4 Mart 2017 Cumartesi

Ayrılık

Ayrılık

Bir yıl 12 gün pardon 13 gün sonra bir telefon ile başlayan ayrılığın ilk buluşması Behiç Ak kaleminden Semih Çelenk sahneye uyarlamasından ve de Sevinç Erbulak, Fırat Tanış yorumuyla Tiyatroevi tarafından seyirci ile buluşturulmuş bir oyun… oyun dediğime bakmayın, performansı yüksek, bir birini tekrarlayan cümleler o kadar iyi telaffuz ediliyor ki sanki bir tekerleme oyununda o tekerlemeyi en iyi kim söyleyebilir yarışmasını heyecanı içinde sürükleyici bir güldürü… Zaman, mekan, coğrafya yoktur, her hangi bir yerde, her hangi bir ülkede, modern yaşam denen aile yaşantısının bizim yüzümüze bir balon gibi çarpması ve o çarpmanın etkisi ile kahkahalara boğulmamız.

Oyunun konusu basit, sıradan hatta amerikan dizilerinin ve son dönem oda tiyatrolarının izlerini taşıyan modern bir ritm içinde. Kara mizahın bol bol oyun içinde kol gezdiği, zıtlıkların aslında bir arada tutan şeyler olduğu, benzerliklerin ise ayrılık sebebi olduğunu bize fısıldayan oyun…

Sevinç Erbulak bu oyunda kendisini sahnenin doğal bir parçası yapmış, ayrılmaz bir bütün, sahne içinde sanki seyirci yokmuş gibi özgür ve konuşması ile mükemmel bir şekilde kelimeleri telaffuz etmesi ile benim gözümde öne çıkıyor, sanki Fırat Tanış’ı omzuna almış taşıyor gibidir. Fırat Tanış her ne kadar başta biraz daha yapay gibi dursa da zaman içinde o da Sevinç Erbulak’ın ritmine ayak uydurup oyunu muhteşem bir seyirlik haline getiriyor. Oyun hem seyirlik açısından hem de komedi alanında övgüye değer…

Sahne iki işçinin bir kutu halinde olan sahne ekipmanlarını sahneye dağıtması ile başlar. Her ne kadar oyun iki kişilik gibi gözükse de perde açılmadan önce sahnede iki işçide bulunmaktadır. Onlar arabesk müzik eşliğinde sahneyi düzenler ve oyunculara hazırlarlar, bu arada salon tıklım tıklım seyirci ile dolar, gelmeyenlerin yerleri kapıda bekleyenler tarafından hemen doldurulur ve sahne tam zamanında bir elektrikli süpürge ve günlük sabah kıyafetleri ile bir kadının (Sevinç Erbulak) sahne alması ile başlar… siz bakmayın afişlerde ve tanıtım broşüründe belirtilenlere oyun aslında dört kişilik! Hatta bu işçileri oyun bittikten sonra salon boşalırken sahnede görmeyi çok isterdim, eşyaları toplayıp yeninden kutusuna koyarken seyirciler salonu terk etmesi…

Bir yılı biraz geçe boşanmış iki insanın birlikte yaşadıkları evde buluşması ile başlar, tesadüfi değildir, planlıdır. Kapının önünden telefon edilir ve zor ya da gönüllü olarak eve kabul edilmesi, evde evlilikleri ve ilişkileri sırasında ilişki içinde oldukları insanları da içine alan bir sosyal eleştiri ve ironiler ile dolu uzun bir sohbete adım atarlar… Arada tartışırlar ve tartışmanın ne kadar anlamsız olduğunu beraber kabul ederler, esas fikir birliği her ayrılığın aslında bir çok ayrılığın tetikçisi olduğu ve kelebek etkisi gibi ailelerin dağıldığı fikrinde buluşurlar… Evliyken karşı oldukları ne varsa ayrılık sonrası karşı olduklarını yok sayıp birlikte yaşamak için olanak yaratma amaçlı sanki değişim yaşadıklarını bir birilerine anlatırlar. Alkol ve sigara kullanan alkol ve sigarayı bırakmak gibi alışkanlıklarını değiştirmiş… Aslında o bir yılı biraz geçen buluşma ayrılık değil birleşmek içindir, fakat bu kadın tarafından bilinmemesine rağmen erkeğin istemi ve yönlendirmesi bunda etkili olacaktır.

Elbette benim algılarım ve duruşum noktam sahneye bakış açımı etkilemektedir. Beklentilerim ve aldığım mesajlar bireyselleşen insanın bireyselleşmeden kaynaklanan sorunları içinde toplum içinde yok olmasını aile içinde parçalanmasını gördüm. Yaşadığımız çağa ve döneme yönelik direkt hiçbir mesajın olmadığı ama eğlenilecek ve bol kahkaha atılacak bir oyunu kaçırmayın derim.

