olsun!” diye içinden geçirmiştir.

Örgütlü güçlerin olduğu yerde “geçilmez!” dediniz mi, geçilmeyecek!

Bir kaç gün ve yıl için binlerce güzel çocuğunu bir cephede bir Alman generalin emrine verip öldürteceksin! Sonra övüneceksin!

Neden?

Alman çıkarlı ve savaş stratejisi onu gerektirdiği için. Tıkanan ve siper savaşında kilitlenen batı (Garp) cephesinde daha rahat hareket edebilmek ve Fransız / Belçika cephesinde tıkanıklığı aşmak için yeni cephe açmak gerekliydi.

Kim için?

Kimlerin çocukları öldü orada?

Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Kürt, Yahudi, Arap, Türk, Çerkeş, Gürcü, Alevi, Hristiyan... Osmanlı tebaasında olanların ve olmayanların hepsi... Hiç görmedikleri bir boğaz ve deniz manzarası içinde…

Peki, neden?

Geçilmez diye birileri propaganda aracı olarak kullansın diye. Öteki cephelerde yaşanan kötü haberi bastırmak için öne çıkarılmış ama savaşsız, çatışmadan Çanakkaleyi geçen gemiler İstanbul'u çoktan işgal etmiş, bu işgalden nasıl kurtuluruzu düşünmüş dönemin yurtseverleri…

Geçilmez dediğiniz yerleri geçmişler…

Bir çakıl taşı vermeyi düşünmeyen dönemin siyasi iradesi ülkeyi kendi elleri ile teslim etmiştir… Gereğinden fazla böbürlendikleri için... Gereğinden fazla güçlü olduklarına inandıkları için...

Evet, güçlüydüler, kendi halkına ve tebaasına karşı... Onları sürdü, asker kaçağı dedi öldürdü...

Askere gidenlerin önemli bölümünü düşman yok etmedi, bitler, pireler ve salgın hastalıklar yok etti.

Çölde susuz ölen, dağda soğuktan donan askerler bizim evlatlarımızdı...

Hepsi Osmanlı bayrağı ve padişah (halife) için öldüler, kalanlar başka bayraklar altında bir arada yaşamaya devam ettiler…

Abartı ile olaylara bakanlar, şanlı geçmişimiz diye övünenler biraz da gerçekleri görerek, geleceğe baksınlar...

Bugün de binlerce vatandaşımız kendi toprağımızda ölüyor?

Neden?

Kim için?

Bir arada bir birini tanıyarak yaşamak yerine erk sahibinin kafasında olan yaşam biçimi halka yaşatmak adına. Zor ile baskı ile halklar ne yazık ki bir arada olamıyor... Olmadığını yakın tarihe bakıp görebilirsiniz...

Savaş yerine başka çözümler var. O çözümlerin biri ikinci dünya savaşı sırasında uygulandı… Ama bugün ki iktidar o olasılıkları yok sayıp savaş savaş diyor...

Kimin çocuklarının kanı üzerine kahramanlık türküsü söylenecek?

Bir petrol borusu için Suriye iç savaşı başlatanlar, çıkarı için milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar savaştan elde etikleri ganimetleri kasalarına doldurmak ile meşgul...

Başkalarının çıkar savaşına hayır diyelim...

Geçilmez dediğimiz her yer geçilir...

Güçlü olan, teknoloji sahibi olan geçer...

İsmail Cem Özkan


18 Mart 2016 Cuma

Bugünler de newroz’a rengini veren ateş değil kandır!

Bugünler de newroz’a rengini veren ateş değil kandır!

Newroz baharın müjdesi yani uyanışın günüdür. Uzun ve çetin kış günlerinden sonra baharın geldiği, yeni günün 21 Mart ile başladığı kabul edilen gün! Gelmekte olanı işaret eder, yakılan ateşler ile zulmün, esaretin bittiğini işaret eder… Ağrı’nın tepesine konan agri’dir. Ateşi ilk gören bilir hayat yeniden başlamıştır. Yeni güne neşe ile başlamak, üzerilerine sinmiş olan esaretin atıldığı gündür. Halaylara durulur, bütün insanlık kol kola dans eder, neşelidir. Çengiler kurulur meydanlara… Bayramdır, insanlığa sunulmuş bir bayram. Hepimiz biliriz 21 Mart günü kutlanan bayramın anlamını ve içeriğini, anlatmaya gerek yoktur ama karanlığın hakim olduğu ve zifiri karanlığın üzerimize kara bir bulut gibi çöreklendiği bu günlerde bir kıvılcım gibi, umut gibi tekrarlamak gerekti.

