11 Haziran 2016 Cumartesi

CHP, stabil bir parti mi?

CHP, stabil bir parti mi?

Yaşadığımız ülkenin ve devletin kurucu gücü olarak tanıtılan CHP aslında homojen bir parti hiçbir zaman olamadı, sürekli olarak çağın ve zamanın ruhuna uygun olarak tavır değiştirtirken kadrosu da değişen bir siyasi partidir ve o yüzden stabil değil dinamiktir.
CHP kurucu üyeleri son Osmanlı Meclisi üyeleri ve 1. Ankara’da kurulan meclistir. Osmanlı devletinden almış olduğu mirası kesintisiz olarak ileriye taşıyan parti özelliğini de korumasına rağmen, bugün kuruluş çizgisinden çok uzakta hatta hiçbir bağlantısı kalmamış konumdadır.
İttihat ve Terakki partisi Makedonya merkezli kurulan ve daha sonra başkent İstanbul’da köklü bir konuma geçen siyasi parti Osmanlı devletinin son dönemine damgasını vurmakla kalmamış, yıkılışından da birincil derecede sorumludur, fakat yeni kurulmakta olan devletin de kurucu üyesi konumundadır. Her ne kadar ileri gelen lider kadrosunun büyük oranda değişime uğramış olması, o geleneği ve ilkeleri taşımadığı anlamına gelmez. Osmanlı devleti 1. Dünya Savaşı sonrası çok küçük toprağa kadar küçülürken, o dönemde var olan dünyanın siyasi atmosferine uygun olarak yeni bir devletin de doğmasına kaynaklık edecektir.
Yüzyıllar boyu iktidar olan Osmanlı aile yapısı yerini yeniden yapılanan devlete ve organlarına bırakacaktır. Ulus devleti anlayışı içinde imparatorluk dağılırken, çevresinde oluşmuş ulus devletleri ile ilişkili olan ve onlardan etkilenen ve karşılıklı çıkarlara uygun olarak yeni devlet Ankara merkezli devleti de oluşmaktadır.
Yeni consensus (fikir birliği)  ulus devletinin sınırları konusunda olacaktır.
Emperyalist devletler geçmişi emperyalist olan bir devleti parçalarken elinde cetvel ve masa başında hakları ikiye ayıran ve birbirine mahkum eden sınırları çizmekten geri durmamıştır.
İstikrar gelmekte olan istikrarsızlık üzerine oturtulmuştur. Çatışma kaçınılmazdır ve çatışma koşulları sınırlar oluştururken yaratılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğundan alınan miras Ankara’daki 1. Meclis ile daha çıplak gözükmektedir. O meclis geçmiş partileri olduğu gibi vekilleri ile yaşatmaktadır ve temsil hakkı korunmaktadır. Ne var ki son Osmanlı Meclisini oluşturan siyasi grupların lider kadrosu değişmiştir. İktidar olan İttihat ve Terakki Partisi liderleri kaçmış, bir anlamda gönüllü sürgündedir. Onların akıbetleri ilerleyen günlerde ortaya çıkacaktır ama oluşmakta olan devlet yapısı eski liderler ile değil, yeni liderler ile yoluna devam edecektir. Bu yeni kadro yeni bir siyasi parti ile hayata başlayacak ve bugüne kadar değişerek gelecektir.
Zamana uygun, zamanın ruhuna uygun kararlar alacak kadro değişimi ile varlığını dinamik, değişken ve stabil olmayan bir anlayış üzerine koruyacaktır. Ve kısa bir süre hariç sürekli devletin çıkarları için varlığını koruyacak kurumları ile birlikte…
Kısaca, CHP tarihine bakmak demek, Osmanlı sonrası oluşturulmuş ulus devleti tarihine bakmak gibidir, devletin çıkarları partinin çıkarları ile paraleldir. Her döneme uygun dönemin şartlarına ve devletin çıkarına göre karar alınmıştır. Kuruluş süreci olarak kabul edilen Lozan anlaşmasına kadar olan süreçte Osmanlı devletinin dağılışından yer alan travmanın etkisi ile daha kanlı çözüm yolları kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Koçgiri katliamı, Karadeniz’de yaşanan kitlesel katliamlar bu refleksin dışa vuruşundan başka şey değildir. Aynı süreç içinde Kürt illerinde var olan karşılıklı güven ortamı devletin oluşması ile birlikte parçalanacak ve bu güven Kürt isyanları olarak tarih sahnemize yansıyacaktır.
