21 Nisan 2016 Perşembe

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan antifaşist mücadele en ön saflarda her bir devrimci yolcunun Mahir Çayan olmasıdır. Gözü kara, inançlı, savunma hattında faşistlere karşı vücudunu siper yapan gençleri gören halk onları kucaklamış, kendi evlatlarından üstün görmüştür. Devrimci Gençlik geçmişin mirasını taşırken yeni destanlar, yeni öyküleri ortamın özelliklerine göre yeniden yeniden yazmıştır. O yüzden ülkenin her tarafında farklı farklı Devrimci Yol yaratılmıştır.

12 Eylül mahkemelerinde ülke sathında başka başka içerikte Devrimci Yol davaları açılmıştır.

Devrimci Yol hepsini ortaklaştıran isimdir, onun dışında her biri kendi yöresinde birer Mahir olan gençlerin direncidir.

Liderlik kadrosu gözle görülmez, dergi sayfalarında birer harf olurken, her biri Mahir olan bu gençler hayatın içinde hayatı yeniden yorumlamışlar, direniş hattında ön saflarda halk ile birlikte, halka zarar gelmeyecek şekilde halkı savunmuş, halkın umudu, geleceği, yüz akları olmuştur.

Her ne kadar ki ‘nokta operasyonu’nda direniş hattı kuramamış olsalar da, destek ve dayanışmayı arzu edilir şekilde karşılayamamışlarsa da inançlı, davalarının arkasında yiğitçe durmuş, işkence tezgahlarında işkence odalarının duvarlarını şahit yaparak direnişin en yiğitçesini İbrahim Kaypakkaya adına layık bir şekilde gerçekleştirmişlerdir.

Onlar geçmiş liderlerin yaratmış olduğu yolda yürürken, idam ipini boğazına geçirirken “yaşasın hakların kardeşliği, yaşasın mücadelemiz” sloganları atarken her biri Deniz Gezmiş olmuştur. İdam sehpasında, işkence tezgahında direnişin, onurun, yaptığından pişman olmayan sloganını atarken bugün dahi mezarı olmayan devrimci yolcuların mirasını Seyit Rıza’dan aldıklarını bugün daha çıplak olarak görmekteyiz.

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan tabanında yer alan gençlerin inançları, kararlılıkları ve sonunda ölüm olduğunu bile bile “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...”  diyerek yaşamı çok sevmeleri ve geleceğe olan özgüvenleridir.

Ölüm korkusu yoktur, halk için halk ile birlikte en ön saflarda direniş çizgisini bir örgüt olarak kurmuş, örgütlü bireylerin yaratmış olduğu direniş komitelerin yönlendirici ve kendiliğinden gelişmeye karşı bilinçli müdahil olmalarıdır. Gelen faşizm dalgasını her saldırıdan ders alarak, gecekondu mahallerinde, fabrikalarda, Yeni Çeltek Madeninde yeraltında, yer üstünde, hayatın tüm alanında örgütlemişler. Bilinçli, bilerek direniş hattını oluşturmuş ve en ön saflarda yer alarak işçiye güven, halka umut olmuşlar.

Bir hareket geçmişin anılarında hala taze olarak yaşarken, hala o gençlerin yaratmış olduğu Devrimci Yol yaratma ve yeninde aramıza katılması hayali bugün dahi canlıdır. Bugün geçmişin sloganları, dergi sayfaları, afişleri paylaşılıyor ve yeniden yeniden yorumlanıyorsa, işte yaratılmış olan bu çizginin militan gençliğin emeğindedir. Onların her birinin bir Che olmasındandır.

Uluslararası dayanışmayı, yerelden evrensel bir direniş çizgisini yaratması, kendine özgü, yerine göre halka birlikte direniş hattı kurması ve “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır!” anlayışına uygun tüm birikimlerini, hayatlarını bu yola adamışlar. Bireysel kaygılar yerine birlikte yaratılan mücadelenin daha ileriye nasıl taşınırı kendisine kaygı olarak algılaması ve bireysel akıl yerine toplumsal akla uygun olarak ortak hareket etmesi ve o akılın eseri olan direniş hattının yaratılması tesadüf toplumsal olay değildir, çünkü onlara yol gösteren Kızıldere dayanışmasıdır.

