13 Nisan 2017 Perşembe

Gayri Resmi Hürrem

Gayri Resmi Hürrem

Sarayın gizli bir odası. Oraya girilmesi yasak kılınmış… Gizli oda ve tarihin bilinmez çarkları içinde bilinmeyen zamanın içinde o gizli odada yaşanan veya kurgulanan bir kronolojik olmayan olayların anlatıldığı bir tarih döngüsü...

Yasak meyvenin yenmesi nasıl ki cennetten kovulma nedeni ise gizli odaya girmek ve orada çilehanede olduğu gibi kendi başına kalmak yasaklanmıştır. Özellikle o odayı iki kişi bilmektedir, çünkü odayı inşaat eden işçiler hepsi kural gereği öldürülmüştür…

Zamanlardan Kanunu hüküm sürdüğü zaman, odaya kendisini kilitleyen Hürrem. Zamanın ruhuna kendi damgasını vuran iki ayrı güçlü karakter… geçmiş, gelecek ve o anın hikayesi içinde gidişler ve gelişlerin anlatıldığı iki kişilik bir öykü, öykünmeler ile bugüne göndermelerin olduğu ve iktidar gücünü sorgulandığı, iktidarın kişiler üzerinde yarattığı tahribatı, tahribatın bıraktığı izleri bu oyunun kurgusu içinde bizlere sunulmaktadır… Gerçi kahraman olarak sunulanlar da asıl kahraman değildir, onlar adına konuşurlar, karakterler iç içe geçmiş ve sürekli değişimi oda içinde diyaloglar içinde bize sunulmaktadır. Oyunun sonuna kadar aslında bize verilen imgelerin hepsinin bir oyun içinde oyun olduğunu ve imgesel olarak kabul ettiklerimizin de aslında o odada olanlar olmadığını öğreniyoruz…

Öykünün kahramanları kuklalar ile sahnede hayat bulurken, iki oyuncunun muhteşem mimikleri, ses kontrolü, vücut dili ile bize anlatılan öyküde verilen rolleri doğalmış gibi sunmaktalar…

Hürrem, geçmişini bilen, nereden geldiğini ve kimler ile neler yaşadığını anımsayan ve sultanın gözdesidir. Cariyeler içinde kendisini öne çıkarmasını bilmiş, cihan padişahın gözdesi olmuş bir güzeldir… Eski aşkı onun peşi sıra tüccar olarak İstanbul’a kadar gelmiş ve Hürrem’i bulmuştur, fakat kaderin cilvesi onu o içinde bulundukları gizli odanın inşaatında bir duvara resim yapan usta olarak bulur… O, o inşaat bittiğinde bir daha ülkesine dönemeyeceğini bilmektedir, çünkü sırları olanın sırları gizli kalması için sırrı bilenlerin sayısı azaltılmak zorundadır. O sırrı iki kişi bilecektir, onlarda iktidarı elinde tutan Hürrem ve onun gönül sultanı Kanuni’dir…

Hürrem önüne gelen ikili seçenekten birini seçmiştir. Sanki dünya ikili karşıtlardan oluşmakta ve birini seçmek ile yükümlü kılmış gibidir. Savaş ve barış, ölüm ile yaşam… Kara ile ak… Aşk ve iktidar gücü… O iktidarın gücünü seçmiştir, çocukluk aşkını o odanın inşaatı sonrasında kaybedecektir…

Girilmesini yasak koyduğu odaya Hürrem girmiştir, onu orada bir sürpriz beklemektedir. Başka bir giriş daha vardır, gizli tünelden ulaşılan başka kapıdan bir cariye girmiştir. O cariyenin ne geçmişi ne de geleceği vardır. Hiçbir şey anımsamadığı için varlığı da tartışmalıdır ve ona cariyeler arasında Hürrem demekteler. Hürrem’in aynadaki yansımasıdır… Onun gibi makyajlı ve ona benzemektedir ama Hürrem’in gençliğine…

İki kadın, birisinin hafızası güçlü, diğerinin hafızası yok gibidir… Bazen anımsar ama zamanı karıştırır, ölen yaşayan olarak bilir, yaşayanı ölü! İkili karşılaştırmalarda zaten hepsi bir birinin içindedir. Nerede ölü, nerede yaşıyor, ne zaman? Tarihi ve bugün günlerden ne olduğunu bilen var mı?