İttihat ve Terakki Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Ermeniler ile hesaplaşma ‘tehcir’ ile ortaya çıkması gibi Kürtler ile hesaplaşma bölgesel ayaklanmalar ile zaman zaman ortaya sıcak şekilde çıkmış ve devlet olanaklarını kullananlar kanlı bir şekilde sorunu halının altına iteklemiştir.
Hesaplaşma kanlıdır ama sorunu çözücü niteliği yoktur. Tıpkı Ermeni sorununda olduğu gibi, sorun çöle sürülerek yok edileceği kabul edilmiş ama yüzyıl sonra bile sorun olarak hala ulus devlet için sorundur. Lozan Anlaşması sonrası yeni devlet emperyalist güçler tarafından kabul edilmiş ve eski Osmanlı artık tarihteki yerini almıştır. Osmanlı ailesi imparatorluk devletinin yerini ulus devleti almıştır, kurucu ve hakim güç Türklerdir. Onun siyasi temsilcisi de Halk Fıkrası ve daha ileride alacak rejin adını da parti ismine ekleyecek Cumhuriyet Hak Partisi’dir.
Parti, devletin çıkarlarına göre hareket ederken, kendi içinde muhalefetini de yaratarak partinin daha dinamik ve esnek olması sağlanmıştır. Bugün var olan tüm partiler işte bu kurucu partinin içinden çıkan muhalefet hareketlerinin sonucudur. 1. Meşrutiyetten sonra hayata adım atan tüm siyasi figürler değişerek ama varlıklarını koruyarak bugüne gelmiştir. Eski rejimin devamını savunanlardan, yeni rejimin güçlenmesini ve gelişmesini savunanların ortak temeli devlettir. Onları birbirinden ayıran sadece çıkarlar ve öncelikleridir.
İkinci dünya savaşı sırasında oluşan CHP Nazi partisi özelliğini taşır ve o dönem partide görev yapan ve karar alma sürecinde yer alanların hepsi biçimsel olarak Nazi’dir. Her ne kadar Almanya’dan kaçan Yahudilere ev sahipliği yapmış olsalar da Nazi hayranlıklarını hiç gizlememişlerdir. Bugün, Ankara modern görünümünü bu süreç içinde almıştır.
2. Dünya savaşı sonlanırken bu Nazi kadro da CHP içinden ve devletten tasfiye edilecek ve yeni Amerikan merkezli liberal düşünceye sahip olacaktır. O sürece en uygun yanıtı yine CHP içinde muhalefet hareketi kurulacak ve yeni bir siyasi tarih sahnesine çıkacaktır.
Karma ekonominin mimarı Celal Bayar ve toprak reformuna karşı duruşu ile öne çıkan Adnan Menderes önderliğinde kurulan Demokrat Parti zamanın ruhuna uygundur ve Emperyalist devletler tarafından desteklenmektedir.
Yenilmiş Nazi Almanya’sı ve galip devlerden olan Sovyetler olan ilişkisi ince bir çizgi üzerindedir ve kuruluşuna önemli katkı sunan emperyalist devletlerin çıkarı bu yeni kurulan parti ile ete kemiğe bürünecek ve kısa zamanda iktidar yolu açılacaktır.
Birleşmiş Milletlere girmek adına dönemin lideri İnönü bu tercihi zorunlu yapmış ve artık çok partili bir cumhuriyet kapılarını açmıştır. Yeni dünya kurulmuştur ve Türkiye o dünyanın şartlarına uygun değişerek yerini almıştır.
CHP bundan sonraki süreçte genelde iktidardan uzak ama devletin partisi olmayı sürdürmüştür.
Devlet, CHP demektir, ama iktidardan uzak ama iktidarı sürekli denetleyerek ve kontrol ederek!
