25 Şubat 2017 Cumartesi

Arap sermayesi geldi!

Arap sermayesi geldi!

Sermaye bir yere girdiğinde oranın dokusunu bozar, çünkü yağmalamak için oradadır. Oradan elde edeceği artı değeri kendi kasasında biriktirir ve yeni emperyalist politikalar için oradan elde ettiği birikimi kullanır. Sermayenin olduğu yerde tüketim kaçınılmazdır, hem emeği, hem doğayı hem de var olan tüm değerleri tüketir. Sermayenin o yüzden ne ulusu ne de coğrafyası vardır, her yerde benzer özelikleri ile varlığını korur. Ama sermaye aynı zamanda çok kurnazdır, çünkü kendisini daha güçlü kılmak için yerel işbirlikçileri kendisine kapı kulu yapar ve onlar üzerinden rakip gördüklerini yok etmek için gizli bir savaş yürütür.

Bizim ülkemizde sermayenin serbest dolaşım hakkı ulus devletin temeline 24 Ocak 1980 günü alınan karar ile çakıldı. İlk çatlak böyle oluştu ve o alınan kararların uygulanabilmesi için 12 Eylül kaçınılmazdı. Kaçınılmaz olan darbe bir sabaha karşı radyolarda marşlar çalması ile başladı ve o dönemin tek kanalından generaller konuşarak ülkenin gidişatına el koydular. O el koyma aslında büyük bir rota değişikliğinin habercisi olduğunu o anlayamamıştık, çünkü sıcak iç savaş koşullarında insanlar bu darbeye bilerek ve açıkça hazırlanmıştı ama ona direnecek örgütler ne yazık ki hazır bile değildi. Darbenin ayak seslerinin yerini panzer sesleri aldığında bile direniş yapması gerekenler bir biri ile çatışıyor, ‘pantolon kavgasını’ nasıl önlerizi konuşuyorlardı.

Panzer bir çok direnişçiyi yanımızdan aldı, yaratılan suçlara suçlu bulunması ve davaların çözülmesi için işkence tezgahları genişletildi, en ufak direniş noktasında bile okullar işkence tezgahlarının mekanı oldu. İşkenceler ile olayların failleri yaratıldı, bu sayede olaylar işkence tezgahlarında üstleri örtüldü. Birçok insan işlemediği, hiç bulunmadığı olayların failleri olarak ekranlarda, gazetelerde fotoğrafları yayınlandı, geriye dönüşü olmayan bir şekilde tüm direnlerin, potansiyel olarak direnebilecek olanların üstünden panzer, işkencedeki tazyikli su, Filistin askısından geçerken, toplum sessizce yeni rotasına yani Ortadoğu ülkesi olması yoluna girdi. Siyasi iradenin iradesi başka ülkelerde “bizim çocukların” başarısı için şampanyalar patlatılıyordu.

24 Ocak karalarında ulus devletin korumacı gümrük kapıları açılacaktı. Dışarından her türlü mal ve şirket ülkemizde serbest dolaşım hakkına kavuşacaktı, devlet küçülecek, devletin vermiş olduğu hizmetler özel firmalar ve kişilere devredilecekti. Alınan kararlar hemen uygulamaya kondu, çünkü dünya yeni sistemine kavuşuyordu ve bizlerde yenidünya düzeninde bize verilen rotaya hemen uyum sağlayacaktık. Yenidünya düzeni dedikleri bizim için ‘yeşil kuşak’tı…

12 Eylül günleri ile birlikte hayatımıza birden Rabıta diye bir şey girdi, arkasından Arap sermayesi değişik isimler ile ülkemizde şubeler açtı... Bugün de o şirketler faaliyetlerine devam ediyor, hatta ülkemizin en büyük bankaları Arap sermayesi ile faizli bankacılık yapmaya devam ediyor...

Peki, bu tesadüfen mi oldu?

