13 Ocak 2017 Cuma

Korku!

Korku!

"..Anlamak, yasak değildi benim ülkemde...
Anlatmak yasak...''
Hasan Hüseyin Korkmazgil

Korku canlıların bir duygusudur, sadece insan ait ve öğrenilmiş olan değil doğanın tüm canlılara hediye ettiği bir duygu olarak görmekteyim ama korkuyu büyüten şey ise öğretilen ve korkuya hapsedilen canlı artık doğal olmayan koşullarda yaşamaya mahkum olmuş bir mazlumdur aynı zamanda zalimdir.

Korku ile büyüyenler çevrelerine korku yayarak yaşarlar.

Korku üzerine bir şeyleri düşünürken elimde ki saksıyı düşürdüm yere, saksıda açmış olan çiçekler her biri teker teker döküldü. Korkmuştu çiçeğim, kendisini soldurdu duygularını ifade ederken, hala gözüm gibi bakıyorum eski güzelliğine kavuşsun diye… O gün iş saatinden önce karanlığın içinde yola çıktım, karanlıkta yollar kalabalıktı. Okula giden çocuklar uykulu şekilde ebeveynlerinin elinde, biraz büyük olanlar ellerinde cep telefonlarının yüzünü aydınlatması ile dalgın dalgın yolda yürüyorlardı. Soğuk, ayaz varmış dışarıda kimse farkında değildi sanki, sıkı ve hızlı adımlar ile amaçları yönde yürüyorlardı. Ne kadar çok değişik amaç var, her birey sanki başka yöne yürüyor! Gelen giden, karşıya geçen… Bütün bunların içinde bir köpek, kuyruğunu bacağının arasına sıkıştırmış olanları anlamaya çalışıyor, çünkü eskiden karanlıkta tek tük gördüğü insan güruhu şimdi kalabalık ve sanki bir şeyi fethedecekmiş gibi hızlı adımlar ile ilerliyor. Siyah beyaz dünyasında anlamlandırmaya çalışırken korkuyordu, çünkü sinmiş ve aç karnının gurultusu içinde çöp kutusuna ulaşıp yanına bırakılmış bir parça şey bulma hayalindeydi belki... Diğer köpekler yoktu... Karanlıkta köpekler toplu gezer ama artık karanlık da karanlık olmaktan çıkmış gün gibi aydınlıkmış gibi davranan insanların yaratığı atmosfer içinde her şey değişmişti.

Korku değişim karşısında duyulan bir duyguydu.

Her değişim güzelliğe açılmıyordu, çoğu zaman ülke kaosu içinde güzellik yerini vahşete kapısını açıyordu. Açılan kapıdan masum insanlar girmiyordu. Masum insanların son nefesi havaya karışıyordu açılan her hangi bir kapının arkasında gelen gürültü ile…

Kapının önünden geçer araçlar ana bazıları karanlıkta durur bazı kapıların önünde. O duran araçtan inen silahlı insanlar korkuyu yayan ve büyütenlerdir. Çünkü kimin kapısına gelseler ölümü de yanlarında taşıyorlardı. Faili meçhul cinayetler kapı önüne gelen araçlar ile gelmişti… Bugün dahi faili meçhule kurban gitmiş oğulları ve kızları için anneler her cumartesi günü Galatasaray Lisesi önünde sessiz oturumlarına devam ediyorlar.

Korku, kendisiyle yüzleşildiğinde yenilen bir duygudur.

Korkuyla yaratılan ortam ile yüzleşildiğinde bür çok olasılık birden ortaya çıkar, bu olasılıklarda birey hangisine doğru yöneleceği kendi bilgi birikimi ve çevresinden aldığı güç ile orantılıdır. Sonuçta birey üzerinde rahatlama ile birlikte ya tam teslim olunur ya da direnç olarak kendisini gösterir.