Kurucu parti kadrolarını devlet içinden devşirmektedir ama kitleselliği iktidar olmaya seçim koşulları içinde el vermemektedir, çünkü dünya artık ulus devletinin anlayışının da değişme uğradığı dönemdir. Ulus devleti içinde sermaye birikimin yerini yeteri kadar sermaye biriktiren emperyalist ulus devletlerin firmaları daha gözü aç bir şekilde yayılma sürecidir. Bu süreç içinde ulus devleti içinde sermaye birikimi yapan devletlerin teknolojiye ulaşımı bu gözü aç ve tröstleşme yolunda adım atan firmalar eli ile engellenmektedir.
Ülkemiz yeri sömürge konuma gelmesi bu sürecin içinde olmuştur. Teknoloji geliştiren değil, montaj sanayinin ilerlemesi ve kendi halkını kandıran markaların orta çıkmasıdır. Teknoloji sahibi olmayan ve ancak kendi ulus devleti içinde markaları olan bir sanayiye sahip olmaktadır. Yeni oluşturulan bu sermeye ile devletin çıkarları baş başadır ve devletin çıkarından önce oluşturulan sermayenin çıkarı ve güvenliği daha öne çıkmıştır.
Demokrat Parti’nin hızla yeni zenginleri ortaya çıkarması ve toplum içinde oluşan adaletsiz dengenin sonucunda Amerikanın bilgisi ve stratejisi dahilinde darbe ortamı oluşturulmuş, Sovyetlerin çıkarları doğrultusunda bu darbe için onayı ile kontrgerilla eğitimi yapmış genç subaylar eliyle gerçekleştirilmiştir.
27 Mayıs darbesi askeri komuta zinciri içinde en üstün haberi olmadığı ama tabandan askerlerin bilgisi ve kontrolü dahilinde yapılmış, 27 Mayıs sabahı ancak üst kadronun haberi olmuştur.
Fiili durum ortaya çıkmış ve bu fiili durum yasal hükme büründürülmesi yeni anayasanın oluşmasını da ortaya çıkarmıştır.
Marshall yardımları ile ayakta kalan Demokrat Parti yardımın bitmesi ile yerle bir olmuştur. Amerika kendi yarattığı çocuğuna bir anlamda tokat atmıştır ama lider kadrosunu da değiştirmiştir. Demokrat Parti liderlerinin idam edilmesinden 29 gün sonra yapılan seçimlerde artık yeni ismi Adalet Partisi yüzde 34,8 oy oranı ile 158 milletvekili çıkararak meclise ikinci parti olarak girmiştir. Yine Demokrat Parti içinden çıkan Yeni Türkiye Partisi ise yüzde 13.7 oy oranı ile 54 milletvekili çıkarmıştır. CHP kısa dönem ülke yönetimindedir ama bu süreç içinde de devletin çıkarları emperyalist devletlerin beklentileri yönünde devleti değiştirmiş ve bu yeni kadro hareketi ile devlet yeni rotasına oturtulmuştur. Daha fazla özgürlük ve daha fazla kitle örgütü siyasi yaşantımız içine girmiş ve göreceli olarak özgür bir ortam oluşturulmuştur. Bu süreç içinde işçi sınıfı yukarından aşağıya gibi gösterilen birçok hakka kavuşmuştur ama işçi tarihi açısından incelerseniz birçok mücadelenin sonucunda grevli sendika hakkına kavuştuğunu görürüz. Anlatılan gibi değil, tırnağı ile kazıyarak mücadele ile haklar elde edilmiştir.
Yakın tarihimize yukarıdan bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki CHP içinde her değişim devletin çıkarlarına uygun şekilde gerçekleşmiştir. Sağın temsilcisi Adalet Partisi karşısında CHP üzerine sol muhalefet yapmak düşmüş ve Ortanın Solu sloganı ile Ecevit siyasi hayatımıza girmiştir. Amerika’nın da istediği bir ‘demokrasi’ ülkemizde oluşmuştur. Arada oluşan küçük partiler bu ikili parti rejimi içinde pazarlık için birer araç olarak varlıklarını korumuştur.
