6 Nisan 2017 Perşembe

Cennet!

Cennet!



Siyah beyaz olarak perdeye yansıyan görüntüye bakıyorum. Beyaz… Sonra üzerine siyah bir leke... Bir insan... Bir adam… Konuşuyor. Çocukluğunu, ailesini, işini… Sabit bir ses... Fransızca konuşuyor… Alman işgali altında Fransa’da bir karakolda komiser… Almanlar Yahudileri topluyor… Fransızlar işbirlikçileri kadar direnişçileri de var. Fransa’ya yıllar önce göç etmiş bir Rus kadın… Fransız Banliyösünde yaşıyor… Direnişçi... Örgüt üyesi ama karakolda direnişçi olmanın sorumluluğunu taşıyor, susuyor, kendisine sorulan sorulara yanıt veriyor… Arkadaşları ile birlikte gözaltına alınmış… Gözaltına alınma sebebi iki Yahudi çocuğu kaçırmak, kollamak…

Yahudiler söz konusu olunca akan sular durmaktadır, onlar yok edilmesi gereken kir olarak görmekteler. Toplumları temizlemek ve Avrupa kültürü. Almanların cenneti onların hakimiyeti altında Yahudilerden temizlenmiş bir cennet!

Cennet!

Komiser karakolda istenileni yapmak ile yükümlü bir devlet memuru. Devleti çökmüş, alman idaresi altında ama Fransız halkı adına Almanlara hizmet etmektedir. Onların istediklerini yerine getirmek için onların istediği bilgiyi almak işkence yapmaktadır.

Rus direnişçi, kendisi gibi Rus direnişçiler ile birlikte karakoldadır. Rus edebiyatını bilen, okumuş aydın insanlar. Arkadaşı işkence altındadır, konuşmamaktadır. Komiser onu sorgulamaktadır… Çekicidir. Komiser onun ile birlikte olma niyetini içinden geçirmektedir.

Her iç konuşma aslında konuşmayı yapanın tek görüntüsü ile bir kürsünden seyirciye seslenir…

Eşi ve bir çocuğu vardır komiserin. Mutludur. Çocuğunun ismini her ne kadar kendisi koymamış olsa da sevmektedir. Çocuk küçük yaşlarda bakıma muhtaçtır, büyüdükçe ve annesinin sevgisi onu iyileştirmiştir. Minnettardır… Minnet duygusu başka kadına bakmayı engellemektedir...

Rus direnişçi kadın arkadaşı için kendi bedenini sunar, yeter ki o bırakılsın…

Eğer işkence gören arkadaşı kadar kendisine işkence yapılsaydı her şeyi anlatacağını söylemektir. Çünkü acıya karşı dayanaklı değildir... Acı… Yaşamın acı yüzü… İşkencede arkadaşının hayatı için kendi bedeni... Ruhen acı çekmek vücudunun acı çekmesinin gerisindedir…

Komiser her sabah olduğu gibi karısı ve çocuğu ile kahvaltıdadır… Karısı Yahudileri toplama kampına götürülmesini gündeme getirir… Oğullarını hemen kapının dışına çıkarırlar, çünkü onun duymasının istemezler... Yaşananların dışında korunaklı limanlarında yaşamaktalar… O korunaklı alanda her türlü korunma yöntemine dikkat ederler, çünkü sevmediği işi zor ile yapmaktadır… Zor ile çalışmak, gönüllü gibi gösterir kendisini, sakladığı çok önemli bir gerekçesi vardır…

Karakolda Rus kadın komiser ile randevulaşır... Bir arada olacaktır, arkadaşı için bir arada olmak…

Karakol bir sığınaktır, bazı gerçeklerin de üstünü örten…

Bir alman gencini görürüz ekranda, Heidelberg’te doğmuş köklü bir ailenin çocuğudur. Geçmişi ile övünür. Çünkü onun ataları vatanı ve onuru için kavga etmiş ve başarılara imza atmıştır… Doktora öğrencisidir ve Rus edebiyatı üzerine özellikle Çehov üzerine çalışmaktadır… Alman diline hakim olduğu kadar Rusçaya da hakimdir… Ari ırktan ve ari bir aileden geldiği için seçilmiştir… Seçilmiş olduğunu Himmler ile buluşmasından anlarız... O artık SS müfettiştir… Başarılıdır... Verilen her görevi yerine amacına uygun şekilde liderine bağlı olarak gerçekleştirecektir…

