22 Ekim 2016 Cumartesi

İnsan doğaya tek aykırı yaratıktır.

İnsan doğaya tek aykırı yaratıktır.

İnsan doğa ile savaşmaya medeniyet dediği gün başlamadı, ilk aleti kullandığında da başlamadı, çünkü bugün alet kullanan hayvanlara bakıyorum doğa ile kavgalı değil, peki insan ilk olarak doğa ile ne zaman kavga etmeye başladı?

Bu sorunun yanıtı doğanın hala sakladığı bir yerde duruyor, çünkü doğa insan ile savaşmasında her türü tahribatını saklamış ve kayıt tutmuştur, bizlere düşen görev o tutulan kayıtları bulup anlamak. Doğa kayıt tutar da insan tutmaz mı? Evet, insan işine gelenin kaydını tutar, gelmeyeni yok sayar… Özellikle galip gelenler yenilgiye uğrayanların gerçeklerini olduğu gibi değiştirip sonuçta korkulması ve yok edilmesi bir ucube olarak gösterir. Çünkü kazanan her daim her şeyi söylemeye kendisinde hak olarak görür ve gerçekler kazanana göre yazılır… Okuduğumuz tarih zafer kazananların günlüğü gibidir ve gerçek o günlüklerin içinde çok uzak bir yerden bize bakmaktadır.

İnsan doğa ile savaşmaya öğrendiklerini kendisinden sonra gelen kuşağa aktarma ile başladı, çünkü doğanın tekelinde olan bu aktarma ve değişme işine insan da müdahil olmuş oldu. Doğanın içinden doğan ve gelişen insan, aletleri kullanmasını öğrendikten sonra onu kendisinden sonra gelen kuşağa öğrendiklerini aktararak ilk isyanını ve kavgasının ilk aleti olan; beklide taş baltasını doğanın kara toprağına ya da ağacına sapladı… İnsan hem avlanan hem de bitki ile beslenen ve beslenme seçeneği olan bir hayvan türüdür. Doğanın mucizesini üzerine almış ve geliştirmiştir. Doğadan koptukça doğanın en zayıf hayvanı olma yolunda ters orantılı bir ilişki geliştirmiştir. Doğadan uzaklaştıkça korunmaya muhtaç zayıf bir yaratık olmuştur ama o zayıflığını beyni ile yenmiştir. İnsanın beyni öğrendiğini geliştiren, geliştirdikçe yeni buluşlara yol açan bir araçtır. Bu araç doğanın doğal akan zamanını değiştirdi. Doğada yerleşmiş ama sürekli değişim içinde olan dengeler, insan denen canlının doğanın enerjisini, dönme hızını, ısısını değiştirecek kadar ileri boyuta günümüzde getirmiştir. İnsan doğa ile savaşırken paralel olarak kendisi ile savaşmaya başlamış ve bugün artık uzak/yakın bir gelecekte gerçekleşecek olan yapay zeka üretme aşamasına gelmiştir. Bir gök kubbe altında olan doğa ve insan uzaya açılarak doğamızın dışında başka doğa arayışlarına yönelmesi emperyalist duygulardan daha çok merak ile başlamış olsa da bugün uzak (yakın olanın) paylaşım savaşına doğru gidildiği de gözlemlenmektedir. Uzayın derinliklerinde bayraklar ile “burası benim sınırım” çizgileri çiziliyor. Atmosferimizin hemen üstünde olan bir yeni savaş alanı insanın insan ile savaşının son ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Doğa ile savaşta, doğa insanın önünde tek engel gibi gösterilmekte ve ona karşı acımasız savaşılmaktadır. Bilim doğa ile savaşın bir aracı getirilip, insanlığın küçük bir kesiminin çıkarlarına uygun olarak şirketleri daha fazla kar etsin, daha fazla yağmalasın diye kullanmaktadır, fakat bilim gerçek amacına uygun olarak kullanıldığında yeni bir dengenin oluşumunda insanlığın elinde önemli bir araç da olabilmektedir. Yağmalanmış, yok edilmiş ve hala devam eden süreç ancak insanın oluşturduğu siyasi düzenin/atmosferin değişimi ile mümkün olacaktır, çünkü var olan siyasi sistem ancak ‘yok ederek’ kendisini var edebilmektedir.