12 Mart süreci içinde dönemin başbakanın CHP içinden çıkası tesadüfi değildir. Yine bu süreç içinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararı alma sürecinde CHP çoğunluk vekillerinin tavrının AP vekiller ile aynı şekilde tavır koymaları İnönü’ye rağmen davranılması şaşırtıcı bugün için değildir. O süreç içinde Sovyetlerin ülkemiz içinde etkisini TKP’nin almış olduğu kararlara bakarak görebiliriz, çünkü TKP artık Sovyet devletinin çıkarlarını savunmak ile yükümlü bir lobi örgütü gibidir, kendi başına bağımsız karar alma gibi bir durumu söz konusu değildir. TKP komitern kararlarına uygun olarak bu idam karşısında sessiz kamış ve meclisteki oylamaya DİSK temsilcisinin tavrına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Abdullah Baştürk Yozgat vekili olarak oylamaya katılamayarak dolaylı olarak bu idamı desteklemiştir. Elbette bu tavırda yalnız değildir, dönemin Alevi vekillerde aynı şekilde tavır göstermişlerdir. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi Doğan Özgüden’nin anılarında bulabilirsiniz.)
12 Mart sürecinden CHP yeniden yapılanmış ve bu yapılanma ile 12 Eylül’e giden sürecin de yapısal değişimlere uğramıştır. Yine CHP içinden hizip olarak doğan Deniz Baykal ileride yeni Türkiye’nin bir figürü olarak karşımıza çıkacak ve bugün Cumhurbaşkanı olan kişinin siyasi hayata katılmasının ve onu iktidara taşımanın aracı oluverecektir. Her dönemin koşullarına uygun olarak değişen CHP 12 Eylül ile kapatılmış ve yeniden açılma süreci içinde birçok denemeler sonucunda Deniz Baykal başkanlığında tamamı ile başkana bağlı bir parti yaratılmıştır. Başkanın belirlediği ilçe ve il başkanlarının oyları ile parti başkanlığı tartışılmaz kılmıştır. Tipik Ortadoğu ülkesinde olan siyasi partiler gibi başkan merkezli ve başkan dışında kimsenin sesinin çıkmadığı parti yapılanması devletin yapılanmasına uygundur.
Devlet çıkarı gereği düşman olarak gördüğünü yok etme özgürlüğüne sahiptir. Düşman olarak gördüklerini hukuka göre değil, siyasi tercihe göre yaptığı süreç başlamıştır ve bu süreç içinde birçok insan kaybedilmiş, faili meçhul cinayetlere kurban verilmiş, köyler boşaltılmıştır.  CHP bu süreci de demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında sorgulamamış, sessiz kalarak bir anlamda muhalefet yapar gibi gözüküp elini kirletmeden bu zamandan çıkmayı beklemiştir. Susurluk Kazası bir anlamda demokrasi ve özgürlük için fırsat olarak öne çıkmasına rağmen gerekli kadar üstüne gidememiş ve üstünün örtülmesine sessiz kalmıştır. (burada CHP dediğime bakmayın CHP ile birleşecek SHP ve diğer sol grupları da içine kapsadığını rahatlıkla söyleyebilirim) çok ses çıkarmak geçmiş ile yüzleşmek anlamına gelmediğini yaşayarak öğrendik.
Lider boyunduruğu altına giren CHP demokratik yollar ile liderini değiştirememiş, bir kaset ile lider kadrosu değişmiştir. Deniz Baykal ve ekibi tarafından dışlanan Alevilere parti içinde yeniden nefes alma ortamı yeni lider ile olacağı kabul edilirken, bu durumun da kısa sürdüğü kısa zamanda ortaya çıkacaktır. Çünkü etnik ve dini görüşü ile yeni lider Kılıçdaroğlu Deniz Baykal’dan aldığı iktidar partisinin yedek değneği olma özelliğini söylem değişikliği ile devam etmiştir.
Kılıçdaroğlu, AKP için CHP başına paraşüt ile getirilmiş Kürt ve Alevi kökenli biri... Bu sayede Kürt sorununa devletin istekleri ve niyetleri doğrultusunda güç parçalanması yaratmak için ortaya sürülmüş bir piyondur. Kılıçdaroğlu'nun bugüne kadar tahmin edip de tutturmuş olduğu bir tek olay yoktur, sürekli “olmazsa istifa ederim” diyerek bugüne kadar yaşanan her seçim sonrası ne istifa etmiş ne de özeleştiri vermiştir. Yanlış tercihleri ile AKP bugün iktidarda olmaya devam ediyor, çünkü muhalefet yok ortada. Seçmenin seçebileceği AKP çizgisi dışında kitle partisi yok...
