7 Aralık 2016 Çarşamba

İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?

İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?

Nazım Hikmet’in ustalıkla ele aldığı ve yaşadığı zamanın ruhunu eleştiren büyük bir eseri yeninden sürgüne kaçmak zorunda olduğu ülkede sahnede hayat buluyor. Bu oyun birçok defa değişik yorumlar ile sahneye uyarlanmıştır ama bu sefer Tiyatroadam programı içinde Emrah Eren tarafından yorumlanmıştır. Yönetmen her ne kadar yazıldığı tarihi duruş noktası almış olsa da yaşadığımız çağa ve bugüne yönelik göndermeler yapmaktadır. Zaman, ülke, coğrafya değişmiş olsa da baskının hakim olduğu halkın üstünde kendisini gören devlet ve onun bürokratları olduğu sürece birbirine benzer olaylar her zaman yaşanacaktır.

Herhangi bir şehirde idareci olan Petrof hümanist yaklaşmaktadır kendisine gelen kasabalılara. Onların işini zamanı oldukça aracı kullanmadan yerine getirmektedir. Mesai saati kavramına bakmadan işine tutkun, halkla birlikte halkın içinde ve halkın dili ile hizmet etmektedir.  Birlikte çalıştığı insanlara hiyerarşi gözetmeden davranır, herkesin yardımına koşar… Ama bu pozitif seyri bir şeyler değiştirecektir, o değiştirecek olan kendisine yardım edecek işbirlikçiler ile bir plan hazırlamaktadır. "Kanser nasıl insan etinin, kurt nasıl derinin düşmanıysa ben de Sergey Konstanivoç'in öyle düşmanıyım." diye sesli düşünür ve  Petrof'a yaşamı boyunca çekeceği bir acı vermek istemektedir. 

Petrof bütün iyi niyetliliği ile yanında çalışanlara, devlete ve kasabanın halkına hizmet ederken sinsice arkasından bir şeylerin döndüğünün farkında değildir. Oyun içinde kasketli olarak ortaya çıkan işçi sınıfının temsilcisi böyle bir oyunun oynandığını ve bu oyunu hazırlayanı fısıldar ama pek önemsemez.

Uzun bir süre Petrof’un zayıf noktasını araştıran İvan İvanoviç sonunda istediğini bulur: Sevginin yanı sıra, kesinlikle "otorite" ve "hava"sı olması gerektiğine inandırır onu. Havası ve otoritesi olmayan bir yöneticinin işlerini hakkıyla yapamayacağına ikna eder. Petrof bu iç konuşmalarını baş ağrısı içinde seyirciye ulaştırır, içinde bir kurt onu yemektedir ve yeni tercihine doğru yönlendirilmektedir. Geçmişten gelen, halkın çoğu tarafından kabul görmüş otoriter bir yönetici! Yaşadığının tam tersi bir sürece doğru yönlenmektedir. Aynadaki aksi onu teslim almaya başlamıştır.

Emrah Eren oyunun başlangıcında zamanın tıklamasını ses ile durağan ve hareket eden yelkovan gibi zamanın işlediğini belirlemiş ve bu zaman ve hareket noktasında müziğin durağın ve yükselişine göre tık takları içinde bir değişimin olacağı fikrini baştan vermektedir. Şarap bardağı imgesel olarak sanırım seçilmiş, o Petrof’un eline verildiğinde iç konulmaya geçiş, elinden alındığında zamana dönüşü betimlemektedir. Petrof’un iç sesi her zaman yukarıda ve metin okuyuşu içinde bir planın hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olarak oyunun iç sesini seyirciye taşımaktadır. Olayın geçtiği alan herhangi bir devlet dairesi olması onu kimliksiz ve sıradanlaştırmıyor, aksine onu evrenselliğe taşıyan yerel bir yansıma olduğunu sahne düzenin hareketli, ışığın onu destekleyen gölgelemeleri ve müziğin ritmi oyunun içinde kara mizahın dilini daha da öne çıkardığını düşünüyorum.

