25 Kasım 2017 Cumartesi

Göçmenleeeer…

Göçmenleeeer…

Bir gemi, denizin ortasında. Gemi kaptanı ve çalışanları, bir de mülteci olanlar. Mülteci olanlar seyircidir, onlara doğru konuşur kaptan. Seyirciyi oyunun içine dahil edip onları birer oyunun parçası yaparken, seyircilere sorduğu soruları seyircilerin arasından seslenen oyuncular cevaplandırır. Sahne seyircilerin olduğu yerdir ve oyunun akışı kaptan köşkü olan sahneye doğru geçiş ile oyunun gerçek mekanı sahnede yerini alır. Elbette oyunun akışına göre seyircilerin arasından oyuncular sahneye veya sahneden seyirciler arasına geçişler olur ki, mülteci olan zaten seyircidir.

Bir gemideyiz, denizin ortasında dalgaların arasındayız. Her birimizin kimliklerini imha etmemizi istiyorlar. Kimliklerimizi denize atıyoruz. Her birimiz artık kimliksiz, ulussuz, vatansız ve yeni umutlara doğru yol alıyoruz. Eşitiz, kaderimiz ortak… Dalgalar bizi ya içine alacak ya sahile bırakacak!

Gemideyiz, gemiye binmeden önce bize verilen ve su üzerinde kalmamıza yardımı olacağı söylenen can yelekleri. Onların bizi suya batıran birer taş olacağını bilmezdik, su içine düşmeden. Bizim acımız, bizim çaresizliğimiz başkalarına ekmek kapısı olmuş, hile hurda ile bize can suyu vereceklerine ölüm nefesi satmışlar.

Gemideyiz, batıya doğru yol alıyoruz. Elbette Afrika’dan gelen için kuzeye yol almak anlamına gelir. Nereden geldiğimizin hiç önemi yok, çünkü denize düşenlerin hareketsiz vücutlarını deniz kendi zamanına göre karaya atıyormuş, o yüzden hiç birimizin ismi yok mezarlıkların taşlarında, sadece DNA kodlarımızı yazmışlar, belki bir gün bir yakınımız bizi arar diye. Her birimiz eşitiz, toprağa karışırken de…

Adadayız, canlı değiliz, canlı olanlar bize göre şanslı, çünkü onlar hala umutlarını hayallerini taşıyorlar. Topraktayız, her birimizin kıblesi farklı toprak altında kendi kıblemize dönüp yatıyoruz. Yeryüzündekiler yan yana yığılmış toprak parçası olarak görüyor belki de… adada bize yardım edenler, çaresiz. Onlar da sorunlar içinde mücadele ediyorlar, verilemeyen sözlerin çaresizliği içinde elinde ki avucundaki ile çözüm yolları arıyor, gelenlerin dillerini, kültürlerini, acılarını bilmeden. Sınır dahi olmadıkları bir savaşın sonunu yaşıyorlar. Afganistan’dan gelen, Somali’den gelen, karışmış, iç içe geçmiş, ten rengi, saç rengi, göz rengi, vücut yapısı fark etmeden her biri eski siyasi yaşamın dili ile mülteci, bugünün dünyasında göçmen! Küresel dünyada sınırları fiili olarak ortadan kaldıranlar kendi dillerini de geliştirmişler. Zamanının dili mülteciyi kabul etmiyor, çünkü mülteci bir ülkeden başka ülkeye sığınmaktır ki, liberal düşünce yapısında para, düşünce, sistem sınır tanımadan hareket ederken neden insanlar sınırı olsun ki, o yüzden mülteci yerini göçmen almıştır. Göçmen sınır içinde de dışında da özgürce hareket edebilir, ucuz emek gücü demektir.

 “Ülkelerimiz ölüyor. Bir ülke ölmeye başladıktan sonra yapacak bir şey yoktur”

Denizden bir çocuk cesedi çıkınca vicdanımız sızladı ve kısa zamanda unuttuk, çünkü savaş komşudaydı ve oranın yangını bizim iç siyaset çekişmemiz olmuştu. Mülteciler için verilen yardımlar ve mültecilerin şükran duyguları iktidarın gözünü kamaştırmıştı ama gerçekler ne kadar uyuyordu orası tartışmalıydı ama kimse bunu tartışacak kadar bilgi birikimi yoktu.