Üç ayrı insan birbirinden bağımsız olarak tek başlarına iç konuşmalarını bir masa arkasından bize sunarlar… Üç insan beyazlar içindedir…

Zamanla üç insanın kaderi birbirini keser... Aslında savaş öncesi barış ortamında da kesişmiştir ama uzun süren ayrılık ve savaş başka bir ortamda bir biri ile ilişkisiz alanda birden ilişkili oldukları alana evirmiştir. Savaş dünyayı büyütmez, küçültür… Komiser oğlu ile bazı gerçekleri konuşmak için orman gittiğinde Fransız direnişçileri tarafından vurulur…

Rus kadın toplama kampına gider…

Toplama kampına yeni atanan SS subayı da gider… İtalya’da tatil aşkını orada bulur. Bir Alman ve Rus…

Paris’te kurtardığını düşündüğü iki Yahudi çocukta toplama kampındadır…

Savaş, yaşam ve gelecek beklentisi her şey kampın içindedir..

Rüşveti, yolsuzluğu soruşturmaya gönderilen genç SS subayı oranın zorluğu karşısında dik durmaya çalışır, bulundukları odayı havanın ter esmesi yüzünden insan kokusunu bulundukları odaya taşır... Ölüm, havaya bırakılmış kokudur…

Hayat, ölümü nefesinde yaşayanlar ile ölümü yönetenleri bir kampın içine hapsetmiştir…

Umut, umutsuzluğun içindedir, her umutsuzluk verilen göreve biat etmek ve sorgusuz yerine getirmektir… Trenler ile gelen Yahudiler, direnişçiler kendi sonlarına doğru adım attıklarını bilmektedir… Cennet bir dünya kurmayı hayal eden Almanlar ise Rusya cephesinde yenilmektedir… Her çöküş çürümeyi artırır… Çürüme kokudur... Çürüme biat yerine kişisel çıkarın almasıdır. Biat edilen soyut gelecek projesi artık yoktur… Çöküntü… Cennet aslında cehennemdir…

Kaçmak…

Cennetten Adem ve Havva kovulmuştur ama cennet geleceği göremeden cennetten kaçmak…

İnancın sorgulanması çöküntünün bir sonucudur…

Çehov’un kızı toplama kampında yakılmıştır… Rus edebiyatının büyük ustası Yahudi karşı görüşü ile tanınan yazarın en yakını Yahudiler ile birlikte gök yüzüne duman ve koku olarak karışmıştır…

Rus direnişçi kadın son yolculuğuna iki çocuk için tek başına kaçmak için fırsatı varken gider...

Alman SS subayı artık Rus bombardımanı altında son nefesini bürosunda verir…

Üç insan son cümlelerini tek tek beyaz perdeye yansıyarak kurar… Üç insan ölmüştür ve ara yerde yaşadıklarını anlatmaktadır bize…

Üç farklı kültür... Üç farklı insan… Üç farklı olay… Hepsinin ortaklaştıran Yahudi sorunu…

Film, çok uzun süren bir birikimin beyaz perdede derlenmesidir… Farklı akış açısı, farklı kurgusu ve muhteşem oyunculukları ile birden sizi içine almaktadır... içine girdiğiniz bu kara mizah ögelerinin çok serpiştirildiği film muhteşem bir ekip çalışmasının ürünü olarak karışımıza çıkmaktadır…

Konuları ince ince işlemedim, üzerinden geçerek en azından kurgusunu anlamınız için bu kadar sözü uzattım, fırsatınız olursa eğer gidin görün bu muhteşem siyah beyaz filmi… Elbette her seyirci kendisine göre yorum çıkaracak, her biri farklı etkilenecek… Sinemanın gücü sizi beyaz perdenin ışığında toz taneciğine döndermesidir…

Film bittiğinde sizin suratınıza çarpan yaşanmışlıklar, duygular, kurgular ve alakasız gibi duran üç ayrı dünyanın bir sorun içinde bir sorunun parçası olarak ortada durması… savaş dünyayı cehenneme dönderir, size ne söylerlerse söylesinler cennet için yapılan her savaş aslında cehennemi yaşatır… Ölüm sıradanlaşır... Çöken toplumların bireyleri onurlarını dahil her şeylerini kaybeder... Toplama kampında kim yaşıyorsa yaşasın çürümeden payını alır ve çürür…