Şimdi birazda teknik bakalım olaya, sahne düzenlemesi ve tasarımı bu oyun için mükemmel diyebilirim. Oyuncular çok rahata hareket ederken izleyicilerin gözünde şu da fazlalık diyeceği herhangi bir meta sahnede yoktur. Işık sabittir, değişik sahnelerde çıkıldığı için olsa gerek sabit bir ışık ile oyunun başından sonuna kadar gidilmiştir, sadece bitiş anında ışık hafif kararır… Yönetmenin tercihi sanırım işin pratik olarak kullanılması açısından tercih edilmiş… İyi de yapmış, çünkü oyuncular ışık, ses gibi önemli etkenleri oyunculukları ile ortadan kaldırmış, devleşmişler sahnede… Aslında bakarsanız müzik seçimi ve ses tonu beni hiç rahatsız etmedi, elbette bunda salonu dolduran seyircilerin her espriye kahkaha ile verdiği yanıt olsa gerek…

Oyunculukları üzerine yukarıda değindim, bu oyunda Sevinç Erbulak gerçekten oyunun doğal atmosferini oluşturmakta ve salonu en iyi şekilde kullanmaktadır. Telefon görüşmesinde telefon sesinin yüksekliği altında telefondaki sesi tekrarlaması salonda yok olup gitmesinin en büyük sorumlusu ses düzeyinin yüksekliği ile uğraşanın tercihi olduğunu kısa zamanda anlıyoruz. Neyse ki o sahne çok kısa sürüyor… Fırat Tanış gibi tecrübeli bir oyuncu Sevinç Erbulak performansı karşısında dik durmayı bildi ve onun ile aynı düzeyde ve seviyede oyuna katıldı… muhteşem oyunculukları ile bol alkışı hak ettiler ve de aldılar.

Son söz der eski yazar üstatlarım, ben de son söz olarak fırsatı olanlar gitsin, görsün, bu karanlık zamanda kahkahalar ile sıkıntılarından kurtulsun. Eğlenceli, neşeli ve o kadar da tiyatroyu birlikte yapmanın ne kadar güzel olduğunu seyirci olarak katılarak yaşayarak tiyatro salonunda çoğalsınlar…

İsmail Cem Özkan

Ayrılık

Yazan: Behiç Ak
Yönetmen: Prof. Dr. Semih Çelenk
Oyuncular: Sevinç Erbulak ve Fırat Tanış
Sahne tasarımı: Başak Özdoğan
Işık tasarımı: Emrah Sürücü
Müzik: Ebruli Muharrem

Dağılanlar yan yana gelememiş…

Dağılanlar yan yana gelememiş…

12 Eylül süreci ve sonrası ülkemizin sol tarihi açısından olumlu gitmemiş, çünkü 12 Eylül sabahı başlayan süreç önceden tahmin edilmiş olmasına rağmen, örgütler bir arada mücadele yerine ayrı ayrı düşünmeye ve kendisince çözüm yolları aramalarına neden olmuş. Elbette bunda en büyük etken örgütlerin 12 Eylül öncesi bir birileri ile rekabeti ve güvensizlikleri yatmaktadır. 12 Eylül’de yaşayan yapıların liderleri 12 Mart darbe ortamını büyük çoğunluğu içeride geçirmiş olmalarının getirmiş olduğu sanırım bir öngörü ile “bizler birkaç sene yatar çıkar ve yeninden yolumuza devam ederiz” mantığını kendilerine siper etmişler gibi, bugünden o günlere bakınca öyle okuyorum…

Ülke bir bütün değildir, tek millet söylemi, tek dil, tek vatan, tek eğitim, tek ordu, tek merkez mantığı ile ulus devletinin anlayışı 12 Eylül sonrası kazanılmış tüm hakların yok sayılması ve yeniden haklara biçim verilme sürecidir. Kısaca 12 Mart’ta olduğu gibi büyük gelen elbise biraz küçültülmemiş, aksine tüm elbise yırtılmış yeni bir elbise ülkeye giydirilmiştir. Ülkenin o güne kadar ki klasik ulus devlet refleksi ve kuruluşundan itibaren verilen rolleri değişmektedir. AB yolunda ilerleyen ülkenin yeni rotası ılımlı İslam ve Kuran’ın siyasi liderlerin ellerinde meydanlarda gösterilmesi üzerine kurgulanmıştır. Akla değil duyguya, inanca hitap eden yeni siyasi anlayışa uygun siyasiler meydanlarda yerlerini almıştır. 24 Ocak’ta başlayan liberal ekonomi 12 Eylül ile tüm kararları uygulamaya konulmuş ve yenidünyanın yeni rotasına otururken ülkemizde ona uygun bir siyasi gelişmeye kapılarını ve gümrük kapılarını açmıştır. (korumacı ekonomiden liberal ekonomiye geçiş.)