Sahil kasabalarımızın ve ekonomimizin merdiven altı üretimi canlanmıştı, mültecilerin korkularını paraya döndürenler can yeleklerini suda batanı yapmışlar, gemilerin su üzerine bir süre gidip batanını yapmışlardı. Sahil kasabanın varoşları parayı görmüştü, korkuyu, ölümü paraya döndürmüştü. Ayrı bir ekonomik hayat başlamıştı. Ölen ülkelerden kaçanlar başka ülkelerin son nefesine şahitlik ediyorlardı belki de…

Savaş ve açlık insanları çaresiz bırakıyor. “Öleceksek de bu yolda ölelim” diyerek kendilerini yollara atanların trajedisi her büyük buhran zamanları ortaya çıkar, ekonomisi iyi olanlara doğru göç kaçınılmazdır. Ülkelerinden kaçıyorlar, kaçmasalar zaten ölecekler, onların elinde ki belki de en son seçenek gitmek…  gidilen ülkeler ister istemez göçmen ülkesine dönüşüyorlar, belki de sessiz bir devrimin figürleri ve özneleri oluyorlar göçmenler…

Gelişmiş ülkeler kendilerince önlem alıyorlar.  Yeni teknoloji geliştiriyorlar. Oyunda kalp atışını tespit eden alet ve dikenleri telleri ekolojik hale getirilişin reklamını görüyoruz. Ele güne karşı insan haklarına saygılı olmak adına yasaların istediği gibi hareket ederken aynı zamanda kapıları kapatan duvar ören ülkeler bütündür Avrupa…

Mülteci demek ya da küresel kapitalizmin dili ile göçmenler organ ticaretin meşru hale getirilişi anlamına da gelir, çünkü arkasında bıraktıklarına karşı duyulan suçluluk hissi, ekonomik çaresizlik bu organ ticareti yapan mafyanın eline düşmek anlamına gelir mafya aynı zamanda örgütlere eleman kazandıran işlevi de vardır. Her insanı birer sermaye olarak gören mafya her mülteciyi de canlı para görmektedir.  Her insanın organları başka insanın ihtiyacıdır ve parası olan bu ihtiyacı alır ve piyasada ki değerini belirler. Organ nakli ameliyatları başarılı olduktan sonra etik değerler bir yana iteklenmiş ve hemen şimdi organ ticareti ve borsası yaşayan ekonomimizin sırlarla dolu ekonominin parası olmuştur. Oradan elde edilen paraların ne amaçla kullanıldığı ve kimler tarafından yönlendirildiği hala açıkta değildir. Organ ticareti kurbanları az gelişmiş veya ölmüş devletlerin vatandaşları olurken alıcıları ise göçmenlerin/ mültecilerin hareket ettikleri hedef ülkenin vatandaşlarıdır. Organ ticareti yapmasına onay verende aslında alıcı ülkenin karanlık politikalarıdır.

