15 Aralık 2018 Cumartesi

1984 Büyük Gözaltı


1984 Büyük Gözaltı

Totaliter ve baskıcı bir iktidarın kontrolünde olan Okyanusya toplumu anlatılır. Toplum parti ve onun lideri Büyük Birader’in diktatörlüğünde sınıflara ayrılmıştır. Hiyerarşik sınıflamada ortalarda yer alan bir memur, oyunun başkahramanıdır. Doğruluk Bakanlığında çalışan dış parti üyesi Winston Smith’in gözünden baskı altında yaşayan Okyanusya toplumu anlatılır. 

Oyun üç bölümden oluşmaktadır ve iki bölüm olarak sahneye taşınmıştır.  İlkin toplumda günlük hayat ve Winston’un yeri tasvir edilir. İkinci kısımda Julia adında bir kadınla yaşadığı cinsel ilişki ve parti yönetimine karşı çıkan düşünceleri işlenir. Son olarak da Winston’ın parti tarafından ele geçirilerek işkencelerle sisteme uygun bir vatandaş yapılması anlatılır.

“Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir.”

Her şeyi gören ve bilen bir devlet toplumun tüm denetimine hakimdir. Denetimini sürekli kılmak için toplumun hafızasını silmek önemlidir. günlük konuşulan dili sadeleşme adı altında rejimin ayakta kalması için düşünen değil, biat eden, itaatkar bir toplum yaratmaktır. Düşüncenin olmadığı yerde cümlelerin ve kelimelerin artık anlamı yoktur, kısa ve öz anlatıldığında toplum ne demek istendiğini anlayacak ve ona göre kendisini biçimlendirecektir. Bu amaçla oluşturulan bir büroda, çalışanlar hem İngiliz dilinde sadeleşmeye hem de geçmişte yayınlanmış haberlerde geçen kişiler içinde eğer bugün hain olarak ilan edilmişse onun geçmişinin hepten ortadan kaldırılması için çalışmaktadır. Ülkede tek yayınlanan dergi ve gazete tıpkı basım yapacak şekilde yeninden biçimlendiriliyor ve arşiv için yeniden basılıyor, elbette bu bürodan giden yeni düzenlemeye uygun olarak, bu sayede geçmiş yeniden yaratılmış oluyor.

“Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi de kontrol eder.”

Sürekli tekrarlanan bir cümledir belki günümüzde de, çünkü geçmiş her rejime göre yeniden yaratılıyor ve bize inanın deniyor, bakın geçmişimiz budur, hatta demekle kalmıyorlar popüler diziler iyi anlamamız için tekrarı bol şekilde seyrettiriliyor. Yaşanmışlıklardan daha önemli olan kurgudur, senaryo yazanlar elbette geçmiş ile bire bir anlatma derdi yoktur, onlar sanat yapmaktadır… Geçmişin tahrip edilmesi yeni değildir, çünkü ulus toplum olmak için önce geçmiş yaratılırdı, destanlar yazdırılırdı. Şimdi ulus devletinin çöktüğü yerlerde iktidara gelenler güya ulus devletin altında çok eziyet çekmişler gibi feodal düzenin en bilinmezlerinden yeni bir tarih yaratarak yakın geçmiş ve bugün ile hesaplaşmaktadır…

Diktatör rejimde savaş önemlidir, ülkelerin istilaya uğrayacağı korkusu ve ülkesi için savaş toplumun bir arada olması gerekenidir. Savaş haberleri ve savaşta ki zaferler ve yenilgiler gerçekte olup olmadığını kimse bilmez, çünkü bültenlerde anlatılan gerçek olarak kabul edilir ve o gerçek üzerinden toplum içinde zafer kazanan liderlerinin konumu daha da sağlama alınır…

Savaşların dışında bir de vatan hainleri ve liderine karşı suikast düzenleyecek insanlar vardır. Onlar hakkında ekrandan halka seslendirilir ve halk tarafından yuhalandırılır… Liderler halka kendisi için zararlı ve düşman gördüklerini meydanlarda, odalarda, kahve ve iş yerlerinde yuhalatmayı severler, bu sayede toplum içinde bir düşman varlığı kabul edilir ve kimse sorgulamadan lider ne diyorsa doğru odur ve onun liderliğinin devamı için jurnalcilik yaygınlaştırılır. Muhbirlik kurumsallaşmıştır, çocukluktan itibaren devlet yani parti ve lider için muhbirlik yapmak bir vatani görevdir.

Kimin ne tepki vereceği, nerede gösteri yapacağı, yuhalayacağını da parti belirler ve partinin belirlediğini hak yapmak ile yükümlüdür. Muhalefet olanlar ise görünmez olmak için halkla birlikte yuhlar ve onlar gibi davranır, bu görünmezlik toplum içinde var olduğunu bilen lider ve onun partisi onlar gibi gözüken partiye güya muhalefetlik yapıyormuş gibi adamlarını da toplum içinde görünmesi sağlanır ki, muhalefet olanlar ve lidere karşı olanlar için karakol kurulur. O karakola düşenler sorgulanacak ve gerek olursa bu dünyada hiç yaşanmamış hale getirilir… Zaten lider dışında her birey aslında yaşamıyordur!

Winston sıradan bir memurdur ve yan tarafında çalışan iş arkadaşı bir gün yok olmuştur ve artık o yoktur, kim olduğu dahi kimse anımsamayacaktır… Onun boşalttığı yere başka biri atanır ve gelen bir kadındır. Kadın daha önce Winston’u görmüş ve izlemiştir ama parti temsilcisi ile geldiği için tanımazlıktan gelir. Winston şüphecidir. Onu izleyen biri hayırlı bir iş için izlemiyordur, gizli ajan olduğunu düşünür. Gelişen olaylar sonucunda ajan olmadığı ortaya çıkar. Gizlice buluşurlar ve bir arada olmak için prol (proletarya)’ın yaşadığı yerde bir oda kiralarlar. Julia ve Winston iktidara karşı geliştiren memur konumuna gelirler. İkisi de mutlu değildir, değişim istemekteler ve geçmişte belki insanlar daha mutlu yaşıyorlardı. Geçmişi kendileri siliyor ve yeniden yazıyorlardı ama geçmiş de görülmesi ve hissedilmesi istenmeyen var olduğu düşüncesi onun hayatını etkileyecek konuma doğu hızla sürüklüyordu. Kendilerine yakın hissettikleri partinin yetkilisi Emmanuel Goldstein’in arkadaşına açılırlar. Gizli bir görüşme yaparlar ama gizli görüşme yaptıkları kişinin kendisi işkenceyi yapan olduğunu yaşayarak öğreneceklerdir. Toplum polisidir kısaca… Kiraladıkları odada yakalanırlar.