Yenidünyanın ülkemizdeki sözcüsü ve lideri Özal’dır, her ne kadar darbeyi generaller yapmış olsa da. Özal liderliğinde ülkemizin o güne kadar tüm alışkanlıkları ters yüz yapılacak, üretim yerine tüketim, parası olan parası olduğu kadar tüketim üzerine kurgulamıştır. Ülkemiz tarım ülkesi olmasından sanayi ülkesi olmasına sıçrama yapması gereklidir ama sıçrama yapamayınca sanayiye yeni katkı yapmak yerine tarımı öldüren karar alınmış ve şehre göç bu yeni sürecin tipik karakteristik özelliği olmuştur. Ekonominin varoşları bankerler o dönemde ortaya çıkmış ve bankerlerin varoşlarda yaşayanların yastık altında birikmiş birikimleri piyasa koşullarına sunması ve yüksek faiz politikalarının gerçeklere ile uyuşmaması sonucu arka arkaya batmış ve mağdurluk ilk defa kitlesel boyuta siyasi bir rant alanına dönmüştür. Bankerlerden sonra bankaların aynı politikanın sonucunda birleşmesi veya el değiştirmesi ile uluslararası sermayenin ülkemiz içine borsa aracılığı ile girmesi ve yurtdışında alınan inşaat ihaleleri ile yeni zenginler yaratma koşulları oluşturulmuştur. Yeni zenginler sanayi alanından daha çok hizmet alanında ortaya çıkıyordu ki doğaldı. Yeşil kuşak projesine uygun olarak ülkemize yeşil sermaye girmesi ve İslam ülkelerinin ihalelerinde inşaat firmalarının boy göstermesi bu sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ilımlı İslam, Suudi sermayesi tetikçileri finanse etmek için o yıllarda İslam ülkeleri içinde Rabıta adı altında (İslam Bankacılığı) yayıldığı yıllardır. İran devrimi İslam devrimi olarak oturmuştur. İran’ın Irak ile savaşı iç dengeler için çok önemlidir ve savaş bahane edilerek tüm muhalifler ortadan zor ile kaldırılmıştır. Reagan ve Thatcher dünya siyasetinin yeni rotasını devleti küçülterek ya da başka değim ile ulus devletinin tüm kazanımlarını sermeye lehine ortadan kaldırarak yeni bir küresel sistem arayışına giriyordu...

Dünya sisteminin ve kapitalizmin çıkarı için üretimden tüketime evrildiğimiz zaman diliminde Ortadoğu ülkesi olmak için küçük ama emin adımlar ile siyasi yaşantımız çalkantılar içinde geçti. Sol yenilmiş, üzerinden panzer geçmişti. Bir bölüm solcu tek tip kıyafet içinde boyun eğerken bir bölümü direnişi seçmiş ve cezaevleri ülkenin gündemini belirler olmuştu. Ölüm oruçları, intiharlar ile başlayan bir süreç en son yapılması gereken eylemleri en başta yapanların belirlediği ve etkin olduğu süreç aynı zamanda Kürt sorunun daha sıcak ve Ortadoğu ülkesi için gerekli ortamı yaratıyordu. Özal, Kürt sorunu kısa sürede çözeceğini ilan ederken sorunu yaratanlar ile hesaplaşmıyordu. Popüler söylem onu sanki süresiz koltuğa bağlamış gibiydi… Mağdurluk ve popülizm artık eşitlenmiş ve siyasi geleceğimizi belirleyen önemli siyasi argümanlar olacaktır. 12 Eylül’de içeriye alınan liderlerde zaman içinde bu söylemler ile mecliste yerlerini alacaklar ve her biri iktidar koltuğuna zaman içinde oturacaktır.

"Bir örgüt en zayıf halkası kadar güçlüdür. Eğer zayıf halkası koparsa örgütte yok olur... "

1950li yıllarda örgütünü ararken polisin eline düşenler örgütünü canı pahasına savunmuş ama polis örgütünü arayandan daha fazla örgüt hakkında bilgi sahibi olduğunu işkence sırasında öğrenmiş... Çünkü polisin sorduğu sorular aradığı isimler hakkındaymış, kaderin bir cilvesi mi ne diyeyim 12 Eylül sonrasında da benzer öyküler hayat bulmuş...

