17 Şubat 2017 Cuma

Giydirici

Giydirici


İkinci dünya savaşı sırasındadır. İngiltere’de turneye çıkmış Londra merkezli ve Shakspeare eserlerini sahneye taşıyan bir tiyatro grubu. İngiltere'nin herhangi bir kasabasında ya da şehrinde bir tiyatro kulisi içinde geçenleri trajik- komik kaybolan replikler yeniden hayat buluyor.

Ronald Harwood yaşamının bir parçasını sahneye taşımaktadır sanki, çünkü kendisi de (From 1953 to 1958, Harwood became the personal dresser of Sir Donald) 1953'ten 1958'e kadar Harwood, Sir Donald'ın kişisel kostümcüsü yani giydiricisi olarak çalıştı. Ama zaman ile oynayarak gerçek olayları geçmişe ve farklı bir ortama taşımış. Gerçekler, başka kimlikler altında farklı bir ortamda ve farklı sahnelerde repliklerin kaybolmadığını ispatlamaktadır.

Harwood bu eseri film senaryosu olarak filme alınmış, Broadway'in 1982 Tony Ödülü'ne En İyi Film adayı "The Dresser" ın yazarı olarak aday gösterilmiş. Bir çok tv dizisinin de esin kaynağı olmuş.

Turnede olan tiyatro her zamanki gibi akşam perdelerini açmak üzeredir ama olağan olmayan bir durum söz konusudur, oyunun başoyuncusu ve tiyatronun kurucusu ‘efendi’ o gün olağan dışı birçok olay yaşanmış ve onu adım adım izleyen onun asistanı olan Norman ağzı ile o gün yaşananları efendinin sevgilisi hanımefendiye anlatmaktadır. Yağmur altında geçirmiş olduğu kriz sonucu hastaneye kaldırılmış ve orada tedavi altındayken oyun için tiyatroya dönen efendinin ve onun her şeyinden sorumlu Norman’nin başından geçenler hem sahnede hem de kulisteki son anları seyircinin gözü önünde geçmektedir.
Norman görevi oyuna çıkmadan önce sorumlu olduğu ve tiyatronun kurucusu ve başoyuncu “sir” unvanı almış oyuncuya sahneye hazırlamaktır. Norman ve efendi uzun yıllardır bir aradadır, ikisi artık yaşlanmıştır. Norman hareketlerine bakarak onun aslında bir ‘gay’ olduğu fikrine ilk bakışta ulaşıyoruz. Çünkü abartılı hareketler ve mimikler ile efendisine duyduğu hayranlık bu fikrin oluşmasına sebep olmaktadır.
Giydirici, bütün hayatını büyük bir oyuncuya adamış, her oyundan önce kostümlerini hazırlayan, sakalını, peruğunu temizleyen, ona ezber tutan, yardım eden, morali bozuksa moralini düzelten, şakalar yapan, güldüren, hazırlayan, giydiricisi. Hayata pembe bakmayı önemsemektedir, en kötü şartlarda dahi hayatın olumlu yönlerini öne çıkarmayı olumsuzları görmemeyi tercih ettiğini Norman özellikle belirtmektedir. Yaşanan kriz ve sonrası perdenin mutlaka açılacağını ve efendinin sahnede yerini alacağını belirtmektedir.

Norman’ın işi zordur, çünkü artık aynı oyunu yıllarca oynamaktan bıkmış, hayattaki hedeflerine ulaşmış birinin sahneye ilk günkü heyecanı ile sahneye taşımak göründüğü kadar kolay değildir, çünkü yaşamış olduğu krizi henüz üzerinden atamamış biri ömrünün son dönemecindedir. Kral Lear sahnelenecektir ama replikleri anımsamamaktadır. Norman sürekli replikleri tekrarlarken yaşanan kriz ortamını da ortadan kaldırmaya çalışmaktadır, çünkü hayata olumlu yönünden bakmak ilkesini ortaya koymaktadır. Kuliste içki içmek yasak olmuş olsa da artık yılların getirmiş olduğu alışkanlıklar ve göz yummalar Norman’ın gizliden içki içmesini gözden kaçırmaz… Norman hayatını verdiği usta bir oyuncunun da son anındadır ve onun yazmaya başladığı ama devam edemediği otobiyografisinde nerede olduğunu da merak etmektedir, çünkü görünmeyen ama bugüne kadar sırtında taşıyan bir emekçidir.