Mülteci gelen ülkelerin ekonomileri canlanır, çünkü durağan hale gelmiş nüfus artışlarına dışarıdan gelen bu insanlar emek gücü, birikimleri ve yeni arayışlar için ortam arayan zekin insanlar demektir. Almanya ekonomisi mülteci akımı öncesi durağana girmiş, Amerika ve diğer ülkelerin teknolojileri altında ezilmektedir. Ağır sanayisi vardır ama teknolojik anlamında geriye düşmüştür. Nüfus artışı ise ağır sanayinin ihtiyacını karşılayacak dinamik kas gücünden eksiktir. İşte tam bu zaman diliminde alman ekonomisinin can suyu gelen bu yeni mültecilerdir. Mülteciler Almanya iç siyasetinde göçmen olmuşlardır. Onlardan beklenenler ve onların yaratmış olduğu yan tesirler iç siyasetin konusu olmuştur. Faşizm Almanya’da yeniden canlanıyor ve taban buluyorsa önceden tespit edilemeyen göçmen sorunun sonucunun ürünü olduğunu artık biliyoruz, çünkü göçmenler homojen gibi gözüken toplumun parçalanmasını ve yeninden anlayış itibari ile biçimlenmesi anlamına gelmektedir. Almanya göçmen ülkesi değildir, “multi-kulti” gibi konu başlıklarına gündemine almış olsa da geçmişten hesaplaşılamamış, yüzleşilememiş tarihinin etkisi fırsat bulduğunda toplum içinde taban bulmakta ve emperyalist duygular içinde saldırganlaşabilmektedir. Almanya ekonomisini öncelikli düşündüğünde toplumsal değişim karşısında geri politikası onu yeni bir kaosun içine atmıştır. Ekonomik güç demek siyasi güç anmalına geldiğini bileler ama siyasi gücü yaratamamıştır en azından bugün!

Oyunun sonunda Almanya’ya ulaşan mültecilere kaptan öğüt vermektedir, Almanya başbakanı Merkel bizi davet etti deyin ve üstünüze Merkel tişörtü giyin diyerek bu öngörüsünden de tişört satarak para kazanmak yoluna gitmektedir.

Ve alkışlar…

Oyunun sahne düzenlemesi dağınıktır. Parçalanmış veya batmış bir mülteci gemisi kaptan köşkü olarak düşünülmüş ama o sanırım hayata tam geçmemiş gibi geldi bana... Oyuna katısı çok azdı… Işık oyuncuları takip etmesi, gerektiğinde oyuncunun vurgusunu büyütmesi gerekliydi, yeteri kadar üzerinde çalışılmamış geldi bana, elbette bu görüşümün oluşmasına sebep salonun en arka sırasında izleyici olmamın da etkisi olabilir… Video yeri ve seçilen görüntüler ile başarılıdır, ama video sanki bir kere “play” demiş oyuncular o görüntüye yetişmek ve görüntü içinde olmak için çaba sarf ettiklerini düşündüm. Fırtınalı sahnede suyun coşmuşluğu içinde videonun etkisi güzel olmuş ama kaptan denize atacağı mülteciler konusunu konuşurken görüntünün birden ortadan kalması ile kaptanın aniden sahneyi terk etmesi ve geçişlerde zamanın tam ayarlanmamış olduğunu düşündüm… Ama genelde konu ile ve sahne ile özdeşleşmiş bir video çalışmasını gördüm. Acaba perde düz bir alan klasik boyut olması yerine başka biçimler düşünülebilir miydi? Video görüntüsü içinde sahnede oyuncular… Düşünülmesi gereken bir ayrıntı olarak kafamda bir yerde duruyor, elbette burada özel tiyatronun maddi konumu bu arayışı etkilediğini de düşünmekteyim…

Oyuncular açısından düşündüğümde yönetmenin tüm istemlerini yerine getirmiş ve başarılı bir şekilde hem ses, mimik hem de konuyu kavrayış açısından başarılı buldum, usta oyuncuyu büyüten yanında başarılı usta oyuncular ile aynı sahneyi paylaşmaktır. Oyun bittiğinde alkışlar oyuncuların başarısına gönderilen birer saygıdır. O saygı ibaresi olan alkışlar aynı zamanda oyunun her aşamasında görev almış çalışanlarınadır…