Bilerek ölüme gidenlerin “Devrimden başka bir hayat yoktur.” düşüncesi ile kavgada son nefeslerini direnerek vermişlerdir. Ne itirafçı, ne dönek, ne de kavga kaçkınıdırlar. Hayatlarını ortaya koymuşlardır ve o kavgada bir nefer olmanın getirmiş olduğu özgüven ile geleceğe selam göndermişlerdir.

O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda, toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda olacağım.

Fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi,
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla,
kara toprağın altından ben de haykıracağım.

Unutulup geçmişte kalan acı dünü,
kimbilir belki bir kış günü,
üzerimi yorgan gibi kaplayan,
bembeyaz karın soğuğundan,
ya da sonbahar mevsiminde,
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım.

Ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.

Mevsim ilkbahar, sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım.

Adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da,
kalmamış da olsa bu dünyada mezarım,
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma,
o müjdeyi ben doğadan alacağım.

Nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama,
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.

Mustafa Özenç

Devrimci Yol bir anlamda Mustafa Özenç’in yazdığı dizelerde harflerdir, duygudur, inançtır. Bugün o geleneğe, o kültüre hayran duyularak bakılıyorsa, hala anıların en güzel yerinde duruyorsa, kavganın bu güzelliğinde yer alan devrimci yolcuların alın teri, hayali, inançları, özgüvenleridir.

Devrimci Yol örgütlüktü, bireysel değil ortak akılın ürünüydü. Her bir sempatizanın, üyesinin yerele özgü kattığı renkti. Kendiliğinden gibi gözüken ama aslında bilinçli müdahalenin savunma hattında hayat bulduğu alandır. Bugün o gerçeğin sadece kendiliğinden tarafı göz önüne alınıp, bilinçli müdahil bölümü göz ardı edildiği için ölü doğan girişimler olmuştur. Yenilgi sonrası yaratılan ortamda her müdahale bir anlamda ölü doğmuş çocuk gibidir, örgütlü olmak yerine arkadaşların yan yana gelip örgütmüş gibi davranmasıdır. Yeniden demek ile yeniden olmuyor, onu yaratacak örgütlü ve bilinçli müdahaledir…

Devrimci Yol’u yaratan Kızıldere’dir. O son noktada bilerek girilen yolun sonunda ortaya çıkan yeni dalgadır. Oradan sağ kurtulmuş liderin yeni yaratılana sadece izleyici olarak katılmasıdır. Ne müdahil olmuştur ne de ona olanak veren ortam olmuştur.

Tarihe bakarken keşke şöyle olsaydı filan denmez, çünkü Marksist tarih bakış açısında o olay öyle olmuştur ve olduğu gibi kabul edersin. Değiştiremezsin… Yaşanmıştır ve bitmiştir ama o yaşanmışlıktan ders çıkarırsın. Kızıldere’den ders çıkaran önderlikler yaşamayı seçmişler ve bireysel duruşlarını ortaya çıkarmışlar ama yenilginin daha ağır olmasının sebebi olmuşlardır. Bugün yaşanan kriz ortamını aşamamanın en önemli sebebi krizi yönetecek yetenekten yoksun olmaktır. Kriz yönetilemediği için aynı kökten onlarca ayrı kanat çıkmış her biri geçmişi savunup ileriyi kucakladıklarını söylemiş olmalarına rağmen bugünü tam olarak algılayamadıklarını yaşanan süreç göstermiştir.