CHP, devletçi yapısını yeni devleti savunarak sürdürüyor...
CHP dinamik bir kurucu partidir ve bu kurucu parti kurulduğu günden bu güne kadar değişerek gelmiş ve kuruluşunda yer alan liderinden çok uzağında ve sadece isim dışında hiçbir bağlantısı kalmamış bir partidir. Lider kadrosu döneme uygun değişimler yaşamış olması o partinin işlevinde değişiklik yapmadığı gerçeği ile karşılaşırız.
Önce devlet!
Devletin uzun süre yaşaması için devlet kavramının değişiminin pek önemi yoktur. Bugün ülke şerait ülkesi olması CHP şeriat devletini savunacak kadar içinde değişimi yaşayabilecek bir partidir. Bunun işaretlerini parti içinde var olan söylemlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. CHP’nin yönetiminde olan belediyelerin yaptığı uygulamalara bakarsanız ne kadar haklı olduğumu görebilirisiniz.
Peki, iktidar ve iktidar perspektifi olmayan bir kitle partisi neden varlığını korur?
Bu soruya yanıt verdiğinizde CHP gerçek anlamda biraz daha anlaşılır, çünkü küçük çıkarlar ve elini kirletmemek için dolaylı destek sunmak vicdan rahatlatma aracı olurken, paradigmalara da uygundur.
CHP dışında bir sosyal demokrat hareket yaratmamak için Ortadoğu ülkesinde buna ihtiyaç vardır ve iktidar ne zaman zora düşerse kötü zamanlarında yanında olan partiye desteği dolaylı olarak sunar… Muhalefet liderinin önüne kurşun atmak ile başkanın kafasına taş atmak gibidir.
İktidarda yer alan sağ partilerin sosyal demokrat partilere destek vermesi geleneksel olarak ikinci enternasyonal sonrası oluşan siyasi atmosfere bakarak söyleyebiliriz. Sovyet deneyimi kapitalistleri ılımlı sosyal demokratlara destek vermeyi ve onların yaşaması için ortam oluşturmasına her daim izin verilmiştir, bu sayede ülke içinde oluşabilecek devrim koşulları ortadan kaldırılmıştır. Almanya’nın efsane lideri Willy Brandt’ın Der Spiegel dergisine yer alan iddialara bakmak yeterlidir. (http://www.spiegel.de/einestages/willy-brandt-bekam-geheime-us-zahlungen-ab-1950-a-1096881.html)
Sosyal demokrasi her ne kadar kapitalistlerin karlarından feragat etmesini öngörmüş olsa da liberal rüzgarın estiği doksanlı yıllarda işçi sınıfının sesini kesmek ve yok etmek için kullanılmış bir araca dönüşmüştür. İşçi sınıfı en büyük kayıbını doksanlı yıllarda sosyal demokratların iktidarı sürecinde yaşamıştır. Doksanlı yıllarda devlet yıkılırken ve yeniden yapılanırken en önemli muhalefetini sesiz ve işlevsiz bırakmıştır. Sınıf mücadelesinde sosyal demokratlar tarihin kendisine yüklediği rolü en iyi şekilde yerine getirmiştir ve getirme yede devam etmektedir…


İsmail Cem Özkan

7 Haziran 2016 Salı

Yola çıkmışken…

Yola çıkmışken…

Yola çıkmışken amaca varılana kadar dönüş düşünülmez. Amaca varmadan yolun uzunluğunu ve keskin virajlarını bahane ederek geri dönenler olmuştur ama artık ayrıldıkları yer aynı gibi görülse de değişmiştir, değişim zamanın içinde gizli olarak durur. Dönüş içinde travmasını ve hayal kırıklıklarını barındırır. Toplumsal olaylarda travmalar daha köklüdür ve de nesilden nesile geçen bir geleneğini içinde yaratabilir.