Mülteci konusu içinde bulunduğumuz toplum sorunlarından biridir ve bu ülkede çocuk işçiliğinden, emek hırsızlığına kadar, dünya markaları için çalışan taşeron firmaların en ucuz emek deposu olmasının yanında rekabet eden şirketler daha ucuza bulduğu ve hiçbir güvence vermeden ve sınırsız zamanlar içinde iliğine kadar sömürdüğü bir sessiz toplumdur. Sessiz ve aşağılanan, sokakta yaşama mahkum edilmiş ve her türlü kötülüğün sebebi, kaynağı olan görülen bu mülteciler içimizde yaşamaktadır ve onları tanımadığımız için onlardan çekiniyoruz, onları yalnız bırakıyoruz. Bugün sol adına emek adına siyaset yapan partilerin hiç birinin mülteci projesi ve söylemi yoktur, olanların da gücü yoktur. Mültecilerin göç yolunu anlatan bu oyun batıda ki mültecileri sahnede gördük. İçimizde yaşayanların sadece ucundan sorununa dokunmuş oyun izledik, ki en azından mülteci konusunda atılmış çok önemli bir adım olarak görüyorum. Bu ülkede yaşayan mülteciler anladığım kadarı ile hala yok, izleyenler bizim dışımızda yaşayanların sorununa baktı…

Alkışlar dostlar tiyatrosu çalışanlarına ve ustasına…


İsmail Cem Özkan

Göçmenleeeer 
Yazan: Matei Visniec
Çeviren: Zeynep Irgat, Osman Senemoğlu
Yöneten: Genco Erkal
Sahne Tasarımı ve Kostüm: Claude Leon
Dramaturji: Genco Erkal
Video ve Ses Tasarımı: Ümit Kıvanç
Müzik: Nâzım Çınar
Işık Tasarımı: Hakan Özipek
Görüntü Araştırma: Melih Tatlıcan
Oynayanlar: Şirvan Akan, Ayşe Lebriz Berkem, Lütfi Can Bulut, Cem Çetin, Genco Erkal, Yiğit Yarar