Hakan Çimser’in oyunu yorumlarken Savaş Çevirel’in pratik sahne tasarımını en iyi şekilde kullanmaktadır. Hem kulis hem de tiyatro sahnesi tiyatro içinde tiyatroyu seyirci ile aracısız buluşturur. Her ne kadar ışık konusu belki de sahnelenen salondan dolayı aksilikleri içinde barındırmış olsa da seyirciyi rahatsız etmeden oyunun hızlı temposunu sanki olağanmış gibi sunar. Müzik sesi oyuncunun sesini bastırdığı anlar olmuş olsa da müzik ritmin dramatik ve komik yönünü de öne çıkarmaktadır. Zaman zaman seyircinin kahkahalara büründüğü sahneler ve hareketler aslında yaşanan dramın üzerine oturmaktadır. Acı çekenlerin acısı başkalarına komik olarak veya tepki vermeyi bilmeyenlerin tepkisi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sahnede Celal Kadri Kınoğlu canlandırdığı Norman karakteri ile devleşirken onu devletleştiren aslında Hakan Çimenser’in performansıdır. Gay rolünde ki Kınoğlu, canlandırdığı karakteri iyi bir şekilde yorumlamış ve ses tonunu ona göre kullanmaktadır. Hareketler diyaframdan gelen sese hayat verirken seyirciyi rahatsız etmeyen bir tonda kucaklamaktadır. Bu iki oyuncunun gölgesinde kalan diğer rolde oynayanların sahnenin üzerinde ki hareketlerini özellikle izledim. Her biri muhteşemdi. İşlerini ciddiye alan gerçek profesyonel oyuncular. Kendilerine verilmiş olan alanlar içinde hareket etmişler ve gerekli görülen yerde abartılı davranışlar göstermekten de çekinmemişler. Abartı dediğime bakmayın doğal gibi gelen ama duyguyu en iyi ifade eden mimikler ile Norman ve onun efendisi ile arasında ki ilişkileri besleyen şeklindedir. Özelikle tiyatro sahnesinin olduğu bölümlerde oyuncular kendilerini gösterme fırsatı yakaladıklarını düşünüyorum… Tiyatro sahnesi içinde tiyatro sahnesinde her oyuncu kendisine verilen görevi en iyi şekilde yorumladıklarını düşünmeden geri duramadım… Özellikle Hülya Gülşen yılların birikimi ile hayatının son dönemindeki oyuncunun sevgilisi ve aynı zamanda tiyatro sahnesinde ki partneri olarak gerek gördüğü noktalarda vurgulamaları oyunun temposuna katmış olduğu renk görülmeye değerdir… Sakin, sorumlu, seven bir kadın aynı zamanda sevgilisin çapkınlıklara karşı ses çıkarmayan, onun gençler ile olan ilişkisini görmezden gelen, her şeye rağmen sevgisini esirgemeyendir. Her ne kadar babası ile sevgilisini aynı kategoriye koymuş olsa da kaderine boyun eğmiştir. İsyan etmediği içinde kanıksamış ve kabullenmenin bir sakinlik hakimdir. Vücudunu ve sesini kendisine verilen rol içinde görülmeye değer bir şekilde kullanmış ve sanki doğal ve günlük bir sohbetin içinde ki kişiye bakar gibiyiz… Her oyuncu oyun içinde kendi özgü renklerini katarak komedi trajedinin içinde yeniden kendisini yaratmış…

Olanağı olanların kaçırmaması gereken bir oyun olduğunu düşünüyorum, her ne kadar oyunda eleştirmenler hakkında o kadar söz üzerine acaba eleştiri yapmamak mı diye düşünmeden kendimi alamadım!

