8 Temmuz 2017 Cumartesi

Eleştiri…

Eleştiri…

Eleştiri olmazsa olmazımızdır deriz ama hiçbir zaman eleştiriyi ya kaldırmayız ya da yok sayarız, çünkü her şeyi en iyi bilenlerin olduğu yerde eleştiri olmaz; ya övülür ya da yerilir…

Eleştiri tarihini yazmaya çalışan biri mutlaka kendisi ile hesaplaşmak zorundadır, çünkü eleştiri; kişinin kendisi ile yüzleşmesidir ona da özeleştiri deriz. Özeleştiri ne yazık ki eleştiri ile birlikte buharlaşmış, ısınan gökyüzünde suya dönüşmeyi bekler, bir gün kaybolduğu topraklara umarım yağmur olarak iner…

Her yapılan pratik iş aslında geçmişin eleştiridir, konuşmaktan daha çok üretin derler. Üretin geçmişe öykünmedir, en fazla öykünenler geçmiş ile bir noktaya gelir ve kopar, çünkü yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz.

Bugün ne üretilirse üretilsin geçmişte ayağı yoksa varlığı yok demektir. Her üretimin, her adımın, her söylemin geçmişte bağı olmak zorundadır, birden postmodern söylem ortaya çıkmaz, postmodern de olduğu gibi olaylar birbiri içine girip sonsuz ve karmaşık anlatım ile bitmeyen öykülerin pasif, sistem ile çakışmayan, sistemin güzellemesini dolaylı yapan bir dil ortaya çıkmazdı. Bugün yaşanan postmodern diye kabul edilen dil aslında liberal söylemin edebiyat/sanat içinde karşılık bulmasıdır. Yani postmodern yıkar ama yerine yenisini koymayı düşünmez. Yıkıntı halinde kalan ulus devlet gibidir, yıkıntılar içinde kaos ortamında kalan bir bireyin neden yıkıntılar içinde kaldığı, neden gökyüzünden bombaların kendi şehrini vurduğunu, koşusunun neden birden radikal dinci olarak karşısına dikildiğini ve de neden dine sarılarak özgürlükleri bilerek ve isteyerek kendi elleri ile yok ettiğini anlayamaz, çünkü anlaşılmazlık, dil kuralları yerine kuralsız ve bilgisizce kullanılan dil aslında bilinçli bir tercih olarak karşımızda durur…

Elbette postmodern dili kullanarak tam tersi söylemlerde geliştirmek mümkündür, onun denemeleri olmuş olsa da genel içinde küçük bir dalga konumunda kalırlar, genel ve gelmekte olan ve üzerimize çöreklenmiş olan dalganın yönünü değiştirmez. Değişim ancak dalganın önüne bent oluşturup yeni bir dili veya geçmişin güzel destansı ve zengin dilini keşfetmek ve yeniden insanlık için, birlikte yaşam için geçmişin önemli yazlarına öykünerek oluşturmak zorundayız. Bugünün popüler yazarları bizi boşlukta ayağı yere basmayan ve sadece yıkımı meşrulaştıran, direnmeyi yok sayan bir konumda bıraktı…

Yaşadığımız çağdan ve algıdan kopuk herhangi bir şey üretme şansımız var mı, belki vardır ama kopuk olan zaten anlaşılmazdır ve anlaşılmayan şey de balondur. Toplumsal gerçeklikten uzakta yaşayanların iç dünyalarını anlatması bile eleştirinin konusu içinde nereden baktığına bağlı olarak ya beğenilir ya da yok sayılır… Çünkü eleştiri birçok kategorize edilmiş dinamiklerin iç içe geçmiş halinin anlaşılır hale getirip okuyucuya ulaşmasıdır… Sadece psikolojik çözümleme yetmemektedir, onun ile bağlı sosyoloji ve sosyal bilimlerin diğer dalları da işin içine karışır. Eleştiri sosyal bir olaydır ve bilimsel temelini aramaya da gerek yoktur, çünkü nereden durduğunuza bağlı olarak değişim gösterir. Bir eleştirmenin beğendiğini başkası beğenmez, doğaldır önemli olan o esere bakan okuyucunun kendi bakış açısıdır. Ama eleştirinin de bazı kriterleri vardır ki kaçınılmaz olarak ortaya konması gereklidir, nerden bakarsanız bakın dil kuralları bellidir ve yüzlerce yıllık birikimin ürünü olarak karşımızda durur, o kuralları ben çiğnedim yeni dil yarattım diye olmuyor, öncelikle anlaşılır ve ne anlattığı okuyucu tarafından bilinmesi gereklidir. Birikim olmadan ürün olmaz.