Korkunun karşısında direnmek ve cesaret kelimesi yerini alır…

Ülkenin her yeri hapishane olmuştur ama işkence tezgahları olan hücrelerin duvarlarında yazılanları okuma şansızlığına uğrayanlar bilir, direniş üzerine kısa cümleler duvarda kazılıdır. “Yılma, yıkılma” gibi... Direnmenin nasıl bir cesaret isteyen ve olmazsa olmaz olduğunu bilir, çünkü direnmeyen bir insanın boynuna her an bir urgan bağlanır ve işlemediği suçlardan dolayı yıllarca hapis yatması bir yana ölebilir de.

Düşmanlık ve cepheleşme sadece suçu ortaya çıkarmaz, suçunda üzerini de örter.

Hapishanelere insanlar ıslah olunur diye konur ama genelde orası hayat okuludur, çünkü orada arkadan şişlenmeyi de yaşar, sıkı dostluğu, yoldaşlığı da… Duygusal olarak bir birine borçlananların oluşturmuş olduğu organize işler içinde her şey doğal ve olması gibi algılanır, kimse neden ve niçin diye sorgulamaz, çünkü yaşananların hepsinin kurbanı olarak orada dururlar. Onları oraya atan korkudur ve o korku ile yüzleşmektir...

“Korku ve itaat” toplumu yaratmayı başardılar…

“Çalışmak için yaşayanlar” aslında bir korkuya teslim olmuş bireylerin oluşturmuş olduğu toplumdur, çünkü o toplumlarda çalışmayan insanın başına ne geleceğini sokakta yaşayan evsizler göstermektedir. Sokakta yaşayan bir evsizin başından geçenler gözler önündedir, dondurucu havada donan, sel felaketinde suya kapılan, sigortası olmadığı için en basit hastalıktan sokakta ölenlerin haberleri basın bültenlerine düşer, aynı hızla sosyal medya aracılığı ile bilincimizin arkasına kazınır…

Korku salgın bir hastalık gibi her yerimize saran bir sarmaşıktır, boğazlar bizi. Boğulmamak için daha fazla çalışılır, daha fazla birikim sağlamak ve tasarruf için teşvik ediliriz. Yeni yıldan itibaren tüm dünyada geçerli olan bireysel emeklilik kanunu ülkemizde de yürürlüğe girdi, kısaca emekli olunca korkusu şimdiden verilmeye başlandı, çünkü emekli olunca daha fazla para ihtiyacın var. Peki neden daha fazla paraya? Devletten alacağınız emekli maaşınız sizi geçindirmeye yetmeyecektir, gün be gün kesilen emeklilerden paralar dar boğaza düşmüş şirketleri kurtarmak için kullanılacak…  Şirketler neden iki de bir darboğaza girerler? Onlar zaten uluslararası firmaların ülkemize ki taşeronları ya da temsilcileri değil mi? Serbest piyasa koşulları içinde müdahil olmamak gerekmez mi? Serbest piyasa diyerek aslında güdümlü bir piyasa içinde yaşadığımız ve yandaş şirketlere verilen teşvikler ile haksız rekabet koşuları içinde plansız büyüme ve harcamalar cari açıkları meydana getirdiği biliriz.  Ve bu açıkların ise emeklilerin, işçilerin ve de memurların maaşlarından kesinti anlama geldiğini de biliriz ama neden ses çıkarmayız, çünkü ülkemizi ayakta tutan ticarettir ve ticaret var odluğu sürece işimiz olur, işimizi kaybetmemek için bu çirkin oyunu bile bile ses çıkarmayız! Devletimiz bakidir! Ama devlet kimindir sorusu sorulamaz, çünkü korkarız. Devlet sürekli korkutmuştur…

Ruh hali güvercin tedirginliği ile yaşamak!

