3 Haziran 2017 Cumartesi

“The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü)

 “The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü)


Henry James'in 13 Ekim 1898 yılında yazdığı roman Operaya 1954 Venedik Biennale tarafından verilen siparişe göre uyarlanmış ve prömiyeri 14 Ekim 1954'de Teatro La Fenice, Venedik'te sahnelenmiştir. Bu operanın ilk orijinal ses kayıtı da aynı yıl yapılmıştır. Prömiyer de ve ilk ses kayıtları için orkestra şefliğini eserin bestecisi Benjamin Britten yapmıştır. 

19. yüzyılın herhangi bir yılında Londra’da bir parkta kızıl yaprakların yeryüzünü kapladığı zaman diliminde bir bankta bir kadın oturmaktadır. Sessizdir park. Sislerin hakim olduğu kasvetli bir sabah saati gibidir. Bir anlatıcı olayı anlatmaktadır. Parkta bir adam gelmiş ve kadın ile bir anlaşma yapmaktadır. Kadının mesleğini mürebbiye olduğunu söyler anlatıcı, çünkü onu tanımaktadır ve onun hikayesini izleyeceğiz sahnede… 

Mürebbiye tecrübelidir, işini iyi yapan ve bilendir. Bir anlaşmaya varırlar. Londra’dan ayrılıp Bly adlı malikaneye gidecektir. Şehrin dışında varlıklı ailelerin oturduğu bir ortaçağ malikanesidir. Orada yaşayan annesi ve babasını kaybetmiş iki çocuktan sorumlu olacaktır. İki öksüz çocuk. İyi eğitim almış oldukları aşikardır. Fakat mürebbiye’den bazı istekleri vardır anlaşma yapanın. “Çocuklarla ilgili herhangi bir haberi bir mektupla amcalarına göndermeyecektir; Bly Malikanesi'nin geçmişi ile hiç ilgilenmeyecektir ve çocukları hiçbir şekilde bırakıp işini terk etmeyecektir.”

Mürebbiye bu şartları kabul ederek yola çıkmıştır. Endişeleri ile yola çıkmıştır ama malikaneye vardığında kurduğu bütün endişelerin boş olduğunu karşılamada yaşadığı sıcak anlar ile kafasından atar. Korku yerini sevince, endişenin yerini güven almıştır.

Kahya kadın Mrs. Grosse çocuklar ile ilgilenen ve görevini tam yapan biridir, gelen mürebbiye ile ilk temasta sıcak ve dostane bir ilişki içine girer. İlk görüşme sanki ona uzun yıllardır görüşemediği dostunu buluşturur gibidir.

Mürebbiye korkularının ve endişelerinin yok olduğunu bu sıcak karşılama sonunda Mrs. Grosse’a açıklar. Artık işinin başındadır.

“Bazı şeyler asla saklı kalmaz...”

Miles'in gittiği yatılı okuldan bir mektup gelmiştir ve bu mektupta hiçbir belirtilen neden gösterilmeden Miles'in diğer öğrencilere tehdit oluşturduğu için onun okuldan atıldığı ifade edilmiştir. Mürebbiye Miles'in, ve kızkardeşi Flora'nın, masum çocuklar olduklarına ve hiçbir kötülük yapmalarının mizaçlarına uymadığına inanmıştır ve Mrs. Grosse ile konuştuktan sonra Miles'in okuldan ihraç edilme mektubunu ciddiye almamaya karar verir.

Her şey yolundadır ama bir gece yarısı pencerenin önünde bir siluet oluşur ve kaybolur. Korkar, çünkü çalışanların dışında başka bir siluettir. Farklıdır. Kafasında sorular oluşmaya başlar, çünkü geçmişin bir yansıması mıdır, yoksa kafalarda yaratılmış bir geleneğin hayat bulması mıdır? Hayaletler, kötülükler kasveti ortamın oluşturmuş olduğu bir masal mıdır yoksa gerçek midir?

Kısa sürede olay ile yüzleşir ve masallarda olanın gerçek olduğunu görür. İlk tepkisi yüzleşmektir. Çocukları her şeye rağmen koruyacaktır. Mücadeleci biridir ve kavgaya hazırdır. Çünkü hayaletler Çocukları İstismar etmekteler. İki çift ruh: Peter Quint ve Miss Jessel. İki şeytani ruh, huzura kavuşamamış ve öldükleri yere geri dönen iki huzursuz ruh! İki ruh çocukların ruhlarına sahip olmak isterler… Bu çatışmada çocuklar ruhlar ve mürebbiye arasında kalmıştır.