İşkence ile doğru bildikleri unutturulur. Winston işkenceden kaçabilmek için sevdiği Julia’yı dahi suçlamaktadır. Julia da çözülmüştür. Basit bir yaşantıya sahip olan Winston öykünün sonunda partinin gerçekliğini kabul etmiştir. Eskiye dair bir şey hatırlamaz. Julia’yı gördüğünde, tam da partinin istediği gibi, Okyanusya’ya yakışır biçimde davranır. Artık birer sade vatandaştırlar.

Sade ve yıpranmış vatandaş Winston satranç oyun sırasında 2+2 = 4 diye bağırarak özgürlük istemini dillendirir. Özgürlük istemi hangi toplumda olursa olsun, hangi baskıdan geçilmiş olsa da asla yok olmayacaktır, çünkü insan olmak ve insan olarak kalabilmenin bir şartıdır.

Oyun iki bölümden oluşacak şekilde sahneye taşınmıştır. İçeriğini yukarıda elimden geldiğince ayrıntılı bir şekilde anlattım, elbette oyunda oyuncuların anlatımı çok önemlidir, çünkü sahneye aktarılan her cümle hak ettiği bir şekilde izleyiciye ulaştırmak ile yükümlüdür. Vurgu, sesin kullanımı, vücut ve mimikler cümlenin içeriğinin seyirci tarafından algılayışını da etkiler. Elbette oyuncu her vurguyu usta bir şekilde yerine getirmiş dahi olsa, sahnede ki duruşu, sahne düzeni, ışık, müzik... Kısaca tiyatroda olması gereken her bir öğenin de uyumlu bir birinin yolunu açacak ve kolaylaştıracak şekilde olmasıdır. Rutkay Aziz yönetmen olarak birikimini bu oyunda ortaya koymuş, sahnede fazladan hiçbir şey yoktur, sade, oyuncunun hareketini rahatlatan bir düzenlemeyi, dekor, ışık tasarımı içinde uyumlu çözmüş. Oyun oynanırken kumanda başında olanların yetenekleri oyunun akışına etki etmektedir. Bir küçük hata, erken giren bir ışık, müzik akışta görünmeyen ama hissedilen bir teklemeye yol açabilir. Benim izlediğim akşam bir iki küçük hatanın sadece teknik masanın başında olan ve o sahnede detaylı prova yapamamanın getirmiş olduğu durum olduğunu düşündüm. Onun dışında oyuncular sahneye düşen ışığın ve bazı sahnelerde etrafı karartılmış ışık süzmesi içinde yer alarak hareketli olmayan ama önceden planlı bir şekilde yerleştirilmiş ışığın dengesi içinde oyunları ve rollerine olması gerekeni verdiler. Her biri usta oyuncunun ustalıklarını gösterdiği bir şölene dönüşmüş. Bazı konuşmalar sırasında oturduğu yer salonun arka tarafına doğru olduğu için müzik sesi bastırmış olduğunu ve sahnede kara mizahın ince göndermelerini ne yazık ki kaçırdım…

Büyük biraderin hem gözlem yaptığı hem de mesajlarını verdiği ekran ve kurgusu bana göre çok başarılıydı. Sahneye hakim bir yerden seyirciye de seslenmektedir. Tek kanalın ve tek söylemin hakim olduğu yerde muhalif olanların duyguları ve insani tepkileri seyirciye yansımasını çevremde oturanların verdikleri tepkilerden anladığım kadarı ile amacına ulaştığını düşünüyorum…

Fırsatı olanların elbette bu oyuna gitmesini isterim, günümüze dolaylı olarak bir şeyler söylemektedir. Kitap yazarının Sovyet Rusya ve komünist parti eleştirisi olarak kaleme aldığı bu kitap, okuyana ve yorumlayana göre değişiklikler gösterdiğini söylemden edemeyeceğim. Tek partinin hakim olduğu, tek doğru ve tek geçmiş, tek gelecek ideali içinde olan toplumların kara mizah eleştirisidir…

Bu oyunun eleştirisini yazarken iki oyuncuya vurgu yapmak istedim ama cümleler çok uzadığı için biraz da okuyanı düşünerek kısaca belirterek bitireyim cümlemi. Taner Barlas ve Ekin Aksu özetini yazarken de sizinde dikkatinizi çekmiştir, o iki ismi canlandırdılar. İkisi sahnede usta olduklarını bir kere daha gösterirken, usta birinin sahnede diğer oyuncu arkadaşları ile ve seyirci ile iletişimini izlemenizi isterim, çünkü muhteşem bir performans… Elbette her oyuncu çok başarılıydı, ekip başarılı olmasaydı bu iki usta bu kadar öne çıkmazdı… Emeği geçenlere teşekkür ederim…

Son cümlenin notu olarak okuyun, beni oraya davet eden BKZ iletişim çalışanlarına ayrıca teşekkür ederim…