Yeni başlayan gün, karanlığı yok edecektir!

Geniş bir coğrafyada kutlanan newroz, bizim yakın tarihimizde başka anlamlara büründü, yüklenen anlamlar altında ezildi, yasaklandı, özgürce kutlandı. Şimdi yeniden yok sayıldığı günlere döndük, çatışmanın, cepheleşmenin, kan dökerek anlaşıldığı günlerde newroz çiçeği kan ile sulanır oldu. Newrozun rengi ateşin rengi değil, toprağa karışan kanın rengi oldu.

12 Eylül sonrası newroz / nevruz tartışması yaşandı, yok sayıldı, olmayan bayram dediler, bahar bayramı oldu, yeni gün dendi, yeni yıl dendi türki halklar için, en sonunda newroz yerine nevruz kutlandı. Daha sonra newroz oldu. Farsça bir kelimenin çok sahibi oldu, yazım ve okunuşu şivelere ve dillere göre değişikliğe uğradı ama sonuçta newroz bayramı kabul edildi. Ateş üstünden devlet erkanı atladı, halk zaten dileğini tutup nasıl kutlaması gerektiğini atalarından öğrendiği gibi kutlamaya devam etti. Newroz birisi için Demirci Kawa, diğer için Hz. Ali doğum günü, başka biri için yeni yılın ilk günüydü.

Yasaklanmadan, kutlanan şenliğe dönüşen newroz aynı zamanda Kürt sorununda mesaj verme günü, sorunun çözümü yönünde umutların halka anlatıldığı gündü. Şimdi yeniden yasaklandı. Kutlanmasına izin verilmiyor. Kutlama yerine bomba, kitle katliamı, bodrum cinayetleri parmak izini bıraktı...

Ülke 21 Mart gününe yeniden odaklandı, yeniden daha fazla kan akmasın diye inandıklarına dua eder oldu... Barış demek nefesin üzerine dört duvar örmek, açık bırakılan alanında demir parmaklık koymak oldu. Newroz güzelliğe, berekete, doğanın uyanışın simgesel günü olması gerekirken kan deryası günü olmaya başladı.

Sorunlar kan ile çözülmez, çözülmüş olsaydı kan davası hala devam eden ilkel rütel olarak varlığını kan deryasında devam ettirirdi. Kan davası genel anlamda bitti, bitirildi çünkü hepimiz biliyoruz ki kan kan ile temizlenmez...

Bugün dahi kan davası güden ilkel beyinlerin ve ritüellerin hayatımızı kan deryasına döndürmesine izin vermeyin... Kim ki nefret duygusu ile hareket ediyor, uzak durun, çünkü en kısa zamanda sizi de bu kan deryasına bir damla olarak bırakacaktır...

Hukuk, siyasi iktidarın fahişesidir!

Eğer bir şeyler değişmez ise kırklı yılların karanlık zamanlarına benzer bir karanlıkta yok olup gideceğiz. Bu ülke toplama kamplarına yabancı değildir, yakın tarihimizde bir çok kamp yerinin olduğunu ve orada çalışan mahkumların olduğunu unutmayalım!

Her şey yasalar ve hukuk içinde olmaktadır söylemi, tarihte işlenmiş tüm soykırımlar ve toplu katliamların da sistemli, planlı ve kurallara uygun şekilde işlendiğini işaret eder. Yahudi soykırımı, Ermeni Tehciri hepsi yasalar eşliğinde ve hukuk kuralları ile sistemli, planlı bir şekilde uygulandı. Demektir ki, erk sahibi insanlık suçunu yasalara dayandırarak yapmış olması onu suç olmaktan çıkarmaz. Hakim olduğu yerlerde meşru olarak yaptığı tüm işlemler başka zaman ve coğrafyalarda suçtur. İktidar güçlü olduğu yerde çoğunluğun haklarını savunuyorum diyerek, azınlıkların ve güçsüz olanların haklarını çiğner ve bunu kendi çıkardığı hukuk kurallarına dayandırır. Demokrasi ve özgürlük çoğunluk haklarının korunduğu değil, azınlıkların hakları korunduğu sürece vardır.