Direniş komitelerinin adı değiştirilip bugünlerde birçok değişik görüşün yan yana gelip oluşturmuş olduğu birlikler hakkında da bir söz söyleme ihtiyacı duymaktayım, örgüt olamamış yapıların yan yana gelmesi ile örgüt olunmaz. Kendiliğinden ve dağılmaya her an müsait yapıların savunma hattı oluşturması, zayıf halkaların oluşturmuş olduğu birliklerin daha fazla hayal kırıklığı yaratmasına uygundur. Geçmiş bu hayal kırıklıkları ile doludur ve insanların var olan güvenlerinde yok olmasına sebep olmaktadır. Gün geçtikçe büyümesi gereken yapılan gün be gün erimesi ve salonlarda ve mezar başlarında anma yapması bunun göstergesidir. Geçmişi yaşatmak demek, geçmişin daha ilerisinde adım atılması demektir. Diğerleri hepsi zaman doldurmak ve safları biraz da olsa anılarla ayakta tutma telaşıdır…

Umarım ki yeni hareketler yaratılır ve artık geçmişin anılarını okuyup onların anılarından eteğimizde birikmiş taşları atmak için fırsat kollamaktan kurtuluruz. Anılar suçlu aramak ve suçluyu mahkum etmek üzerine kurulu olursa ileri bir adımın önüne engel koymaktır, ne yazık ki bir çok anı kitabı bu işlevi görür hale geldi…

Bugün dahi bize Kızıdere bir şeyler söylemeye devam ediyor, dayanışma ile ama örgütlü güç ile başarı elde edilecektir… Kavel’den bugüne gelen öğreti budur… Dayanışma, halk, inanç olmadan ne Kavel olurdu ne de işçi sınıfının grev hakkını içinde barındıran sendikası olurdu.

Kavel’de ‘grevsiz sendika olmaz’ mücadelesini yüzlerce insan savunurken bugün daha büyük kitlesine sahip ama grevsiz sendikaların olması da ayrı bir ironidir. İşçi sınıfı yeni Kavel’lere, yeni işçi önderlerine ihtiyacı vardır.


İsmail Cem Özkan

18 Nisan 2016 Pazartesi

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Günümüzde algılar ile oynayan araçlar o kadar gelişmiş ki, neyin doğru neyin algı operasyonu olduğunu bile algılayacak konumda değiliz. Bilincimiz ile oynuyorlar, hayata bakışımızı biçimlendiriyorlar, sürekli elimize teknoloji ürünü verip bizleri bağımlı yapıyorlar. Bağımlı insanın kendisine ait düşüncesi olmaz, çünkü bağımlı olduğunu elde etmek onun tek hedefidir ve o hedefe giden yolda her türlü yalan ve düzenbazlık mubah sayılır…

Mağdur olanların toplumda bir karşılığı her zaman vardır ve mağdur olana karşı duyulan hisler ve tepkiler bir anlamda kendi zavallılığımıza duyduğumuz korkunun dışa vurumu gibidir. Birçok insan bazı mağdurları onuru olarak kabul edip onun kavgasında onun safında yer almayı iktidara karşı mücadele olarak algılamaktadır ama mağdur ya iktidardaysa… yakın tarihimiz iktidarın mağdur olduğunu yaşadı ve bir çok kendisince akıllı olan zeki insanların mağdurun yanında yer almak adı altında açık faşizme giden yolda iktidarın yedek değneği oldular. İktidar her zaman güçtür ve o gücü iyi kullananlar kendi halkına karşı her zaman “iyilik” düşünürler. O iyilik her zaman halkın daha fazla acı çekmesi ve üzerinde toplanan kara bulutun yoğunlaşması anlamındadır. İlerici olanların tek yapmaması gereken şey, iktidara yaslanmak ve iktidarın peşinden koşmaktır. İktidar algılar ile oynar ve sizi demokrasi ve özgürlük özlemlerinizin altını boşaltır ve bir bakmışsınız baskı yapma özgürlüğünü savunur, çoğunluk hakları için mücadele eder bulursunuz. Demokrasilerde öncelik azınlıkların haklarını korumaktır, onlara gelebilecek baskıların önlemini almaktır. Çoğunluk haklarını savunan düzenlerde her zaman katliam ve soykırım ile karşılaşma olasılığınız yüksektir. Çoğunluk hakları görecelidir ve iktidarda olan her daim çoğunluktur!