Elbette değil, Suudi Arabistan’a yeni bir rol verilmişti, Petrolden ettiği gelirleri kontrollü bir şekilde kara paranın cirit attığı alana kaydıracak ve orada yine kontrollü bir şekilde Yeşil Kuşak içinde ki ülkelerde İslam temelli örgütlenmelere ayrılacaktı.  Bahane her zaman vardı, komünizm. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi bu yol için fırsat olmuştu. İkinci dünya savaşı sonrası kurulan iki dünya arasında ki tampon ülkelerde yeni bir sürecin de ilk işareti o işgal ile ortaya çıkmıştı. Petrol önemli bir silaha dönmüş ve silahı elinde bulunduranların gündemi dünya gündeminden uzaklaştırılacak ve bu sayede onlar kendi sorunları ve savaşları ile ilgilenirken dünya yeni rotasına krizler ve girdaplara girmeden atlatılacaktı. Plan böyleydi ama evdeki hesap çarşıya her zaman uymaz… Carter başkanlıktan uzaklaşması gerekliydi ve o uzaklaşmada İran’da işgal edilen konsolosluk sağlayacaktı.

Sinema oyuncusu ve arkadaşlarını “komünist” diye ihbar etmekle tanınan Reagan yeni bir rolü beyaz perdede oynamayacak tersine Beyaz Saray’da (White House) sahneye koyacaktı.

Reagan başkan olur olmaz Suudi Arabistan eli ile sermaye komünizm ile mücadele eden Taliban, El Kaide gibi CIA denetiminde Arap sermayeli bir örgütlenmelere akmaya başladı. Petrol sermaye için akarken para da CIA eğitimli Gladiyo’lara akıyordu!

O döneme kadar Filistin mücadelesi FKÖ altında tek bir merkezden yürütülürken HAMAS aldı yapı ile ikiye ayrıldı. Müslüman Filistinliler kendilerini Hristiyan ve laik Filistinlilerden ayırdı. Bunun da sermayesinin İsrail’den çıktığı bilgisi ortalıkta uzun süre dolaştı ama ben İsrail ile Suudi sermayesi arasında büyük fark görmüyorum, çünkü büyük birader Amerikanın çıkarlarına uygun hareket etmişlerdir.

O dönemde bu işleri perde arkasında suflör vererek yöneten Bush ailesi olduğu yıllar sonra ortaya çıktı, görünürde bir sinema artisti başkan, arkasında Bush!

Bush ailesi baba ve oğul amerikan siyasi yaşantısına yön verirken aslında dünyayı da değiştirdiler... Carter İran yenilgisi ile içe kapanan Amerika, Bush’un perde arkasında tam etkili olmaya başlaması ile ve üzerine oynadığı figürlere istediği hamleyi yaptırarak dünya üzerinde sert esecek yeni rüzgarında kaynağı olan ideolojiyi (projeyi) hayata geçirdiler. 

Saddam ABD için çok önemlidir, çünkü onun sayesinde liberal ekonomi politikası ve ulus devleti ortadan kaldırma operasyonu meşru zeminde sorgulanmadan kabul edilmiş ve sosyal demokratlarda bu sürece yedek değnek ya da baş rolde gibi gözüken katkıları ile dahil olmuştur. İran devrimi güya Amerika’ya karşıdır hatta konsoloslukta rehin tutunmuş vatandaşları vardır ama Amerika Irak'ı İran’ın üzerine saldırtarak İran devrimini yön değiştirmesine ve Humeyni rejimin oturmasına yardım etti.

O olaylar olurken ülkemizde de değişim olmakta ve bizler hızlı bir şekilde Ortadoğu çöllerine iteklenirken bu işi araştıran Uğur Mumcu nereye çomak soktuğunu tam anlayamadan öldürüldü. Üstelik İslam patenli bir örgüt tarafından...

Arka arkaya laik aydınlar seri cinayete kurban gitti, tetikçileri farklı da olsa...

Ulus devleti çökerken bizde birden özelleştirme furyası başladı ve Arap sermayesi ile yeni Ortadoğu lideri bulundu ve çıkarıldı...

