Şarkılarla memleket tarihi
İnsanlık tarihi mitolojilerin bize sunduğu ile başlar, bilim gerçi
bize daha öncesini anlatır ama söz Anadolu, söz bizim toprak olunca bilimsel
olanı değil destan olanı, mitolojinin bize sunduğu ile başlayalım!
Sözün hakim olduğu zamanlarda ezgiler insanlık birikimini bir
sonraki kuşağa aktardı, sonra yazı, yazı ile birlikte başladı destanlar.
Destanların mitolojiye dönmesi ve tanrılara ulaşması insanlığın gittiği yolu
anlatır. İnsanlık başlangıçta ezgisi ile birbirine seslendi, duygularını
konuşmadan belki de ezgiler ile sundu. En güzel duyguları, acıları, öfkeleri,
nefreti, düşmanlıkları, barışı, dostluğu ve sevgiyi… İnsan belki de başlangıçta
ezgiydi, sonra söz oldu, daha sonra kelime, cümle ve destan!
Şiir ezginin dile düşmesidir. Şiir ile anlatır oldu insan
dertlerini. Şiir ile isyanına ses verdi. Şiir ile sevgisine sevgi kattı, daha
güzel nasıl söyleniri hep aradı. Şiir ezginin kelimeye dökülmüş halidir. Bir
grup müzisyen ve bir grup tiyatrocu aynı mekanda bir araya gelmiş. Enver
Gökçe’nin bir şiiri ilk adım olmuş iki ayrı sanat insanlarını birleştiren
sahne… Şiir ağıttır, isyandır, sesteki tınıdır. Sesteki tınıyı duyan müzisyen
nasıl dokunmaz gitarın teline, davulun o güçlü sesine… Vurgulu, telli çalgılar
şiir ile birlikte başlamış konuşmaya, bunu konuşmayı da yazıya döken Mehmet
Esatoğlu olmuş. Yazmış sahnede yaşananları, duymuş, hissetmiş geçmiş yıllarının
birikimi ile. Düşünmüş kendi birikimin kaynağını ve ilk ezginin çıktığı, ilk
ateşin insana ulaştıran tanrıya kadar gitmiş. Ateşi çalıp insana armağan eden
belirlemiş insanın kaderini. Doğa ile savaşta eline güçlü silahı en korumasız
ve savunmasız olan hayvana! Doğanın zayıfı doğanın efendisi olurken kendi
türünde de kategorize etmiş, ezen ile ezilen hep var olmuş bu kategorize etme
ile. Bazıları kendilerini ayrıcalıklı ve güçlü görmüş, bazıları kaderi gibi
sunulmuş kapı kulu ve köle olmaya. Bazıları doğdukları ailelere göre payeler
biçilmiş, bazıları savaşlarda okun ucunda ki hedef olmuş… İnsan başlangıcından
bu yana durmadan süre bu kavgası. İnsanlığın en güzel destanını yenenler değil
yenilenler yazmıştır, onların direnci destanların konusu olmuş, güçlü olan
kendisine göre değiştirmiş sunmuş, her ne kadar sunarsa da sunsun yenilenin de
öfkesini, isyanını yazmış destanında. Maharetli olan anlar kelime arasında
anlatılan gerçek hikayeyi…
Müzisyenler ile tiyatrocular bir sahnede buluşmuşlar, ülkemizin
tarihini anlatmıyorlar, bu toprakların destanlarını, öykülerini anlatıyorlar,
anlatmakla kalmıyorlar canlandırıyorlar. Homeros’un destanın yaşanan savaşlar
ve sevgiler, bugün yaşayan sanatçının dilinde de durur. Hititlilerin,
Urartuların destanları bu topraklarda yaşanmış olanları anlatır. Sanki dün
yaşanmış gibidir, sıcak ve içten ve bugünü anlatan. Bugün yazı yazan, şiir