Örgüt dağılmış, örgüt yok olmuş, örgütün tüm parçaları saydamlaşmış ve polis elinde dosyada durmaktaydı… Bütün bunlar olurken örgütü için işkencede sessiz kalan ve örgütünü savunan binlerce güzel insan romantik direnişlerine devam ediyordu. İçeriye düşenlerin bir bölümü açlık grevleri ile hakları için mücadele ederken en önemli sorun yaşama hakkı olmasına rağmen kendi vücutlarını silaha dönüştürüp ölüm oruçlarına başlıyorlardı… Dışarıda solun önemli dayanaklarından olan gecekondular varoşlara dönerken, gecekonduların yerlerini apartmanlar almış, apartmanlar ile o bölgenin tüm özellikleri yok olmuştur. Cezaevinde “kaynaştır” diyerek sağcı ve solcuları aynı hücreye alan anlayış, dışarıda da apartmanlar ile o işe girişmişlerdir. İçeride tel örgüler içinde, dışarıda beton içinde tek yönlü propagandanın altında… Çok sesli söylem, çok eğilimlilerin tek çatı altında renkli görüntüler verdiği dönemde aslında algılar ile oynandığını yaşarken pek farkına varamıyorduk… Çünkü baskıdan ve ölüm korkusundan göreceli olarak sıyıranlar başka bir girdabın içinde kurban olduklarını anlayamadan kurban olmuşlar ve mağdurluklarını ise popüler söylem içinde olan siyasi arenadaki partiler içinde erimişlerdi. Bireyselleşme, duygulara hitap eden söylemler dayanışmayı ortadan kaldırmış, köy yaşantısını sanayi ülkesi olmak adına bitirenler elbette imeceyi de ortanda kaldırmıştır.

Üretim yerine tüket!

Türkiye solu birçok kalıplaşmış hareketlerini İslam’dan aldığını düşünürüm, örneğin İslam’da recim vardır, bazı sol örgütlerde ise polis, ajan, işkencede çözüldü diyerek infaz! Yargısız yargılı infaz yapan, cezaevinde, dağda arkadaşını eski yoldaşını şişleyenler (öldürenler)... Sonuç aynıdır, yöntem farklı olsa da... Ölüm en kolay tüketim oldu, bir dönem üretemeyenler yok olmamak adına yoldaşlarına bir paye takarak tükettiler…

12 Eylül’den sonra sol, örgütmüş gibi yapıp örgütsüz yaşamayı ve ondan geçinmeyi öğrendi... Bu da ben yaptım oldu anlayışının birçok yapının içinde liberal görüş olarak hayat bulmasına olanak sağladı. Liberalizm ise solu içte içe çürüten bir ideoloji olarak işlevini yerine getirdi.

Türkiye tabanı olmayan ama tavanı olan siyasi partiler cenneti!

Sol, siyasi hayata partiler olarak geri dönüş yapmıştır, 12 Eylül öncesi gibi dergi çalışanları ve okuyucuları olmaktan daha çok siyasi parti tabelası ile kendilerine yaşam alanı açmıştır.

Örgütsüz olduğunu bile bile dik durana ve mücadelesine devam etme cesareti gösterene, yok olan örgütüne rağmen örgütün bayrağını düşürmeden rüzgara karşı yürüyen sempatizana, rüzgara karşı hala bugün geçmişin sloganları atanlara, bugün somut olarak tahlil edip somut duruma göre yürüyüşüne devam edenlere bin selam!

Selam durduklarım taşıdı bugüne kadar geçmişin birikimini, güzel insanları, anıları... Onlar hiç bir zaman göze görünmedi, onları sadece birer rakam olarak görenler yine rakamların arasında yok saydı. Toprağa düşenlere onurumuz dediler, düşmeyenler ise yok sayıldı... Onur, sadece toprağa düşenlerin değil, yaşamak ve var olan tüm birikimleri ileriye doğru şekilde taşımaktır...

Bugün referandum gibi insan aklı ile dalga geçen bir gündem oluşmuş ise bunda iktidarın karşısında gerçek anlamda muhalefet yapan bir örgütün olmamasındandır. Tarih devrimcileri işte bu yüzden suçlayacaktır...

İsmail Cem Özkan

3 Mart 2017 Cuma

Yoktan var etmek!

Yoktan var etmek!