Çocuklar gizlice ve sürekli hayaletler ile irtibata geçmeye başlarlar. İroniktir ki burada "tecrübeli" olan Miles ve Flora , "Masum" olan mürebbiyedir. Oyun ilerledikçe mürebbiye "tecrübe" kazanmaya başlar ve içinde bulunduğu durumu daha iyi kavrar. Bunu şu sözlerinden de daha iyi anlayabiliriz

Mürebbiye; “Kendi labirentimde kayboldum
Gerçeği göremiyorum
Sadece kötülüğün üzerime ittiği sisli duvarlarla sarıldım
Kendi labirentimde kayboldum
Gerçeği göremiyorum
Masumiyet beni çökerttin
Hangi yöne dönmeliyim
Kötülük hakkında hiçbir şey bilmiyorum, ama korkuyorum
Onu hissediyorum, daha kötü hayal ediyorum.”

Mürebbiye odasında hayaletlerin malikaneyi ellerine geçirmelerinden endişe etmeye başlamıştır. Endişelidir ve endişesini dağıtacak olan şeyde mücadeledir. Çocukları yalnız bırakmayacak ve onlar ile birlikte bu şeytani ruhlardan kurtulacaktır.

Hayaletlerin her şeyi kontrol alamadıkları inancında olan Mürebbiye çocukların amcasına o akşam bir mektup yazarak durumu ayrıntıları ile anlatır. Fakat mektup yerine hiçbir zaman gitmeyecektir. Peter Quint Miles’i etkisi altına alacak ve mektubu yok etmesini sağlayacaktır. Ruhlar çocuklar üzerinde ki baskısını artırmıştır. Baskıya karşı direnç ve inançta artmıştır.

Mürebbiye, kahya Mrs. Grosse ile artık birlikte davranmaktadır. Mektubun alınmasını itiraf etmesi ruhların yok olması anlamına geldiğini anlarlar.

Yüzleşme kaçınılmazdır…

Miles bu yüzleşmede artık kilit noktadır. Çünkü mektubu alan ve ruhun verdiği görevi yerine getiren odur. Kasvetli bir sabah günü bu yüzleşme kaçınılmaz olarak gerçekleşir.

Miles, 'Peter Quint, seni şeytan!' diye çığlık atıp suçunu itiraf eder. Kendi ismini duyan hayalet ortadan kaybolur ve Miles da mürebbiyenin kucağında can verir. Ölü çocuğu kucağında tutan mürebbiye yasını anlatan bir ağıt söyler. Kendi davranışının da doğru bir iş olup olmadığını kendi kendine soruşturmaya başlar.

"Söylenmesi, çalınması ve dinlenmesi zor, alışkanlıklarımızı zorlayan"  bir operayı seyrederken sahnenin üç boyutlu olarak derinliğine değişimi, kasvetli havanın ve yüzleşme sahnelerinin o mükemmel görüntüsü karşısında birden olayın içinde ve sahnede yaşananlar ile bütünleşmiş halde hissedebilirsiniz, çünkü görüntü ve müzik sizi ister istemez olayın içine alıp farklı bir yolculuğa çıkarmaktadır…

Çocuk istismarının birçok yönü bulunmaktadır ama bu yönlerden bir tanesi ile yaratılan masalımsı dünyanın içinde ki imgeler ile yapmaktayız. Dekor tasarımı, kostüm ile iç içe geçmiş bir bütünlük olarak karşımızda dururken, ışığın rolünü hemen fark ediyorsunuz, çünkü dekoru daha da büyük ve ihtişamlı gösteren ışıktır, ışığa müzik eşlik eder. Çünkü o dünyanın görkemli şölenine sizi ruhen kanatlandırıp götüren müziktir. Oyuncular bu bütünün içinde sesleri, mimikleri ve hareketleri ile seyirciyi koltuğundan alıp farklı bir dünyaya taşımaktadır. Üç duvarlı sahnenin duvarsız olan yerinde yer alan seyirci o evrenin kopuk parçasını tamamlamaktadır. Evrenin sınırı yoktur, bir bütündür ve o bütünü her bir parçası olması gereken yerde olması gereken görevini yapmaktadır. Kusursuz, pürüzsüz ve sadedir. Elbette operada olması gerekenler hayat bulmaktadır, insanlığın ne kadar muhteşem bir varlık olduğunu ve birikimini nasıl bir şekilde estetik olarak sunabileceği ve kültürünü taşıyabileceğine şahitlik etmekteyiz. Sokaklardaki karanlık ve basık havanın birkaç saatlikte olsa dağılmasına ve geleceğe umut taşımasına bu muhteşem şölenin de payı vardır. Çünkü karanlığı ancak güzellikler yok edecektir, her ne kadar trajedi içinde ki dram ile bize umutlu bir son vermemiş olsa da. Miles son nefesini ruhlardan kurtulduğu an vermiştir ama yaşam devam etmektedir ve o malikane artık ruhlardan kurtulmuş ve özgürdür…