22 Kasım 2017 Çarşamba

Bizim aile

Bizim aile
Yazıldığı dönemin ruhunu ince ince satır arlarına yediren bir kara mizah başyapıtı olarak gördüğüm “Bizim Aile” yeniden sahnelerde canlanıyor. Beyaz perde de yansıyan ışığın yerini üç duvar arasına ışığın yansıması almıştır. Beyaz perdeye ulaşmadan kullanılan teknik üç duvar arasında kullanılan teknikten çok farklıdır. Üç duvar arasında yaşanan sıcaklık, duygu, seyirci ile iletişim birebirdir. Beyaz perdeden yansıyan duygu ise daha donuktur ama seyirciyi öyle bir kucaklar ki sımsıkı sarar, onu kendi dünyasından çıkarıp kendi dünyasına alır ve o dünyada kulağına bir şeyler fısıldar insan sıcağı ile. Oyuncuları beyaz perdede devleştiren bu sıcaklığın direkt seyirciye geçişini yapan yönetmen ve yazarı bir ülkenin kültürünü, anını, tarihini ve inceden inceye işlenen eleştirisini verir. Sadık Şendil kimin yanında durduğu açıktır ama duruş noktasını öyle bir şekilde sunar ki cepheleşme yerine bir arada yaşamı savunur. Bir arada olunca her türlü zorluğa karşı direnilir. Üstelik öyle keskin laflara filan gerek duymadan, sade, insan sıcaklığı içinde ve tolumun en küçük bireyi olan ailenin kültürü içinde…
Sahnenin perdesi kapalıdır, henüz perde arkasında ne olduğu belli değildir, perdenin önünde bir alan. O alan içinde “Bizim Aile” oyunu için Devlet Tiyatrosu çalışanları ellerinde enstrümanları ile oyunun öncesi hazırlık yapmaktalar. Notlar salonun içine doğru düzensiz olarak yayılmaktadır. Her çalgının salonun bir köşesine dokunan notaları biraz sonra başlayacak oyun için ön hazırlık ya da çalgı aletinin ısınmasını anlatmaktadır. Doğru sesin seyirciye ulaşması için notlar ve sesin ahengini kontrol eden bir çalışan her dokunuş titiz bir şekilde kontrol etmektedir. Tiyatro ortak üretilen ve ortak amaç uğruna yapılan çalışmaların bütündür. Büyük bir organizasyon. Her çalışan görevinin bilincindedir. Verilen rolü en iyi şekilde yerine getirmek için oradadır ve her biri salona gelen seyirciye verdiği değeri emeği ile taçlandırmaktadır.
Kırmızı kalın perde açılacağını salona verilen anons ile anlıyoruz. Işıklar ağır ağır kapanırken, sahnenin ışığı perdeden açık bulunan alandan seyirciye doğru gelmektedir. Işık olmazsa tiyatro olmaz, çünkü ışıktır tiyatroya derinlik veren, ses ışığın verdiği güç ile sahnede ki yerini alacaktır ama bu demek değildir karanlıkta ve üstelik zifiri karanlıkta tiyatro olmayacağını. Biliyorum daha önce zifiri karanlıkta izlediğim oyunlardan dolayı. Üç duvarın olduğu yerde ışık sesin buluşmasıdır. İkisinin ahengi oyuncuların oyunculuğunu ortaya çıkaran ve onları seyircinin yüreğine doğru nefes olmalarına sebep olacaktır.
Notlar düzgün olarak seyirciye ulaşmaya başlamıştır. Oyun perde demektedir.
Perde!
Açılır perde, sahne birbirine benzeyen ama kapı sayısı ve renk farklılığı taşıyan iki evin (dönemine uygun gecekondu) olduğu ile karşılaşıyoruz. İki ev ayrıdır. Her birinde yaşayan iki ayrı aile. İki bölüme ayrılmış sahnede, ayrıların birlik olmasını bir aileye dönüşmesini anlatan oyun başlamıştır. Dans, ritim, ses, ışık, canlı müzik ve nostalji. Elbette klasik Türk filmi ile büyüyen, zaman zaman ekranlara gelen filmin duygusunu hala içinde hissedenler için nostalji.
Aile bireyleri her birinin ilgi alanı farklıdır. Her birinin hayata bakışı ve duruşu ayrıdır ama bir ailenin içinde bir arada yaşamaktadır. Bir arada farklılıkları ile güzeldir. Eşlerini kaybetmiş bir ev kadını ve bir fabrikada ustabaşı. İki ayrı ailenin birleşmesi. Görücü usulü ile olur, eğer bugün yaşasalardı facebook aracılığı ile buluşurlardı! İki ailenin birleşmesi hızlı olur, çünkü söz ağızdan bir kere çıkar ve aracı olan ailenin niyeti ve saygınlığı bu zamanın daha da kısalmasına sebep olur.
Senaryosuna sadık kalınmıştır, zamanın ruhu ve olayların örgülenmesi o dönemin duyguları ile sahnededir. Bugün yaşayan gençler için yabancı olan duygular, bizim için büyük bir keyif. Yaşanmışlıklar ve anıların kafamızın içinde canlanmasına sebep olurken sahnede ki oyunu da takip ederiz. Kahkahanın salonu doldurduğu anlar kafada yaşananın salonda yanşan ile kesişme anıdır. Bugün yaşasaydı acaba nasıl yazardı diye düşündüm oyunun bana fırsat verdiği anlar. Bugün çok şey değişti, insanlar aynı evi paylaşıyor ama yalnızlar, aslında paylaşılan mekansal zorunluluk ve ekonomik gerekçedir. Aynı evde birbirinden bağımsız ve birbiri ile sosyal medya aracılığı ile konuşan, izleyen aile…
İki ayrı aile bir nikah ile birleşir. İşçi sınıfının hakim olduğu yerde emeğinden başka geçim kaynağı olmayan ailenin bireylerinin sınıf atlama heyecanı, mücadelesi ve yaşadığı andan zevk alan ve onun gereklerini yapanlar… Zengin kız, fakir oğlan. Fakir oğlan üniversitede öğrenci, sınıf atlamak için diploma almaya aday. O dönemde zengin kız fakir oğlan aynı okula gidiyordu, bugün ki gibi özel üniversiteler yaygın değildi. Zenginler çocuklarını okutmak için öyle arayışa filan girmezdi, çünkü iyi okulda okumuş çocuğu istediği bölümü kazanacak kadar eğitimli olduğunu bilirdi. Öteki ise bireysel çabası ile ancak ona adım atabilirdi.