Siyasi yaşantımız karanlığın içinde yaratılan cahillerin hakimiyeti altında geçmektedir. Karanlığın dili genelin dili olur zaman içinde, çünkü karanlık kendi hakimiyetini kurarken aynı zamanda kullanılan dili de değiştirir. O dil cahiliyet dilidir ve cahiliyet dili ile üretilen her eser geleceğe değil geçmişe övgü taşır. Gelecek geçmiştir onların dilinde ve geçmiş bir şekilde yeniden yaratılır. Yaratılan geçmiş, geçmiş değildir, onların kafasında ki gelecektir. İşte bu özleme en yatkın dil liberal ekonominin yaratmış olduğu dildir ve modern olarak sunulan her çalışma aslında karanlığın dehlizlerinde oluşan çığlıktan başka şey değildir, çünkü modern olarak sunulan her çalışma aslında belirsizliği ve geçmişi savunur gibi, gibi gözüküp geçmişten kopmaktır… Ayağı yere basmayan kulağa hoş gelen ama beyinde herhangi bir iz bırakmayan konumundadır. Bakıp, okuyup, izleyip ve anında unutulandır.

Modern sanat merkezleri arka arkaya banka sponsorluğunda açıldı, orada sergilenen absürt eserlerin çoğu yüzleşme değildir, sadece geçmişin izinin silikleştirilip bugüne sanki bugünün ihtiyacına uygun sesin değiştirilmesi olarak gelmektedir… Eserlerin sergilendiği mekanlarda ilk basın sunumlarına katıldım, birçok eseri anlatan küratörler kafada yaratılanın gerçek gibi sunulmasına şahitlik ettim. Evet, onlar belki kafalarında bir şeyler tasarladılar ve sundular ama önemli olan seyircinin okuyucunun onu nasıl algıladığıdır, sanat eseri, sanatçının üretiminden çıktıktan sonra artık onun değildir, seyirci veya okuyucu onu nasıl algıladığı ve yorumladığıdır asıl olan… Eleştiri denen kavram ile seyircinin algısı ile oynayıp, onun gözüne at gözlüğü takma girişimine şahitlik etmekteyiz, çünkü var olan tüm medya araçları bu modern olarak sunulan postmodern eserleri öyle bir şekilde sunmaktalar ki, sanırsınız geleceği bunlar biçimlendiriyor. Geleceği, parası olanların siyasi irade üzerine baskısı belirlemektedir ama esas belirleyici olan o baskıya karşı direniştir. Direniş geleceğin nasıl olacağını biçimlendirir ve yeniden yaratır. Yeniden yaratılan direnişler aslında geleceği de yaratır… Direnişi ve zulüm karşısında dik duranları görmeyen her sanat eseri geçmiş ile bağını koparmış olarak karşımda durur, çünkü direniş olmadan zulüm anlatılmaz… 

Eleştiri bir anlamda direnmektir, övgü ise karanlığın hüküm sürdüğü dönemlerde korkmak ve kendisini silikleştirmektir. Eleştiren bir insan eleştirisi karşısında gelebilecek olan her tepkiye karşı direncini ortaya koyar ve bir anlamda Donkişot’tur… Eleştirinin olduğu yerde özgürlük vardır, övgünün olduğu yerde ise korku hakimdir ve övgü düzenler bir anlamda kralın soytarısıdır… Elbette soytarılarda inceden inceye eleştirisini yapar ama kralın bıraktığı özgürlük alanı içinde kalmak koşulu ile… Bugün sanat dünyamızın eleştirmenleri yoktur, çıkar ilişkilerinin sağlamış olduğu bir eserleri görme durumu söz konusudur. (Düşünün bir eleştirmen ayda on kitap eleştirisi değişik yayınlarda yazabilmektedir. Yayınevleri ile eleştirmenin arasında ki maddi ilişki söz konusu bile edilmez. ) Yaratılan ve sunulanın sermaye olarak gösterildiği ortamda eleştiri ortadan kalkmış ve sadece piyasa belirleyicilerin bir aracı konumuna dönüşmüştür. Bir eserin fiyatını artırmak adına ‘görünür kılmak’ ve ‘farkındalık’ kelimeleri kullanılarak piyasa oluşturma işine dönmüştür… Yaşadığımız çağ kırılmanın canlı olarak hissettiğimiz ve geçmişin yaratımlarının yeniden gözden geçirildiği bir döneme denk gelmektedir. Kırılmanın yaşandığı ve yeni kırılmaların oluştuğu bu süreç aslında eleştirmene ihtiyaç duyduğu bir dönemdir, çünkü sistemin sahiplerinin elinde zaten istenilen şeyler yaşanmaktadır, ulus devlet çökmüştür, onun yaratmış olduğu tüm değerler ve direnişler tek tek ortadan kalkmıştır. İşçi sınıfı örgütsüz ve işyerlerinden mahrum olarak kalmış işsiz bırakılarak bir anlamda sınıfı ortadan kaldırmış gibiler… Fakat ortadan burjuvazi kalkmadığı sürece işçi sınıfı da ortadan kalkmayacaktır. Sosyal adaletin yok olduğu yerlerde yaratılan her devlet yok olmaya mahkumdur, küçük bir azınlık milyonları yönetemez, kontrol edemez… Sosyal devletin ortanda kalktığı yerlerde devrim kaçınılmazdır, çünkü bir küçük azınlık refah içinde ve parasına göre yaşarken olmayan paranın sefaleti o yaratılan birikimi de ortadan kaldıracak kadar öfkeyi biriktirir ve öfke bir kere yürümeye başladı mı hiçbir özel güvenlik o öfkenin önünde engel olamaz…