Yola çıkanlar her daim ileri gidemezler, zaman zaman çıkmaz sokaklara yolları düşer, o da ileriyi görmemezlikten gelmekte olan zamanın neler getirdiğini bilmezlikten kaynaklanır, çünkü bilmedikleri coğrafyada yol almak demek her an yoldan çıkmak ve biraz daha yolu uzatmak anlamına gelebilir. Günümüz teknolojisi içinde yolu uzaydan izleyerek bize aktaran ‘navigations’ aletleri ile bilinmeyen yol yok gibidir, çünkü oradan elde ettikleri bilgiler ile yine onların çıkarları doğrultusunda yol alınır. “Sora sora Bağdat bulunur” artık tozlu raflarda kalmış bir atasözü olarak kalacaktır, kimse kimseye bir şey sormadan teknolojinin ürünü bilgiler ile yine onlara bağlı olarak yol alır. Teknolojiye bağlı kalanlar teknolojinin belirlediği yollardan gider, ki aynı zamanda bu teknoloji araç içinde yol alanları da izler, gerekli gördüğü yerlere rapor olarak sunar. Büyük biraderin gözü her daim üzerimizde, sadece gözü değil kulağı da! Teknolojinin en son sürümleri bize ucuz bir şekilde sunulurken, onlar aslında bizden elde ettiği bilgiler ile kendi tüketim toplumunu yaratıyorlar, yaratırken de bizim algılarımız ile (hangi kültür olursa olsun) oynadıklarını görebiliriz. Dünyada elektrik fişi bile standart olamazken, birçok şey artık standartlaşmış ve bir birine benzer şehirlerin oluşturduğu bir dünyaya sahip olduk.
İnsan yolu yarattı, yol insanı ve şehirlerin oluşumuna katkısı büyük oldu ve insanı biçimlendirdi. Bugün yollar daha geniş ama daha fazla araca sahip. Yolların gelişmiş olması bize zaman kazandıracağı tasarlanırken, tersi yollarda daha fazla zaman kaybetmeye başladık. Şehirlerarası mesafe göreceli olarak azalırken, yollarda kazandığımız zaman bize yerli gelmemektedir. Sürekli zamana ihtiyaç duyan ve sürekli acil bir şeyleri yaparken buluyoruz kendimizi ve hatta hiç düşünmeden bize verilen görevi yerine getirmeye çalışıyoruz. Sürekli hareket halinde ve sürekli yorgunuz ama zaman bize yetecek kadar da kendimizi planlayacak dahi zamanımız yok!
Yola çıkmayan ve yolda olmayan artık insan yok… Her şey yollarda, yollar belirlemekte bizi… Ticaret hayatı şehirleri oluşturdu ama şehirlerin nasıl olacağını ne kadar genişleyeceğine yollar karar vermektedir. Yol olmayan yerde üretim yoktur, yol olmayan yerde hayat modern yaşamın dışındadır.
Yaşadığımız zamanın ruhu yollarda verilmektedir.
Yollar toplumsal olayların da belirleyicisidir. Yollar olmasa meydanların anlamı olmaz. Kapitalist sistem kendisini korumak adına yolları kontrol ederken, her yere kamera yerleştirirken ve istediği gibi trafiğin akmasını sağlarken, elbette o yollarda kapitalist sistemi yok edecek olan işçi sınıfı da kendisine yaşam alanı bulmakta ve hak ve siyasi mücadelesini vermektedir. Fransız devriminden sonra gelişen ulusal devletler ve yaşama mücadelesi de yollarda oldu.
Toplumsal olaylar dengeli, istikrarlı ve belirli bir plan ile oluşmaz. Emperyalizm çağında ulusal devletler ancak emperyalist devletlerin çıkarlarına uygun olarak göreceli olarak bağımsızlık verilmiş ama devletin organizasyonu bağımsızlık hakkı verenin çıkarına uygun yapılandırılmıştır. Dengesiz gelişen toplumsal olayların sonucu bugün dünyada bir birinden farklı ulus devletleri ve geri bıraktırılmış toplumlardan bahsedebiliriz. Fakat hepsinde yol vardır ve yola hakim olan o ülkeye de hakimdir.
Ulus devleti kuramamış birçok ulus vardır. Onların önemli bölümü parçalanmış şeklide değişik ulus devletlerinin topraklarında yaşama mahkum edilmiştir. Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu sınırlarına baktığımızda birçok ulusal mücadele eden örgütlere ve iç savaşlara rastlamaktayız.