Doğada canlılar bir arada yaşar ama insanın yaşadığı yerde; canlıların önemli bölümünün yaşama hakkı olmadığı için yaşayamaz. İnsan, çevresinde yaşayan ve ekolojik denge için önemli olan tüm canlıları kendisini rahatsız ettiğini düşünerek ve de çıkarına zarar getirdiğini düşündüğü tüm canlıları bilimsel verileri kullanarak, elde ettiği kimyasal ve biyolojik silahlar ile çevresinde var olan tüm yaşamı kendi lehine dönderip, zararlı olarak gördüklerini yok etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.  

İnsan, beton içinde izole olarak yaşayan bir hayvandır, buna rağmen onlarca hayvan gelir izole içinde yaşayan insanın yaşadığı yerde inadınaymış gibi yaşar... Birçok hayvan ve bitki, insanın kulağına hafiften fısıldar “sen doğanın bir parçasısın, ne kadar kendini doğadan koparmaya çalışırsan çalış yine de gök kubbe altında bir eko sistemin parçasısın, her ne kadar eko sistemi yok edip kendi çıkarına uygun yeni bir sistem yaratmak için uğraşsan da...”

Her birey oturduğu yerden dünyaya bakar, ama oturduğu yere bir bakabilse, yaşadığı doğa içinde ne kadar uyumsuz ve çirkin bir binadan çevreye baktığını fark edecek. Çünkü insanın oturduğu yer şimdilerde sadece beton ve betonun oluşturmuş olduğu doğaya aykırı binalar yığını! Beton üzerine cam ile örtmekle doğaya uyumlu akıllı bina yapılmış olunmuyor...

İnsan, doğa ile savaşında, doğayı yok eden bir teknolojik evren yaratarak ‘kazandım’ diyerek zafer çığlıkları atıyor... Kısaca birileri insanın iyiliğini düşünürken, aslında insanlık doğa ile birlikte yok ediliyor...

Sonuç olarak, insan doğaya tek aykırı yaratıktır.


İsmail Cem Özkan

18 Ekim 2016 Salı

Yazmayacaktım yazmayacaktım ama…

Yazmayacaktım yazmayacaktım ama…

Savaş her yerimizi sararken ülkemizin altına barut döşeyenler gün be gün artarken sol üzerine yazı yazmayacaktım ama yazmak zorunda kalıyorum, çünkü geleceği kurtaracak güç olarak gördüğüm solun sol olmasını istiyorum.  Peki, sol neden sol olamıyor da savaştığı kesimin tüm DNA yapısını üzerinde taşıyor? Bu soruya ne yazık ki gerçek anlamda pek yanıt verilemedi, çünkü geçmişe doğru bakış bizde hep güzelleme ve destan yaratmak üzerine olmuştur, gerçekleri kendimize göre eğmişiz, bükmüşüz.

Sol adalet, özgürlük kavramlarını çok kullanır ama iç işleyişinde ne adalet vardır ne de özgürlük. Gelenek ve göreneklerimiz derler ya da yazılı olmayan ahlaki yapımız! Şimdi kendi içinde bunları olmayanın dışarıdaki vatandaşa özgürlük sağlayabileceğine inanıyor muyuz? İnanmış olsaydık kendi aklımız ile alay etmek olurdu. Dikta rejimde ki gibi her türlü baskı aygıtının üzerinde oturan biri halkına özgürlük verecek, adalet dağıtacak ancak masalların kahramanlarında olur, o halde sol öncelikle kendi içinde işlevini yaratmak istediği toplumun özneleri gibi kurgulamak zorundadır ama kurgulamayı bırakın, daha baskıcı, daha kuşkucu ve daha dar kalıplardan oluşturduğu hücresel yapısı vardır. Bugün var olan diktadan biraz daha özgürlükçü dikta olur solun bugün ki yapısı içinde. Eleştirilemez, liderden başkasının konuşmadığı oturumlar içinde (görüntüde birileri konuşabilir ama konuşanlarda liderin ağzı ile konuşur) sol bir türlü kendisini ifade edemez, çünkü ifade edebilmesi için başka bir dünya yaratabilecek iç işleyişe sahip olmak zorundadır. Özgürlük göreceli kavramdır ama sol için özgürlük tanımı nettir.