İsmail Cem Özkan







1984 Büyük Gözaltı
Yazan: George Orwell
Uyarlayanlar: Robert Owens, Wilton E. Hall, William A.Miles
Çeviri: Artun Özsemerciyan, Celal Üster
Kurgu: Taner Barlas
Yönetmen: Rutkay Aziz
Dekor ve Kostüm Tasarım: Metin Deniz
Müzik: Cahit Berkay
Reji Asistanı: Andaç Sayın
Işık Tasarım: Mahmut Özdemir
Oyuncular: Rutkay Aziz
Taner Barlas
Ekin Aksu
Özcan Alpar
Levent Yılmaz
Aytaç Öztuna
Hüseyin Uçurtma
Hüseyin Demir
Projeksiyon Oyuncuları
Ali Gül
Gülşah Kıray Barlas
Ezgi Erdilek
Aykut İşpir
Bekir Akbaş
Özgür Can Akbaş




14 Aralık 2018 Cuma

İnsan tanrıyı yarattı, tanrı insanı…


İnsan tanrıyı yarattı, tanrı insanı…

Mitolojik bir öykü değildir tanrı ile insan ilişkisi, hala yaşadığımız ve bizi etkileyen bir kavramdır tanrı. Tanrı adına cinayetler işleniyor, onun adına aş evleri kuruluyor, onun adına mabetler inşaat ediliyor, onun adına kurbanlar kesiliyor. Tanrı kana susadığı an kan dökülüyor, çiçeğe ihtiyaç duyduğunda çiçek ama çiçekler genelde ölüm merasimlerinde taşınıyor. Çiçek bir anlamda son yolcuğunun bir sembolü oluyor…

İnsan doğa karşısında güçsüz olduğunda, her zaman onu yenmek için mücadele etmiş, mücadele ederken de ibadet etmiş, boyun eğdiremediği güce karşı. Ne zaman onu yenmiş başka bir güce yönelmiş, o güç karşısında boynunu bükmüş, çaresiz ve mazlum olduğunu haykırmış, her haykırış bir isyanın ilk işareti olmuş. İnsan neye boyun eğmişse onu yenmek için gizliden, açıktan çalışmış. Tanrı ile kavgasını sistemleştirmiş ve bilimi bulmuş, öğretilerini geliştirmiş, bilimin her adımı tanrının hakimiyet alanını daraltmış, o kadar daraltmış ki insanın, hayvanın doğumuna ve ne zaman doğacağına kadar kararı insan verir olmuş. O yüzden bugün her büyük şehirde bir doğum ve bebek konusunda uzman özel hastaneler oluşmuş, çocuğun ana rahminde DNA’sı ile oynanarak istenilen insan sipariş bile edilir olmaya başlamış, ilk adımları ve başarıları medyaya düştü bile…

Tutucu olan aileler de bu doğum yaptırma merkezlerine gidip spermlerini ve yumurtalarını bırakıp, orada yapılan işlemin sonucunu doğumhane önünde bekler olmuş. Kimse bunun anlamını sorgulamamış, çünkü çıkar her duygudan daha üstündür ve çıkarına geldiği sürece hiçbir işlem sorgulanmaz, çünkü belirleyici olana boyun eğmek gereklidir…

İnsan, kendi cinsi dışında ki tüm canlıların tanrısı oldu, istediği an kendi zevki için öldürüyor ya da dönüştürüyor... Evcilleştiriyor, evcilleştirdiklerini suni olarak doğum yaptırıyor ve kendi ihtiyacı için ihtiyacından fazla öldürüyor. Bugün evcilleştirilmiş hayvan sayısı doğada ki yabani olarak adlandırılanların oranı arasında ki uçurum çok büyük.

Evcilleştirilmiş hayvan sayısı doğada ki tüm canlılardan en az on katı daha fazla konumunda... İnsan üstelik hayvanları coğrafya, hava durumuna bakmadan her yere taşıyor ve orada insan zevki için kafeslerde sergiliyor...

İnsan tanrı oldu, tanrılar insanlara yaptığını şimdi insan her türden canlıya yapıyor...

“Ben tanrı görevinden kendimi feragat ettim ama benim cinsimden diğer insanlar ben rahat tüketeyim ve tükettiğim şeyin bir canlıdan elde ettiğini yok saymak için paketler içinde bana sunuyor…”

İhtiyaç diyerek ya da ihtiyaç haline getirilerek bize sunuluyor ve tüketiyoruz…

Tanrı insan, diğer tanrılar ile kavga ediyor, Yunan mitolojisinde tanrıların kavgasını okuduğumuz tüm destanları yaşıyoruz...

Peki, tanrıların hüküm sürdüğü tanrı olmayan insanlar, kim onlar?

İşte denek konumuna getirilmiş ülkemizin insanı, yarı tanrı konumunda kendimizi tanrı gibi sunmak için çabalıyoruz...

Büyük şirketlerin gelişmiş ülkelerde pazarlayamayacakları ve daha ucuza mal edilen ürünlerini tüketiyoruz, elde ettikleri sonuca göre yeni ürünleri ve daha ucuza elde etmek için deneklerden elde edilen sonuçlarını yapay zekalarında biriktiriyorlar… Bizler onların kobayı konumundayız, gelişmiş ülkelerde aynı marka ve biçimde tüketilen ile bizde tüketilenlerin içerikleri farklı… İlaçlarda da aynı kural geçerlidir. Algoritmalar (üretim şeması) aynı ama içerik farklı, daha insan dışı, sağlığa zararlı ne varsa daha ucuz olduğu için ülkemizde pazarlanıyor…

Dinler kendi inanç sistemine uygun insanı yarattı ve o insanlar bizi kendi homojen yapılarına uygun biçimde biçimlendirmeye kalktı. Bugün özgürce kendimizi ifade edebileceğimiz ne ortam ve ne de geliştireceğimiz coğrafya kaldı…

Her yerde hukuk maddelerinin konservatif yapısı içinde nefes alacağımız alanlar açma kavgası içindeyiz. Hukuk, var olan sistemi savunur ve korur, özgürlükler için kapılar açmaz, özgürlükler hukuka rağmen mücadele sonunda elde edilmiş haklar ile oluşur…

Yaşadığımız zaman içinde ise elde edilmiş haklarımızın teker teker ellerimizden alındığını ve buharlaştığı süreci yaşıyoruz. Yeni alanlar açmaktan daha çok, var olanı koruma telaşına düşüldüğü an, sistemin hakimleri için kolay kazanılan zaferler anlamına gelir, çünkü var olanı korursanız dahi zaten sistem bu konuda kazanılmış alanıdır…