Demokrasi ve özgürlük adına evet bugün karamsarım, çünkü karanlık bir bulutun altındayım...

Ülkeyi kan tuttu, akıl artık yeni bahara.

Ülkenin erk sahibi Erdoğan ve PKK kazanımlarını kaybetmemek için her şeyi göze almışlar. Her yere her toplum katmanı arasına mayınlar döşüyorlar.

Yaşadığımız toplum mayın tarlasında adım atmaya ve geleceğini görmeye çalışıyor. Ülkemiz mayın tarlası gibi, her an bir yerde biri mayının üstüne basıp toplu katliama sebep olabilir. Esas suçlular patlamanın gölgesinde kalacaktır. Mayına basan suçlu, ölen orada olduğu için suçlu kabul edilecek.

Ortaya bırakılmış kör mayınlar acaba bugün nerede ve kimlerin üstünde patlayacak? Her gün bir yerde toplu cinayet işleniyor ve bu cinayetten hala kimlerin kazançlı çıktığı sorgulanmıyor, bayrak elde, kör olmuşçasına düşmanlıklar körükleniyor...

Gerçek suçlular yeni katliamları hazırlarken, ölenler toplum arasında kırılmaya biraz daha katkı sunan neden olarak karşımıza çıkacak… 

Düşmanlık ve nefret söylemi ile mayınlar toplum içinden temizlenmez...

Duygusal bakışı bir yana bırakıp artık akıl ile olaylara bakmak gereklidir, bu kadar ölüm hep bizden ve hep biz ölüyoruz, yetmedi mi?

Katliamların ve acıların coğrafyası yok!

Ne yazık ki gidişat kötü, bu gidişatı önleyebilecek ülkede ne yazık ki örgütlü kitlesel bir yapı yok!

Kendiliğindencilik siyasette ancak yeni bir satışa kadar devam eden süreçtir, akıl ile ve örgütlü müdahale olmadığı sürece kan tutulmasına hepimiz katışmış oluyoruz...

Akılın yerini duygular aldığında “bir sizden bir bizden” ölümlerin ne yazık ki arkası gelmez.


İsmail Cem Özkan

16 Mart 2016 Çarşamba

Ben iyi biri olmadan önce

Ben iyi biri olmadan önce

Tiyatro ve şiir yan yana gelmiş sahne de imgeler ile kardeşliğini ilan etmiş. İmgeler ile devam eden diyaloglar, aslında diyalog demeyelim her oyuncunun canlandırdığı bir iç konuşma. İç konuşmalar o kadar çok imgeler ile yüklü ki, kim kime ne dedi, neden dediğini soramıyorsunuz, çünkü ilgisiz gibi duran ama her birinde imgeler ile yüklü bir oyun.
İmgeler sahneye sanki boca edilmiş, seyircisini kucaklıyor. İmgeler seyircinin yüzüne kara bir gülümseme olarak otururken, sahnede yaşamın bir yüzü oyuncuların seslerine bulaşmıştı.

Şairlikten tiyatro oyun yazarlığına adım atan Şerafettin Kaya, şairlikten gelen imgeleri sahneye uyarlamış. ‘Ben iyi biri olmadan önce’ adlı oyun bir fotokopi dükkanı aynı zamanda cafe’de gerçekleşmekte. Bir çalışan, bankta oturan genç bir kız, sakallı başka biri. Sessizdir. Sessizliği dışarıdan gelen bir kadın bozar. Çıktı almak istediğini söyler. Bu sırada sakallı kapının yanında duran fırlar. Sıra bende ama iyi bir insan olduğumdan sıramı size vereceğim der. Kadın şaşkındır. Çıktı alınır ama ondan sonra gelişen olaylar imgelerin dünyasındadır. İyi olduğunu iddia eden bir insanın iç konuşmaları ve çevresindekilerin ona uyum sağlaması ve kendilerini kendimce sorgulamaları. İyi biri olmadan önceki haline doğu bir serzeniş. Kısaca yüzleşme. İmgeler içinde oyun monologdur ama diyaloglar içindedir.