Yazıldığı dönemde gençlerin duvar yazısı yazması ve sokakta yanşan bir kavgada taraf olması da işlenir. Afişler asılır gece yarısı, sokak duvarları gazeteye dönüşürdü. Öğrencilerin ve gençlerin sisteme karşı duruşunun ifadesiydi. Henüz sokak çatışması yoktur. Daha naif ve heyecan kokan sokak hareketlerinin başlangıcı. Gelmekte olanın ve sistemin ülkeye biçtiği sol henüz net değildir ama ağır ağır gelecek günlerin ağırlığı hissedilmektedir. Dolmuş, o dönemin en alttakiler için önemli bir gelir kaynağıdır ve bugünde dolmuşlar aynı işlevi sürdürür ama bugün ile karşılaştırılamayacak kadar olanaklardan kıttır. Taksitle alınan dolmuşun her gün arızası ile uğraşır. Futbol kurtuluş için ideal alan değildir ama profesyonel anlamda para kazanılacak ve çamurlu sahalardan kurtuluşu da sembolize etmektedir.
İki aile bir aradadır ve onları aile yapan ise dışarıdan gelen saldırlar karşısında bir arada durmalarıdır.
Zengin baba fakir oğlanı kendi kızına göre olmadığını düşünür ve kızının iyiliği” için oğlanı uzaklaştıracaktır. Aşk fakir ve zengin ayrımı yapmaz. Kız tüm zorluklara rağmen fakir oğlanı seçer. Onun yaşadı fakirhaneye gider.
Zengin baba kızı için aileyi toptan ezmek ister ve evlerini elerlinden alacak kadar ileri gider. Aile birbirine kenetlenmiştir. Usta artık hepsinin babasıdır. Anne hepsinin anası. Aile bir aradadır ve bir arada en kötü günde neden bir arada olacaklarını bilince çıkararak bir arada yaşamaya gönüllü olarak katılırlar.
Evlerinden uzaklaştırılan aile parkta yaşamaya iteklenir. İşten atılan baba ailesini kanatlarının altına almıştır. Tüm çocuklar işsiz babasına yardımcı olurlar ve her biri ilkokula giden hariç eve para getirir.
Ve bir gün zengin kızın babası ile usta yüzleşir.
Yaşar Usta; “Bak beyim, sana iki çift lafım var.
Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde.
Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?
Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören!
Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor...
Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.
Seeen, büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey!..
Sen mi büyüksün?..
Hayır, ben büyüğüm!
Beeen, Yaşar usta!
Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok!
Ama şunu iyi bil: Ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın.
Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.
Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz.
Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz.
Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?
Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime!
Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni!
Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!..”
Bu tiradı dinlerken gözlerimizin önünden Münir Özkul geçti. Bugün hala aynı sıcaklığı ve aynı sesi duymak…
Bir arada kalan aile her zorluğu yenecek ve mutlu sona gelinecektir. Klasik Yeşilçam filmi bize mutlu sonu her daim vermiştir, içimizde her daim bir umut yaşatmıştır. Umudun en güzelini her daim hayal ettik, her daim yaşamın çirkefliğine karşı mutlu sona varacağımıza inandık. Karanlığın ağır bastığı bu günlerde eskiye ait ne varsa çok ilgi görüyorsa işte bize verilen bu umuttur.
En altta olan ve toplumun en küçük parçası aile bir arada yaşadığı ve birlikte mücadele ettiği sürece kazanacaktır.
Yazımızın buraya kadar bölümü konusu üzerine yoğunlaşmıştır, fakat oyunculuk konusuna gelirse sizi fazla yormadan hemen belirteceğim, her oyuncu kendilerine verilen rolü çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Oyun için özel olarak bestelen bölümler oyuna güç katmış, her oyuncu kendisi için verilen müzik parçasını hiç aksatmadan seyirciye aktarmıştır. Işık ve ses bu konuda oyuncuya verilen teknik destektir. Işık ve ses kumandasında olanların işi gerçekten zordu, çünkü çok fazla mikrofonu ve ışığı oyun içinde kontrol etmek ve gerektiğinde sesi, ışığı indir yükseltmek büyük dikkat isteyen şeylerdir ve başarılı bir şekilde yerine getirilmiştir.
Oyunu izlerken iyi ki şehir ve devlet tiyatroları var diye düşündüm, çünkü onlar olmasaydı bu oyunu ne sahnede görebilirdik ne de bunlara uygun sahne olurdu. İyi ki devletin ve kamunun desteği tiyatrolara devam ediyor… özel tiyatroların bu kadar masraflı oyunu bu kadar geniş bir çevreye ulaştırması gerçekten zordur…
Oyunca emeği geçenlerin her birine teşekkür ederken, fırsatı olanların gitmesini ve eğlenmesini isterim. Salonları her daim dolu olacak bir oyun uzun yıllar sahnelerden eksik olmasın…
İsmail Cem Özkan
Bizim Aile
Yazan: Sadık Şendil
Yönetmen: Aziz Sarvan
Dramaturg: Hatice Yurtduru
Oyunlaştıran-Şarkı Sözleri: Sinem Bayraktar
Müzik: Mertol Şalt
Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan
Kostüm Tasarımı: Ayşen Aktengiz
Koreografi: Özge Midilli
Efekt Tasarımı: Gökhan Suna
Işık Tasarımı: Murat İşçi
Yardımcı Yönetmen: Selçuk Yüksel
Yönetmen Yardımcıları: Ada Alize Ertem, Berk Samur
Oyuncular: Funda Postacı Kıpçak, Nevzat Çankara, Tevfik Şahin, Müge Çiçek Türkoğlu, Ercan Demirhan, Yalçın Avşar, Mehmet Soner Dinç, Onur Demircan, Yiğit Ali Uslu, Tarık Köksal, Pınar Demiral, Zeki Yıldırım, Tankut Yıldız, Züleyha Karyağdı, Esra Ülger, Serkan Bacak, Gülsün Odabaş, Alp Tuğhan Taş, Cihat Faruk Sevindik, Aziz Sarvan, Emrah Derviş Soylu, Ertan Kılıç