İnsan sistemi yarattı, sistem insanı biçimlendirerek kendi ihtiyacına uygun eğitiyor… Her sistemin yaşama ömrü vardır, çünkü sömürünün olduğu yerde başkaldıracak ve yeni bir sistem kuracak güç her zaman var olacaktır… 

Bütün dünyanın kobayları birleşin, sizin üzerinizde deney yapanları ve onların ürünlerini çöpe atın! Gelişmişlik ile gelişmekte olan arasında ki uçurumu yok edin ki, sizin içinde özgürlük alanları oluşsun! Güneşin ülkesin de güneşi görmeyen insanları kobay ve köle olmaktan başka yaşamlarında olduğunu hissedin, sokağa çıkın, güneşi görün, onun ısısı altında da hayatın devam ettiğini bilin! Size sunulan ile değil, sunulmayanı isteyin! İnsan tanrı oldu ve tanrılar büyük şirketleri yönetiyorlar, onlar adına ve onların çıkarı için birbirimiz ile kavga etmeyelim! Onların sırça köşküne bir kuru kafa fırlatın gitsin, belki yerle bir olur!

İsmail Cem Özkan


4 Aralık 2018 Salı

Biz güzel çocuklardık.


Biz güzel çocuklardık.

‘Biz Güzel Çocuklardık‘ Hasan Kaplan 12 Eylül süreci içinde yaşanmışlıkları mizahı bir dil ile topladığı kitabın adıdır. Kitap her hangi bir art niyet taşınmadan, dönemin duygusu ve tepkilerini bugünden bakarken aslında acıların komik tarafını da gözler önüne serer.

Kitap; Suluova, Amasya, Vezirköprü, Yeni Çeltek düzlemindedir.  O bölgenin insanın acısıdır, yaşadıklarıdır. O bölgenin acısı diğer bölgede yaşananlardan ne fazladır ne de düşüktür, 12 Eylül sokağa çıkan panzerler panzerleri kullananlara verilen emir üstüne bir kuşak, ona bağlı olan tüm yakınlarının üzerinden geçmiştir. O dönemde yaşanan acılar, ölümler, faili meçhul cinayetler, idam ettiği gencin cesedi bile bugün bulunmamaktadır. Mezarı olmayan ama sadece tutuklama kayıtlarında veya idam fermanında ismi olan gençlerin mezarları yoktur… Kimsesiz ve çaresiz bırakılanların acısıdır 12 Eylül sabahı başlayan ve uzayan yıllar.

12 Eylül öncesi yaşananları bugün çoğu insan artık anımsamıyor ya da anımsamak istemiyor, yaşananları bir bölüm ise dokunulmaz ve idealleştirmek gayretindedir.  Geçmişe bakmak için işin boyutunu aşağılamadan ve olduğu gibi acıları ile birlikte anlatmak önemlidir. Mizah dili bir anlamda bizi geçmişe götürürken acılarımız ile yüzleşmemizi sağlayan en iyi seçilmiş araç olduğuna inanıyorum. Bugünden düne baktığımızda elimizde bir senaryo vardı ve o senaryoya uygun yaşadığımız duygusuna kapılıyoruz. Ama elimizde ne senaryo vardı ne de önceden kararlaştırılmış bir yol… 12 eylül sürecine giden bir kaos ortamı yaratmak isteyenler ve o kaos ortamında taraflar yaratılması ve saldıranlar vardı. Ulus devletine uygun olarak farklı ve öteki olarak görülenlere karşı planlı, istemli bir saldır olduğunu ve o saldırının doğal sonucu olan da bir savunmanın olduğudur. Devrimcilere düşen görev savunmaktır. Acılar ile karşı karşıya kalan, işçiler, Aleviler, Kürtlerin yanında yer alan bir savunma arayışıdır.  Bir senaryonun adsız kahramanları ve muhatabı olmuştuk. Bizler yaşadıklarımız seçme özgürlüğü bırakılan değildik, zorunlu olanı yaşadık, zorlukları yaşadık…

Karadeniz adı geçtiğinde ister istemez Fatsa ve onun seçilmiş bağımsız belediye başkanı Fikri Sönmez, yaptığı işe bakarak söylenince Terzi Fikri anıları da olmazsa olmazıdır. Onun da içinde bulunduğu cezaevi koşullarında Terzi anlatılır. Yeni Çeltek Madenci Direnişi ve Yeraltı Maden-İş ve Çetin Uygur adı geçmeden olmazdı. Olmadı da. Onların yanında yer alan, onlar ile birlikte yeni bir dünya kurma hayali olan devrimcilerin öyküsüdür bu kitap. Kitap ağırlıkla cezaevi süreci ile ilgilidir. Cezaevi öncesi Et ve Balık Kurumu için yapılmış bir binanın işkence merkezine dönüştürülmesi ve bodrum katının işkence tezgahı olarak işlev görürken hayvanların asılması gereken tellerde insanların asılıp, işkence yapıldığını görmekteyiz. Oraya kimler gelmemiş ki, solcu olarak görülen Aleviler hedef olmuş (her dönemde olduğu gibi). Onlar sadece Alevi oldukları için suçlar yüklenmiş, köyler basılmış, köyde yaşlı, kadın erkek ayrımı yapmadan düzenli aralıklar ile gidilip bu Et ve Balık Kurumunun alt katında ki tezgahtan geçmiş. Herhangi bir Alevi köyüne bir askeri tim ya da polis gelmişse bilinir ki oradan birkaç kişi o Et Balık Kurumunun “misafiri” olacaktır.  Aleviler dışında madende çalışan işçiler olmuş… Ezilenlerin yanında yer almış öğretmenler olmuş, emekçiler ile birlikte kurtulacağına inanan köylü olmuş... Kısaca muhalif olan kim varsa 12 Eylül darbecilerin hedefindeydi. Bu kitap onların hikayesidir. 