Oyucular kendilerine verilen görevi en iyi bir şekilde yerine getirirken, henüz çok yeni olduğundan kaynaklı olsa gerek, henüz sahnenin enerjisini seyirciye aktaramıyorlar. Amatör ruh ile yapılan işler her başlangıcında buna benzer görüntüler olur. İlerledikçe oynadıkça sahne ısınacak, oyuncular ısınacaktır. Pratikte öğreniyorlar çoğu, oynadıkça kazanılacak tecrübe...

Oyun içinde hiç müzik ve efekt kullanılmamıştır. Belki bunun eksikliği olabilir, çünkü sahnede tek düzen kurulan ışık oyunda iniş ve çıkışlara yardım etmemektedir. Işıklar sadece bölüm geçişlerinde karartılır ve açılır.

Her oyunun bir öyküsü vardır, bu oyunda öykü imgelerin arasında sanki yokmuş hissi veriyor. Kısaca öykü bir cafe /fotokopi dükkanında dört kişinin içsel sohbeti ve ilişkileri şeklindedir.

Özel tiyatroların en büyük sorunu her oyunun başka sahnede olması, taşınma ve yerleşme. O yüzden en az materyal ile sahne düzenlenmesini yapmak ile yükümlüler. Masrafların artması demek gelemeyen seyircinin giriş ücretinin artması ya da tiyatro sahibinin cebinden karşılaması demektir ki, genelde düşük bütçeli olan kurumların bunu karşılayamaması elbette pratikte çözüm yollarını aramayı getirir. Bundan kaynaklanan sahne düzenlemesi istenildiği gibi olmamakta çoğu zaman da oyunun içeriğini kucaklayamamaktadır. Bu oyunda da sahne pratik çözüm ile ve el yordamı ile çözülmüş gibidir. Daha az materyal ile daha işlevsel kullanılabilir mi diye düşündüm. Her şeye rağmen sahne düzenlemesi oyunun içeriğine uygun diye düşündüm.

Oyunda amatör ruhu canlandıran tüm oyunculara ve sahne önünde ve arkasında olanlara, beni bu oyuna davet ederek incelik gösteren şair dostum, oyuncu, yeni tiyatro yönetmeni arkadaşımın da emeklerine sağlık demek düşer bana…

Alkışınız bol, yolunuz açık olsun…

İsmail Cem Özkan


Ben iyi biri olmadan önce
Kara komedi
Cibali oyuncuları

Yazan ve yöneten: Şerafettin Kaya
Oynayanlar: Didem Yeldan, Mustafa Güngör, Ali Can Yılmaz, Asena Büşra Sayın, Pelin Takat 

15 Mart 2016 Salı

İnsan vücutları üzerimize yağdı!

İnsan vücutları üzerimize yağdı!

Savaş bulutları, toplama kampları üzerimizde kara bir bulut gibi çöktü, bunu engelleyecek ne gücümüz ne de nefesimiz var sadece kurbanlar gibi bakıyoruz... Acı duyuyoruz... Parçalanıyoruz... Çünkü örgütsüz bireyleriz...

Son yıllarda sürekli ölümler gündemimizi belirlemeye başladı, artık tek tek bireylerin değil, toplu ölümlerin ve katliamların ülkesi olduk. Toplu olarak infaz ediliyoruz, beyinlerimizin her kıvrımına biat etmemiz fısıldanıyor, sormadan öldür ve öldürt!