Cennet dedikleri sanırım çürüyen bir yer olsa gerek, çünkü ölümün sonu çürümekten geçer…

Teknik analize gelince siyah beyaz çekim, sahnelerin çok ince şekilde düşünülmesi, ışık ve ses efektleri ile bir bütün olarak muhteşem… muhteşem bir “Cult Film” olarak sinema tarihine bırakılan önemli bir imza olarak görmekteyim… her bir oyuncu kendilerine verilen görevi o kadar iyi yerine getiriyor ki, sırıtan her hangi bir an bile bulamıyoruz…

Tekrar tekrar vurgulamakta fayda var, seyredin, kaçıracağınız anları tekrar izleyebilecek kadar gücünüz kalır mı bilemem, çünkü çıplak ve çok sert, sade bir dilin yıkıcılığı sizi sinema salonundan toz taneciği halde bırakacaktır… Işığın altında toz taneciklerin dansına hepimiz şahitlik etmişizdir, o taneciklerden biri siz olabilirsiniz…


İsmail Cem Özkan




CENNET | RAI | PARADISE | Yönetmen: Andrei Konchalovsky / Senarist: Andrei Konchalovsky, Elena Kiselyeva / Görüntü Yönetmeni: Aleksander Simonov / Kurgucu: Ekaterina Veshcheva, Sergey Taraskin / Özgün Müzik: Sergey Shustitsky / Oyuncular: Julia Vysotskaya, Christian Clauss, Philippe Duquesne, Victor Sukhorukov, Peter Kurth, Jakob Diehl, Vera Voronkova / Yapımcılar: Andrei Konchalovsky, Florian Deyle / Yapım Şirketi: The Andrei Konchalovsky Production Center, Drife Filmproduktion Gmbh & Co. Kg / Dünya Hakları: Arri Media İnternational / Rusya, Almanya / 2016 / DCP / Siyah-Beyaz / 131´ / Rusça, Almanca, Fransızca, Yidiş; Türkçe, İngilizce altyazılı

Nazım Ormanında Gündüz Gece

Nazım Ormanında Gündüz Gece

Bir posta kutusu, gelen günlük gazete ve mektuplar. Sabahın erken saatleridir, şair her zaman olduğu gibi sabah kıyafetleri içinde posta kutusuna bakmak için kapıyı aralar ve havanın ayazından korunmak amaçlı kapının aralığından sadece elini çıkarıp uzatır. Memleketine uzatır gibi elini uzatır ama bu sefer ters giden bir şey vardır. Posta kutusundan aldıklarına bakamadan hepsi yere dökülür, Nazım kapıya sırtı dönüktür ve yavaş yavaş yere doğru düşmektedir.

Memleketinden son haberleri alamadan, son mektuplarını okumadan orada toprağa düşmüştü, ama gerisinde bıraktığı muhteşem bir birikim kitaplar arasında, kitaplara sığmayan anılar ve anıların dışında yaşanmışlıkları acıları, aşkları, kaçışları, direnişi…

İnsanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı tanımını bu oyunda hayat bulduğuna da şahitlik etmekteyiz. Işık, sahne düzenlemesi oyuncuların Nazım’a hayat vermesini ve sahnede Nazım olduğunu seyirciye aracısız direkt aktarmasında yardımcı olmanın önünde onları öne iteklemiştir… Sahnede Karadeniz dalgasını ve Karadeniz’in öte yakasını anlatan bir Şile yapımı perde vardır. Bu beze bizler Şile bezi demekteyiz ama adının önüne aslında bu oyunun atardamarı diyeceğim ruhunu veren yapımıdır. Bu bezin yapılışı çok özeldir ve en ilginç aşaması da kumaşın şile sahiline serilmesidir ki o sahilde denizin tuzunu emsin, kurusun, dayanıklı olsun... Nazım’ı anlatan tek kelime deseler hasret, özlem denir. İşte bu özlem bir deniz ile simgelenir. Hem komünist şairin partisinin liderlerini Karadeniz hain bir tuzak sonunda toprağa değil, denize boğularak, bıçaklanarak düşmesi, diğer yandan ilk gençlik yıllarında okuduğu Moskova onun ikinci gerçek vatanı olması ve halan orada yatıyor olmasıdır… İlk gençlik yıllarında Batum’dan bindiği tren onu Moskova’ya götürmüş ve önüne yeni bir dünya açarken acılar, hasretler, aşklar, açlık grevleri de açacaktı…