İsmail Cem Özkan




Giydirici

Yazar: Ronald Harwood
Çevirmen: Ergun Sav
Rejisör: Hakan Çimenser
Dekor: Tasarımı Savaş Çevirel
Giysi Tasarımı: İnci Kangal
Işık Tasarımı: Akın Yılmaz
Müzik: Fırat Akarcalı
Yönetmen Yardımcısı: Celal Kadri Kınoğlu
Yönetmen Asistanı: Selda Özler
Oyuncu: Celal Kadri Kınoğlu, Hakan Çimenser, Rüyam Dirin, Hülya Gülşen, Ebru Demirdöven, Aral Seskir, Osman Tunca Soysal, Sinan Cem Çabuk, Evrim Feyza Geboloğlu, İpek Altınöz, Abdullah Yakın, Cem Şahin
Asistanlar: İpek Altınöz, Evrim Feyza Geboloğlu
Sahne Amiri: Ergül Muslu
Işık Tasarım Asistanı: Gökhan Gülçebi
Kondüvit: Emrah Tirsi
Işık Kumanda: Rüştü Karabayram, Gökhan Gülçebi


15 Şubat 2017 Çarşamba

Duvar!

Duvar!

Duvar yazıları 12 Eylül öncesinde o bölgenin kimin hakimi olduğunu göstermek için yapılırdı, ne mesaj verdiği daha sonra ki öncelikliydi. Polis zorla ve sıkıyönetim döneminde jandarma zoru ile apartman sakinlerine sildirilirdi... Silinmesi aslında başka yazı yazmak için fırsattı. Sokaklar renkleniyordu, renklenen sokaklar asılında gelmekte olan karanlığın ve çatışmanın kanlı yüzünün ilk sinyalini veriyordu. Sokaklardaki duvar yazıları gece yarısı silahların gölgesinde korkuya rağmen yapılmaya başlamıştı. Cepheler duvar yazıların sınır çizgisi oluyordu. Her duvar yazısı kurtarılmış bölgeyi yaratıyor ve düz bir çizgiden oluşmadığını gösteriyordu.

Yaşama kaygısı ve savunma faşistler ile aradaki sınır çizgisini hem etnik, hem de mezhepsel farklılıkların ortaya çıkmasını da beraberinde getiriyordu, çünkü Maraş katliamı bu ülke ki fay hatlarının ayrışmasını çizmişti. Daha önce yaşanan Kızıldere katliamı ve birbirini izleyen idamlar ve katliamlar ülkenin nasıl bir değişim içinde olduğunu, değişen dünyada roller yeniden oluşturulurken, yaratılan yeni siyasi atmosferde ülkemizde nerede duracağını belirleyen bir dış etkinin ülke içine yansımasından başkası değildi. Kuzeyimizde yer alan ülkenin çıkarı ile okyanuslar ötesindeki emperyalist ülkelerin çıkarları kuruluşumuzda olduğu gibi belirleyici oluyordu. İki kutubun çıkarı bizi olgunlaştırıyor ve verilen role göre haklımız ülke ile birlikte kalıba dökülüyordu.

İran Şahı’nın darbe iktidara getirilmesi ve yenidünya imparatorluğunun oluşum sürecinde bir hareketli fay üstünde oturan ülkemiz, iç dinamiklerinin fay hattının kırılması süreci duvar yazılarında bilinçsizce ortaya çıkmıştır. Kavgaya davet vardır ve o davete riayet edilmişti.

Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar ülkemize krediler açıyor, büyük GAP projesi için temeller atılıyordu. Atılan her temel töreni ülkemiz içinde yeni zenginlerin ortaya çıkmasını ve ekonomimizin daha fazla dışa bağımlılığını artırıyordu. Krediler ile kıskaca alınmış ülkemizin siyasileri hangisi iktidara gelirse gelsin kredi verenlerin lehine ve çıkarına çalışmak zorundaydı. Batıya yönlendirilmiş gibi yapılan balkan devleti Osmanlı devletinin yerini ortağa merkezli bir devlet alıyordu. Bu geçiş süreci darbeleri, binlerce insanımızın kanına ve milyonlarca insanın yer değiştirmesine neden olacaktı.