Elbette yoktur, çünkü senaryoda özellikle buna özen gösterilmiştir. Zaman kavramı olmayan ama bir zamanın içinde geçen olaylar zinciri…

Postmodern yazım tekniğinin tüm incelikleri ve kurnazca iç içe geçirilmiş kurgusu ile seyirci oyuna anlamlar yüklemesi oyunun akışı içinde oluşan etkileşiminde ortaya çıkar ve böylelikle pasif durumdan kurtarılan izleyici zihninde oluşan sorular ve anlamlar doğrultusunda oyuna içsel olarak yön verir. Bu açıdan bakıldığında sadece oyunun söylediği değil, söylemeyip ima ettiği anlamlar üzerine de yoğunlaşılır. Oyunlarda düş ile gerçeğin ayrıştırılması yoluna gidilmez. Böylelikle oyunun iletisi oyunun geneline yayılır.

Görsel olarak bir şölene dönüşür oyun, oyunun en önemli görselleri makyaj, kukla, sandıklar ve ağaçtır… Dört mevsim ağaçlar ile imgelenir… Nar bülbülü sesi iki Hürrem’in kulağına geldiğinde kulaklarını kapatır ve kıvranırlar. Onların geçmişe doğru özlem duyduğunu hissedebilirsiniz ama aslında onların bir kafese kapatılışını ve kafesteki bülbüller olduğu gerçeğine ilerleyen diyalogların birinde rastlarız…

“Nar bülbülüne ödünç verdiğim sırlar, yankılanır zamanın peşinde. Onun sesi bir tarihi getirir bırakır şuncağız kollarıma. Her tarihte unutulması mukadder fasıllar var.”

Işık bu görselde en önemli unsurdur, çünkü oyuncuların mimikleri, ses ve vücut dillerinin seyirciye ulaşımını sağlarken ışığın yoğunluğu ve nereyi ne kadar aydınlatacağına kadar her şey hesaplaşmıştır… Nereye bakmamız gerektiğini ışık bize yol gösterirken, müzik bizi kanuni sesi eşliğinde bize anlatılmak isteneni anlamamız için kulağımıza bir şeyler fısıldar… Sahne tasarımı ekonomiktir, ağaç olayın zamanını ve akımını imgelerken, sandıklar ve içinde olan kuklalar anılar veya gelecek iç içe geçmiştir… Her kukla kendi gerçekliğini anlatırken Hürrem olan ilişkisi ve iktidar gücünün nasıl kullanıldığını anlatır… Sahnede her bölüm içinde değişimler olurken bir devamlılık ile karşılaşırız. İnce ince düşünülmüş renkler bizi oyunun içine dahil eden uyarıcı görevi görür…

Oda birden başka anlamlara bürünür, saklandığı ve kendisi ile yüzleşildiği alan olmaktan çıkar ve “Sanki ömrümün tamamım bu odada geçirmiş gibiyim. Sanki bu sarayda, başka hiçbir odayı bilmiyorum. Başka kadınları tanımadım. Onlarla bir kaderi paylaşmadım. Onların arasından sıyrılıp haseki olmadım. Sanki bir tarihi ben yazmadım…”

Oyunun son sahnesinde şimdiye değin izlediğimiz her şeyin iki cariye tarafından Handan Sultan’a sunulmak üzere hazırlanmış bir oyun olduğunu anlarız. Handan Sultan oyunda tarihsel olarak yanlış bulduğu kimi noktaları söyler ve oyunu Sultan Mehmed’in görmemesini ister. çünkü gerçekler rahatsız edicidir.