Bugün Bush’ların yarattığı politikanın sonucunu yaşamaktayız...

Ulus devleti çöktü, yerine konacak herhangi bir sistem henüz tam olarak hayat bulmadı. Küresel liberalizmin dünyada ki temsilcilerinden Soros ve benzerleri Amerika’da yapılan başkanlık seçiminde kaybettiler, çünkü kendi sonlarını bilmeyerek hazırladılar. Soros karşısında duran bir sermaye grubu dünya imparatorluğunu Amerika devletinin olmasını istiyor, kısaca diğer ülkelerin sermaye grupları ile paylaşmak gibi niyetleri yok!…

Küreselleşme hakları fakirleştirdi, örgütsüzleştirdi, bireyselleştirdi ve var olan tüm değerleri yok etti, değiştirdi… Toplumlar atom çekirdeği gibi parçalanırken, yeniden bir arada olmanın koşullarını ortadan kaldırmaları sermayenin daha rahat ve sorunsuz hareket etmesine olanak sundu. Fakat bu ister istemez kürselleşme karşıtı hareketin de doğmasına ve güçlenmesine sebep oldu, küreselleşme anlatıldığı gibi pembe bir dünya yaratmamış, var olan ülkelerin de parçalanmasına sebep olmuştur.

Amerika’da son yapılan seçimde Trump’in iktidarı alması tesadüfi değildir, çünkü işyerini kaybeden işçiler, emekçiler örgütlü yapılarını kaybetmişler ve çaresiz kalmıştır. Eskiden işçilerin yoğun olduğu ve şimdilerde işsizliğin hakim olduğu yerlerde Trump beklenenin de üstünde oy aldı. İşçiler sağcı bir lideri ırkçı olduğunu bile bile seçti. İş yeri yoksa işçi sınıfı da yok! “Önce Amerika, önce Amerika işçisi” diyerek iktidara gelen Trump söylemde popüler ama uygulamada daha da karanlık noktaya taşıyacak yeni bir sürecinde başlangıcını da sembolize ediyor.

Trump dünyada ırkçılığın ve faşizm dalgasının aynı zamanda istihbarat ve ordularında önemini artıran bir süreç yeni rekabet koşullarını da açığa çıkarmış konumda…

Peki, Trump Bush’ların ortaya koyduğu liberalizmi rafa mı kaldırıyor?

Hayır, kaldırmıyor! Sadece kendi ülkesini dünya imparatoru ilan ediyor, “ya biat edecekler ya da hışmımızın altında ezilecekler” diyebilecek kadar açık sözlüdür...

Amerika için kürselleşme kendi ülkesini koruyan ama diğer ülkeler için devam eden bir süreçtir… Bizim açımızdan değişen bir şey yoktur, sadece algı ve tepki konusunda biraz sert dönemeçler yaşayabiliriz…

Ulus devlet yok, bugün elinizdeki arsalar ve evlerinizde borsada alınıp satılacak yasal düzenleme yapılıyor... Yanisi bu ülkede yaşayanların elinde hiç bir güvence kalmayacak, Amerikalı gelip borsadan istediği arsayı, evi, bölgeyi alıp, taşeron işçiler, işbirlikçi sermaye ile orayı kendisi için verimli hale getirebilecek...

12 Eylül ile birlikte ülkemize Arap sermayesi geldi, halen de gelmeye devam ediyor. Var olan tüm alt yapımız şimdilerde Arap sermayeli ama farklı sermayelerin karmaşık ilişkisi içinde el değiştirmiş durumda. Ulusal bankalarımızın isimleri değişmekte, devlet olanakları ile yaratılan tüm değerlerimiz özelleştirme adı altında ya tamamı ile ortadan kaldırılmış ya da isim değiştirerek (şimdilerde fon adı altında) yaşamaya devam etmektedir… Ülkemizde henüz siyasi kadrolarımız bizim ülkenin insanı ama onların da ne zaman özelleştireceği ya da kayyum ile ortadan kalkacağı meçhuldür… Gerçi küreselleşmede ulus devleti ortadan kalktığına göre ulusal meclis ve idarelerinde olmasına gerek yoktur! Ama elbette bunda söz karar hakkı bizde değil, sistemden yararlanan sermayenin kara vermesi gerekmektedir.