Ülkemiz içinde ve sınırlarında da ulus devleti kuramamış Kürtlerin mücadelesine yakınan tanıklık etmekteyiz. Ortadoğu mozaiği içinde ulus devleti mücadelesi veren Kürtler savaş içinde kilit noktaya gelmiştir. Ulus devleti kurmak an meselesi olduğu dillendirilmesine rağmen parçalarda gelişen her toplumsal denge bu anın ertelenmesine sebep olmaktadır, çünkü her parça bir birini etkilemekte ve çıkar çatışması içinde savaş o coğrafyada yaşayan hakları bir arada yaşamasını ortadan kaldırmaktadır. Emperyalist devletlerin çıkar çatışması ve kapitalist sistemin yeninden yapılandırma sürecinin geçiş sürecinde ulusal mücadele etmek ince bir ipte yürümek kadar tehlikelidir, dengeler iyi hesaplanmazsa başka bir parçanın parçalanmış mültecisi olabilir.
Ulus devletler oluşturulurken dünya yeni bir dengeye oturtulduğu düşünüldü ve ulusların hangisi erk hangisinin yok sayıldığı o dönemin dengeleri içinde karşılaştırmalı tarih içinde bir nebze de anlayabiliyoruz. Çıkar çatışmaları dünya haritası üzerine cetvel koyarak sınır koyanlar bugün yaşadığımız kaosun da mimarlarıdırlar.
Savaş kuralsızdır, teknolojisi elinde bulunduran her türlü yolu mubah görmektedir. Orantısız güç gösterisiz ve orantısız saldırılar ‘Embedded’ medya aracılığı ile dünyaya bir yılbaşı partisi gibi sunulmaktadır. Bu kuralsız ve kirli savaşın kirli yüzü güçlünün yenilgisi ile ortaya çıkacaktır, çünkü güçlü, güçlü kaldığı sürece gerçekler her daim gölgede kalmaya mahkumdur ve kimse bu gerçekleri gün yüzüne çıkaramadığı için kirli savaş daha da kirlenerek devam edecektir. Bunun içinde fütursuz, ilkesiz ve ben güçlüyüm her şeyi yapmak benim hakkım inancı ile dünyaya bakanlar ve dünyaya yeni biçim verenlerin birincil önceliği yok olan yerler değil, kendi içinde ki yaşadıkları ekonomik krizi kendi lehlerine döndürmektir. Kendi ülkelerinde artan yaşam kalitesi aslında kontrollüdür ve dünya haklarını koyun gibi görenler kendi halkını da sonsuz bir illüzyon uykusu içinde bırakmaktalar. Savaşın sonucu olan mülteciler kapılarına dayandığında mültecileri bir yerlerde toplama kamplarında gözden uzak toplamanın yolları diplomatik yollardan çıkar çatışmasının kapalı kapılar arkasında tehditler ile olmaktadır. Bugün yaşadığımız çağ, güçlü olanın güçsüzü hiçe saymak ve istediği iktidarı iktidarda tutmak için cinayetleri yapma özgürlüğüdür.
Ulusal mücadele edenler amaçlarına giden yolda her şeyi mubah olarak görebilirler, yeter ki nihai amaca hizmet etsin. Düşmanlarını bile el üstünde tutabilirler, yeter ki kendilerini muhatap alsınlar. Masa başında pazarlık yaparken etrafında yaşanan tüm gelişmelere kulaklarını kapatırlar, gözlerinin ucu ile görürler ama görmezden gelirler yeter ki amaçlarına giden yolda bir adım olsun... Ama işin boyutu öyle olmadığını, düşman olarak gördüklerinin iktidarı altında bitmez tükenmez bir tecrübe ile hilelerin her türlüsünün olduğunu yaşayarak görecekler… Yaşam acımasızdır ama toplumsal olaylarda birçok cana mal olur…
Siyaset bir adım ötesini önceden tahmin edip ona göre adım atabilmektir… Bizde adımlar olay başa geldikten sonra pişmanlık olarak ortaya çıkar.