Genel kuraldır, yoktan var olmaz, vardan yok olmaz, mutlaka bir şeylerin dönüşmesi gerekir ki yoktan var olmuş gibi hissedelim! Doğa ihtiyacına göre bir şeyleri yaratmış, evrimsel süreçten geçirmiş ve yaşadığımız zamanın doğasını oluşturmuş ve hala da değiştirmeye devam etmektedir. Bu arada birçok canlı türü ortadan kalmış yerlerini başkaları almış. İstilacı olanlar istila ettikleri ortamdaki çeşitliği ortadan kaldırmış ama kısa sürede istila etikleri yerde başka canlılar da ortaya çıkmasına sebep olmuş… Doğa güçlü olanları ve direnenleri şans tanımış…

Doğanın yasası insanın yasasından üstündür ve insanın yasasını da belirler.

Toplumsal dönüşümler birden ortaya çıkmaz, zaman içinde gelişir, olgunlaşır ve güç olarak kendisini gösterir. Rastlantı yoktur, ama birçok şeyi açıklayamadığımız için rastlantı der geçeriz. Toplumsal olaylar değişik kırılmalar ile tarihin not ettiği çizgi üzerinde gider, fakat bu çizginin tek bir doğrudan ya da tek bir çizgiden ilerlediğini söylediğimi düşünmeyin, çünkü biliyoruz ki tarih rotasını beklentiler üzerine oturtmaz, beklenen ama göz ardı edilen beklenmeyen kırılmalar ve çatışmalar sonucunda gelişen olaylar ile de biçimlenir. Roma imparatorluğunu kuzeyden gelen küçük bir halk kitlesi tarafından yok edileceğini Roma İmparatorluğu yaşarken kim düşünebilirdi ki, aynı şekilde üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu emperyalist devletlerin elinde oyuncak olacağı ve sınırlarını masa başında cetvel ile ayrılacağını kim söyleyebilirdi? Meşrutiyet kavgası verenler, birden önlerinde cumhuriyet kapısını açıldığında olayları tesadüflere mi bağladılar, yoksa Samsun’a giden gemide seyahat etme hakkını veren İngiliz karakol memurunun mührünün mü etkili olduğunu düşünür? Paris’te Jön Türklerin mücadeleleri ve birikimleri emperyalist güçlerin gözünde bir şey anlam ifade etmesi için ittihat ve Terakki Partisinin oluşmasını ve olgunlaşmasını beklemesi gerekti… Abdülhamit olmasaydı ne Cemal Paşa, Talat Paşa ne de Enver Paşa tarih sahnesinde olacaktı. Onlar olmasaydı bugün ki cumhuriyet olmayacaktı. Kavga tarihin not düştüğü alanlarda oldu ama bizler tarihin notlarının ne kadarını biliyoruz? Çünkü dönemin küresel güçleri ve sisteme biçim verenlerin yaratmış olduğu algılar ve o algıların etkisi ile biçimlenen dünya görüşüne uygun pencerelerden bakış alanından düşülmüş notlara sahibiz, henüz tarih geniş ve karşılaştırmalı olarak yazılmadı, notları mevcuttur. Siyasi sistem değişmeden de bu tarih yazıcılığının eksik bıraktığı alanlar hep eksik olarak kalacak ve bizlerin gerçek bilgilere ulaşmamızı engelleyecektir.

Tarihte kahraman yoktur, kahramanları yaratan tarih yazıcıların notları mevcuttur. Onların açısından ve onları dayanak alarak geçmişi yorumlamaya çalışırsız ki her kültürün, zümrenin, coğrafyanın kahramanı da farklıdır…

En bilinmeyen tarih de en yakın tarihtir…

Yakın tarihimiz üzerine binlerce farklı görüş ve bilgi mevcuttur, çünkü yakın tarihimizin kahramanları henüz yaratılmamış ya da yaratılan kahramanlar yaratanlar tarafından halkın tüm katmanlarına kabul ettirilememiştir… Yakın tarihimizin arşivi olmayan tarihi, bizleri olmayan ama olmuş gibi kabul edilen efsanelerin içinde yön bulmamıza yardımı olmadığı gibi aksine yolumuzun görünürlüğünü de ortadan kaldırmaktadır. Yaşayan, hisseden, sessizlik içinde diyaframdan gelen sesleri dinleyenler, şaşkınlıklar içinde yaratılan efsanenin yalan olduğunu bile bile seyretmeye ve sessiz kalmaya devam ediyorlar, çünkü gerek görmüyorlar, nasıl olsa gerçek balçık ile sıvanmaz, sıvansa da o balçık zaman içinde dökülecek! Fakat tarih bu beklentiye yanıtı, Godot gelirse eğer, senin gerçeğinde gün yüzüne çıkar anlamındadır. Sessizlik, sadece efsane ve masal dünyasının yaratılan gerçekliği için bir anlamı olurken, tarih yazıcıları için yalanın yaratılan gerçeklik içinde dayanak olduğunu göz ardı edemeyiz…