Sol ilericidir, ilerici olduğu içinde bugün yaşadığımız toplumu ileriye taşıyacak bireylerin oluşması için ortam hazırlamak ile yükümlüdür. Bugün ki birey biat eden, sorgulamayan ve sadece tüketendir. O halde solun üzerine düşen görev bu tanıları yerli yerinden oynatıp başka birey yaratacak ortam hazırlamalıdır. Araştıran, sorgulayan, biat etmeden saygı duyan ve üreten olmalıdır. Sol bireyleri tüketici değil her koşulda üretmek ile yükümlüdür. Üretmek içinde bilgi ile donanımlı ve bilimsel bakışı içselleştirmekten geçer. Bilimsel bakışı içselleştiremeyenler ise sadece kulaktan dolma bilgiler ile fikir sahibi olurlar ki, onlar da biat eden bir bireyden daha tehlikelidir. Kulaktan dolma bilgiler ile kendisi gibi düşünmeyen her birey düşmandır ve de yok edilmelidir. Tek doğru okuduğu dergi ya da medya kanaldır… O zaman en doğrusunu kendisi söylüyorsa, ötekilerin hepsi yanlıştır, yanlış olan ile empati kurmanın da anlamı yoktur. Bu bakış açısı da mizahı ortadan kaldırır, dikkat ettiyseniz son yıllarda mizah artık yapılamayacak hale dönüştürüldü, iki küfür ile mizah yaptığını sananların ortalıkta dolandığı bir duruma dönüştü.

Kafasını kullanmasını bilmeyenler, başkasından duyduğu nefret söylemine kendisi de katkı sunarak başkasına aktarırken, nefret duyduğu kişi ya da kesime saldıranıdır... Ne yazık ki her eleştiriyi saldırı olarak algılayan bu kafasını kullanmayanlar tehdit etmek dışında linç etmeye kadar işi ileri götürebiliyorlar. Bu dünyada eleştirilmeyecek hiç kimse yoktur gerçeği ile neden yüzleşmezler. Eleştiri ile insanlık ileri gider, övgü ve biat ederek karanlığa ve daha da ilerisi zifiri karanlığa sürüklenirsiniz... Yaşadığımız çağ ne yazık ki zifiri karanlığa doğru savrulduğumuz zamandır... Ölenlerin ve yaşayanların hataları olmasaydı şu anda yaşadığımız kaos, girdap olmazdı.

Solcuların önemli bir bölümü kafasını kullanamaz konuma gelmiştir, savaştığını sandığı sağ gibi biat eder ve her türlü eleştiriyi saldırı olarak algılayıp her türlü linç/infaz, işkence/baskı yöntemini kullanmaktan geri durmaz... Bu duruş solu bitirmiştir, sol yeniden sol olabilmesi için var olan tüm alışkanlıklarını yok edip, geçmişine eleştirel bakmayı öğrenmeli ve ders çıkararak ileri bir toplumun nüvelerini kendi içinde yeşertebilmelidir.

Ülkemiz solu neden kitleselleşemiyor sorusu sürekli var... Bu soruyu sorana sormazlar mı, oturduğun yerde kaç insan ile iletişim içindesin? Oturduğun sokakta ki gençler ile hiç konuştun mu? Eskiden mahalle kavramı vardı, sokakta ne oluyor bilinirdi, şimdi komşunu bilmiyorsun, o zaman sol kitle olamaz, çünkü sol bürolara sıkıştı, şehrin belli merkezlerinde vicdan rahatlatma eylemlerde kendisini gösterdi. Sokağında yok. Sokağında olmayan sol olur mu? Olmuyor... Solcu insan şimdi ne yapıyor, bilmem nerede forum var kalk üç otobüs değiştir git, orada ki kendisine benzer insanlar ile sohbet et ve sonra dön evine... Ne oldu, kendisini korumuş oluyor ama solu yok ettiğinin farkında bile değil... Solcular istedikleri kadar birlik kursunlar, istedikleri kadar proje üretsinler kendi mahallesinde ki bir sosyalleşme alanına gitmeden, başka yerde sosyalleşme alanına giderek örgütlü bir güç olamaz... Olduğunu sanan, başkasının verdiği gaz ile örgütmüş gibi davranışlar sergilerler...

“Neyin yanlış olduğunu söylemek, kağıda dökmek önemlidir. Farketmeyenlere göstermek... Yanlışı yüksek sesle haykırmak da yazmak da etkilidir. Ama bir "direniş" ve "mücadele" sadece söylemek ve yazmakla başarılamaz, eğer yanlışı doğru yapmak için yerinizden kalkmıyorsanız, hele bir kitle partisi/örgütü olduğunuz halde sürekli ve sadece konuşuyorsanız (söyleniyorsanız) aslında yanlışların artmasına aracılık etmekten, üyelerinizi pasifleştirmekten başka bir şeye yaramıyorsunuz... Ya tamamen değiştirirsiniz ya da "mış gibi" yapar herkesi aldatırsınız. En başta kendinizi...” O. Suat Özçelebi yazmam gerekeni yazmış, bana da almak düştü.