Kavga kendi çocuğunu ilk önce toprağa düşürmüştür…

İsmail Cem Özkan


 “The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü)
Henry James
Operaya uyarlayan: B.Britten
Orkestra şefli: Can OKAN
Dekor tasarım: Efter TUNÇ
Kostüm tasarım: Ayşegül ALEV
Işık tasarım: Cem YILMAZER
Anlatıcı / Peter Quint rolünü Ahmet BAYKARA,
The Governess (Mürebbiye) rolünü Ayten TELEK,
Miss Jessel rolünü Özgecan GENÇER,
Mrs.Grose rolünü Elif T. TEKIŞIK,
Miles rolünü Ali AYAZ,

Flora rolünü Sevim ZERENAOĞLU canlandırıyor.

2 Haziran 2017 Cuma

Genç Karl Marks (Le jeune Karl Marx)

Genç Karl Marks (Le jeune Karl Marx)


1844 yılında havanın ağır, kasvetli olduğu zaman diliminde Prusya İmparatorluğu içinde yer alan Köln şehrinde bir gazete bürosunda (Die Neue Rheinische Zeitung) gazete çalışanları tartışma halindedir. Bu tartışma aslında bir kişinin yol haritasını daha net ve somut ifade etme yol ayrımıdır.

Dışarında polis gazete bürosuna baskın yapmak için hazırlık yapmaktadır. İçeride hararetli bir tartışma söz konusudur. Marks gazetenin politikasını eleştirirken Hegel’ci bakışın gazetenin sayfalarına hakim olduğunu belirtmektedir. İdealist bakış açısı var olan düzenin devam ettirmek anlamına geldiğini ama materyalist ve diyalektik bakış açısı içinde değiştirmek olduğunu vurgulamaktadır.

Değişim kaçınılmazdır ve bunu yeni oluşmuş olan işçi sınıfı yapacaktır.

Ormanda sahipsiz ağaç parçalarını (dallarını) toplayan köylü ve emekçilere her yerin sahibi olduğunu iddia eden güç sahipleri adına yasa dışı dalları almak yani çalmak suçundan eziyet etmektedir. Bu yaşanan somut durumun somut tahlili Marks’ın yeni yol haritasını da biçimlendirmektedir. Değiştirmesi gereken bir durum söz konusudur, var olanı artık iyileştirecek her hangi bir yorum güç sahipleri lehine çalışmak anlamındadır…

Polis baskını gazetenin kapanması anlamına gelmektedir. Her biri bu durumu bilmektedir ve bundan sonra ne yapacaklarını konuşmaktalar… Marks artık yeni bir kapı açmak adına büronun kapısını açacak ve teslim olacaktır. Gazetenin sahibi de tutuklanır ve karakola giderken yeni rotlarını da birbirine açıklarlar, daha cesur bir gazete çıkarmaktır tutuklanmaya cevap. Ama sürgüne gönderililer birlikte… Paris sürgün yeridir onların ve kavgalarını oradan sürdüreceklerdir. Gazete çıkar. Marks geçimini gazetelere yazdığı yazılardan sağlanmaktadır… Fakirdir ve evlidir. İkinci çocuğunun haberini almadan önce gazete bürosunda Engels ile karşılaşır ve ilk temas değildir, daha önce Berlin’de karşılaşmışlar ama birbirlerine uzak durmuşlar.. Şimdi birbirlerini uzaktan da olsa daha iyi tanımaktalar, çünkü her iki tarafta birbirinin yazdıklarını okumuş ve ilgi ile karşılamıştır. Marks’ın teorisine cevap aslında Engels’in İngiltere’de işçi sınıfı üzerine yazmış olduğu kitap kapatmaktadır… Engels’in teori açığını da Marks karşılamaktadır… İki ayrı dünya, biri burjuva yaşamın içinden gelmiş ve hala babasının burjuva kültürü içinde yaşadığı birden fazla şehirde fabrika sahibi bir kapitalist. Engels babasının yanında çalışmaktadır. Sanayi devrimin değiştirdiği İngiltere Manchester şehrinde işçilerin durumunu gözlemlemiş, araştırmış ve “İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı kitapta toplamıştır.