Resmi tarihin dışında bir metin oyunun adı olmuştur. Oyunda zaman kavramı kuklalarla, karakterlerin ortak kader geçmişine sahip olup, geçmişi canlandırırken yer değiştirmeleriyle ve Cariye’nin hafıza sorunuyla soyutlanmıştır.

Oyunda Hürrem’e verilen karakter soyluluğu değil, pişmanlığı, sıradanlığıdır. Kullanılan imgeler ve dil kalıplarını kırmaya yöneliktir. Bizi başka şeyleri düşünmeye ve tarihin bu şekilde de yorumlanabileceğini göstermektedir… alışık olduğumuz kahramanlar ve onarlın muhteşem yaşamları yoktur, onların öfkesi, tepkileri ve aşkları ve onların yaratmış olduğu hayal kırıklıkları aynaya yansıtılmış halde bize sunulmaktadır…

zamanı, mekanı ve kişileri değiştirin, bugün yaşadığımız karanlık zaman dehlizinde yeri, zamanı ve de kişileri değiştirerek sahneye bakın, sizi rahatsız edecek bir çok gerçeklik ile karşılaşacaksınız. her ne kadar kurgusal dil dünü işaret etmiş olsa da bugüne dair söylemleri daha fazladır, tıpkı dün söylenenleri bugün tekrarlayan bizler gibi... 

Yazanın yönettiği bir oyunda iki oyuncu İpek Atagün Gezener, Gülin Ersoy her ne kadar usta oyunculukları öne çıkıyorsa da gözüme oyunda görev alan her birinin ortak emeğinin başarısı alkışı hak ettiğini düşünüyorum… Sahneye çıkan çıkmayan her emekçi alkışı ayakta alkışı hak ediyor…

Özen Yula yılların birikimini ve tecrübesini, oyunda vurgulamak istediği kara mizah öğelerini, kuklaların başarılı yüz ifadelerini ve onlara hayat veren İpek Atagün Gezener, Gülin Ersoy usta oyuncuların verilen görevi en iyi şeklide getirirken, bizleri yaratılan gerçekliğin içinden farklı anlama sürüklüyorlar… Alkışı bol, seyircisi sürekli olacak bir oyunu seyrettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. 

İsmail Cem Özkan

Gayri Resmi Hürrem
Yazan: Özen Yula
Yöneten: Özen Yula
Oyuncular: İpek Atagün Gezener, Gülin Ersoy
Cariyeler: Gizem Türker, Handan Kılıç, Pelin Gülten, Ezgi Özer, Melis Kızılaslan, Şükran Dama
Kanun: Deniz Ertürk
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Kostüm Tasarımı: Funda Karasaç
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Koreografi: Banu Demir
Müzik: Turgay Erdener
Yönetmen Yardımcısı: Caner Kadir Gezener
Asistan: Gizem Türker
Sahne Amiri: Turgay Erel
Kondüvit: Tayfun Gültutan
Işık Kumanda: Baki Koca-Alper Öğüt
Suflöz: Kevser Burcu Tezel
Dekor Sorumlusu: Semih Kolaç
Aksesuar Sorumlusu: Mustafa Mert
Kadın Terzi: Mehriye Taşdelen
Makyöz: Kadriye Polat
Sesler:
Kanuni Sultan Süleyman: Erdal Küçükkömürcü
Handan Sultan: Özlem Ersönmez
Muhafız: Caner Kadir Gezener
Yeniçeriler: Esat Tanrıverdi, Ergin Özdemir, Serhat Yazıcı, Burgaç Döğüşçü, Öncü Kamışlı, Gökhan Burak Ansen
Müzik Kayıt
Kanun: Ahmet Baran
Viyolonsel: Onur Şenler, İbrahim Aydoğdu, Köklü Yiğin Tan, Yaz Irmak


11 Nisan 2017 Salı

Palavra!

Palavra!