Türkiye Sol hareketinin resmi tarihine göre sosyalist hareket TKP ile başlar. Bakü ilk başlangıç noktası gibidir, fakat ondan öncesi de vardır ve öncesi İstanbul şehri içinde yapılan grevler ve amele birlikleri... Hatta çıkarılan dergiler… Onlar resmi tarih içinde sadece dipnotu olarak durur… Romanlarda dipnotlar konu olarak genişletilmiştir ama roman okumayanlar o gerçekleri bir dedikodu olarak belki duyarlar. Anılar yazılmış sübjektif alan olduğu için genelde pek dikkate alınmaz, alınanlar ise günlük yaşamın içinde küçük bir çevre içinde kalır...

Günümüzün sıcak gelişmesidir, yıkıntılar içinden imgeler bulunur çıkarılır ve o imgeler ile yeninde bir örgütlü yapı gibi olmak için çabalar verilir, tarihi kökü olmayan hiçbir hareket gelecek için adım atamaz, o yüzden her siyasi hareket geçmişten bir bağ yakalar ve o bağın üzerinden örgütsel dokusunu ve söylemini geliştirir.

Miras geleceğe atılan ilk adımdır…

68 kuşağının arşivi yoktur, mahkeme tutanakları ve anılar dışında. Çünkü arşiv yapacak ne zamanları ne de gerekli örgütsel duruşları olmuştur. Bir kaç yıl içinde kurulan ve yok edilen örgütsel yapıların elbette arşivi olmaması doğaldır, çünkü o sıcak ortamda ancak kendilerini ifade edebilmek için ortam yaratmışlardır, o ortam içinde elden ele dolaşan birkaç broşür ve mahkeme tutanaklarıdır. Diğer kalanlar ise sözlü tarih çalışmasının parçası olarak kalır… 68 kuşağı bir kopuşu simgeler, var olan tüm siyasi çatışmaların dışında başka bir alana sıçramayı işaret eder ki, bu sıçrama daha örgütlü NATO örgütlenmesi olan GLADİO ile çatışması anlamındadır. Kontrgerillanın kavgaya çağrısını yanıtsız bırakmamış, bu kuşağın liderleri Kızıldere, darağacı ve Diyarbakır zindanında örgütleri ile birlikte yeni bir mirasın başlangıcını yaratmışlar.

Dağılan ve yok olan yerine o örgüte yakın insanların hapishanede mücadeleden uzak düşenlerin yeniden arayışı ile miras kesintisiz devam etmiş ve yok olanların yerine somut durumun somut tahlilini yaparak ayağa kalkmışlar. Ne efsane yaratılmış ne de destan... Henüz sıcakken, duygular, üzerine basınç uygularken, sistemin ve iktidarın propagandası baskı olarak ve korku olarak üstelerinde eserken “ayağa düşmez bayrağımız” diyerek ayağa kalkmış bir kuşak ve onu takip eden 78 kuşağı. O süreç sanki 12 Mart olmamış gibi devam etmiş. Kısa sürede binleri kucaklayanlar milyonları kucaklamış… 12 Eylül sürecine kadar sokaklar cepheler ayrılmış, Maraş katliamı ile birlikte saflar daha da keskinleştirmiş, insanlar can güvenliklerini sağlayanların ne dediğine bakmadan arkasında durmuş. Şehirlerde yaygınlaşan gecekondular ve onların güvenliği sorunu içinde çare olanlar çözüm olmuşlar ve kitleselleşme karşı saldırının basıncı ile daha da artmış… 12 Eylül darbesi gelirken darbeyi tahmin edenler gerçek anlamda örgüt olamadıklarını darbenin sabahında şehirde esen sert rüzgarın etkisi ile görmüşler. Gerçekler ve acı panzer ile gelmiş ve yenilgi solu ayrım yapmadan kuşatmış… Bir arada olamamanın koşulları elbette sadece ülke içinde esen sert rüzgar ile açıklanamaz, o zaman diliminde dünya sisteminin hakimi olan kapitalizm kendi iç sorunu aşmak için liberal ekonomiye hayat vermiş… ‘Yeşil Kuşak’ adı verilen ve sonra ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adını alan projenin bir parçası olarak ülkemizin genel rotası değiştirilmiştir. Artık bize biçilen rol nettir, Ortadoğu ülkesi olmak…

Yeni biçilen role direnemeyen solu tarih gerçek anlamda örgüt olamadığı için mahkum etmiştir. O yüzden geçmişin büyük sol yapıları birer kağıt kaplan gibi dağılırken ülkenin de başına dünyada ki değişime uygun yeni bir elbise giydiriliyordu.