Engels doğal gözlemi güçlü ve rahatlıkla ilişki kurabilen biridir. Babasının fabrikasında çalışanların nasıl bir arada olamadıkları, haklı olsalar da haklarını ekmek kaygısı yüzünden sessizce kabul ettiklerini gözlemlemiş ve bir gün fabrikada yaşanan işçi cinayeti sonrası İrlandalı bir işçinin (Mary Burns) itirazına şahitlik etmiş ve dik duruşu ona ilgisini çekmiştir. İşten ayrılan İrlandalı işçi kadını izler ve onların toplu bulunduğu kahveye gitmiştir. Bu takip onda Marks ile yolculuğuna ilk adımıdır aslında... Bilmeden iki Alman vatandaşı başka coğrafyalarda tercihleri yolarlını kesiştirecektir…

İki insan biri sürgün Paris sokaklarındadır… Ortak imza kullanacakları bir çalışmanın da ilk adımdır. Paris o zaman diliminde anarşistler, sosyalistlerin da tartışma ve propaganda alanıdır… sokaklar bir şenlik havasındadır, işçiler kendilerine açılan kapılara ilgilidir. İzlemekte ve tartışmalara taraf olmaktadır…

Mark bir sokak etkinliğinde Proudhon ile tanışır… Onun soyut kavramlarına somut sorular sorarak ilgisini çeker be kısa sürede “samimi” bir iletişim içinde olurlar…

Karl Marx, görüşlerinin biçimlendiği 1844'lü yıllardan başlayarak materyalistti ve yaşamının sonuna kadar felsefeyi bilimsel temelleri üzerine oturtma mücadelesi verdi, oturttu ve geliştirdi. Bu görüşlerini Paris’te karşılaştığı Proudhon ile tartışması, görüşlerinin aynı zamanda test edilmesi anlamındadır ve belirleyici olacaktır…

Proudhon eleştirisi “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” olarak ilk anda düşünülse de daha sonra Mark tarafından “Kutsal Aile” olarak yayınlanacaktır. Elbette bu eleştirel tutuma giden yol Mark ve Engels’in İngiltere merkezli uluslar arası işçi örgütü içinde çalışmasıdır. Üyelikleri için kendilerine referans olarak gösterdikleri Lyon’da örgütlü olan Proudhon’u bu örgütlü yapı içine davet etmeleri gerekmektedir… Fakat Belçika’da yapılan bir toplantı sırasında Proudhon katılamayacağını belirtir ve en son çıkan kitabını hediye eder. Kutsal Aile bu karşılaşmanın sonucunda ortaya çıkar, bir anlamda bir kopuşu da temsil eder… Marks ve Engels artık örgütçü yönlerini ortaya çıkarır. Marks, bugüne kadar filozofların dünyayı yalnızca farklı biçimlerde yorumladıklarını, artık dünyanın değiştirilmesi gerektiğini belirtir.

Londra’da yapılan örgütün ikinci kongresinde Engels salona hakim bir konuşma yaparak örgütün adının Komünist Birliği olduğunu ilen eder. İlan etmek ile kalmaz Manifesto yazımı işini de Marks, Engels ve Marks’ın eşi Jenny Marx üstelenmiştir. Merkez komite gibidir Mark’ın evi… Engels’in eşi (hayat arkadaşı) Mary Burns evlilik kurumuna karşı keskin ve radikal eleştirisi filmin odak noktalarından biridir.

Bütün insanlar kardeş değildir; bütün işçiler kardeştir ve burjuvaziye karşı birleşmelidir…

“Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur… Komünizme özgü olan, bütünüyle mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır… Komünizm, kimsenin toplumsal ürünleri mülk edinme gücünü elinden almıyor, yalnızca o mülkiyet yoluyla başkasının emeğini boyunduruğa sokma gücünü alıyor… İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır... Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.

Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

Marks’ın ve Engels’in 1844-1848 yılları arasındaki hayatını konu eden film kendi içinde kurgusu ile bana göre başarılı bir çalışmadır. Her ne kadar kurgu içinde gerçeklikten kopan yazım olmuş olsa da o da son yıllarda sinemada popüler olan çok dilli bir görselin uzanımı gibidir. Çok dili kült olacak filmlerden birisi olmaya adaydır. Sahnelerin geçişleri, görüntü ve kamera hareketleri, arka görüntülerin çok tizi bir çalışma ile oyunun akışı içinde sunulması, özellikle ışık ve çevre seçimi yönetmenin ne kadar titiz çalıştığını gösteriyor. Elbette oyuncular filme doğallık katmış olsalar da çok kısa sürede çekilen bu filmde yüz ifadeleri ve sakal uzaması gibi olgular göz ardı edilmiş. Dört sene insanı yıpratan bir süreçtir ama filmde o yıpranmayı göremiyoruz. Marks sürgün hayatı ve sürekli yer değiştirmesi, gelen her yeni çocuk ve sorumluluk onun omuzunda ki yükü ağırlaştırmasını pek hissedemiyoruz. Marks’ın çocukları ile ilişkisi de film içinde yoktur… sanki ideal bir yaşam yaşıyorlar ve her şey onlara hizmetine sunulmuş kırımız halı üzerinde yürür gibiler… Engels’in “hayat arkadaşı” ile ilişkisi farklı bir boyutta olmasına rağmen radikal düşünce yapısı ve hayat tercihi Engels üzerine etkisi yokmuş gibi sunulmuş…

Film her şeye rağmen izlenmesi gereken, içinde ince ince sunduğu ironiyi ve kara mizahı seyirciye yediren bir film… Emeği geçenlerin emeklerine sağlık, önemli bir açığı sanki kapatmışlar gibi… Marks ve Engels’in hayatını belirleyen ortamın (çevrenin) kronolojik olmasa da seçkin de olsa sunulması önemli diye düşünüyorum… Masasının başında oturmuş ve kitap yazan filozoflar olmadığını ve işçiler arasında işçilerin önünde konuşan bir filozofların çağından bahsediyoruz…  Film onu göstermiş olması en azından evinden, masasından devrim yapma hayal kuranlara inceden bir mesaj vermiştir diye düşünüyorum. Başkalarının çocukları üzerinden hayatı planlayanlar öncelikle kendi ve en yakınları üzerinden hayatlarını değiştirsinler… Bunu bile söylemesi önemlidir…

İsmail Cem Özkan



Genç Karl Marx..
Yönetmen: Raoul Peck
Yapımcı: Nicolas Blanc, Rémi Grellety, Robert Guédiguian, Raoul Peck
Senarist: Pascal Bonitzer, Raoul Peck
Oyuncular: August Diehl, Stefan Konarske, Vicky Krieps, Olivier Gourmet, Hannah Steele
Müzik: Alexei Aigui
Görüntü yönetmeni: Kolja Brandt
Sanat yönetmeni: Merlin Ortner
Kurgu: Frédérique Broos


29 Mayıs 2017 Pazartesi

Sürgün!

Sürgün!

Yüzyıl önce sürgün olarak geldiğimizde anamın konuştuğu dili bugün ben konuşamıyorum... Sürgünler kültürleri yok etmesin, yaşasın dedikçe geldiğimiz ülkede uyum adında bizleri asimile edip yok ettiler. Kalsaydık sürgün edildiğimiz ülkede, belki anadilimizi konuşuyor olacaktık... Sürgün yapan mı, asimile eden mi bize zulüm yapmıştır? Anamın konuştuğu dilde bile düşünemiyorum, sorumu sığındığımız topraklarda yaşayanların dili ile cevaplıyorum…

Parası olanları koyduğu kurallar sonucunda sömürü daima var olur...

Her dönüş hüzünlüdür, her kavuşma sevinç... Hüzün yeşil tarlaları sarı renge, sarının da altın olanına dönderir güneşin ışığı. Tarlalar birden hasat zamanı yaşar, koparır kendisinden birer parça her gün batımında. Yeşil başaklar altına dönüşür, savurur kendisini esen akşam rüzgarının eşliğinde. Başak eğilir, gitmekte olan günün rüzgarı karşısında... Gün akşama döner, güneş başka dağların arkasına kendisini saklar, yıldızlar gökyüzüne hakim olur ama artık bizler sahte güneş ışıkları yüzünden görmeyiz... Dünya kaosa döner, doğa kaosun farkındadır, kendisince önlem alır ama bizler o hakaretsiz gibi duran dönüşümün farkında bile değilizdir, kar zarar hesapları arasında... Güneş son ışığını bırakır... Bizler güneşin bıraktığı son ışık altında gelecek güne hazırlanırız...