12 eylül öncesi tüm kasabalar, şehirler, köyler bile içten içe parçalanmış ve sağ ve sol arasında görünmez sınırlar oluşmuştur. 12 Eylül sabahından itibaren solcuların oturduğu mahallelerde ne kadar genç varsa, kuşkulandıkları ve potansiyel devrimci oldukları kabul edilerek onlarda tezgahların olduğu hücrelere seslerini bırakmış. Ceza almaları için devrimci gençler için yeni suçlar yaratılmış, çünkü 12 Eylül faili meçhul olayları çözmek için gelmiştir, failler yaratarak suçları ortadan kaldırıp “temiz” bir ülke yaratma iddiasındadır. Maneviyata önem vererek dinsizleri ve Alevileri Müslümanlaştırma adına işkence boyutunu yaşamın her alanına yaymıştır. 

“Her nasılsa Türkiye’de Amasya'nın Gümüşhacıköy ilçesinde doğmuş olan bu Ermeni oğlu Ermeni…” cümlesinin muhatabı olan Devrimci Garbis Altınoğlu’nun yargılanmasına dair kısa bir öyküsü de bulunmaktadır. Hukuk fakültesinden mezun olmuş bir hukukçunun yazmış olduğu iddianame de geçen bu cümle geçmişin ve kendi vatandaşına bakışın çıplak bir örneğidir.

12 Eylül korkuyu sokakta hakim kılmak için kimsesiz, sokakta yaşayanları bile cezaevine almış. Suçsuz oldukları anlaşılınca hiçbir kayıta ihtiyaç duymadan Et Balık Kurumunun bahçesinden ana yola bırakılmış. Bir kaza sonucu ölen işkence tezgahından geçmiş bir genç, kimsesizler mezarlığında yatmaktadır.

İşkence tezgahlarında direnenler, konuşanlar, işlemediği suçu kabul edenler, isim bezerliği yüzünden mahkum olanlar hepsi bizim geçmişimizdir ve o geçmişimizin trajikomik olaylar ve anılar bu kitabın içindedir. Cezaevinin kıt ve baskı altında ki koşullarda insanın insan olarak kalmasının mücadelesidir. 

12 Eylül öncesi odununu, kömürünü, gecekondusunu yapımını ve yıkmaya gelenler ile çatışan devrimcilerin iyi niyetini yaşamış, onları evinde ağırlayanlar 12 Eylül sabahından sonra onlara yüz çevirmişler ve göz göze gelmemeye özen göstermişler. Hatta tesadüfen karşılaştıklarında ise “Sizden ne çektik biz!” diyerek azarlayarak yanından uzaklaşanlar… Devrimcinin ağzının kenarında işkence izinin bırakmış olduğu acılık değil, yaşadığı bu durumun acı bir gülümsemesi kalmıştır.

Küçümsenen, aşağılanan bir vatan düşmanı olarak damgalanan gençlerin yaşadıkları günlük bir dil ile içten anlatılan öyküler toplamıdır…

Darbe ile iktidarı ele geçiren rütbeli subayların birer nutuk çekme ihtiyaçlarını giderdiği yerler olmuş cezaevleri, gözaltı merkezleri… İşkence tezgahlarında çalışan memurların egoları ve fail arama yarışları, örgütleri çözmek adına muhbir ve itirafçıların desteklendiği ama ödül olarak onlara hiçbir şey verilmediği karanlık bir süreçtir.

Sağcıların nasıl olsa solcular direnir ve haklarını alır bizde bundan yararlanırız diye baktıkları fırsatçılıkları…

Alttan alta dincilik faaliyetlerin cezaevlerinde yapılması ve solcuların işkence ve dayak yemeleri için ayarlanmış ortamlar yaratılır. İtiraz hakkı olmayan tartışmalar denilen söylevlerde devrimci gençlerin sadece dinleyici olması istenmiş, homurdanan, itiraz edenlerin yeri işkence tezgahı olmuştur…

Bütün bu olumsuzluklara rağmen hücrelerde, koğuşlarda yaşanan birlikler, ortak çözüm yolları aranması ve uzun sürede bir arada kalmanın getirmiş olduğu sorunlarda kitabın sayfaları arasındadır…

Kısaca okurken sıkılmayacağınız ama içinde bugüne dair derslerinde olduğu kitaptır. Lider olmayan, liderlik gibi iddiası olmayan her yerde emekçi, özverili, samimi olan bu gençlerin emekleri sık sık istismar edilmiş olmasına rağmen inandıkları yoldan ayrılmamışlar.

Su yayınlarından çıkmış olan bu kitabı alıp okursanız en azından 12 Eylül sonrası ve o kısa süreçte yaşayanların duyguların ile empati kuracağınız bir çok nokta bulacağınızı düşünüyorum… O günleri anlamayanların bugünü anlamlandırması gerçekten zor, çünkü kırılmanın başlangıcı 12 Eylül öncesine dayanır ama bugün ise sonuçtur…

Kırılma sürecinde o kuşak üzerinde sadece işkence tezgah izleri kalmadı, onların duyguları ve bakış açılarında ki derin ayrışmalarda kaldı.

O dönemin travmasını anlamak gereklidir.

12 Eylül darbesine doğru bir ülkenin nasıl hazırlandığı, hangi kesimleri bir birine çatıştırıldığı, ülkede birden var olan hükumeti devirmek için nasıl karaborsanın ortaya çıktığı ve devrimcilerden beklenen tepkilerin nasıl örgütlü bir güç ile karşı konulduğunu; bu kitabın içinde satırların arasında bulacaksınız…

İsmail Cem Özkan

Biz Güzel Çocuklardık
Hasan Kaplan
Su Yayınları
Mart 2018,  İstanbul



1 Aralık 2018 Cumartesi

Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)


Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”

Cerrahpaşa hastanesinde bir oda ya da bir otel odası… Son geceden geçmişe doğru bakış ya da geçmişin son güne yansıması… Olayların kurgusu şairin iç dünyasına doğru yolculuğa çıkarken yaşadıklarının iç dünyasına yansımasına şahitlik edeceğiz.