Çevresinden iyice kopan, çekinilen bir insan olan Petrof acı çekmeye başlar. İşi çözen olmaktan daha çok artık o otoriterdir ve çevresinden hizmeti emirleri ile almaktadır. O her şeyi bilen, her şeye hükmeden ve her şeyden haberdar olduğuna inana ve dünyanın merkezinde olduğunu düşünen bir yerel yöneticidir. O bundan rahatsızdır aslında ve "içinde, yüreğinde korkunç bir karanlık" duymaktadır. Çağrılı olarak gittiği Büyük Kent'te gördükleri, yaşadıkları, bir başka kendisi olan Konstantin Sergeyeviç'le karşılaşması. Sergey Konstantinoviç'i allak bullak eder ve Petrof değişiminden bu yana ilk kez düşünmeye başlar. Bütün olup bitenlerin ayrımına varır, zaman yitirmeden kendi yerine dönüp İvan İvanoviç’i aramaya koyulur. İvan İvanoviç?..

Sorar, sorgular ama kimse böyle birini tanımamaktadır…  

Özel tiyatrolar elbette ödenekli tiyatrolara göre daha ekonomik çalışmak zorundadır. Sahne üzerinde ve sahneye etki eden her şey çok dikkatli hesaplanmak zorundadır, çünkü ekonomik koşullar ve zamanımızın seyircisini kaybeden tiyatro en az masrafla en üst performansı ile seyircisini kucaklaması zorunludur. Tiyatroadam sanırım bunu başarmış, on yıllık sahnede kalma ve semiricisi ile bulaşmasını tam profesyonel bir şekilde gerçekleştirmiş. Oyunun sunumundan, sahnede buluşmaya kadar her adımı iyi hesaplamışlar. Oyuna girmeden elde ettiğim broşürü, afişi, salonda yerleşme ve tiyatro çalışanlarının disiplinli ve kıyafetleri ile dikkatimi çekti. Birçok özel tiyatroda görmediğim eskiden devlet ve şehir tiyatrolarında karşılaştığım o disiplini durumu görmek beni açıkça mutlu etti.

Oyunu yorumlayan, sahneye koyan, bugüne dair söylemleri içinde rahatsız etmeden yerleştiren, oyunu üç bölümden iki bölüme getiren ve keyifli zaman geçirmemize olanak veren ve de kara mizahın güzel yönlerini canlı olarak beynimizde yeniden  canlandıranların emeğine teşekkür ederim..

İsmail Cem Özkan


Yazan: Nazım Hikmet
Yöneten: Emrah Eren
Dekor - Kostüm Tasarım: Barış Dinçel
Işık Tasarım: Yüksel Aymaz
Hareket Düzeni: Esra Yurttut
Oynayanlar: Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil

6 Aralık 2016 Salı

İzel Rozental gözü ile…

İzel Rozental gözü ile…

Schneidertempel’Sanat Merkezinin üzerine güneş başka açıdan doğmuş olsaydı Galata Kule’nin gölgesi düşecekti, fakat hiçbir zaman Galata Kulesinin gölgesi düşecek kadar açık alanda olmadı ama olmuş olsaydı da mutlaka düşerdi, çünkü o kadar yakında bir yerdedir.

Galata’nın küçük dar sokakları sürprizlere açıktır, sizi şaşırtacak mutlaka bir şeyler çıkar ama elbete görmesini bilene! Oralardan günde binlerce insan geçer ama neyin önünden/yakınından geçtiğinin farkında bile değildir, yokuşun vermiş olduğu diklik insanı nefes nefese bırakır.

Galata’ya bankalar caddesinde yukarıya doğru çıkarken o bölgeye özgü eski bir bankerin yaptırdığı ve yaptıranın ismi ile anılan Kamondo merdivenlerinden çıkılır.  Eskiden o bölgede terziler çokmuş, o terzilerin önemli kesimi de Yahudi inancına sahip insanlarmış. İşyerlerine / evlerine yakın olması nedeni ile bir ibadet yeri kurmuşlar. Aslında oraya başka isim takmışlar ama orada yaşayanlar hepsi Terziler Sinagogu (Schneidertempel) olarak bilinir olmuş.