Değişim kaçınılmazdır ama ona karşı dirençte kaçınılmazdır ama esas görev; tüm bu yaşanan girdabın/kaosun dışına çıkıp farklı bir dünya yaratmak.


İsmail Cem Özkan  

22 Şubat 2017 Çarşamba

Torba içinde muhalefet!

Torba içinde muhalefet!

Torba yaşantımıza ne zaman dahil oldu bilemiyorum ama torba yasalar ve torba içine sıkıştırılmış kafalar 12 Eylül sonra yaşantımızın bir parçası oldu. 12 Eylül ile başladı ilk torba uygulamalar, gerçi onu yaratan 24 Ocak kararları bir torba yasa olarak hayatımıza önceden girmişti. 24 Ocak kararları yaratanlar dört eğilimi 12 Eylül sonra partisinin çatısı altında toplayacak ve yeni liberalizmi öğrenenler torba ihalelerden pay kaptıkça kendileri o dönemin çizgi film kahramanı gibi değişmeye başladı. Değişim kaçınılmazdır ama değişen yaşama uyum sağlamak maharet ister…

Dik duranlar ve direnlerin ezildiği ve kanları ile toprağın sulandığı bu diyarlarda krallar, padişahlar, liderler ve onlara hizmet edenler katil olmalarına rağmen tarih sayfalarına kahraman olarak kayıt edilmiştir. Mazlumlara bir mezar taşı bile çok görülürken katillere türbeler yaptırılmıştır.

Bu ülkenin tarihi içinde birçok kanlı olay bu topraklarda olmuştur, dışarından gelen istilacılar bu ülkenin dokusuna uyum sağlayarak erimiş ama iktidar gücünü kullanmaktan geri durmamışlardır. İktidar için halkına güvenmeyenler her daim baskı rejimini sürekli kılmış olmalarına rağmen Köroğlu’nun direnç şiirleri ayakta kalırken onlar yok olup gitmiştir. Tarih bize birçok konuda fısıldar ama ona kulak kabartmayanlar ancak yeniden yeniden o baskı rejimlerin yaratmış olduğu girdabın içinde olmaktan da geri duramazlar…

İktidarlar ders almıyor ama onun ezdiği mazlumlar da bu tarihin olaylardan ders almadığını görmekteyiz, çünkü tek bir güç olarak ezenin karşısında durması gereken mazlumlar binlerce parça halinde demir ökçenin altında yerlerini almaktadır.  Her birimiz üzüm bağlarıyız, ezildikçe şaraba dönüyoruz ama şarabı ezilen değil ezenin sofrasında neşe veren bir kaynağa dönüşüyor.