Kapılar işaretlendi…

Kapılar işaretlendi…

Kapılar işaretlendi. İşaretli kapılarda yaşayanlar artık ötekidir. Oradan ya sürülecek ya da öldürülecekler.

Onlar işaretlenmişlerdi.

Kapılar işaretlendi, acıların sesi çıkacak o işaretli kapılar arkasından, çünkü acı kara bulutu işaretli kapılar üzerine birikmeye başlamıştı.

Kapılar işaretlendi, ilk değildi bu coğrafyanın tarihinde.

Kapılar işaretlendi yıkılmadan önce devlet, devlet adına hareket edenler, devlet düşmanı gördükleri ve bölücü olarak düşündüklerinin kapılarını işaretlediler. Kapıları devlet adına ve devletini korumak adına işaretlemişlerdi.

Kapılar işaretlendi ama kapıları işaretlenmeden önce işaretlemeyi yapacak güç için uzun bir süre devlet üzerinde çalıştı. Devlet kendi savunma mekanizmasını kurmuştu sessizce ve yer altında örgütlenmesi ile…

Kapılar işaretlendi, kendi iktidarını korumak adına örgüt kuranlar tarafından…

Karadeniz sahilinde bulunan şehirlerde yaşayan gayr-ı Müslim vatandaşlarımızın kapılarına işaret kurulması ile başlar bu kapılara işaret kurma geleneği. O zaman iktidar yer alan padişah adına kurulan milisler devletin birliği ve dirliği için, bu topraklarda ezan, bayrak, lider, millet yok olmasın diye kurulmuş milislerin amacına uygun olarak korkuyu yaymak adına kapılara işaret koymuşlardı. Kapılara işaret konulmasından korkmayanların kelleri vurula demiş iktidarın güçlü sesi. Kapılarına işaret konulanların kelleri yaslara uygun şekilde kadıların nefesi ile alınan kararlar ile vurulmuş. Ya çıkarıldıkları mahkemeler ile ya da mahkemeye çıkmadan bulundukları yerlerde linç ile kelleleri vurulmuş…

Korku toprağa sindi mi, kuşaklar boyu sürer.