Gelecek yazı 12 Eylül sonrasında “Dağılanlar yan yana gelememiş…”  başlığı altında devam edecek…


İsmail Cem Özkan

2 Mart 2017 Perşembe

Öfke!

Öfke!

“Öfkeyi besleyen, yine öfkedir.” Alain

Elim terliyordu, nefes almakta zorlanıyordum, sesimi dışarıya bırakmak istedim ama sesim nefesim ile birlikte ta derinlere doğru çekilmişti. Gerilmiştim, gerilen lastik gibi hissediyordum, ya lastik bırakılırsa? Bir yandan endişe içinde kendimi kontrol etmeye çalışıyor, öte yandan dışarıdan gelen seslere karşı bütün kapılarımı kapatmak istiyordum. Elim terlemesi yüzüme vurmuştu sanırım, yüzüm yanıyor gibiydi, gerilmiş, nefesim daha da sık alıp vermeye başlamıştım. Göğsüm inip çıkıyor, sürekli kendime doğru telkinlerde bulunuyordum. Dışarıda beklemediğim ve beklentimi karşılamayan ve hatta beklentilerimin dışında gelişmeler vardı ve kontrol edemiyordum. Bize çocukluğumuzdan bu yana kendimizi kontrol etmemiz öğretilmişti ama eğitim burada işe yaramıyordu, patlama üzereydim, benliğim vücuduma hakim olamıyordu. Beynim sanki dışarıya çıkmış beni izler gibiydi, bırakmıştı her şeyi artık vücudum ne yapacaksan yap, bırak lastiği patlasın bir şeyin üstünde!

Patlama duygusal olabilir, mantıklı da olabilir ama genelde bizler duygu insanlarıyız duygularımız ile hareket eder ve duygularımız ile bakardık dünyaya… ama benim patlamam pek duygusal değil diye düşünüyorum, elbette düşünmeme izin verdiği ölçüde. Biliyordum öfkem bir kağıt alevi gibidir, hemen yanar ve küle dönüşür, hatta külden geriye de bir şey kalmaz bile. İleriye taşıyacak korum bile yok! Öfkeler her daim kağıt alevi gibi olmaz, bazen öyle bir şekilde patlar ki sanırsın yanardağ patlamış ve Pompei şehri oluşmuş olur. Yanardağ sürekli orada durur, kor halindedir, altan alta lavlar gelir geçer, bir deprem olsa da çıksam der gibidir.. ama benim öfkem yanardağına benzemez, çünkü yanardağ sanki öfke değil de bir öç almaya girmiş gibidir, olduğu yerde her an patlayabilir, öküz kafasını ne zaman oynatacağını bilinmez, ya oynatırsa Pompei yeniden kül ile kaplanır!

Öfkeli insanlar bir araya gelmeye görsün, onlardan Endonezya’da patlayan yanardağ etkisi bile olur… Düşünsenize Endonezya’da yanardağ patlamış, Osmanlı topraklarında o yıl yaz olmamış, kıtlık olmuş, her türlü ayaklanma olmuş. Düşünün bir doğanın öfkesi çok uzaktaki bir memlekete zalimin zulmüne karşı mazlumların ayaklanma sebebi olmuş. O kadar etkili olmuş ki Osmanlı tarihçileri bu tarihi hep atlar olmuşlar, olmamış varsaymışlar ama bilemezlerdi ki dünyanın öteki ucunda aynı zamanda bir yanardağ patlamış atmosfere gazlarını bırakmış… Elbette teknoloji yok o zamanlar, gidip danışılan hocalarda, şeyhler de bunun nedeni bulamamışlar ve Allah'tan deyip işin içinden sıyrılmışlar, İslam dininde fal yok ama Osmanlıda fal var, gidip falcılara sorulmuş nedir bu iş diye, hemen bu arada bir parantez açayım falcılar İslam diyarından değil, batı diyarından ganimet olarak gelen cariyeler eli ile payitaht şehrine ulaşmış, ulaşmakla kalmamış padişahın hareminde cariyeler koğuşunda bugün padişah beni halvetine alıp duygusuzca seks yapacak mı diye korku içinde bekler olmuşlar… Öfkemi birikir o kadınlarda başka şeyler bilmem ama içlerinde ki kelebekleri kimseye hissettirmeden çıkarmasını da öğrenmişler… Harem ağalarının ne kadınlıkla ilgisi kalmış ne de erkeklikle hadım edilmiş, acılardan acı çekmişler çekmekle kalmamışlar seslerini kaybetmiş inceden çıkan bir ses oluvermiş koca gövdelerinde… Onların acısı ve öfkesini kim anlayabilir?