Ülkemizde ezenin sofrasında şarap olmak isteyenlerin oluşturmuş olduğu bir atmosfer torba yasaların ve liberalizmin hayatımızın vazgeçilmezi olduğu günlerden bugüne kadar geçerliliğini koruyor.  Torbaya doldurulmuş olanlar torbanın sahibine her türlü hizmet erken, kendileri de bu sistemden yararlanmaya devam ediyorlar. Torba içinde yer alan dört eğilimin en uyanıkları bu sistemden daha fazla faydalanma ve kişisel hırsları ve yaşam kalitesini daha üste taşıma adı altında arkadaşının üstüne basarak ve geçmişte elde etmiş olduğu değerleri birer metaya dönüştürenler kısa ama zevkli yaşamlarına dönerek başladıklar. Bir kere bu projenin içinde yer alanlar girmiş oldukları torbada oluşan girdabın da bir parçası oldular. Oluşan girdap ile dönenler her zaman kendilerini haklı ve üstün görme egolarının eşliği ile hayata tutunmaya çalıştılar. İktidardan yaralanmanın sadece iktidarda olmak anlamına gelmediği, iktidarın lehine muhalefeti örgütlemek olduğu da kısa zamanda proje yapanlar tarafından dikte edildi ve hem muhalif gibi gözüken hem de iktidar lehine çalışan torba içinde yer alanlar kısa zamanda kendilerine liberal demeye başladılar. Çünkü liberal söylem onların duruşunu tanımlamaya yetecek kadar veri sunmaktaydı. Liberalizm önceleri ürkek, daha sonra yüksek ses ile söylenen ayrıcalıklı bir zümreyi tanımlamak için kullanılır oldu ki, liberallerde homojen değildi, geçmişleri farklı, farklı siyasi yapılardan gelenlerin tek buluştuğu alan paradigmalarının onlara gösterdiği hedeflerdi. Çıkarlar heterojen olanları da homojen göstermeye yetiyordu. Kürt sorunu bu parçalı yapıları bir çatı altında toplamak için en uygun şemsiye görevi görüyordu, ki şemsiyenin üstü de içinde bulundukları torbanın bezinden oluşmuştu.

Muhalefet olmak demek dinci ile kola kola, el ele poz verip, basın toplantıları düzenlemek, onlar ile birlikte projeye uygun sorunlara özüm aramak ve onların oluşturmuş olduğu birlikler ile demokrasi ve özgürlük şovları yapılır olmuştu. Hem iktidarda yer alanlar hem de muhalefette yer alanlar bir platformun parçası olmuşlardı. Bu arada projeler için bütçeler oluşmakta ve bütçelerden birileri finans edilirken o projeden etkilenenler yeni bir tanımlamaya tabi oluyorlardı: aktivist! Aktivistler profesyonel olmayan gönüllüler profesyonellerin amaçları yönünde sokaklarda eylem yapar konuma getirilmişti. Sol geçmiş ile de bağlantı kurularak geçmişin devrimcilerin yöntemleri söylemleri ile aktivistlerin sesi daha çok duyulması için medya ayağı da sağlanmıştı. Uluslararası kurumların Türkiye şubeleri kıyafetleri ile birçok alanda aktivistler sokaklarda dergi abonesi yapmak için ellerinde tutukları herhangi bir şey ve önlükler ile görülür olmuşlardı.

Torba içinde sağın ve solun karışımı ile dinci bir iktidar için zemin oluşturma süreci 12 eylül ile start verilmiş olsa da zaman içinde buna içinde bulundukları torbanın dokusuna uygun olarak kılık kıyafet biçmişlerdi. Her aktivist dolaylı ya da direkt olan gelmekte olan karanlığın gönüllüsü olmuştu. Bu sürece liberalizm dünya görüşüne uygun sağ ve sol geçmişi olanların oluşturmuş olduğu inisiyatifler hayatın içinde yerini almıştı. Hatta 12 Eylül sonrası kurulan tüm partiler bir projenin bir parçası olarak gözyaşları içinde kuruluyor ve geçmişe doğru göndermeler olan yeni söylemler içinde birlikler kuruluyordu. Halkın çıkarı her şeyin önünde diyerek örgütsel çıkarları küçümseyenler örgütü halktan kopuk bir şey olarak sunmaya başlamışlardı. Örgüt yeni dönemin öcüsüydü, çünkü 12 Eylül öncesi örgütlü olanlar hem kendileri hem de çevreleri acıların kaynağı olarak gösterilmişti, üstelik bu bilinçaltına doğru işleyen söylemler eşliğinde geçmişte örgütlü olanların tavırları ile işlenmişti.