Sınıf mücadelesinde ise pazarlık yoktur, “ya hep beraber” der ve devrim mücadelesi ileriye taşınacak adımlar atılması için çaba gösterilir... Fakat bizim gibi ulusal sorunu çözememiş toplumlarda işte teoride olduğu gibi olmuyor… Güçsüzlüğünü başkasının gölgesine saklanarak gizler ve o gölgeden güçlüymüş gibi imajlar vererek bir illüzyon içinde başarı beklenir kılmaya çalışır ama ne Godot gelir ne de başarı... Sonuç ne mi olur? İktidar istediği rejimi ve düzeni iki adım ileri bir adım geri şeklinde sanki taviz veriyormuş gibi yaparak amacına ulaşır...
Amaç ve hedef doğrultusunda tereddütler her zaman yenilgiyi beraberinde taşır...
Tereddüt ile olaya bakanlar ve elde ettiklerini kaybetme korkusu ile iktidara yaklaşanlar elbette o iktidarın sadece yedek değneği konumunda olurlar... Karalık aydınlığa evrileceğine zifir karanlığa çoktan bükülmüştür... yollar her daim aydınlığa götürmez toplumları, yaşadığımız çağda gibi zifir karanlığa da taşıyabilir.
Yola çıkanların amaçları net değilse ve kervan yolda düzülür mantığı ile bakmaya devam ederlerse düzlen kervan değil kendileri olur.
Ülkemiz gibi ulusal sorunu tam çözememiş, sürekli ertelenmiş yüzleşilecek sorunlar ile baş başa kalanlarda ilişkiler ve olaylar sanıldığından daha karmaşıktır, karmaşık yapanların başında ise çıkarlardır. Ulusal mücadele yapan halkın işçi sınıfı nihai hedefi önce ulus sonra işçi devleti diye tanımlarsa işte işten çıkılmayan bir mücadele yolu ortaya çıkar ki, çıkar çatışmalarına göre eğilen, bükülen bir ilişkiler ağı oluşur. Sokak dili ile fır fır dönenlerin oluşturmuş olduğu siyaset sahnesinde her an her kişi, kurum arkasından bıçaklanabileceği gibi de el sıkışabilir de. Kapalı kapılar arkasında gerçekleştirilen her türlü görüşme halklara ve işçi sınıfına yapılmış en büyük tehdit olduğunu zaman kısa bir an sonraya ortaya çıkarmış olsa da artık iş işten geçmiş, iktidar istediği hedefe daha hızlı bir şekilde ulaşmaktadır. Bu ortam içinde sınıf mücadelesi yapanların her zaman diğer kitle örgütleri yanında marjinal kalması onların doğru tespitler yapmadığını göstermez, ama onların ne kadar örgütsüz ve dağınık olduğunu kanıtlar.
Yola çıkanların yolda bir şeyleri düzeltme işini el yordamı ile yapması onları nihai amacından uzaklaştırır hatta çoğu zaman çıkmaz sokaklarda birilerine yol sorur bulurlar kendilerini. Teknolojiye bağımlılık ilişkisi olanların yolda olmaları aslında her daim kontrollü yol aldıkları ve belirlenen hattalar üzerinden dışarıya çıkamadıklarını gösterir. Öncelikle yolda olanların Roma yolunu kullanarak Roma Devleti’ni ortadan kaldırmadığını tarih bize Hannibal’ın hayatına bakarak söyler. Büyük strateji uzmanı nasıl yenildiği hala tarih sayfalarında canlıdır.
Yolda olanların Godot’u bekleme lüksü yoktur, eğer beklerlerse de zaten gelmeyecektir…
Yollar bize çok şey anlatır, çok şey öğretir ama ne yazık ki yolda arabası devrilenler bir daha arabayı ayağa kaldırma yerine kader çizgisi içinde kendilerini kurtaracak bir araç beklerler ki, gelecek olanda zaten sistemin aracıdır ve o kendi amacına uygun olarak kaldırır ve ücretini fazlası ile alır. Ama derseniz ki “kapitalist kendini asacak ipi bile para ile satar”… satar ama artık güçsüz, zavallı ve durağan olmadığını da tarihin sayfalarına bakarak görebilirsiniz, o içinizden birilerini zaten bilinç olarak çoktan satın almıştır bile ve sizi arkadan bıçaklayacak ortamı yaratmış olabilir…
Yolda yol alırken çevreme bakmayı çok severim, gözümün önünden bir ömür de geçebilir, bir film şeridi de…
İsmail Cem Özkan