Bütün diktatörler öfkeli olur, onların öfkeleri her zaman yüzlerine vurur, gergindirler ve her daim öfkeli bakarlar, çünkü diktatörü memnun etmek imkansızdır, o öyle bir dünya yaratır ki kafasında her şey homojen, her kişi ona biat etmiş, her şey istediği gibi sonuçlanacak! Ama hayat onun tersini söyler çoğu zaman. Biat etmesini bekledikleri biat etmez hatta onlarda zaman zaman öfkelenir arada sözle de olsa çakar ama onu da öyle ayarlar ki dedikodu gibi… kısaca diktatörler ve çevresinde yer alanlar birbirlerin öfkelerini tetiklerler ve sürekli emir komuta söz dağarcığı içinde öfke patlamaları yaşarlar, onlar kamunun nüne çıkmadan yeterli kadar profesyonellerden yardım alarak çıkarlar, yoksa bakmışsın hitap ettiği halka urgan atmış, bazen beklediği yanıtı vermeyen çiftçiye ananı da al git!, olmazsa konumlarına dövdürteceği bir basın mensubu olabilir… Demokrasinin olmadı, ama dünyanın en özgür ülkesi olduğumuzu bildiğim ülkemde baş neyse kuyrukta odur… Öfkeli başa öfkeli ayak! Öfkeli ayak sendromu akşamları hiçbir insanı yatırmaz, iş çıkışı bir meydanda toplanılır ve öfkesi olanlar öfke duyduklarına karşı nefesleri bitene kadar haykırır ama ona da öfke duyulanın sabrı yetmez, elinde ki güç ile o öfkelileri dağıttırır. Dağılırlar gerçekten ama ertesi günü yeniden orada. Bu sefer bakar resmi güç yetmez elinde palalı sivil güç sahaya çıkar. Sivil güçte işe yaramazsa artık profesyonellerden yardım alınır ve profesyonellerin görebileceği gerçekler yaratılır! O kadar gerçektir ki öfke duyulan da bu gerçeğe inanır… Nasıl inanmasın ki en güvendiği kişinin en yakını söyler. O da yalan söyleyecek değil ya…

Profesyonellere sordum geçenlerde öfke kontrol altına alınabilinen bir hastalık mı? dediler “depresyon gibidir, öfke ile yaşamasını öğreneceksin!”

Hayat bize neler ile birlikte yaşamayı öğretti ki, öfke ile de birlikte yaşayacağız ama bizim öfkeli erk sahibi hiçbir arada yaşamayı düşünmüyor, onun birlik anlayışı ben varım bir de benden ötesi… Gel de öfkesiz yaşam, sessiz yaşam kavramının bizde neden olmadığını sorgula!...

Öfke ile baş etmenin en önemlisi cümlesi şuymuş; ‘sorun yaratma sorun çöz!’ Yahu o güç bende olsa zaten öfkeli olmam, benim dışımda biri çok öfkeli ve ne yazık ki ondan etkileniyorum!

Soğukkanlı iletişim kur demezler mi, aramızda iletişim hiç yok, ben ve ötesi var... Bende ötesi tarafındayım…

Aptalca espri yapın, mizahı hayatınızdan hiç eksik etmeyin demezler mi, aman tanrım mizah öldü, başına da duvarsız bir kapı dikmişler… Gel de öfkelenme!

Çevrenizi değiştirin eğer öfke kronikleşmişse diyorlar, ülkede adam kalmadı... Kalmasın diye de KHK ile bilim insanlarını da itekliyorlar sanırım…  Bu arada Türkiye'nin milyonerlerinin bir bölümü ülkeyi terk etmiş, tıpkı olanağı olan ve mülteci olarak gidenler gibi…

Öfkeni ifade et, edemezsen başka sorunlara gebe demezler mi, yahu gebe kavramı artık çoktan yok oldu, çıktı... Çıktı bu ülkede hapishaneler hattından fazla dolu, yenileri yapılıyor sürekli bu sayede inşaat firmaları ayakta duruyor…

Sonuç olarak bizim ülkenin insanların “engellenmeye karşı toleransları düşük “ o yüzden öfke sürekli hayatımızın bir parçasıdır, öfke patlaması ekranlardan evimizin yatak odasına kadar girmektedir.

Öfkelilerin ülkesinde korku ve öfke yapışık ikiz gibidir, biri diğerini tetikler… Öfke patlaması korkunun korku sınırının aşımında ortaya çıkar…

İsmail Cem Özkan