Bir yerde ‘öteki’ oldun mu, her üzerine bir nefret söyleminin boşalması mümkündür… Öteki olan her zaman tedirgindir, çünkü çoğunluk tarafından yok edilmeye ve homojen adı altında asimile veya yok edilme ile karşı karşıyadır. Homojen toplum ve sorunsuz birey yetiştirme eğilimi eğitim denen kavramı ortaya çıkarmıştır, eğitilmiş insanın veya canlının belirli komutlar karşısında belirli tepki vermesi beklenir, eğer veremez ise korkunun en önemli sebebidir, çünkü korku beklenilmeyenin aniden ortaya çıkası ve ortaya çıkan kriz ortamını yönetmemektir. Korkanlar krizi yönetemezler, çünkü kriz onları sarmalın içine alır ve kendi gücü ile savrulmalarına sebep olur…

Linç yapanlar aslında birer korkaktırlar, kendilerini güçlü gördüklerinde zayıfı yok etmek için saldırılar…

Standartlaşmak korkuya çekiz düzen vermektir.

Teşhisler standartlaşmanın ortaya çıkarmış olduğu genel çözüm yolarlına verilen isimdir. Bu genel doğruların her bireye ve topluma uygulanacağı varsayılır ve kalibre edilmediği içinde yanlış teşhisler ile yanlış beklentiler ortaya çıkarır ve bu beklenmeyen yanlışlar ise korkuyu büyütür ve yayılmasına sebep olur…

Bütün dünyada kimlikler kredi kartı boyutuna indirilerek standartlaşmaya gidiliyor, aynı şekilde pasaport ve diğer kimliklerde… Bütün bunlar dünya siyasi siteminin korkusuna karşı aldığı önemlerdir. Elektrik prizinde standartlaşmaya gidemeyenler neden kimlikleri kredi karlarına benzetmek için standartlaşmaya gittiler?

Korku yayanlar aslında korktukları gelecekleridir.

Gelecek yönünde öngörüler ortaya çıkarken, korkuların bu öngörülerin ortaya çıkardığını düşünüyorum. Tıpkı insanların birikimi gibi toplumların birikimi de standartlaşma adı altında yok edilmekte ve tek tip insan, tek tip toplum, tek tip dil ve tek tip tüketim toplumu yaratılarak farklı düşünme yönetimlerinin önüne geçilmeye çalışılıyor… Çünkü özgür düşünce farklılıklar içinde olabilir, tek tip yaşamın olduğu yerde özgür düşünce ve yaşam olmaz…

Geçmişi anımsar geleceği düşünürüz, gerçekte bunun tersi olsaydı acaba korkularımız ne olurdu? Doğuştan gelen ve güdüler halinde içimize işlenen ve sonra yaşadığımız çevre, toplum tarafından işlenen korkular ne halde olurdu?

Bilinenin çok olduğu yerde korku yok olur ama zalimin zalimlikleri çok biliniyorsa orada korku artar... Her bilgi korkuyu yenmek için değil, korkuyu büyütmek içinde kullanılabilir…

Korkunun hakim olduğu toplumlar karanlıkta yaşamaya mahkum edilmişlerdir, fakat ondan daha kötüsü zifiri karanlıkta bilinmezlikler içinde yaşamaktır. Bilinmezlik korkuyu paranoya boyutundan daha ileriye taşır. İnsanlık tarihi ortaçağ karanlığında bunun ile ilgili bir çok birikimi geleceğe taşırken tarih bilgisi eksik bırakılmış toplumların bireyleri ortaçağ karanlığına birilerin çıkarları uğruna atılmıştır.  Çünkü var olan kapitalist sistem kronik hale gelmiş sorunlarını ancak savaş endüstrisini canlandırarak atlatacağını düşünür ve o yüzden sürekli savaş çıkarmak için var olan tüm çelişkilerden yararlanır ve yeni yaratılmış gerçekler ile toplumlar içinde ve toplumlar arasında savaş kışkırtılır. Ulus devleti süreci içinde iki büyük dünya savaşı yaşanırken, ulus devletinin çökertilmesi sonucunda hibrit savaşları adı verilen savaşlar ile ikinci dünya savaşında kaybedilen insan kadar insan toprağa düşmüştür. Ulus devletinin yerini alacak devlet henüz tam oluşturulamamıştır, bu sürecin karmaşası içinde devletin görevleri de artık eskisi gibi net değildir, sadece görüne sermayeyi korumak ve kollamaktır ama eskisi gibi ulus sermayesi değil uluslar üstü sermayenin hizmetindedir, onların önünde yer alan tüm engelleri ortadan kaldırdığı gibi ulus devletin yarattığı veya henüz rant alanına dönmemiş bakir alanları ranta açarak onların hizmetine yerli iş birlikçiler eli ile verilir… Ulus devletin yarattığı korkunun yerini yenilenmiş ama içeriği aynı korkular ile yaşama devam etmektedir…