Gel zaman git zaman, içinden iki dünya savaşı geçiren bu bölgede yaşayan nüfus yapısı değişir olmuş. Yahudiler bu yaşadıkları yerden göçe zorlanmışlar, çünkü ulus devlet dedikleri şey homojen toplum yaratmak. Bu toprakların kadim insanları değişik bahaneler ve korkutmalar ile sessizce oradan uzaklaşır olmuşlar… Sokaklarına bıraktıkları düğün eğlencesinde duyulan kahkaha, ölüm merasiminde duyulan ağıtlardan izler duvarların içine sinmiş ama onları duyanda gün geçtikçe azalmış. Eski kartpostallarda ve anıların saklandığı sanıklarda kalmış…

Cemaati azalan ve yok olan bir ibadet merkezinin sanat galerisine ve buluşma noktasına dönüşümü bu azalma ile çok ilintili olmasına rağmen Yahudiler bizi kırmamak için yakında açılan başka sinagog yüzünden azaldı demişler.

Sanat merkezine dönüşen bu eski kadim yapı içinde geçmişin izlerini taşımaya devam etmektedir.

Her cemaat toplandığında mumlar yakılır, ışıklar balkonları sanki delercesine aşağıya doğru sallanan avize geçmişten bize bir şeyler fısıldar gibidir. Avize yıllar içinde değişime uğramış olsa da işlevi hep aynı kalmıştır.

Avizenin içinde ki ışıklar kristallerin içinden aşağıya doğru kırılarak yağıyor gibidir. Üzerimize düşen kristallerin ışıklarıdır ama o kristaller acı bir olayında adı olmuştur. Kristal Gece olarak duyduğumuz ama Yahudilerin acı içinde yaşadığı bir gece. Avrupa’nın soğuk karanlık bir şehrinde faşist güçlerin emri ve kışkırtması ile çıkan yangından fırlayan ışıklar kristallerin içinden kırılarak insanlığa yansıdığında büyük bir kırılmanın da habercisi olduğunu sessizce karşılanmış.  Sessizlik elbette görecelidir, çünkü çığlık ancak yaşadığı yeri sarsarken dünya bu olayı sessizce izlemeyi tercih etmiştir.

Sessizlik aslında gelmekte olan soykırımın ayak sesidir, çıkarılan yasalar ile hukuka uygun işlenen cinayetler, katliamlar ve soykırımın ilk habercisi işte bu kristallerden sızan ve kırılan ışıktır.

Salonun iki tarafından aşağıya doğru sallanan avizeye bakarken sizi dikenli tel karşılar. O teller bizi herhangi bir toplama kampına doğru alır götürür, çünkü her kamp düşman için üretilmiş ve o dar alanda yaşamaya zorlanmak anlamındadır. Ama bu toplama kampları yaşam değil, ölümdür. Zehirli gazlar ile adına önce toplu cinayet katliam en sonunda da d soykırım yapılan yerlerin adıdır. Toplama kamplarına değişik isimler verilmiş olunabilir ama yaşanan gerçek ölümdür. Kapısında “Arbeit macht frei!” yazı yazan yerlerde özgürlük birileri için ölümdür, ölülerin derilerinden yapılan abajurdur. Çalışmak özgürleştirmemiş, aksine ölümün boyutunu büyütmüştür.

Avizeden kırılan ışığı izlerken önümüze çıkan dikenli tellerin altında tuğlaların izleri vardır. Yanmış topraktan yapılan tuğlaların kızıllığı burada yoktur, çünkü kağıt üzerine bırakılmış siyah lekedir. Her siyah leke benim beynimde kandır… Duvara bırakılan vurulan her hangi bir direnişçinin umut yüklü kanıdır… Duvarın üzerine yazılmış değişik dillerde yazılar ve yazıların altında karikatür… Acının, değişimin ve yaşadığımız zamanı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan İzel Rozental’in beyninden fırlayan, kaleminin ucundan lekeye dönüşen ve bizlerin gözünden yeniden yorumlanan zamanımızın ruhu…

Karikatürleri birbirinden bağımsız Şalom Gazetesinde görmüş ve okumuş, izlemiştim. Şimdi orijinal bir sunum altında yeniden okuma ve izleme şansına sahip oldum. Yaşadığımız çağı bir de İzel Rozental’in gözünden görmek için mutlaka gidilmesi ve görülmesi bir sergi olarak görmekteyim.