Dünya birinci dünya savaşını yaşarken, ikincisine doğru giderken Nazım cezaevi’nde... Uydurulmuş bir olay yüzünden mahkum edilmiş, yaşadığı ülkeyi orada tanımış, destanlarını orada yazmıştır. Ayrıcalıklıdır, o yüzden daha fazla eziyet çekmesi için ellerinden geleni yapmışlar. O bir şairdir, yaşadıklarını dizelerine almıştır…

“Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...”
Kendi dizeleri içinde kendisini anlatır…

Onun hikayesi bizim hikayemizdir…

Mehmet Esatoğlu onun hayatını anlatırken bizi de anlatmakta ve onun yaşadığı sürecin tarih kronolojisini de müzikler ve şiirler eşliğinde bize sunarken, oyuncular Mehmet Esatoğlu’nun cümlelerine kendi yorumlarını katarak bizim öykümüzü insanca anlatmaktadır…

15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963

Nazım iki rakam arasında bir çizgide yaşadı. Mehmet Esatoğlu o çizgiyi bize sahnede sunmaktadır…

Özel tiyatrolar en ekonomik şekilde seyircinin karşısında çıkmak zorundadır, çünkü piyasa denen mekanizma iyi olanı değil, iyi pazarlanan hayat hakkı tanımaktadır. Ama bu durumun istisnası vardır, onlar da mesleğine gönlünü vermiş, amatör ruhunu hiç yok etmeden sadece oyuncu ve sadece tiyatro diyerek amacına uygun şekle sahnede bulunanlardır… Tiyatro Simurg işte o ruhu yaşatanların mekandır… O mekanın sahnesi sokaklardır, tiyatro salonlardır, oyunlarını sergileyebilecekleri her yerdir… Usta oyuncu Mehmet Esatoğlu amatör ruhunu koruyarak insanı insanca ve insanların olduğu yerde insanın öyküsünü anlatmaya devam ediyor. Kendisinin yazdığı, yönettiği ve kendisi gibi güzel insanlar ile güzel bir oyun sahneye koymuş…

Büyük şair Nazım Hikmet yeniden sahnede hayat bulurken hayat hikayesi Mehmet Esatoğlu kurgusu ile yeniden oluşturulmuş. Bu yeni olana hayat veren her emekçi oyunu büyük bir şölene dönüştürmüş… Vakti olanlar bu oyunu gidin görün derim…

Emeği geçenlere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan



Nazım Ormanında Gündüz Gece
Anne Celile hanım : İnci Bilaloğlu
Piraye: Aydan Cömer
Vera: Hale Üstün
Nazım :İbrahim Karamemet - Mehmet Esatoğlu
Münevver: Merve Köse
Dekor-Işık Hamit Demir
Teknik Yönetim: Fahri Bozbaş- Burak Yalçınyiğit
Afiş: Hamit Demir

3 Nisan 2017 Pazartesi

Mülteci!

Mülteci!

Bir ülkede faşizm yükselmesini istiyorsanız yanı başınızda savaş çıkarın yeterlidir, çünkü ülkenizin gümrük kapılarını mülteciler açacaktır.

Mülteci kavramı en çok istismar edilen kavramların içinde yer alır, çünkü her dönem içinde başka anlamlar yüklenerek algılar ile oynanır. Algı ile oynayanların amacına hizmet ettiğinde mülteciler görünür kılınır, yoksa onlar yok sayılır…

Mülteciler savaştan kaçan ve her şeyleri ellerinden alınmış olarak homojenleştirmek aslında savaşı ve mülteci kavramını yeteri kadar incelenmediğini ortaya çıkarır... Mülteci kavramı gözümüzün önünde olan ama gerçekten fazla bilgi sahibi olmadan fikir yürütülen bir alandır...

Savaşların yan ürünü mültecilik kavramı sermayenin yeni sermaye biriktirme alanı oldu... Mülteci ile kara para aynı yerde anılan bir sanayi sektörünün pazarı oldu... Eğer bir yerde sektör oluşmuşsa orada suistimal edilecek çok şey de var anlamındadır.