Neden sigara dumanı yeninden sigaranın içine girmez… Korku neden yeninden doğru yere dönmez?

Zaman tersine işlemediği sürece korkular ile birlikte yaşamaya devam edeceğiz… Zaman zaman korkularımız büyüyecek, zaman zaman azalacak... Azaldığında daha mutlu olacağız, gülümseyeceğiz, korkularımız artıkça endişelerimiz yüzümüze vuracaktır… insanlığın kurtuluşu ve korkularımızın en aza ineceği zaman devlet denen mekanizmanın tamamı ile ortadan kalkacağı ve sınıflı toplumun ortadan katlığı süreç ile oluşacağı öngörüsü hala canlılığını korumaktadır.


İsmail Cem Özkan 

10 Ocak 2017 Salı

Toplum sözleşmesinden bireyin toplum ile sözleşmesine…

Toplum sözleşmesinden bireyin toplum ile sözleşmesine…

Toplum sözleşmesi kralların ve imparatorların keyfi yönetimine karşı burjuvazinin ve işçi sınıfının keyfiliğe son veren bir düzenlemenin Jean-Jacques Rousseau tarafından kitap adı yapılmış bir çalışmadır. Kısaca toplum sözleşmesi ile toplum içinde ayrıcalıklı kimse yoktur ve yasalar tüm toplum bireyleri için eşittir. İmparator ve kralların keyfi karar verme hakları ellerinden alınırken hukuk önünde feodal dönemin hakimlerinin diğer vatandaşlar ile bizim sözlerimiz ile dağdaki çoban ile eşit konuma getiriliyordu. Elbette bu eşitlik kavramı ve kavgası her ülkede farklı şekilde seyretti. Ama en önemlisi ayrıcalıklı olan ve tanrının yeryüzünde ki gölgesi olanların gölge olması ellerinden alındığı gibi tanrı kavramı da devlet (kamu) alanından da uzaklaştırılarak sıradan ve ticaret dışında olan vatandaşlar içinde başlangıçta yaşanabilir hale getiriliyordu. Tanrıların yasaları genelde parası olan ve siyasi gücü olanların lehine işlemişti ve milyonlarca insan bu çelişki yüzünden hayatını kaybetmişti. Krallar ve imparatorların yandaşları bu ayrıcalıklı durumdan uzaklaştırılıyor ve tarih artık daha eşitlikçi akacağı yönünde umut ışıklarını yakıyordu. Başlangıçta yaratılan bu illüzyon kısa sürede ortadan kalkacak ve din yeni hakimlerin hizmetine biçim ve reform yaparak yerini alacaktı. Din eskiden kralların ve imparatorların lehine kullanılırken, yeni düzende burjuvaziye hizmet eden ve burjuva egemenliğinden yararlanan bir konumda yerini alıyordu. Burjuvazi dini kontrol altına almak adına kurumlar kurmuş, o kurumlar aracılığı ile toplumun eğitiminde kullanacaktı. 