Azalan, yok olan ve geriye birkaç anı bırakan yerlerin içinde, anılar sözlü tarih içinde kaldığı içinde toprağa düşen ile birlikte toprağa düşüp yok olmaktadır. İşte anıların yok olduğu bur yerde günümüzde hala bir şey söyleyen ve söylemeye de devam eden bir kültür ve onun yaşayan bireyleri ile tanışmak için önünüzde bir fırsat vardır. O fırsatı sergiye giderek değerlendireceğinizi umuyorum…


İsmail Cem Özkan

4 Aralık 2016 Pazar

Kontrol edilemeyen para kirli mi?

Kontrol edilemeyen para kirli mi?

İnsan temiz olan her şeyi kirletti... Temiz denen şeylerde artık yalan... Evet, yaşadığın yere göre temiz denilebilir ama artık temiz kavramı yok, çünkü dünya tek kubbenin altında yaşıyor ve bizler atmosferimizi kirlettik. Bu kirlilik insan eli değmeyen yere bile taşındı... Organik denen şey yalan, temiz su yalan, temiz hava yalan, insanın kendisi yalan! Ürettiği her şey yalan, sahte, insan ve doğanın kanı üzerindedir…

Kafalarda yaratılan gerçekler gerçeklerden daha gerçektir.

İnsanın en çok yalana inandığı dönemden geçiyoruz... Gerçekler acıdır ve kimse gerçekler ile yaşamak istemiyor. Yaratılan gerçekler içinde daha mutlu ve sağlıklı yaşamak isteği yeniden Uzakdoğu geleneklerinin yeniden canlanmasına sebep oluyor. İnsanlar yaşadıkları yerden ve sistemden kaçmak adına (kısa bir süre de olsa) uzak doğudan gelen her türlü yöntemi denemek için merkezler açtılar. Orada yaratılan atmosfer ile bir anlık içinde mutlu olayı seçen sayısı gün be gün artmaktadır.

Eskiden çamaşır yıkanır ve ulu orta yerde asılır ve kurutulurdu, zaman içinde bu ulu orta yerde asma fikri geri adım attı, iç çamaşırlar daha gizli olarak yerlerde kurutulmaya başlandı, örneğin duvara en yakın diğer çamaşırların arkasında... Daha sonra kurutma makinesi çıktı ve çamaşırın ıslaklığını bile göremeden dolaptaki yerlerini almaya başladılar... Ekonomimizde aynı çamaşır gibi oldu. Eskiden her şey ortada kim neyi yürüttüğü, kim rüşvet aldığı, kimin sonradan zengin olduğu ve nasıl olduğu bilinirdi... Şimdi kurutma makinesinden çıkmış iç çamaşır gibi, kimse görmeden dolaptaki yerini alan zenginler ortalığa serildi. Nasıl oldular?
Zenginlik kavramı içinde ürettiğin malın en düşük maliyette olması istenir. O yüzden maliyet hesabı içinde eskiden vergiler filan girerdi. Doğrudan vergiler zaman içinde yok oldu, artık vergi kavramını duyan yatırımcı yatırımı bu ülkede yapmıyor sadece ürününü ülkeye uygun markalar ile ithal eder konumuna geldi... Maliyet hesabı eskiden ortada yapılırdı, bugün maliyet hesapları kurutma makinesinin içinde yapılıyor ve en düşük vergi ile en çok satacağı ortamı arıyor iş adamları... Küresel sistemde paranın dolanımı işte bu temeller üzerine oturduğundan maliye bölümüne offshore hesaplar karışmış... Yani vergiyi en aza indiren karmaşık yol!...

İnsan insanın kurdudur, kara para ülkenin ve düzenin kurdudur...