Uzun uzun konuştu, uzun uzun anlatı ama ne anlattığını ve ne söylediğini kimse anlamadı. Toplantı salonunu terk ettiğimizde ne anlamıştık diye kimse bir şey sormuyordu, çünkü ne konuşulduğunu da anımsayan yoktu. Orada olmamız istenmişti, olduk. Sadece oradaydık ve dinliyor gibiydik. Gözlerimiz açıktı, ruhumuz başka diyarlarda olduğunu hissediyorduk. Palavra dedi biri… Neyin palavra olduğunu da bilmiyorduk, çünkü ortada konu yoktu sadece konu başlığı girdiğimiz toplantının duyurusunda vardı.

Projeler meslek hayatına adım attığımızda vardı, projeler. Biri bitiriyor biri başlıyor. Proje sunumu, proje bütçesinin hazırlanması, projenin nasıl sonlanacağına dair beklentiler, her proje başvurunda protokolüne uygun şekilde bulunuyordu ama ya insanlar. İnsanlar bir projeye dahil olmak ve işsiz olmamak için bir birinin sırtına basmaya hazırdı, ki hazır kelimesini fazla kullandığımı düşünüyorum, basıyorlardı.

Uzun uzun konuştu, proje sunumu yapıyordu. Proje sunumu önemliydi, çünkü o protokolde gösterilmiş ve giderler hanesindeydi, yapılması gerekliydi ve yapılıyordu. Bir otel salonunda bir araya gelmiş insanlar ve şişirilmiş faturalar. Gerçekler ayrıydı ama şişirilmiş fatura proje finans edene verilmeliydi. Parayı verende biliyordu kandırıldığını ve yalan üzerine kurulu olduğunu ama göz yumuyordu, çünkü işsizlik hanesinde birkaç insan eksikti…

Proje sunumuna katılanlar çalışanlardı, aslında kısa bir süre bir arada olmak zorunda olan emeğinden başka satacak şeyleri kalmayan umutsuz insanlar. Umutsuz insanların gelecek öngörüsü yoktur, günü kazanmak ve günü geçirmek için çaba harcar…

Projeye gelmek, sunuma katılmak için yaşadığı şehrin bir yerinden başka şehre geliyorlar. Ellerinde bir çanta, bir birine benzeyen çantalar ile gelen birbirine benzeyen insanlar, aynı heves ve gülen yüzler ile, çünkü bir projeye dahil olmuşlar ve o projeden para kazanacaklardı. Proje neydi, ne zaman uydurulmuştu?

Kimse bunu düşünecek ne soru sormayı, ne de sorgulamayı aklına bile getirmiyordu, dahildi, memnundu, işsiz değildi. Birilerine ben çalışıyorum deme öz güvenine sahipti… Çantalar içinde neler taşınır, otel odasında çantanın içinden neler çıkarılır?

Toplantı salonları bir birine benzer, büyük bir masa ve etrafında projeye dahil olmuş çalışanlar, bir de proje yürütücüsü. Fotoğraflar çekilir, faturalar otel sahibi ile birlikte şişirilir ve güzel birkaç gün geçirilir… Masaların üzerinde birbirine benzer durumlar. Pastalar, cocacola, su, kahve ya da çay… bir kullanımlık kağıt bardaklar… plastik en ucuzu olanıdır ve genelde plastik içindedir içilecekler…

Tek tüketim… Bir bardak plastik şişede bulunan cocacola doldurulur, çöpteki yerini alır… Otel daha fazla çöp parası vermemek adına denizin ortasına birikmiş plastikleri döker… Belki de belediye... Ama sonuçta plastik olanlar deniz ile buluşur, deniz ile buluşanlar denizde yaşayanların midelerinde yerini alır… O da bir proje konusu olur... Çünkü kirlenmek sadece söz ve akıl ile değil, çevremiz ile de devam eden bir süreç ve o kadar kirin arasında insanlar sürekli duş alır, üzerilerine sinmiş kiri temizlemek adına ve sürekli duş, sabah, akçam, sürekli sürekli duş ve parfüm… Palavralar ve yalanlar her yere sinmiştir. Her yere sinen şeylerin bile proje konusu olabilir, çünkü kirletmek demek temizlemek adını alır...