İsmail Cem Özkan  

17 Ekim 2016 Pazartesi

Erkek Parkı

Erkek Parkı

Gün geçtikçe şehirlerde Alışveriş Merkezi (AVM) açma çılgınlığı devam etmektedir, çünkü bundan siyasi ve ekonomik bir beklentisi olan siyasi iradenin tercihidir. Piyasalar böyle istiyor değil, aksine piyasaya hakim olan firmaların hem güvenlik endişeleri hem de piyasaya girmeye çalışan diğer aktörleri engellemek amaçlı bir savunma kalesi gibidir.  Her şehir içinde dışında belirli marka dükkanları bir araya getiren merkezler kurdu.

Bu merkezler bir anlamda sosyal sorun yaratırken bazı psikolojik sorunlara çözüm olarak ortaya sürülen alışverişin de merkezidir. AVM’ler yerel olanı yok eden ve evrensel bir alış veriş çılgınlığını körükleyen merkezlerdir. Yeni dünya düzenin arzuladığı izole edilmiş yaşam, bireyin rahat olarak kendisini bulacağı bir iç kaledir. Güvenliklidir, çünkü kendi güvenliğini AVM merkezi olarak sağlamaktadır. Firmaların üzerine düşen yük kiradır ama güvenliği göz önüne alırsanız oradan kazandığını öteki taraftan harcayarak dengelemektedir. AVM’ler yaptıkları sosyal projeler ile hazır birer potansiyel müşteri yaratırlar… alışveriş bir çılgınlık değil, ihtiyaç olarak sunulur ve paranın yerini alan kartlar ile doyumsuz alışverişlere olanak sunulur.

Bu merkezlerin birinde eşlerinin harcama çılgınlığından bunalan üç arkadaş AVM geldikleri cumartesi günleri için kazan dairesinde bir yaşam alanı kurarlar. Eşleri yukarıda alışveriş yaparken aşağıda cumartesi günleri oynanan futbol karşılaşmalarını izlemek, bira eşliğinde kendilerince vakit geçirmek için bu zamanı fırsata dönüştürürler. Eski bir televizyon, bir koltuk onlar için bu fırsatı yaratan aksesuardır, bu sayede eşlerinden uzakta ve AVM içinde güvende ama AVM’den ayrı bir ortamın içindeler. Üç arkadaş haftanın yorgunluğunu atarken, aralarında ki dostluğu da pekiştirirler. Farklı mesleklere dahil olan üç insanı bir araya getiren ortak sorun eşlerinin doyumsuz alışveriş çılgınlığıdır. Kazan dairesini bir sığınak yapan mesleği pilot olandır, bir işletmede yönetici ve bilgisayar programcısı olan üç ayrı meslek. Modern yaşamın izlerini ister istemez oraya taşımaktadır. Bu üç insanın ekonomik girdileri diğer çalışanların yanında iyi olmasına rağmen, dışarıdan bakıldığında sorunsuz gibi duran ama içten içe kaynayan ve yaşam dünyasının ve hayatın onlara sunduğu baskının altında çıkış aramaya çalışan üç kafadar.

Haftalardan bir gün aralarında bir itfaiye elemanı da katılır. O da kaçmaktadır. Henüz diğerlerine göre daha yeni evli olmasına rağmen eşinin bu çılgınlığı karşısında çaresizdir. Evlilik akdini devam ettirebilmek için belki de bir sığınağa kendisini atmaktadır. Savaş meydanından kaçan bir er gibidir, soluk soluğadır. Kapıyı açıp sığındığı yerde yaşam olduğunu ve başkalarının da orada olduğunu görünce şaşırır. Çünkü boş olarak gözüken kazan dairesinde birilerinin sığınak yapacağı kimsenin aklına gelmez! Burada bir parantez açayım, çünkü bizim kültürümüzde yok ama Almanya’da çok olan bir uygulama, birçok aile bodrum katını (müstakil evi olanlar) hobi odası ve boş zaman geçirme salonuna dönüştürmektedir. Orada özel arkadaşları ile buluşur, erkekler günü gibi günler yapmaktalar. Genelde futbol merakı olanlar önemli karşılaşmalarda bir araya gelir birlikte ekrandan maçı canlı izler yorum yaparlar, briç günleri gibi belirli günleri kendilerine ayırırlar. Bu uygulama genelde vardır ama bizim ülkemizde buna benzer henüz uygulama yok ama yakında yaygınlaşmayacağını kim söyleyebilir?