Mağdurum diyenlerin önemli bir bölümü onurum olamaz, lütfen birini onurumuz diyorsak onun geçmişine bir bakın ve hangi olayda nerede durduğuna bakın derim... Cezaevine girmiş diye birine onurumuz deme lüksüm yok… Sadece mağdur olmuştur ve cezaevinde diye ona yüklenmem, aynı koşullar içinde olduğumuzda ise duruşuna göre tavrımı ortaya koyarım... O yüzden birine onur payesi takmak kolay ama o kişi onurunu koruyabilecek mi? Senin yüzünü de kızartabilir, geçmişine bakarak o kızarma olayını tahmin edebilirsiniz. Sermaye yanında saf tutmuş birinin hiç bir şekilde onurunuz yapmayın, çünkü sizi para karşılığında satma potansiyeli yüksektir... Çünkü profesyonel düşünüp profesyonel davranma alışkanlığı vardır... Gerçek anlamda mağdur olmuş biri ile geçici ama onurum diye tanımlamadan dayanışma içinde olabilirim... Ne yazık ki birçok siyasi çıkarlar mağdur olanların önemli bir bölümünü onur payesi verir ama yapılan iş aslında dayanışmadır ve dayanışma ile onur meselesini karıştırmamak gereklidir…

Ülkemizin geleceğini ve politikasını belirleyenler yaşanan toplumsal olayların içten ve dışarında bize yansıması ile şekillenmektedir. Sınırımızın yanında yaşanan iç savaşta ülke olarak taraf olmamıza rağmen, halklar olarak bu savaşın mağduru konumundayız. Savaş koşullarının yaratmış olduğu basın, haber alma özgürlüğünün yok edilmesi süreci aslında savaşı bahane eden kendi iktidarını güçlendirmek ve başkanlık sistemini oturtmak isteyen anlayışın toplumu zor ile biçimlendirmesi sürecidir. Bu süreç içinde ister istemez taraflar vardır ve taraflar kendi çıkarlarına uygun olarak pozisyon almaktadır. Kürtler açılım adı altında yapılan süreç yok olamasın, müzakere masası devrilmesin diyerek her türlü gelmekte olan baskı yasalarını görmezden gelmiş, iktidarın yan değneği konumunda liberaller ile birlikte saf tutmuştur. Her ne kadar Kürtler kendi çıkarları açısından haklı gibi gözükse de çoğunluk haklarını savunan ve bu hakları geliştirmek için kullanan iktidarın karanlık yüzünü halklardan saklanmasına olanak sunan diğer muhalefet hareketlerinden pek farkı yoktur. Ülkemizde iktidar vardır bir de ona destek veren yan partiler vardır. İktidar hedefi olan bu yan değnek işlevi gören partiler zamana uygun ve seçmenin gönlünü aldığı noktalarda iktidara destek vererek iktidarın yolunu açma görevinden başka sorumluluk almamışlardır. Sorumsuz bir iktidarı sorumlu olduğunu hatırlatacak her hangi bir toplumsal gelişme ne yazık ki Gezi Direnişi dışında hayatta karşılığını bulamamıştır. Bunda elbette siyasi partilerin tercihleri önemli rol oynamıştır. İktidar olmaktan korkan ve iktidara destek veren mecliste bulunan siyasi partiler ile bugün yaşadığımız kaos ve kriz ortamı el birliği ile yaratılmıştır.