Şairin hayatını değiştiren acılardır, annesinin son nefesi onda gerçek ile hayal arasında ki ya da günümüz dili ile söylersek yarattığı gerçek ile yaşadığı gerçek arasında gel gitlerin olmasıdır… Karıştırmaktadır hayalini ve yaşadığını. İç içe geçmiştir iç dünyası ile yaşadığı dünya. O bir rüya görür annesinin öldüğü gün, kendisini telefon ile arayan biri vardır, o arayan da aslında kendisidir. Kendisini bulmak macerasıdır hayatı.

Oyun şairin hayatından kesitler bir oda içinde seyirciye verilmektedir. Dönemim tüm yazarları ve şairleri o odanın içinde sohbete katılmaktadır. Onların İstanbul tutkusu, İstanbul’da yaşamanın getirmiş olduğu zenginlik. O Paris’de de yaşasa, Madrid’te de İstanbul'u yaşamaktadır.

Onun ilk ayrılışı değildir İstanbul’dan, doğduğu ve büyüdüğü şehirlere de gitmiştir. Üstelik Osmanlı toprakları olmasına rağmen pasaport ile gidilirmiş dönemin istibdat kurları içinde… Abdülhamid’in memurları ülke içinde seyahatlere de izin verirmiş. Onun Paris macerası izinsiz bindiği bir vapur ile başlar. Paris’de şiirin nasıl yazılması gerektiğini öğrenecektir, ona kazandırdığı en büyük ödül şiir masa başında çalışılarak ve o şiirinin ahengini yakalanacağını öğrenir ve Türk şiirine ya da kendi şiirine uygular. O bir Türk’tür ve Fransız Devriminden etkilenen bir ulusalcıdır.

Paris’e vardığında Türklerin yaşadığı mahallede bulur kendisini, o dönemin Jön Türkleri ve Prens Sahabettin gibi Osmanlı toprakları dışında Abdülhamid muhalifleri ile tanışır. Orada öğrenir insanın satılan bir varlık olduğunu yeter ki alıcısı olsun. Alıcı bellidir, Abdülhamid! O muhalefetin içinde değildir ama yan tarafında durur, onun ideali Türk yurdu ve o yurdun şiirin dili Türkçedir. O yüzden geçmişe dönmek gerektiğini sürekli vurgular, nedim, yunus... Geleneksel şiirin Anadolu kültürü ile yoğrulması ve yeniden yaratılmasıdır…

On yıl sonra ülkesine döner, o artık eğitimli biridir. Ama ülke de değişmiştir. Bab-ı Ali baskını ve sonrası… Bir baskıdan kurtulduk derken başka bir baskının altında ülkenin savaşa doğru iteklenişi ve ülkenin doğusunda başlayan ‘Kurtuluş’ savaşı… Oraya ilgi duyması ve yeni kurulmakta olan ülkenin idealleri ile kendi ideallerinin paralel olması, onu ülkenin kurusu ile görüşmeye iter. Okullu ve dil bilgisi yüzünden Madrid’e gider ve orada iç savaşın başlamasına şahitlik eder ve kaçar… O silahlardan kaçmaktadır, kan gölünden… İstanbul’da bir otel odasına sığınır… Sevdiği şehirdedir ve orada tek başınadır. Hastadır. Tedavi için gittiği Paris’den dönmüştür. Günlerden bir gün hastaneye gider, Cerrahpaşa Hastanesinde, 1 Kasım 1958’de hastane odasında son nefesini verir.

Şairin hayatı yazdığı şiirlerdir. Şairin yazdığı yazılar dekor olmuştur. Yukarıdan aşağıya doğru asılmıştır yapraklar ve yerde sonbahar yaprakları. Basamakların üzerinde savrulmaya ya da çürümeye yakındır…

Şairin hayatı soluksuz ve şiirlerin, kelimelerin arasındadır. O kadar çok şeyi anlatmak istemiş ki öyküyü yazan, hiçbir ayrıntıyı atlamak istememiş. Öykü içinde öyküler vardır ve her öykü bittiğinde başka öyküye geçiş için bile nefes alma aralığı bile kalmamış. Geçişler belirsizdir. Henüz izleyici olarak ben öyküyü tam kafamda sonlandırmadan başka öykünün içinde buldum, oyunun öyküsü ve kurgusunu takip ederken yorulduğumu hissettim. Oyuncu nefes almalıdır ama seyirci de bir nefes aralığı verilmeli ki, öyküyü ve verilmek istenilen mesajı alabilsin. Sorgulamak için kısa bir nefes boşluğu gerekli diye düşündüm…

Oyuncu Okday Korunan muhteşem bir performans sergiliyor. Şiirin ruhuna mimikleri ve hareketleri ile yeni bir şeyler katmakta… Ses inişleri ve yükselmesi ve arka fonda duyulan sesler ile uyumluluk seyirciyi ister istemez sahneye odaklıyor… Görünmeyen insanlar ile konuşması ve sanki karşısında ki ile varmış gibi davranması… Telefon çalması ve onu beklemesi... Nefes aralığını bir tek orada gördüm…

"Ben evlenmedim, yalnızlığın acısını hâlâ çekiyorum." derken yarattığı sevgilisini yaşamaktadır… Yalnızlık… Ailesinin içinde yaşamış olduğu travmanın izlerinin son nefesine kadar üzerinde olması… Hüzün... Bir sonbaharın kışa dönülmesi... Yalnızlık içinde bir hastane odasında ölüm… onu bir şair arkadaşı arayacaktır, soracaktır ama sevgilisiz bir yalnızlık, onun trajedisidir… 

Bir şairin trajedisini bir oyun içinde görmek isterseniz kaçırmayın, en azından Okday Korunan sahnede nasıl bir oyun sergilediğine şahitlik edin… Kurgusu ve oyunun sahneye uyarlaması çok başarılı gördüm. Öykü var ama o kadar çok şey anlatılmak istenmiş ki, ayrıntılar sürenin uzamasına sebep olur korkusu ile sanırım nefes aralığı bırakmadan öyküden öyküye geçiş yaptık... Yaşamalısınız, çünkü tiyatro her sanat dalı ile iç içedir ve o iç içeliği burada görün. Işık, ses, dekor, kostüm, saç tarama ve makyaj… Bir bütünün uyumunu göreceksiniz…