Karanlıkta yola çıkanlar kara para yüzünden biraz daha fakirleşirler... Onların patronları daha az vergi vermek ve üretimde maliyeti düşürmek için offshore hesaplarda para transferi ile uğraşırken çalışanların da alım gücünü düşürürler… Peki, bu nasıl olmaktadır? Aslında basit bir şeydir, vergi vermeyen iş adamı, devletin yapması gereken işleri yapamaması anlamına gelir. Sağlık, eğitim, güvenlik, alt yapı çalışması çöker... Bu çöküntüyü açılan bütçe ile çözemeyen devlet dolaylı ve direkt vergileri artırmak ile çözüm arar. Her artan vergi hayat standarttın düşmesi anlamındadır... Vergi vermeyen patron dolaylı olarak çalışanın alım gücünü düşürür... O zamanda dolarda istikrar o ülkede gerçek anlamda hiç bir zaman olmaz... Vergi vermeden para kazanmayı öğrenen, kurlar arası piyasadan parasına para katan da artık yatırım yapmaz, yatırım yapılmayan ülkede ise işsizlik sürekli artış gösterir... İşsizliğin temelinde de bu offshore hesaplar yatar...

Bir yerde kasti bir yangın çıkarılmışsa, önemli miktarda paranın aklanması yatar... Offshore hesaplara giden paranın akıbeti sorulmaması için yangın şarttır. “Ne oldu yatırım yandı kül oldu”, para da bu arada başka hesapta güvence altına alınmış oldu... Kim kontrol edebilir ne kadar malın yandığını? “Kül oldu işte hepsi”, yanmayan da yandı gözükür orada nasıl olsa... Ha yangın ha örtülü ödenek, adı üstünde, üstünde örtü olan ödeneklerin hesabı sorulamaz, çünkü orada devlet sırrı vardır, devlet sırrı dediğiniz de buharlaşan paranın hesabının sorulmamasıdır.

“Vergiler 'küçük insanlar' içindir.” L. Helmsley der bu söze G.W. Bush “Gerçek zengin vergiden nasıl kaçacağını bilir.” diyerek sözü açan katkı sunar.  

Offshore çıktı rekabet yok oldu... Üretmeden para kazanmak ve rakamlar ile oynayarak sanal piyasanın oluşması sağlandı... Olmayan malın karşılığı kazanılmış para ile ulus devletin yaramış olduğu tüm sosyal alanlar çöktü, yıkıldı...

Offshore finans işleri olan yerlerde zengin ile fakir arasında uçurum artar. Devletin yapması gereken sosyal projeler rafa kalkar… Offshore devlete verilmesi gereken verginin yasal boşluklardan yararlanılan hile ile verilmemesi anlamındadır...

Parçalanan ve ayrıştırılan toplumlarda hangi yasa gelirse gelsin sözde kalır, çünkü karar verici güçlü olan olacaktır…

Her doğan insan verimli olsun diye eğitiliyor ve hizmete hazırlanıyor. Biri yatak odasında, diğeri savaş meydanında... Diğer kalanlar ise savaş ve yatak odasında tüketileni üretmek için zamanını ya kiraya vermiş ya da satmış şekilde... İnsan kendi ürettiği değerlerinin kapı kulu oluyor...

Paralı askerin birinci görevi öldürmektir, ikincisi öleceğini anladığı an kaçmaktır...

Ülke ekonomik krizin ortasında savaşa gireceğim diyerek güya sorunların üstesinden geleceğini düşünenler, ekonomisi zayıf olanın yenilgisi kaçınılmazdır. Cephede kazanılan masada kaybedilir... savaş para demektir, parası olan her koşulda kazanır... Ama Kuveyt gibi bir ülkenin parası olması onu işgalden kurtaramamıştır, sadece para değil, ilişki içinde olduğun arkanda sağlam bir örgütsel güç yoksa işgal edilmesi düşünülen ülke tarafından işgaline izin verilir... Savaş yıkımdır, sadece can kaybı olmaz...

Kapitalist sistem kontrol edilebilir kara paraya her daim göz yummuştur, çünkü haksız rekabet ve firmaların bir birini yutması bu kara piyasa ile olmaktadır. Kara piyasada dolanan mallar, emek ve para var olan sistemin daha iyi işlemesi için kullanılır ve arz ve talep bu piyasada görünmeyen eller ile sistem kontrol edilir... Ama her işin bir riski vardır, kontrol edilen birden kontrol dışında düşebilir...  Sistemi kontrol edenler ellerinde ki sistemden de olabilirler...


İsmail Cem Özkan