Muhalefet partilerin yapamadığını medya aracılığı ile yaşanan bu sorumsuz, kontrolsüz süreç haberleştirilmekte ve toplum içinde saklanan gerçekler gün yüzüne ve konuşulur hale getirilmektedir. Elbette medyanın elinden uzun süre iktidarda olanlar tarafından istihbarat ve haber ağı alınmıştır. Cemaat ağırlıklı haber ajansları ülkenin her noktasında örgütlenirken sol bu gelişmelere sadece izleyici ve onlardan gelen haberleri sayfalarına alarak izlemiştir. Solsuz bir ülke 12 Eylül rejiminin istediği ve yarattığı bir süreçtir ve bunda da başarılı olmuştur. İstihbaratı olmayanların olaylara sadece izleyici ve ellerine verilen bilgiler ile kendilerince gerçekleri ortaya serebilirler. Yani gerçek anlamda habere ulaşamaz, ulaştığı bilgi izin verilen bilgidir. Medyayı elinde bulunduran aslında haber ajanslarıdır ve o ajansları yönlendirenlerin siyasi tercihleridir. Ülke bu konuma süreklenirken sosyal medyanın teknoloji ile yaygınlaşması ve ulaşılır olmasıyla göreceli olarak özgür alanlar yaratılmış olsa da sosyal medyanın denetimi iktidar tarafından gözle görünmeyen ama yasalarla desteklenmiş teknoloji araçlar ile sınırlandırılmıştır.

Son aylarda ve halen devam eden bir davanın konusu ‘MİT tır’ları’ ve taşıdıkları araçlar. Bu haber çok önemlidir, çünkü yan ülkede devam eden savaş ve yaşanan sürecin içinde rol alanların haksız bir şekilde güç haine getirilmesi ve katliamlar ile bire bir ilişkilidir. Bu davanın nasıl sonuçlanacağı elbette iktidar denetiminde olan mahkemeler verecektir.

Bu haber bir iktidar mücadelesinin bir aracı konumundadır. Ve haberi yapanlar basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi verir görünümünde mağdurlardır. Çünkü basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi veriliyorsa geçmişte mağdur olanlar ile ne kadar ve hangi koşullarda dayanışma içinde olduklarına bakmak gereklidir. Görünür olan çoğu zaman gerçekleri yansıtmaz, bu dava da olan odur! Kısaca Can Dündar davası demokrasi ve basın özgürlüğü davası değildir, sadece o bilgileri ona ulaştıranların iktidara ayar verme ve iktidarı biçimlendirme oyunun görünen yüzü olan davadır...

Profesyonel insanlar parasını aldıkları sürece üzerilerine düşen görevi yapar... Onların yanında yer alanlar ancak birilerin amacı yolunda yedek değnek ve kamuoyu oluşturmaları için kullanılan olur... Yakın tarihimizde yaşadığımız Taraf Gazetesi olayı buna örnektir. Taraf Gazetesi içinde yer alanlar birçok suça direkt ortak olmamış olsa dahi orada olmaları nedeni ile kamuoyu oluşumuna katkı sunmuş ve dolaylı olarak tüm oluşan suçlara ortak olmuşlardır...

Her anını paraya döndürme telaşında olan Can Dündar, henüz bitmemiş davasının kitabını çıkararak vakit nakittir sözüne yeni anlamlar yüklemiş... Can Dündar gibi profesyonel insan ile dayanışma içinde olanların anılarını ve yaşamlarını Can Dündar ne zaman piyasa sürecek diye merak ediyorum...

Magazin olmayan şeyin pazarda payı olmaz!

Can Dündar ve Erdem Gül davasına gizlilik kararı alınmış... Orada oynanan oyun Amerika ile Erdoğan arasında ki küçük ayar oyunudur. Amerika, “hadi dedi delikten aşağıya” demekte, bu söylem karşısında Erdoğan direniyor ve diyor ki “bak hala güçlüyüm, dediğimi yaptırırım bu ülkede!”...

Bakalım kim kimi delikten aşağıya atacak!

Cevabı belli ama biri direnerek gideceğini ilan etti...

Davadan nasıl bir sonuç çıkacağını gerçekten merak eden birileri var mı?

Sözümü bitirirken aklımda ki soruyu yazayım; mağdurlar gerçekten mağdur mu?

İsmail Cem Özkan