Korkunun olduğu yerde eski ilişkiler, güzel dostluklar, barış ortamı yok olur. Kapı komşusu, kapı komşusundan korkar olur. Çünkü bir kere vurulmaya görsün kelleler, nerede duracağı belli olmaz…

Devlet adına yapılan her katliam o devlet sınırları içinde suç değildir ama insanlık suçu olarak tarih kayda alır. Yapanların yanına kar kalır, çünkü ne soruşturmaya uğrarlar ne de hesap soracak bir güç vardır karşılarında. Var olan güç zaten onlara kellesini aldığını eve gidin yerleşin der. Ölenlerin yerlerini hemen doldurur linç edenler... Uzaklardan gelirler, bilmedikleri yerde yaşarlar, korkuyu getirenler kendi güçlerinin de sınanmayacak olduğunu belirtiler. Korku üzerine kurulur tüm ilişkiler. O yüzden sonradan gelenler kendi aralarında yaşar, orada yaşayanların arasından uzakta… Zorunlu olmadıkça ilişkiye girmezler.

Kapılara işaret konuldu. İşret koyanların devleti yok oldu ama gelen de işaret koyanların korkusundan güç aldılar, yeniden örgütlediler yeni devlet korku üzerine yükseldi.

Barış ortamı dedikleri sessizlik içinde biat etmektir.

Korku devletin birliği için gerekliydi, birlik dedikleri de tek lider, tek parti, tek din, tek mezhep, tek bayrak, tek millet, tek… tek… tek… Bu toprakların üzerinden ezan sesi eksik olmasın diyenler kilise çanların sesini yok etmişti… Barış ve huzur kelimesinin anlamı açıktı, anlamayanlar hala huzuru başka yerde aramaya çalışıyordu.

Devletin yeniden süt tozu ile biçimlendirenler, aldıkları süt tozu karşılığında ülkeye yeni rota çiziyorlardı. Süt tozunun hatırı kahve gibidir. Uzun soluklu ve huzuru bozabilecek potansiyellerin üzerine korku bulutları toplamak… 

Maraş’ta göreceli rahat yaşayanlar, çoğunluğun gözünde kapısına işaret konulacaklar olarak görülüyordu. Kapısına işaret konulacaklar zenginlerin kapısı değildi, aynı mezhepten gelen varoşlarda oturanlardı… çünkü zenginlik çoğunluğun hakkıydı ve çoğunluk devletin dini, mezhebi ve bekası için var olanlardı… Bu coğrafyanın üzerinden ezan sesi eksik olmasın diyenler, sanki ezanın sesini yok ediyorlarmış gibi “gavur” gördüklerinin üzerine acımasızca saldırdılar. Önce kapılara işaret koydular, işret konulan kapılarda yaşayanların henüz dünyaya gelmemiş hamile kadınların karnında ki çocuğu da öldürecek şekilde saldırdılar. Öldürdüler... Katliam yaparken devlet kendi halkını koruyor, ötekinin ölümüne seyrediyordu. Devlet zaten halkının güvenliği için vardı… 

Korku zaten bu toprakların ruhuna sinmişti.

Kapılara işret koyanlar tarihten alıyorlardı güçlerini…

Ölenlerin yerlerini öldürenler alıyor, ölenler suçlu öldürenler kahraman ilan ediliyordu.

Kadıların yerini hakimler almıştı ama nefes aynıydı…

Kapılar yeniden yeniden işaretleniyor…

Kapıların işaretlenmesi bir arada yaşama kültürü gelişmediği sürece devam edecek, çünkü devlet homojen toplum istisnasız yaratılana ve o homojen topluma uygun standart bireyi eğitilip topluma kazandırılıncaya kadar devam edecek!

İsmail Cem Özkan