Uzun uzun cümle kurarlar, kısa cümleler önemsiz gibi gösterir var olan projeyi… Uzun uzun konuşurken belki konuşan doyuma ulaşıp, içinde biriktirdiklerini dinleyenlerin beynine boşalır. Hangi beyin hamile kalacağını kimse bilmez ama kondom (prezervatif) içine insanların beynine doğru üflenir kelimeler…

Projeler sadece küçük konuları kapsamaz, bazen bir ülke, bazen bir siyasi parti veya siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, bakanlıklar, aileler, şirketler… 

Her şey aslında palavradır… Palavra…


İsmail Cem Özkan



9 Nisan 2017 Pazar

Çirkin

Çirkin

Bir çiftlik evi, dışarıdan bakan için belki bir yerdir, fakat içine baktığımızda acılar, aldatmanın ve sonucunda yaşanan bir trajediyi içinde barındırır. Zengin bir adam unvan için soylu bir ailenin kızı ile evlenmiş ama onu da evlilik süreci ve öncesi aldatmış. Macera ruhu sonunda onu frengi hastalığına yakalanmasına sebep olmuş, yakalandığı hastalığı karısına ve hamile olan çocuğuna geçmiştir.

Aldatıldığını ve hastalık kaptığını anlayan anne çocuğunu doğurmuş ama doğan çocuk kambur, çirkinmiş... Ret etmiş. Doğan çocuğuna elini sürmemiş, bir kadın tutmuşlar, süt anne. Çocuğa o bakmış… Zaten anne bu acılara dayanamayarak iki sene sonra ölmüş.

O gün doğan çocuk büyümüş, içinde biriken yalnızlık onun kaderi olmuş…

“Gerçeği söylemek gerekirse yalnızlık tek başına olmak değildir. Düşünceler, yalnız insanlara her zaman eşlik eder. Çare bulunmayan yalnızlık başka bir şeydir. Gerçek yalnızlık karşısındaki insanın bakışlarında kendini gösteren yalnızlıktır. Sık sık başkalarının sayesinde var olduğumu anladığımı söyledim. Yine başkalarının sayesinde tamamıyla, kesinlikle, çaresizce yalnız olduğumu anladım .”

Farkındadır her şeyin ama elinden bir şey gelmemektedir… Süt annesi Gaixa ona kendi çocuğu gibi sarılır, onu büyütürken o da dışlanmış, hor görülmüştür… Çirkin kambur çocuk görünümün aksine çok zekidir, farkındadır ama elinden bir şey gelmemektedir. O ne zaman insanlara yakınlaşmaya kalsa bir kötülük ile karşılaşmıştır.

Zaman zaman babası onları görmeye gelir ve iç çekerek bakarmış. Eğer normal çocuk olsaydı büyük adam olacağını vurgulardı… yalnızlık kütüphanede olan kitapların hepsini okumasını beraberinde getirmişti. Hayal dünyası onun yalnızlığını yok ediyordu. Görmediği yerleri özellikle denizi merak ediyordu. Denize çok uzak olmamalarına rağmen denizi görmemişti…

Umut varsa beklenir.

Gaixa havaya bakıp denizde kalanların durumundan bahsederdi, sanki o denizi canlı bir varlık gibi tasvir ederdi… Onun anlatımları çirkin’in hayal dünyasını daha da canlı tutuyordu. O denizi görme umudu içinde evinde bekliyordu. Bir de sevgili, konuşabileceği bir insan…

“Bir kambur, bir çirkin kesinlikle kalp sahibi olmamalı. Ama benim bir kalbim vardı ve ben onunla ne yapacağımı bilmiyordum. Birinin beni dinlemek isteyebileceği umuduyla onbeş yıl bekledim. Bunu bir düşün. Bu iki sözcük, bizim buralarda eş anlamlıdır. Çünkü umut varsa beklenir.”