okuyan, müzik yapanın tınısında da vardır ilk tınının ezgisi, ilk şiirin
duygusu, ilk yazının sembolleri, ilk destanın akıcılığı. Nazım Hikmet’in
kaleminden canlanır Şeyh Bedreddin ve yoldaşlarının öyküsü. Onun dilinde sanki
Homeros yazmış gibidir. İki büyük destan bu toprakların öyküsüdür. Halk için
halkı ile birlikte yaşamış ozanların dili ezilmişlerin dilidir, onların
cümlelerinde hayat bulur yaşanmış isyanlar. Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu…
Tevfik Fikret’den Enver Gökçe’ye, Nesimi’den Adnan Yücel’e bırakılan miras
bizim öykümüzdür…
“Şarkılarla memleket tarihi” oyunu bize sunulan bu tarihin sadece sahne
uyarlamasıdır. Fırsatı olanların bu hikayede kendilerine ait bir şeyler
bulacağını söylemek abartı olmasa gerek… Akıcı bir öykü bir insanlık tarihinin
kronolojisi gibidir. İsyan, öfke, sevgi, yaşanmışlıklar, emekçinin emeğinin
yaratacak güzel günleri umudu…
“Şarkılarla memleket tarihi” Ankara’da açlık grevinde olan onuru
ve ekmeği için mücadele edenlere adanmıştır. O iki insanın sessizliği sahnede
ses olmuştur. Oğlunun kemiğini bekleyen Dersim’de Seyit Rıza heykeli dibinde
olan 70 yaşında ki babanın acısıdır sahnede olan… Öfkedir, isyandır, sessiz
çığlıktır.
Oyunun teknik açıdan yorumlamaya gelince, oyuncular kendilerine
verilen rolleri kendi özelliklerini katarak can vermişler, rol yapıyorlar
yaşıyorlar gibidir. Sahnede oyuncunun her hareketine ezgi ile destek verenler,
arkada çalan canlı müzik aynı zamanda oyuncunun hareketlerine şiirsellik
katmaktadır. Acı, öfke, isyan, trajedi, bir destanda olan her duygu ezgiler ile
seyirciye başarılı bir şekilde ulaşmaktadır. Acının sesi müziğin ezgisindedir,
etkilenmemek imkansız…
Sahne sanatları her sanat ile kucaklaşır, her sanat kendisine göre
bir alan açar sahnede. Işık, müzik gibidir. Oyuncunun her hareketine dikkat
çeker, bahçeden gelen doğal ışık ile kucaklaşır… Seyirci salonda seyirci
değildir, oyunun içinde bir parçadır. Kilisenin bahçesine bakan arka zemin aynı
zamanda sokak ile oyunu buluşturur… Gün boyu yağan yağmur yerini güneşe
bırakarak pencereden içeriye sevgiyi boca eder. Bahçenin gülleri, ağacının
yeşili su damları ile geçmişinden salona bir şeyler fısıldar ve oyuna katılır…
Ekmek olmadan özgürlük olmaz... Ekmek mücadelesi sürer, Ankara’da
bir heykelin yanında olur onur ve ekmek mücadelesi…
Sağanak bir yağmur. Yağmur kendi rüzgarını yaratıyor. Isınmamış
yeryüzü biraz daha üşüdü... Aç olanları sevgi kucakladı, yaşasınlar diye…
İsmail Cem Özkan
Şarkılarla memleket tarihi
Yazan ve Yöneten: Mehmet Esatoğlu
Von Müzik topluluğu: Cenk Emrah Es, Önder Aksungur, Serkan Tosun,
Kaan Kıvılcım
Tiyatro Simurg oyuncuları: Hale Üstün, Fahri Bozbaş, İbrahim Ege,
Merve Köse, Hazal Akkın ve Mehmet Esatoğlu
Çevre düzeni, kostüm ve afiş: Hale Üstün
Işık: Hamit Demir - Burak Yalçınyiğit