Tiyatro yaşadığı zamana da mesaj vermelidir ama son yıllarda yaşadığımız zamandan uzakta oyunlar sergileniyor ama seyirci ister istemez bugüne dair mesajları da içine alıyor… her seyircinin duruş noktasına uygun mesajlar bulabilir…

İsmail Cem Özkan



Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)
Yazan : Sönmez Atasoy
Yöneten : Okday Korunan
Dekor - Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: İ. Önder Arık
Müzik: Timur Selçuk
Oyuncular: Okday Korunan
Yönetmen Yardımcıları: Funda Eskioğlu, Zuhal Acar
Sahne Amiri: İ. Cem Dağlı
Kondüvit: Süleyman Kaleli
Işık Kumanda: Oğuzhan Çelik
Dekor Sorumlusu: İlker Temur
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir
Erkek Terzi: Kadir Metin
Perukacı: Ramazan Akbaş


22 Kasım 2018 Perşembe

Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…


Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…

Geçmişin karanlık yüzünü çağrıştıran bir çok şey günümüzde daha fazla gözüme batıyor. İkinci ve birinci dünya savaşının koşullarına benzer göçmen hareketliliği yaşanmaktadır ama insanlık bu iki büyük savaştan gerekli dersi almıştır diye umut ediyorum ama her umudun boşa düştüğü bir kırılma döneminden de geçtiğimizi göz ardı etmiyorum.

Popülist söylemlerin iktidara taşındığı, bir birinden daha tehlikeli liderlerin egosu altında belirsiz bir gelecek önümüzde durmaktadır. Belirsizdir, çünkü krizden krize doğru geçiş yapan kapitalist sistem, ulus devletinin üzerine yeni bir şey koyamadığı gibi, geçmişin ulus devletli reflekslerine benzeyen ama ulus kavramını da aşan yeni bir faşist liderlerin ve onları destekleyen geniş bir halk tercihi ile karşı karşıyayız. Bugün ki liderler ülkelerinde emperyalizm politikalarını sosyal devletin yerine ikame etmektedir. Savaş ve işgal ile içte yaşadıkları krizi aşacağını düşünen liderler, aynı zamanda özelleştirme adı altında ulus devleti için olmazsa olmaz sermaye biriktirme araçlarının elden çıkarılması ve küresel firmalara peşkeş çekildiği bir zamanın ruhu içindeyiz.

Popülist söylem elbette üçüncü dünya ya da daha kibarcası ile gelişmekte olan ülkeler için geçerli değildir. Emperyalist geçmişi olan geçmişlerinde faşizmi yaşamış toplum liderleri içinde geçerlidir. Faşizm ırk söylemi yerine göçmen karşıtı söylem ile kendisini ortaya koymaktadır. Popüler politikalar aslında gerçek anlamda krizlere / sorunlara çözüm önerilerinin olamadığının bir kanıtıdır. Liderler başarılarını daha ağırlıkta tesadüfi ve gelişmekte olan olgular karşısında anlık tepkileri ile çözüm arayışındalar. Uzun vadeli politikalar artık geçmişin soğuk savaş koşularında kalmıştır.

Ülkelerin küçük bir yansımasıdır başka ülkelerde ki konsolosluk işleri.  Suudi Arabistan'ın İstanbul Konsolluğunda işlenen cinayet ülke içinde doğal olanın küresel anlamda doğal olmadığının kanıtıdır. Orada kral istediğini asıyor, istediğini kılıç ile idam ederken dışarıdan gelen tepkilere pek kulak asmamıştır ama başka ülkenin vatandaşı ama aynı zamanda Suudi vatandaşı olunca ortaya karmaşık hukuki sorun ortaya çıkarmaktadır… Çünkü iki farklı hukuk ve bakış açısının karşılaştırmalı olarak bir olguda çatışmasına şahitlik etmekteyiz…

Onlardan bağımsız ama Ortadoğu ülkelerine silah satışı ile sürekli gündeme gelen ve benim de ikinci vatanım olan Almanya'nın dış temsilciliklerinden biri olan İstanbul konsolosluğunda yaşadıklarımı yazmak istiyorum…

Almanya’dan doğduğum ülkeye taşınma kararı verdim ve yeni Alman kimliğimi konsolosluktan alayım dedim ama sözde söylendiği gibi basit değil, sizi bir sıra zorunluluklar bekliyor… Alman vatandaşlığını alalı yaklaşık yirmi yıl olmuş ve bu arada ben bir çok şeyi artık biriktirmek ya da saklamaktan vazgeçmişim ve atmışım… Normal koşular içinde en fazla resmi bir belge on sene saklanıyor… Artık önemsiz olmuş şeyler yirmi yıl sonra baş ağrıtmasını da düşünemem… Neyse konumuza dönelim;

Bugün (22 Kasım 2018) ikinci vatanım olan Almanya konsolosluğuna gittim, birden kendimi zaman tüneline girmiş ve 1942 yılını yaşayanların ruh halinde hissettim. Elbette ben bir Yahudi duygusu hakimiyeti içindeydim... Düşünün ‘gestapo subayları’ kapıdan size bakıyor... Yahudi diyecek biri ve bizi hemen sarmalayıp sabun üretim merkezine götürüp suyumuzdan sabun, derimizden abajur yapacaklar... Almanya İstanbul konsolosluğunda çalışanlar kapıdakiler Türk, özel güvenlik elemanı, diğerleri Alman! Almanlar cam arkasında mikrofon ile iletişim kuruluyor... Aranda koskoca bir cam, camdan cama sohbetler Amerikan filmlerinde mahkumların birbiri ile konuşması gibi... Demokrasi, özgürlük sözlerini ağızlarından eksik etmeyenler, geçmişlerinde faşizm olan bir halkın devletinin konsolosluklarında geçmişi çağrıştıracak hiç bir şeyin olmaması gereklidir, oraya giden, ki sadece Alman vatandaşı gidebilir, vize almak isteyenlerin yeri özel firmalardır, Alman konsolosluğu muhatap bile değil, kendi vatandaşına SS subayı gibi yaklaşımın doğu olmadığını düşünüyorum... Ben bir Yahudi gibi hissettim orada ve Yahudi soykırımına uğrayan tüm Yahudilerin neler hissettiklerini yeniden anladığımı itiraf etmek isterim... Tüm konsolosluklar büyük olasılıkla böyle olmuştur, çünkü Almanlar standartlarına çok önem verirler...