Hedefi kazanmak üzerine kuranlar, oyunun nasıl oynandığına dikkat etmez...

Dinler sermayenin elinde birer araca döndüğünde, özgünlüğü ve özgürlüğü ortadan kalkmıştır. Onun özgürlüğü ancak sermayeye hizmet ettiği sürece vardır ve sermayenin istediği şekilde halkın üzerinde uyutma işlevini yerine getirir. Dinlerin bu işlevi bilindiğine göre İslam dini adına dünyada cihada çıkanlar hangi sermaye grubuna hizmet etmektedir? Açık ve nettir, tröstleşen sermeye kendine yeni düşman yaratıp, ülkesinde gelişen muhalefet hareketi (örgütlü işçi sınıfı) yok etmek ve liberal ekonominin yaratmış olduğu ulus devletini yıkılışından sonra ortaya koyamadığı bir sistemin ve devletin ayakta kalması için kullanıldı. Bugün islamofobi gelişmişse liberal ekonomi ile direkt bağlantısı göz ardı edilmemelidir... Cihat’ın tek işlevi olmuştur, yıkılan devletin cenazesinin kakmasına izin vermeden devletler varlığını görüntüsel olarak korumuş olmalarıdır. Yıkılanın yerine yenisini koyamayan kapitalist ve emperyalist devletler içinde islamofobi bilerek ve istenerek geliştirilmesi için cihat seferlerine bilerek ve istenerek göz yumulmuştur. Cihat yüzünden en fazla Müslüman öldürülmüştür... Hem ölen, hem öldüren aynı dini inancın insanlarıdır... Bugün Suudi Arabistan ve diğer İslam devletleri sermeyenin isteklerini yerine getiren sadece maşa hükümetlerin zorba olduğu yerlerdir...

Acı çeken bir ana gözaltına alınıp daha fazla acı çekmesine sebep olunur mu?

Diktatörler kendi ülkesinde zalim, dışarıda mazlumdur... O yüzden zalim olduğu yerdeki imajı daha önemlidir... Dışarıda imajı yerdeymiş kimin umurunda... Elbette kredi verenlerin...

Siyaseten bir birine benzerler birbirini yok eder, çünkü sonuçta ego çatışması vardır...

Alamut Kalesi ulaşılmaz, içine sızılmaz diye bilinirdi, bugün temellerini bile zor buluyoruz...

Dilencinin çok olduğu sokaklarda fakirlik hüküm sürer. Fakirliğin hüküm sürdüğü yerde ise sistem sorunu olmaz. Sistem, çökmüş olsa dahi yaşamaya fakirlerin korkusu üzerinde varlığını devam ettirir...

Dilencinin çok olduğu yerlerde mazlum rolündekiler fırsatını bulunca hemen zalim olurlar.

Haksızlıkların hüküm sürdüğü zamanda “bana haksızlık yaptı” diye ‘onur’ mücadelesine girenlerin ülkesinde olmak nasıl bir duygu hala çıkaramadım... Çünkü haksızlık yaptıklarını düşünmeyenlerin hüküm sürdüğü yerde; sağduyu, hoş görü filan olmaz... Aşağıda biri acı çekmiş, halk vicdan kanaması geçiriyormuş önemli değildir onlar için... Vicdanları dağlayanların ülkesinde "vicdan yarası" sadece piyano, org eşliğinde söylenen düğün şarkısıdır...

Yemeğe değil adalete aç olanların ülkesine dönüşmek vicdan kanatan bir durum değil midir?

Kapitalizm önce hasta edip sonra iyileştirme vaadinde bulunur... Para aldığı sürece iyileşemezsin, paranız yok olduğunda ise her canlı bir gün mutlaka...

Zifiri karanlıkta mağarada yol gösteren sadece rüzgar ve hava akımıdır...

Kırılmanın yaşandığı, kırılma ile birlikte oluşan kaosun içinde düzülenler düzenlere tapıyor... Gönül rızası ile mi düzülüyorlar bilemiyorum ama Stockholm sendromu hayat bulmuş bir evrende yaşıyoruz…

Hala umudum var, değişecek bu kötü gidiş... Gidecek yalan ve dolan ile hükmünü sürenler... Gidecek elbette karanlık...


İsmail Cem Özkan