Mültecilik konusunda bilgisizlik birçok kişinin geçim kaynağı olmasının yanında,  devlet korkutmak amaçlı eğitim ile içimize işler... İstikrar adı verilen eğitim programından geçen biri, fikrini bilgiye dönüştürmek yerine düşmanlık üzerine kendisini konumlandırır... Faşizme karşı olanlar bile mülteci kavramı içinde faşizmi destekleyen ve büyüten konumunda da olabilmektedir...

Emperyalizm hakim olduğu ülkelerde istikrarı ortadan kaldırarak, kontrollü kara para ve insan hareketleri (yasal ya da dışı göç) sayesinde amacına uygun siyasi iktidarlar oluşturur... Mülteciler üzerinden devletler iç işlerindeki pürüzleri faşist uygulamalar ile yok ediyor ya da baskı altına alıyor...

Ulus devlet yıkıldı... Sermaye biriktirme görevi ulusun elinden alındı, şimdilerde bu sermaye biriktirme görevi sanki mülteciler üzerine yıkılmış gibi... Mülteci giden ülkeye sanki görünmeyen bir sermaye hareketi oluyor gibi...

Mülteci kavramı metaya dönüştü, üzerinden para yemeyen kalmadı... Mülteci batmakta olan ülkenin can simidi konumuna geldi... Onlar sayesinde merdiven altı esnaf bile yüzü güldü...

Küreselleşme ulus devletini yok etti, yerine yeni bir şey koyamadı ama toplumlar çürümeye devam ediyor...

Bir toplum göç ya da mülteci yolu ile içten parçalanır ama her zaman olumlu bir şey olur anlamına gelmez... İslami fobi kavramının en üst boyutlara taşındığı Avrupa medeniyeti içinde toplumlar yıkılan devletlerinin yerine koyamadıkları sistemlerini kıta boyutunda İslam karşıtlığı üzerinden bir arada durmaya ve kendilerini tanımlamaya çalışıyorlar.

Bir yere cihat ilan edenler mülteci gibi gözükerek ülkenin her yerine sızanlar her türlü propagandayı aldıkları yardımlar ile yürütürler... İhtiyacı olanlar yerine propaganda amaçlı göçlerde bu istismar edilen alan içinde açılan bir kulvardır...

Küreselleşme kültürleri yok ediyor...

İnsanlar tanımadıklarından nefret eder ve korkarlar. Onlara yüklenmiş anlamlar içinde korkuyu büyütürler... O yüzden kapitalizm korkuyu yayarken anlaşılmayan ve kendisini ifade etmesine engel olduklarının üzerinden yapar...

Demir perdenin arkasında korkunç insanlar yaşardı, şimdilerde savaştan kaçan mülteciler ve İslam... Çünkü tanımıyorlar ve korkuyorlar. Onlarda sanki kendilerine sipariş edilmiş kıyafetler ve saç sakal düzenlemesi ile buna hizmet ediyorlar...

Öç almak... Kendisini ifade etmek için güç kullanmaktan başka çaresi yokmuş gibi algı içinde yaşayanlar...

Kendi bedenini ölüme döndürüp açlık grevleri ile kendisini ifade edenler... Aynı şekilde canlı bombalar... Hepsi bir şeye hizmet etmekte, çünkü korkuyu büyütmekte...

Korku!

Kapitalizm bizi korku içinde yaşamamızı istiyor, daha güvenli, daha korunaklı şehirler, devletler ve siteler... Dokunulmaz ama en zayıf yaratıklar...

Bizler bilmeden veya bilerek sisteme hizmet ediyoruz, çünkü bizim aptal edilme sürecimiz olan eğitimde bunlar normal olarak ve olması gerekenler olarak tanıtıldı. Macera ruh ortadan kaldırıldı, bilinmeze doğru yolculuk yok. En güvenli yerlere, en güvenli araçlar ile ulaşıyoruz.

En güvenli devletlerde yaşamak için hepimiz bilerek ya da bilmeyerek mülteciyiz...

Ezilmiş, hor görülmüş, 3. dünyaya ötelenmiş bizleriz... Ve bizler ne yazık ki öteleyenlerin kapı kulu olmak için bir birimizin üzerine basıyoruz...

Mülteci alan ülke mülteci veren konumda olması yaşamın ironisi mi?

İsmail Cem Özkan