“Bir arada yaşayamayacaksınız, et ile kemiğin ayrışmasında oluşan acıyı yaşayın, parçalanın, olacaksa artık olsun!” diye bilinçaltımıza fısıldanan sözün yüksek söz ile ifade etmemiz istenmektedir. Bütün bu algı operasyonlarına, toplu cinayet projelerine karşı bizim yapabileceğimiz, savunma da kalacağımız elimizde ne kaldı? Teker teker hepsini zaman içinde elimizde alınmakta ve kör bir bombanın patlaması sırasında vücudumuzun parçalandığını izlemekten başka. Her cinayet, her katliam etimizden birer parça alırken, bilincimizde karanlığa, duyguların esiri olmaya zorlanıyor. Bilinç ile hareket etme, duygun ile hareket et ve düşman olarak gösterileni linç et fısıltısı sürekli ekranlar aracılığı ile haber bültenlerinde, filmlerin içinde söyleniyor, söyletiliyor… Duyuyoruz, görüyoruz, çaresizce bekliyoruz. Kurban olmaya hazır bir koyun gibiyiz, ölüm bizi ipnotize etmiş, kasap elinde bıçak ile bizi kesmeye gelirken, kaderimizin bu olduğunu dahi düşünemeyecek kadar boş gözler ile dışarıdan kendimizi izliyoruz. Ölüm kapımızı çaldı, biz bilinçsizce kapıyı açan kurbanlarız! Ölüm tüm sokakları teslim aldığı yerde bodrumda saklanan masum insanlarız. Hiçbir zaman bodrumda saklanacağımız aklımıza gelmemişti, şimdi yaşam yerlerimiz oldu!

"Türkiye, çözülmemiş bir ulusal sorunun bedellerini ödüyor" Alberto Negri

Yüzleşme konusu son kırk yılın ayrılmaz kelimesi olmuştur. Geçmiş ile yüzleşme, çünkü kuruluştan kaynaklanan birçok sorun katmerleşerek bugüne kadar geldi. Zor ile hasır edilen, görülmezden gelinen sorunlar değişen politikalar ve yurt dışına açılan bilinç duvarları karşılaştırmalı tarih sayesinde kırılmaya ce sorular sorulmasına sebep olmuştur. Kuruluş aşamasında dünyada hakim olan anlayışın yerini başka bir anlayış ile yok olmuş, kapitalist sistem ihtiyacına uygun olarak yeni tarih bakışını tüm toplumlara dayatmaktadır. Etnik kimlikler ve inançlar ayrılığın ve bir arada olmanın mihenk taşları olduğunu gören sistem, ihtiyacına uygun olarak yeni pazarların oluşması için parçalanmayı ve bu parçalanmadan doğacak olan enerjinin sistemin sorunlarının giderilmesinde çözüm olacağı düşünülmüştür. Çünkü kapitalizm ne zaman sistemsel sorun ile karşılaşsa global olarak savaş reçetesi ile kurtulmaya çalışmıştır. Yeni savaş stratejisinin adı ‘hibrit’ savaşlarıdır ve bu savaş sayesinde sistemden kaynaklanan sorunlara çare aranmaktadır. Bir bölgede ölümler başka bölgede refahın yükselmesi anlamındadır.

İnsanın nasıl öldürüleceği konusunda geliştirilen teknoloji ve akıl yürütmeler yaşatmak üzerine yürütülmüş olsaydı bugün kanserden ölen insan olmazdı.

Başkalarının refahı için seçilen coğrafya içinde yaşadığımız coğrafyadır ve olayın aslını bilmeden halklar birbirini boğazlamaya ve bölge ülkeler silah stokunu artırmak için piyasadan silah toplarken, sessiz kurbanlar bizler olduk. Bizde yaşanan savaşın sonucu olarak mülteci krizi refah toplumunun sınırlarını zorlaya başladığında, refah toplumun refleksi ırkçılığı artırmak ve sınırlarına tel örgüler çekmek oldu. Mülteciler arasında ayrım yaparak denizleri ölüm tarlalarına dönüştürdüler. Bu kendi ulus devletini korumak adına yapılmış bir insanlık suçudur ve kimse bu suçu sorgulayacak kadar örgütlü değildir, çünkü kapitalist sistemde parası ve gücü olan her zaman haklıdır, azınlıklar ya tüketicidir ya da kurban!

Hepsi barış için!

Ülkemizin tek hakimi gibi gözükmeye çalışan Erdoğan "ya bizimle olacaksınız, ya da terörist!" toplumu bu şekilde kategorize ettiğini bir toplantıda dillendirmiş. Ya sev ya terk et politikasının başka versiyonu yeniden hayatta geçiriyor... Kısaca daha fazla kan ve daha fazla çatışmayı işaret ediyor, ne zaman tüm toplum tam biat eder ancak o zaman barış gelir! Çünkü barış kelimesinden her birey ve toplum durduğu yere anlamlar yüklemekte ve o anlamlar ışığı altında barış demektedir.