Erkeklerin sığındığı mahzen bir anlamda modern yaşamın AVM çılgınlığına karşı eleştiri platformuna dönüşür ve günlük iş ve onun sonucunda yaratmış olduğu streslerden kaçış için gerçek bir sığınaktır.

Politik eleştirisi olmayan, ama sistemin dolaylı bir eleştirisi bu komik, eğlenceli ama dolaylı bir öykünmenin olduğu eğlenceli oyun, sahne düzenlemesi, ışık, ses bütünlüğü içinde oyuncuların üzerine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirdiği bir ekip işi ortaya çıkmış. Sahnede yaşanan kriz ve o krizin komik unsuları seyirciye direkt ulaşmakta ve seyirci sahneye kahkahaları ile katkı sunarken, zamana zaman alkışlar ile kendi iç dünyalarına döndüklerini verdikleri tepkilerden genel olarak anlaşılıyor.

Tiyatrolarımız gün geçtikçe sahnelerine yeni oyunlar sunarken, politik tercihin baskısı gün be gün sahneye oyun koyacak yönetmenlerin iç denetimini de belirlemektedir. Siyasi gerginlik yaşadığımız zamanın ruhuna dolaylı/direkt etki yaparken tiyatroda “ama biz yinede sözümüzü söyleriz” şeklinde tepki olduğunu görüyoruz. Tiyatroların genel programını belirleyen atanmışlar, elbette kendisini o koltuğa koyanların tercihini dikkate almak ile yükümlü, yoksa boşalan koltuk hala vekaletten boş kalması gibi bir sorunu da ortaya çıkarmaktadır. Tiyatrocu işçidir, verilen görevi yerine getirir, aldığı maaşı hak eder. Sonuçta söz yetki karar mekanizması içinde varlığı yokluğu şimdiki siyasi idare için önemli değildir. Nasıl olsa ülkede tiyatro okulu çok, okuldan mezun işsizlerde kapıda beklemektedir ama uzun zamandır zaten kadroya yeni oyuncular ve teknik kadro alınmıyor, onun yerine taşeronlar ile idare ediliyor… İdare edilen bir dönemde idare edilen oyunların seçilmesi ve hoş zaman geçiren bir meslek alanı olması birçok insanı rahatsız dahi etmiyor, zaten gitmedikleri yerde neler oluyormuş da pek umurlarında değildir.

Tiyatrolar işlevsel olarak binlerce yıl varlığını koruyor, korumaya da devam edecektir, çünkü insanı insana en iyi anlatan sanat alanlarından biridir. Tiyatronun yok olması demek o toplumun tamamı ile biat eden ve biat kültürünün altında yaşamak zorunda kalan yeraltı kültürünün oluşması anlamındadır. Yeraltı kültüründe de zaten tiyatro önemli yeri ve işlevi vardır. Burjuva kültüründe ise tiyatro sadece eğlencelik ve boş zamanları dolduran ve de konuklarına hoş zaman geçirmek istenilen alan olmuştur. Şimdi devlet eli ile tiyatro yöneticilerinin hedefleri ortadan kaldırılmış ve devlet ve şehir sahnelerinde var olma mücadelesine dönüştürülürken, tiyatro kendisine yeni yol arayışına girmiştir. Elbette siyasi irade tiyatrodan amacına uygun sonuç aldığı sürece sahnelerde ışık olacak, sahne tozuna oyuncular seslerini bırakacak,  o tozlara seyirciler alkışlarını ekleyecektir…

Genel olarak izlediğim oyun performansı yüksek, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar akıcıdır. Emeği geçen her çalışana teşekkür ederim… Alkışları hiç eksik olmasın…


İsmail Cem Özkan


Erkek Parkı
Yazan : Kristof Magnusson
Çeviren : Sibel Arslan Yeşilay 
Yöneten : Saydam Yeniay
Dekor Tasarımı
Behlüldane Tor
Kostüm Tasarımı
Mihriban Oran
Işık Tasarımı
Önder Arık
Dramaturg
Günay Ertekin
Asistan
Senem Cevher
Sahne Amiri
İhsan Ata
Kondüvit
İlknur Gülmez Deveci
Işık Kumanda
H. Oğuzhan Çelik
Oyuncular
İlkay Akdağlı
Süleyman Atanısev
Burak Karaman
Ali Çelik