Bu sürecin sonunda bireysel tutum muhalefet olsun da her biri ile dayanışırım ya da iktidara hizmet eder iktidarın olanakları içinde olan projelerden olabildiğince yararlanırım diyen bir mantık günlük yaşantımızın doğalı oldu. Bütün bu sürecin sonucunda elbette Taraf gazetesi oluşması kaçınılmazdı, daha önce denenmiş ve “Halkın Gazetesi” olarak sunulan deneylerden elde edilen sonuç orada yetişen sağ, sol, liberal, dinci bireylerin daha rahat ve net olarak ifade edebilecekleri bir siyasi atmosfere uygun medya ayağı kaçınılmazdı.  Taraf bir ihtiyacın sonucunda geçmişte muhalif olan ama Özal dönemi ile birlikte geçmişin üzerine sünger çeken bir muhalifin geçmişin acılarını yaşayan çocukları üzerinden bu soyut süreç somutlanacaktı… İkinci cumhuriyet söylemi bazı liberallerin söylemiydi ama arkasında yer alan hesaplaşma her birinin niyetiydi. Geçmiş ile hesaplaşmak yüzleşmenin önünü almıştı.  Taraf Gazetesi ile birlikte kendilerinin duruş noktasını iyi tespit edememiş olanlar, ‘muhalif’ diyerek, gazeteye maddi - manevi yardım edenlerin kafasında ‘vuruyor, üstelik iyi vuruyor’ diyerek onlar ile birlikte tüm değerleri ayaklar altına aldılar… Geçmiş ile hesaplaşıyorduk!  Ulusal devlet bu ülkeye pranga olmuştu ve tüm öteki kültürleri yok etmiş ve zenginliklerini yağmalanmıştı… bu süreçte geçmişte kuyruk acısı olan olmayan herkes bu sürecin bir tarafı olmaya zorlanmıştı. Söylemler radikal ve akla yakındı… Ve solcu olmanın şartı gibi algılanıyor onlar gibi vurmaya çalışıldı. Kürt sorunu konusunda da aynı tutum içinde oldular... Yeter ki muhalefet olsun diyerek... Ülkenin aydını olarak kabul ettiklerimizin, sürgünde ömrünü tamamlamak üzere olanların bir bölümü bu mantık içinde her türlü liberal, etnik, diaspora… sempati besleyenler mantıklı- mantıksız ve akla doğru gelip gelmediğinin önemi olmadan gazete içinde seslendirilen çuval içindeki görüşlerin ve önerilerin yanında yer aldılar... Sırf muhalefet olsun, sırf marjinal olsun diyerek... Gazete sayfasında yer alamayanlar dinci medyanın içinde kendilerine verilen köşelerde sol geçmişe ve ateist olduğu bilinenleri ihbar etmeye kadar işi ileriye taşıdılar. Hatta bir bölümü dinciler ile birlikte kol kola el ele toplantılar düzenledi.. Dinciler ile birlikte aynı gazetenin sayfasını paylaşmaktan tereddüt bile etmediler, sırf muhalif gözüktükleri için... Amaca giden her yol mubah diyen dinciler ile aynı görüntü çizdiklerinin farkına bile varmadılar, çünkü muhalif olmak ve muhalefete kalmak her muhalif gözüken ile dayanışmak ve aynı zeminde olmak olarak algıladılar.

Ülke uzun süredir torbalar ile idare ediliyor... Torba yasalar, torba medya, dört eğilim bir yerde toplanma alışkanlığı 12 Eylül ürünü olduğunu gözden kaçırdılar ve o ürüne gönüllü katıldılar...

Bugün de muhalif medya diye kurulan tüm medyalara bakın bu dört eğilim iktidar gibi yan yana, sayfa sayfa bakıyor... İktidarın gölgesi olan bu anlayış sadece iktidara dolaylı veya doğrudan destek vermiştir...

Kendi duruşunu netleştiremeyenlerin bir çuval içinde kendisini tarif etmesi bu döneme uygun bir süreçtir...

Muhalefet, eğer iktidarın yan değneği ise o ülkede iktidar her daim güçlü olarak kalır...

Bir çuval içinde muhalefet yaptığını düşünenlerin temel sorunu ideolojik alt yapılarının yeteri kadar olmaması ve hiç bir zeminde kendisini ifade edebilecek kadar o zeminde kalmamasıdır...

İsmail Cem Özkan