Bu düşüncelerin olgunlaştığı günlerde babası hastalanmış ve artık ölüm döşeğindedir. İlk defa kalabalığın içine çıkmıştır. Kamburuna dokunan el onun canını çok acıtmıştır, elbette el değil kelimeler… kahkaha…. Ona yönelik korku dolu gözler ile bakışlar…

Yalnızlığı artık daha da fizikidir, çünkü çalışanları babası öldükten sonra onu terk etmiş ve tek süt annesi ile birlikte yaşamak zorundadır… onun hayattaki tek bağlantısı bir kişidir.. bir de ağzından eksik etmediği sevgilisi… Linda!

Senin onlara ihtiyacın yok ama onlar sana muhtaç!

Çiftlik bakımsızdır, işçi almak zorundadır. Süt annesi ona akıl verir ve kötü olmasını öğütler, çünkü iyi niyet ile davrandığı sürece suistimal edeceklerdir.

“Onlara elimi uzatmıştım ve onlar içine tükürmüşlerdi.”

Kötü olmak aslında çiftliğin yaşaması için gereklidir. Köylüleri maddi yönden sıkıştırır, evlerini almak ile tehdit eder ve köylüler çiftlik işlerine dönerler…

Geceleri dolaşmaktadır, çünkü karanlık çirkinliğini örtmektedir. Bir gün gece sokakları gezerken yolunu kaybeder ve yolunu sormak için bir kadına yanaşır ve kadın korkusu ile onun yüzünü yakar. Çirkin doğumdan sonra en büyük yarayı bu karşılaşmadan alır... Artık yüzünün yarısı da yanıktır… Korkunçtur…

İnsan ahlaksızlığının sonsuz olanaklarını değerlendirmeyi öğrenmiştir kendi deyişiyle. İşçilerine kötü davranır, borçları yüzünden evlerini ve topraklarını ellerinden alır, kadınlarıyla yatar. Yolunu şaşıran kadınları korkutur, onları bir canavar olduğuna inandıran oyunlar oynar. Sadece yol sormak istediği insanlar tarafından saldırıya uğramış ve kötü ilan edilmiştir. Sevgiyi ararken kötülüğü bulmuş ve hayallerini paramparça ederek çirkin bir canavara dönüşmüştür sonunda.

“Huzur ise hayal kurmamaktır. Hayal kurmaktan bıkmıştım.”

Denizin yakınında olan oteline gider ama otelden önce denizi görmek ister ve görür. Kafasında canlandırdığı karşısındadır. O hayal olmaktan çıkmıştır.

Gitar sesini duyar, yardımcılarına gitar çalanı çağırmalarını ister ve gitar çalandan kendisine ders vermesini ister ve bu isteği kabul görür… Bir yıllık anlaşma yaparlar.

“İşte o an gitarın hayallerimden kurtulmama yardım edeceğini, onlara bir şekil verebileceğini anlamıştım.” Bir kere daha insanların karşısına çıkmak ve kendisini odluğu gibi kabul etmeleri için bir olanak görmüştü…

Çiftlikte birlikte yaşamaktalar ve “gitar çalan Jairo karşımda öylece oturuyor, hatalarımı söylüyordu. Bana cesaret veriyordu. Her zaman neşeliydi. Beni kendine eşit gibi görüyordu, bir insan gibi yani. Bir insan gibi davranılmak harika bir şeydi. İlk kez birisi beni adımla çağırıyor ve benimle korku ya da art niyet olmaksızın konuşuyordu.”

O farklı biri değil insandı…

Gitar çalan bir insan hayalperesttir. Hayal her türlü iyiliğin ve kötülüğün ötesindedir.

“İnsanlar arasına üçüncü çıkışımı yapacaktım. İlk seferinde beni dikkatle incelemek ve alay etmekle yetinmişler; ikincisinde yüzümü mahvetmişlerdi. Üçüncüsünde ne olacaktı? Korkuyordum hem de çok!”