Çocuktum ama büyükler gibi düşünür ülkenin sorunlarını ve çözüm yollarını üzerimize almış bireyler gibiydik. Bizim tercihimiz olmayan bir duruşun savunucuları ve kavganın tarafı olmuştuk. Bir yanda Türk İslam tezi ile saldıran ve devlet güdümlü ve kontrolünde bir faşist örgütlü güç (kontrgerilla), o örgütlü güce karşı gelen ve savunmak durumunda kalan devrimciler. Devrimciler henüz hazır olmadıkları kavgaya davet almışlar ve kavgada taraf olmuşlardı. Sokaklara hakim olan ülkenin geleceğine dair söz söyleyebileceği günlerde her birimiz kavganın sıcak gündemi içinde olgunlaşıyor ve farkına varmadan sorumlulukların altına giriyorduk. Bizim üzerimizden esen rüzgara karşı direniyorduk, sokaklarımız bizimdi! Bizim olduğunu da yazılarımız ile düşmana belirtiyorduk.

Mahallelerin hakimleriydi sokak yazıları. O yazılara bakılır ve o sokaktan geçilirken sorulacak sorulara, kem gözler ile izleyen gözlere yürüyüş ritminden tutun, her davranış ile yanıt vermek zorundaydınız, çünkü sınırlar sokaklar arasında görünmeyen çizgiler ile oluşturulmuştu.

O dönemde belgesel izleyecek tek kanalımız vardı, o belgesellerden öğrenmiştik sanırım bazı hayvanlar yaşam alanlarını bıraktıkları koku ile belirler ve o alana başka erkeğin girmesini engellemiş olurdu. Giren olursa çatışma kaçınılmazdır. Yazılı duvarlar işte sihirli bir koku salmıştır. O alana başka sol siyaset giremez girerse eğer sol içi çatışma kaçınılmazdır. Daha genelde bu sol içi çatışma güvenli (kurtarılmış) bölgeler içinde olurdu. Sosyal faşistler ile mücadele ettikleri kadar faşistler ile mücadele etmemiş örgütler bile oluştu. Goşistler ile mücadele edildiği kadar faşizme karşı laf söylenmemiştir... Neyse bütün bunların ortasında bir de orta yolcular vardı ki en ağır kavgayı da bu orta yolcular birbirine benzerleri ile yaptı... Pantolon davası faşistlere gösterilmeyen silahların birbirine gösterildiği çatışma sürecidir.

Bütün bu süreçler işte kurtarılmış bölge kabul edilen alanlarda oldu.

Bugün duvar yazılara bakıyorum, bir birinin üstüne yazı yazmalar yeniden başlamış... Kurtarılmış bölgenin çocuklarının canı sıkılıyor sanırım... Kokularını bırakıyorlar... Ama o kokuların olduğu yerde mücadele sonuçta birbirine benzerler benzer propaganda yapmak ve ayrıntıda propagandanın özelliklerini aramak şeklinde...

Duvarlarda sloganların yerini şiir almış olsa güzel kokular yayılsa ne güzel olurdu...

Bugünlerde hayır şiirleri gerçekten ne güzel yarışırdı duvara ama bu güvenli bölgeler dışında olsa... Çünkü güvenli bölgelerin aslında güvensiz olduğunu bir darbe ile bir çok kişi canı ile bir çoğu işkence tezgahlarında öğrendi. Öğrenen acısı ile yaşadı, orada yaşayanlar gecekondularını apartman yaptı...

Hayat bir döngü ise başka şekilde dönsün artık...

İsmail Cem Özkan

12 Şubat 2017 Pazar

Köprüyü geçene kadar…

Köprüyü geçene kadar…

Kitaplarım var ama hiç biri basılı değil, (toplu imzalı olanlar hariç) çünkü hacimli ve birbirinden faklı alanlarda ürün vermişim. İlk oluşturduğum kitabım karikatür alanındadır ve onu kitap haline getirmişim ama henüz baskı yapmamışım, çünkü karikatür satılmaz. Yayınevleri de para almadan kitap basmaz, onu bilen eski ustalarım sponsor bulduğunda hemen kitabını bastırır, üstelik zıtlıkların bir bütünü gibi yansır, kapitalist sistemi eleştirir ama kitabın arkasında sponsor yazar… Önemli olan o ustam için geleceğe meslek adına bir şeyler bırakmak, gazete, dergi sayfalarında yayınlananlar yok olup gitmektedir… Gündemin bu kadar hızlı değiştiği dönemlerde kitaplar gelecek için bırakılmış dip notlardır… Ustamın bu çabasını saygı ile karşılarım, duruş noktası bellidir.