Korku ve hoşnutsuzluk arttıkça insanlar din, ırk, ulusa dayalı kendi grup kimliklerine daha çok sarılacak. Yaşanan her olumsuz durumun sorumluluğu kendi grubu dışındaki insanlara yıkılacak ve kin artacaktır. Bu durumda çöküşten kaçmak zorlaşacaktır. Toplumumuz yürüyen ve çürümekte olan bedenlerden oluşmaktadır. Bedenin çürümesini ancak gerçek eleştiri ortadan kaldıracaktır. Eleştiri var olanın yerine güzelden, iyiden yana bir şey yapmaktan geçer…


İsmail Cem Özkan

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Sol hastadır!

Sol hastadır!

Sol içinde Yahudi düşmanlığının temeli nerelere dayanır bilemiyorum, fakat bir düşmanlıktan söz etmek mümkündür. İsrail devleti ile Yahudileri eş gören ve her Yahudi’yi İsrail devletinin vatandaşı olarak gören ve onları oraya sıkışıp yaşamasını arzulayan bir sol düzlem nasıl oldu da benliklerin içine kadar işleyen bir düşmanlığa dönüştü?

Solun en aktif kesimini Marksistler oluşturur, sol ile özdeşleşmiştir. Marx’ın 1. Dünya Siyonist toplantısı çağrıcısı ve üyesi olduğunu kaç kişi bilir? O toplantı tarihin en solcu Siyonist toplantısı oldu, çünkü toplantıya kadın Yahudiler de katıldı.

Sorular yanıtları olduğu sürece anlamlıdır, yanıtı yoksa soru sormanın tek anlamı vardır; yanıtı aranacak! Yanıtı aranacak sorular her daim var olmasına rağmen bizler soru sormak yerine soruların yerini önyargılarımız almıştır ve önyargılarımız bizim yaşama bakışımızı ve duruşumuzu belirler konumdadır. Günümüzde sol önyargılarını boş olduğu bir zemin üzerinde kendisini tanımlamaya çalışmaktadır…

Sol kalıpları kırmak için yola çıktığını ifade etmesine rağmen kalıplar arasında sıkışmış ve belirli refleksleri vermekten başka işlevi olmayan bir konuma doğru eğilmiş. Özgürce tartışma yerine belirli kalıplar ve cümleler arasında kendisini ifade etmeye, sürekli belirli kaynakları referans kullanmak adına dogmatik düşüncenin kucağına doğru yelken açmış konumundadır. Sol özgürlükçüdür ama özgürlük kelimesini durduğu yere göre altını doldurulan veya boşaltan konumundadır.

Sol adaletçidir, adalet kavramına da özgürlük kavramı gibi davranmaktadır.

Bazı solcuların Yahudi düşmanlığının temelinde kopamadıkları Ortodoks İslam dinin etkisi olduğunu düşünüyorum... Çünkü geçmişlerinden bugüne taşınan ama söz ile ifade edilemeyen askeri bir disiplinin benliklere ve davranışlara etkisi olduğu gibi yaşamaktadır. Müslüman olmadan önce ve sonrasında tutsak edilen Türkler, Araplar tarafından köle olarak kullanılmış ya da paralı asker olarak kendi adlarına savaşmaları istenmiştir. Köle olmaktan utanmayan ve hatta köle geçmişi ile övünen bir atanın torunları elbette onlardan aldıkları bazı kültürleri bugün de taşımaktadır.

İsrail devletinin Arap toprakları işgali sonrasında 68 kuşağı kendi ülkelerinde ki devrim yürüyüşünün pratik deneyimini Filistin topraklarında İsrail devletine karşı savaşarak başlamıştır. Oraya gidenler Yahudi düşmanlığı için değil, emperyalizme karşı savaşmak için gitmiş ve anti emperyalist düşünceler ile pratiklerini belirlemişlerdir.