Süt annesi Gaixa babasının mezarı başında taşlanarak ölü bulunur. Gaixa öldürüldükten sonra tam anlamıyla yalnız kalmıştır. Daha da hırçınlaşmıştır, sanki çevresinden öç alma dürtüsü içindedir… Köylülerin her isteklerini ret eder, kötüdür, daha da kötüleşmiştir…

Bahar gelir, içinde ki korkunçluk yerini sevinç ve umut kaplar. Gitarı yani sevgilisi Linda ile ilk defa halkın önüne çıkmaya hazırdır. Denizde kaybolanların kutsayan törenlerde o da gitarı ile (Linda) ile halka karışmak ister… Beklenti yaşananları karşılamaz…

Toplumuna karşı verdiği bir var oluş savunması kendini son kez ifade etme çabasıdır. Büyük bir coşkuyla, kendinden geçerek gitar çalmasına rağmen o büyük önyargıyı kıramaz ve şeytana alet olmakla suçlanır tekrar lanetlenir.

Ne olursa olsun kırılamaz bir önyargıyla karşı kaşıya olduğunu anlar ve bu kapalı topluluğun vicdanını rahatlayacak tek şeyi yapmaya kendini yok etmeye karar verir.

Öldüğünden emin olduktan sonra ise denizin kıyısında bırakıp gittiler…

Konusu yukarıda ki gibidir. Oyunda birçok imge kullanılmıştır. Kuklalar ve mumlar… Her bölüm bir mumun sönmesi, yalnızlaşması ve yok olmasını simgeler. Her olay çirkini daha da yalnızlaştırır, içinde beslediği umudu söndürür… Kuklalar olayın içine giren, anne, baba, süt anne, gitarist ve gitardır… Kısaca hayatının insanları kuklalar ile canlandırılır ve onların iç konuşmaları çirkin tarafından bize aktarılır…

Semih Çelenk öyküyü yeniden kurgulamış ve sahnede canlandırılır hale getirmiştir. Öykünün kurgusu ve sahnede ki akışı alkışı çoktan hak etmiştir… Sahnede bir çirkin gözükür ama perde arkasında gölgesi yansıyan gitarist Jairo (Mert Demir) vardır. Oyunun ruhudur aslıdan ve o ruhunu seyirciye başarılı bir şekilde sunar… Çirkine hayat neren Hamit Demir gerek makyajı, gerek felçli şekilde sürekli aynı konumunu koruması, gerek ses vurguları ve sesini gerektiğinde yükseltip, gerektiğinde alçaltarak seyirciye anlaşılır bir şekilde mesajını iletmesi açısından çok başarılıdır… Onun başarısını makyaj yanında ışık ve sahne düzenlemesi eşlik etmektedir… Deniz vurgusu sahnenin karakterini belirtir, dalgalar arasında giden bir öykü… Deniz aşkı, özlemi, gitar… ışık burada çok önemli bir işlevi yerine getirmektedir, çünkü o sesin yükselmesi ve alçalmasına uygun olarak ışık da seviyesi düşülerek, gerektiğinde daha da aydınlanarak sahnenin içinde ışık oyuncuyu ve öyküyü takip eder…

Öykü bireyi anlatır ama asıl anlattığı toplumun önyargılarının birey üzerinde ki yıkıntısı ve bireyin toplum önyargısı karşısında direnişini, toplumun bilerek güzellikleri çirkinlik adı altında yok etmesini sahnede buluyoruz… Bu bir kültüre ait değil ne yazık ki küresel dünyamızın yaratmış olduğu yeni bir kültüre karamizah yönünden eleştiridir…

Kısaca ve bu kadar uzun bir yazının arkasından hala izlemedim diyorsanız fırsatınız vardır, bir gün yaşadığınız yere bu oyun gelirse gidin yaşayarak benim sözlerimi kontrol edin... Ayakta alkışlamayı da unutmayın…

İsmail Cem Özkan

Çirkin
Yazan: Michel del Castillo
Yöneten: Semih Çelenk
Yönetmen Yardımcısı: Hale Üstün
Oyuncular: Hamit Demir
Dekor: Erhan Alabaş
Kukla Tasarım ve Uygulama: Şafak ve Adem Dağlar
Işık: Murat Bakır
Kostüm: Ayşe Selecik

Müzik: Gitarist Mert Demir - Kajon Oğuz Kaan Özgen