Belediyeler karikatür sergisi yaparlar ama onlarda karikatür için kitapçık, tanıtım broşürü yapmaz, belki de siyasi gündemde kendisine karşı bu yayınladığı eser belge olarak kullanılmasın diye, sadece açılan sergi afişleri kalır…

Karikatür dışında benim öykü kitabım bulunur, yayınevinde yayınlanacak en son kitap olarak durur, belki bir gün yayınlanır… Öykü kitabı da karikatür gibi satılmaz, şiir, öykü kitapevlerinin hiç istemediği ve hacim kaplayan nesneler olarak görüldüğü alandır, satmaz. Satılmayan şeyinde kitap raflarında raf işgal etmesi verimlilik ilkesi gereği zarardır… Adam orada kültür satmıyor ki her hangi bir ticari mal, o da süpermarket mantığı içinde bakmak zorunda, en çok satan en çok yer kaplaması gereklidir… Ticari kurumlar kar zarar mantığı içinde verimlilik esasını uygular. Kitapevlerini eleştirmek kolay ama ticari hayat bu şekilde…

Karikatür dışında görsel alanda ürettiğim afişlerimdir. Son yıllarda afişler ile günlük tutuyorum. Sosyal medyadan da yayınlıyorum. Oradan herkes yararlanabilir ama kronolojik çalışma yapmak isteyenler için biraz karışıktır, kitap olarak çıkarsa elbette bir düzende bir öykü içinde verilecektir… Her afişin, karikatürün bir öyküsü vardır, şiirsel imgeleri içindedir. Şiir, karikatür, grafik bunlar hepsi bir birine akraba alanlardır, öykü hepsini içinde taşır… Seksenli yıllarda Ankara’da Asaf Koçak, Adnan Yücel ve benim Mülkiyeliler Birliği bahçesinde işgal ettiğimiz masanın konusuydu. Asaf, Sivas’ta mızıka çalarken son nefesini verdi, son nefesini verdiği zaman heykelleri ile ilk defa geçinecek kadar elde ettiği günlere denk geliyordu, Adnan Yücel dostum ile Ankara dışında yıllar sonra Almanya’da buluşmuştum, daha sonra erken yaşlarda aramızdan ayrıldı… Şiir, karikatür imgeler bizim dünyamızdı, o sohbetlerin ürünü eserlere da yansıdı, kitap haline gelecek şekilde toparlandı… Kitabı olanın adının olduğu bir dünyada kitapsız biriyim…

Geçenlerde bir arkadaşım siyasetten davran, direkt yazma, konuşma dedi, bende ona dedim ki beni böyle kabul etsinler, basacaklarsa kitabımı benim düşüncemi bilerek bassınlar, ikiyüzlü olamam...

Bir çok yayıncı arkadaşım var, bir çok kitabın kapağını yaptım, yayınevi sahibi arkadaş çevremin geniş olması benim kitabımın basılması anlamına gelmiyor, çünkü ne kadar para o kadar kitap anlayışının hakim olduğu ticari yaşamda, dönüşü olmayan depoda bekleyecek kitap basılmaz… Bazı yayınevleri de ticari kaygıdan daha çok siyasi kaygıları ve parası kendi okuyucu kitlesinde eritebileceği bir hazır etnik pazara sahip. O etnik pazara başka ve farklı görüşün girmesini istemezler. Birbirini besleyen ve destekleyen kitaplar basarlar… Kendilerinin ne kadar haklı olduğunu kanıtlayacak arka zemin oluşturacak kitaplar onların yayın listesindedir ki, benim gibi özgün ve düşünceleri tamamı ile eleştirel konumda olanı istemezler, çünkü benim gibi biri bir düşünceye ne tam biat eder ne de tam uyar.