68 kuşağının en etkili örgütleri İsrail devletinin emperyalist politikasına karşı savaşmış, büyükelçisini kaçırmıştır. Onları geçmişte Nazi katliamında kurtulan mazlumlar olarak görme yerine o zamanki politikaları yüzünden kaçırmışlar ve eylemlerinde kullanmışlardır. Birilerinin iddia ettiği gibi proje olarak kullanılmamış, para alarak saf duygularını kirletmemişlerdir. (Projeler, 12 Eylül sonrası hayat bulmuş ve daha yaygın olarak eylemler içinde kullanılmıştır, fakat 68 kuşağı devrimcilerini projeler ile bağ kurmak tarihsel olarak imkansızdır.)

Yahudiler ile İsrail devleti arasında bire bir bağlantı kurulamaz... Türkler ile Türk devleti arasında bire bir bağlantı kurulamayacağı gibi…

Tüm devletler katildir...

Tüm devletler sermaye sahipleri için vardır, tüm devletler içinde yaşayan heterojen kültürleri yok etmek için ulus devleti anlayışına uygun olarak asimile eder... Şimdi bütün bunlar tüm devletler için geçerli olmasına rağmen neden bazıları İsrail ile Yahudiler arasında ayrışmaz bağ kurar? İsrail’de dünyanın gelişmiş barış hareketi vardır, solcular Filistinli kardeşleri ile birlikte yaşamdan bahseder. İki dil, iki kültür iki bayraklı tek devlet derler... Yahudi ulusalcılarına karşı mücadele ederler, onlar ile ortak eden Filistinliler de vardır ve onlar ile dayanışmak yerine Yahudileri soykırıma uğratacağını söyleyen İslam devleti savunan ile mi dayanışma yapılacak?

Hadi diyelim ki dini hassasiyetiniz var ve o açıdan bakıyorsunuz olaya, buna rağmen İbranice bilmek zorundasınız, çünkü dinlerin temeli İbrani kültüründen geçiyor. Bilmezsen anlamazsın... Hıristiyan’da İslam da İbrani dilini, kültürünü bilmek ile yükümlüdür...

Ortadoğu karmaşasını anlamak için sadece İngilizce, Fransızca ve Arapça yetmez... Sorunların ortasında duran İsraillerin ne düşündüğünü de ve planladıklarını da bilmek zorundasınız… Onlar her ne kadar homojen gibi gözükseler de aslında heterojen yapı içindeler, göçmenlerin oluşturduğu bir ülkedir.

Neden bazı solcular hala tek dil dünyayı yorumlamak ile uğraşırlar ki, kaç dil bildiğin çok önemlidir, farklı dillerde düşünebilme yetkisi sahibi olanlar gerçek anlamda solcu olur...

Tek dil ile ancak “ulusal solcu” olursunuz, tüm dünyanın sizi takdir ettiğini ve onlara önderlik ettiğini düşünürsünüz...

Marks boşuna yazmamıştır “tüm dünya işçileri birleşin” diye...

Hangi dil ile anlaşacaksınız?

Kafalarda oluşmuş şablonları kırmadan ne bugünü ne de yarını anlamak imkanınız olur...

Eskiden beri var olan bir sol hastalık var, nerede bir yürüyüş görseler gidip kortej önünde fotoğraf çektirip "yaşasın mücadelemiz" diye gazetelerinde yazı yazarlardı. Acaba diyorum bu Kılıçdaroğlu'nun başlattığı yürüyüşte aynısını kaç solcu yapacak? Görün, fotoğraf çektir ve hemen ayrıl...

Sol, fotoğraf çektirme hastalığında olduğu sürece meydanlar boş kalmaya devam edecek gibi...

Gerçekten iki insanın açlık grevi kaçıncı gününde?

Açlık grevini desteklemeseniz de yaşamı savunmak adına neden sessiz kalınır?

Bizden değil diyerek neden bir kaç kişinin canla başka yaptığı eylemler görmezden gelinir? Neden, neden diye sormuyorum hepimiz biliyoruz ya da hissediyoruz nedenini...

Eylemi ortaya koyan da eyleme destek vermeyen de aynı yerden bakar olgulara...

Destek veriyormuş gibi yapıp görmezden gelmek, yürüyüş yapıyormuş gibi yapıp aslında bir iki temsili olarak orada fotoğraf çektirmek, şey yapıyor gibi yapıp da şey yapmamak...

Sol hastalık; her şeyi bilip de bir şey yapmamaktır...

Bilerek ve isteyerek siyasi yapısı yarar görmüyorsa orada olmamak ve her şeyi siyasi ranta dönüştürme telaşı bir arada olmayı engelleyen en paradigmatik tutumdur ve sol hastadır...


İsmail Cem Özkan