Fransız devrimi ile umut, bir kıvılcım olarak insanlığın yüreğinde yakılmıştı, onu daha ileriye taşıyacak olan işçi sınıfı ve onların oluşturacağı devlet organizmasıydı, fakat beklenen ile akan (yaşanan) tarih farklılığını ortaya koyacaktı. Beklenilen hız ve düzende tarih akmıyordu, tarihin akışında söz hakkı artık burjuvazinin eline geçmişti, krallar ve imparatorlar artık ya tarihin dehlizlerinde yerini alıyordu ya da işlevsizleştirilip sadece bir sembole dönüştürülüyordu. Burjuvazi bazı toplumlarda toplum sözleşmesi kağıt üzerine olmayan ama güçlü sözlü ve toplum sözleşmesine denk gelen hukuk kurallarını oturturken, toplumlar krallarının geçmişte yaptıklarını özeleştirini /yüzleşmesini yok ettikleri, eziyet ettikleri, köle haline getirdikleri toplumlara vermeden yeni ve daha katı bir baskı sistemi kuruyordu. 

Kapitalizm ile birlikte sömürgenin yerinin emperyalizm alıyordu. Emperyalist duygular ve aç gözlülükle dünya yeniden paylaşılıyor ve ulusal sermaye birikimi adı altında bir takım burjuva daha da güçlü hale getiriliyordu. Burjuvazinin elinde ki kapital yenidünyanın ve düzenin adı olacaktı. Kapitalizm kralların yerine yeni kralı yani para düzenini koymuş ve toplum sözleşmesini kendi lehine düzenleyecekti. Düzenledi de… 

Zengin ülkeler ve onların şirketleri her daim ayrıcalıklı ve istisnai haklar elde ederken emperyalizm altında zor nefes alan halklar ve ülkeler gittikçe fakirleştiler, ellerinde biriktirdikleri ulus devletin birikimi olan her türlü zenginlik özelleştirme adı altında zenginlerin şirketlerine pazarlandılar… Halklar gittikçe fakirleşirken dünyayı yöneten aile sayısı gittikçe azalmaya başladı, çünkü zenginler zenginliklerine emperyalist güdüler ile katkı yaparken, diğer halkların daha da denetim altına kalması için hukuk düzenlemeleri için kafa yoruyorlar… 

Kapitalist sistem iki büyük dünya savaşı ile girmiş olduğu krizden kurtulurken ulus devletin yaratmış olduğu zenginliklerden yararlanmış olduğunu çok kısa zamanda unutmuş, minnettarlık duygusu hiç duymadan ulus devletin yaratmış olduğu evrensel ticaretin önünde ki engelleri de ortadan kaldırmak için bir standartlaşmaya gidiyor. Çünkü yaratılan ulus devletler istenildiği gibi homojen olmadıkları için kendisine özgü yasaları ve ekonomideki koruma duvarları varken, bu duvarlar paranın 24 saat hareket etmesi önünde engel olmaya ve firmaların evrensel anlamda yayılmasının önünde engel oluşturmaya başlamıştı. Para her ülkenin içine sızarken paranın gerçek sahipleri de taşeron ve montaj sanayisini oluşturmuş olduğu temsilci firmalar ile marka olarak ülkelerin ticari hayatına sızmışlardır. Fakat sızmak yeterli değildir, aynı zamanda ülkeyi de kontrol etmek ve önlerine çıkma olasılığı olan tüm engelleri dahi ortadan kaldırmayı zaman içinde düşünmeye de başlamışlardı, çünkü ihtiyaçlar yeni durumları yaratıyordu. 

Kapitalizm çıkarları için bazı şeylerin baştan kokması için başı çürütmüş...

Üretmeden tüketerek zengin olmak! Krediler ve verilen projeler bu hayalin gerçek olmasını sağladı. Ülkeler üretime yatırım yapmadan zenginlerini dışarında gelen krediler ile sağladı ama krediyi verenlerin niyeti de zaten buydu, bu sayede üretimi olmayan ülkeler kendilerini kapı kulu olacaktı ve kredi almak için kapılarını arşınlayacaklardı.  Kredi ile zengin ülkelerin yöneticileri ister istemez çürümenin içinde kendilerini buldular ve kısa zamanda buna uyum sağladılar. 