Özgünlüğüm özgürlüğümdedir.

Özgün olmak ve özgür olmak bir anlamda ekonomik özgürlük demektir. Ekonomik özgür olmayanların siyaset arenasında yeri olamaz, çünkü siyaset, politika para işidir ve parası olan parasının gücü kadar sesini duyurabilir. Siyaset hayat yayın hayatımızdan farklı değildir.

Kitap yayınlamak aslında pazarlamaktır. Yazanın pazarladığı bir dünyada yayınevinin isteği ile ya da kendi verdiği parayı kurtarmak için değişik mecralarda sergi, toplantı, okuma günü, kitap fuarları, kitap satın alan kütüphaneler, kitap eki çıkaran gazete ve yayınevleri ile işbirliği içinde olmayan benim gibi bir üreticinin kitabı sürekli sanal olarak varlığını korur ama kağıt üzerine düşmez…

Para ilişkisi dostlukları ortadan kaldıran, çıkar üzerine kurulu yeni bir ilişkinin doğmasına sebep olur. O ilişki içinde insan ister istemez ilke diye kavramı bir kenara bırakmak zorundadır, çünkü ilişkiler çıkar üzerine kurulur…

Yayınevi sahibi arkadaşlarım bana gel senin kitabını basalım demediği günler içinde “yahu dedim” kendi kendime “o kadar geniş çevrem var, paranın suyu çektiği günlerde vakıflar ile görüş.” Vakıflar değişik alanlarda hizmet veren kurumlardır ve karşılıksız işler yaparlar. Elbette siyasi beklentilerine uygun olanlara yardım ederler. Bu alanda en meşhur olanları Almanlardır ama Amerikan ve İngiliz sermayesinin de azımsanamayacak vakıf işleri vardır. Değişik vakıflar ile görüştüm, birisi kabul etti ama sanırım Trump sonrası değişim onların varlığını sorgular kıldı ki bana dönüş yapamadılar... Bakalım vakıf adına iş yapanlar ne zaman dönüş yapacak?

Köprüyü geçene, meşhur olana kadar ayıya ‘dayı de’ mantığı içinde olmuş olsaydım bugünlerde farklı şeyler yapıyor olabilirdim. Çünkü popüler kültür yayın dünyasında böyle olanaklar yarattı, sipariş ile yazdırılan kitaplar, sipariş işi proje içinde yayınlanan broşürler, kitapçıklarda imza karşılığı para almalar…

Dünya değişmektedir, değişimin yaratmış olduğu büyük kırılmaların yaşadığı zaman diliminden geçmekteyiz ve hayata bakışıma uygun düşüncelerimi durduğum yere göre yorumlayan köşe yazıları yazıyorum. Köşe yazılarım birilerini kollayan ve onu görmezden gelen içerikte değildir. Çünkü köprüyü geçerken ayıya ayı diyorum, onu görmezden gelmiş olsam hayata bakışımda bir şeyler eksik olacaktı, çünkü dünyanın değişiminde önemli figürlerden birini yok saymak hayata bakışını topal bırakır ki, ülkemizde muhalefet ne yazık ki çok şeyi gömemezden gelerek çıkarlarına göre davranış içinde olduğu için gerçek anlamda muhalefet hareketi yaratamadı. Son otuz yılda muhalefetin neden çapsız olduğunu sorgulamayanların projeleri çıkar gereği yapılması gereken ve aktivistler ile hayata dokunulduğunu dillendirilir. Projeler ve aktivistler muhalefetin ehlileştirilmesinde kullanılan sadece araçlardan bir kaçıdır ve ekonomik temelleri tartışılmayan her girişim birilerine hizmet eder.  

İlkelerin hakim olmadığı bir alanda ben hala ilke diye tutunmayı bıraksam mı?

Özgünlüğün özgürlük olmadığını gelinen bu süreçte görmüş bulunuyorum…


İsmail Cem Özkan