Barış ortamı ve istikrarın sağlanması için bazı yerleşim yerlerinde sokağa çıkma yasakları uygulanmaya başlandı. Hepsi barış için!

Barış için var olan sorunlar ve sorun oluşturanlar ortadan kaldırılmış olsa, o zaman ülke pürüzsüz ve istikrarlı bir ülke olur. Çoğunluk haklarının hakim olduğu yerde azınlıklara düşen görev biat etmek ve çoğunluk refahı için çalışmaktır. Barış ancak o zaman hayat bulur anlayışı içinde operasyonlar yapılmakta ve yönetilmektedir. Barışa giden her yolu mubah gören anlayış hala erki elinde tutmaktadır.

Bodrumda yanmış cesetler, anadan üryan duvar dibinde insanlar, panzer ile ezilmiş insan fotoğrafları medyaya servis ediliyor... Sanırım fotoğraf çeken bakın biz insanlık suçu işliyoruz, kimse bizden hesap sormaz... zaten hangi insan hakları kaldı ki çiğnenmeyen?! En önemli halk olan yaşama hakkı ortadan kalktı!

Ankara’da ki Güvenpark katliamı Silopi, Cizre, Sur'da yaşanan ‘sokağa çıkma yasağı’ ve ‘bodrum cinayetleri’nin üstünü örten bir patlamaydı, çünkü o katliama ve insanlık suçuna ilgiler yoğunlaşırken Ankara katliamı onların üstüne insan külünü savurdu, ne yazık ki artık gündem bile değiller.. Ankara katliamından kimler kazançlı çıktı derseniz, pimi çeken mi, pimi çekmesi için ortam hazırlayan mı? Duygular ile yapılan her eylem bazı şeylerin üstünü örter. Sur’da Cizre’de, Silopi’de ve ‘sokağa çıkma yasağı’ olan yerlerde işlenen ‘insanlık suçu’nu nasıl ki mahkum etmeye çalışıyorsam, Ankara katliamını yapanları da aynı şiddet ile mahkum ediyorum... Masum, sivil insanları öldürmenin hiç bir haklı gerekçesi olamaz... Bu katliam bir arada yaşama iradesine atılmış bir bombadır... Sur’da katliam yapan ile Ankara’da katliam yapan arasında düşünsel anlamda paralellik görmekteyim. Her ikisi de parçalanın, tıpkı insan vücudu gibi demekte...

Türkiye’de muhalefet katliam yerine karanfil bırakmaktan öte bir anlam ifade etmiyor...

Ankara katliamında ölenlerin kimlikleri yaşadığımız ülkenin renkleridir... Anma paylaşımlarına bakıyorum, bazı iller kendi ölüsüne sahip çıkıyor, onu anıyor... Sanki tek o ölmüş gibi... Ölenlerin hepsi bizden ve aralarında hiç ayrım yoktur, hepsi kardeşimiz ve canımızdır... Yüreğimiz hepsi için parçalandı... Onların vücutları üzerimize yağdı!

Ankara katliamını protesto etti diye biri veya birileri gözaltına alınmış. Katliamları durdurun demek bile göz altına alınma sebebi olmuş… Ankara katliamı bir daha olmasın diye tüm demokratik kurumlar sokağa çıkıp sesini duyurması gerekirken, devlet sanki katil ve olay ile ilgili olanları kollar gibi, olayın üstünü kapatma telaşına girmiş, faili meçhul bir katliam yaratma telaşı içinde gösterilere müdahale emri vermiş. Bu soğukta insanların yüreği yanarak çıktığı meydanda gözaltına almak; gösteri ve yaşama hakkına müdahaledir.

Solcu, işçi, Alevi, Kürt meydana çıkarsa tüm haklar askıdadır, gözaltına alınanlar da askıya alınır!

Yeni demokrasi ve özgürlük anlayışı ne yazık ki artık yukarıda ki gibi ve kolluk kuvvetlerinin beynine yerleşmiş...

İsmail Cem Özkan