Ülkelerde daha fazla yolsuzluk, daha fazla çürüme olsun diye dünya bankası ve IMF verdiği krediler ile yeni bir bürokrat insan yarattı, bürokrat insan çevresinde onun ile işbirliği içinde olan bir üretmeden kredilerden elde edilen para ile zengin olan kesim. Proje ve verilen kredileri hayata geçirmek için kurulan naylon firmaların parayı aldıktan sonra o amaca uygun iş yapıyor gibi gözüküp aslında elde edilen paranın pay edilmesi sürecidir… Ülkenin biriktirmesi gereken ve halkın yaşam kalitesinin artması gereken yerde her mahallede bir zengin yaratılmadı ama proje ve kredilerin aktığı yerlerde zenginler oluşturuldu. Dünya zenginler kategorisi içinde bizim ülkemizden bir kaç kişi o listeye dahil olurken, yaşam kalitesi ve de alım gücü gün be gün azalmaktadır.  

Liberal ekonomi ve politika en büyük başarısını Reagan ve Thatcher ile göstermiş ve o günden bu güne dünya büyük değişime sahne olmuştur. Klasik ulusal devlet ve sosyal devlet ortadan kalmış ama yerine koyacakları her hangi bir devlet şekli ortaya çıkaramamışlar. Amerika’da en son seçilen Başkan Trump ise korumacı politikasını kendi ülkesi için uygulamaya koyarken diğer kalan tüm devletlerden şirketlerinin önünde ki tüm engelleri kaldırmasını beklediğini ilan etti. Kısaca kapitalist sistem yeni bir dönemecine girerken liberal ekonominin yaratmış olduğu bireysel kurtuluş hayali var olan tüm sosyal direnci de örgütlü olmaktan çıkarmıştır.  

Ticari küreselleşme, daha büyük yoksulluğa, işçilerin yerlerinden edilmesine, düzenli iş sahibi olmak yerine sözleşmeli istihdama ve sendikalara yönelik tehditlere yol açmaktadır...

Paranın önünde engeller kalkmış ama bunun evrensel hukuk kuralı henüz oluşmamıştır, onun yaratmış olduğu kaos ortamı mülteci kavramının evrensel olarak oluşmasına, savaşların sıradanlaşmasına, hibrit savaşlarının amacının aslında şirketlerin enerji ve ham maddeye ulaşımını hızlandırırken, istikrasızlaştırılmış ülkeler yeni dünya düzenin olmazsa olmazdır, çünkü istikrarın olmadığı yerde emperyalizm istediği ortamı yaratır ve istediği biçimi verebilir… 

Ülkemiz öznelinde ulus devletin yaratmış olduğu toplum sözleşmesi artık kağıt üzerine kalmış bir leke konuma gelmiştir, ulusların toplum sözleşmesi uluslararası hukukun gölgesinde ve ona tabi konuma gelmiştir. Ulus istediği toplum sözleşmesini yazabilir ama hukuk artık uluslararası sözleşmenin vermiş olduğu emirlere tabidir… Liberal ekonominin zorlaması ile sosyal devlet ortadan kalkmış ve birey bazında tasarruf gibi birey geleceğini garantiye alma adına daha fazla kapı kulu olmaya ve köleleştirme sürecine girmiştir… 

Toplum sözleşmesinde toplumun yararından daha fazla bireyin / şirketlerin yararı öne çıkarılırken iktidar koltuğunda oturan bireyin istemleri hukuk kuralı haline getirilirken o bireyin de kapitali gerçek anlamda elinde tutan emperyalist güçlere tabi ve biat etmesi beklenmektedir… 

Hukuk, toplumu düzenlemek amaçlı kullanılan bir silaha dönüşürken, adalet denen kavram şirketlerin karına daha fazla kar getiren her türlü uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya sistemi tabandan yukarıya doğru örgütlenme yerine, yukarıdan aşağıya doğru standartlar oluşturularak ve buna uygun hukuk kuralları ile yeninden biçimlendirildiği bir süreci yaşamaktayız, fakat burada handikap hala şirketlerin çıkarını koruyan uluslararası bir hukuk kuralların henüz kağıt üzerine yazılmamış olmasıdır… 

İsmail Cem Özkan