İnsanın olmadığı yerde devlet var olmuş ne anlamı var?

Protokol: önceden internetten randevu almak... 

İnternette belirtilen evrakları toplamak... Almanya’da yaşayanlardan istenmeyen belgeleri istemek... Türk doğumluların Türkiye’deki nüfus kağıdı, doğum belgesi gibi... 

İnternetten aldığın randevu kağıdını istemek... Onsuz gelirseniz konsolosluğa sokulmayabilirsiniz... 

Yanınızda bozuk para, istenilen parayı kuruş kuruşuna bozuk almak için, para bozmuyorlar...

Cam arkasında mahkum ziyareti gibi, insandan uzak, resmi konuşma ve resmi formlar... 

Randevuda belirtilen işlemlerin yapılabildiği başka soruların alınmadığı bir konuşma düzeni...

Her geliş için, her randevuda aynı belgelerin istenmesi, kendi arşivine bakmak yerine belge toplanmasını istiyorlar... Günümüzde artık her türlü bilgiye her yerden ulaşılmasına rağmen hayır biz ulaşmayız siz getirin biz kontrol edeceğiz demeleri...
Fotokopi biz çekemeyiz, gidin dışarıdan çektirin! (Neden çekemezler, toner ücreti mi pahalı, çalışanın ayağa kalması mı paralı?)

Dışarıdan içeriye girerken cep telefonunuza ve yanınızda varsa eğer çantanıza el koyuyorlar, onlar bir dolapta... Telefonun kapalı olmasını istiyorlar, cemakanın arkasında olan görevliye kapalı vermek zorundayız… Çantanızı bir köpek koklayarak arıyor... Çantada hadi uyuşturucu olsa ne yapacaklar, yani Almanya’da uyuşturucu kullananlar yokmuş gibi, hangi alman kurumuna girerken uyuşturucu aramasından geçtiniz? Hollanda konsolosluğunda köpek araması var mı?

Konsolosluk içinde cep telefonunuz yok, iletişim hakkınız kapıdan girerken ortadan kalmış demektir… İnsan hakları mı dedi biri, yok canım o sadece kağıt üzerinde ki bir leke…

Bu arada kimlik değiştirme ücreti 59 Euro’dur, yanınızda bozuk para ile gidin... Bozuk paramız yok diyerek sizin paranıza devlet yardımı alabilirler.

Peki, neden bu kadar kontrol?

Sadece kendi vatandaşlarının girdiği bir yerde güven sorunu var. Kendi vatandaşına güvenmiyor ve korkuyor… aklıma başka bir şey gelmiyor… Eskiden bankalar cam arkasından hizmet verirdi, sonra camlar ortadan kalktı, yüksek masaların yerini rahat oturacak masa ve koltuklara bıraktı, işi olan elinde numara ile sırasını beklerken oranın havasından rahatsızlık duymadan orada zamanını sinirlenmeden geçirmektedir. Bankalar sistemin camekanıdır ve kapitalist sistem müşteri odaklı bir tercih yapmışken, devlet hala vatandaş merkezli değil… Vatandaşın ve bireyin hakları daha öne çıkarılması gereken yerlerdir devleti temsil eden yerler, çünkü orada küçük bir Almanya’nın profili olmalıdır. Misafirperver, dostça, insana yakışan ve geçmişini çağrıştırmayan ve geleceğe bakan bir çalışma alanı…

Peki bu çok mu zor?

Terör tehlikesi gibi kavramların ne kadar altı boşaltıldığı ve bugün ki teknoloji ile çok önceden tahmin edildiği bir yerde, güvenli alanda bir hapishane atmosferi ile gardiyan mahkum konuşmasının olmasını anlam veremiyorum…

Almanya insanı geçmişin karanlık yüzünü ortadan kaldırmış, sosyal devletin hala güzelliklerini üzerinde taşıyan ve ülkesine her türlü zenginliği davet eden ve zenginlikler ile kendisini güçlendiren bir ülke olduğunu hayal etmek çok mu ütopik?

Almanya içinde gelişen ırkçı, sağın yansımasını hiçbir zaman ülke dışında görmek istemiyorum…

İsmail Cem Özkan


21 Kasım 2018 Çarşamba

Uzlaşma


Uzlaşma

İki insan bir arada yaşamaya karar verir ve evlenir. Artık onlar eştir. Eşlerin en önemli dönemeci çocuk konusudur. Çocuk dünyaya geldikten sonra artık ebeveyn olarak anılacaklardır. Ebeveynler her ne kadar ortak karar verdik deseler de hayata gelen onların canı ister istemez bazı sorunları su yüzüne çıkmasına sebep olur ya da var olan sorunların bastırılmasına neden olabilir. Çocuklu yaşamın başlangıcı çoğu çiftler için henüz bir birini özümsediği bir süreç değildir. Özümseme ya da uyum zaman isteyen bir süreçtir ve çocuk bu sürecin bir yerinde hayatlarına katılır. Aşk öyle garip bir şeydir ki, kimse hiçbir şeyi önceden hesaplayamaz, bir an sevgili olanlar bir an sonra düşman olabiliyor, onları birbirine bağlayan varsa ortak çocuklarıdır.

Boşanmaya doğru giden adım içinde en çok duyulan söz “özgürlük”tür. “Kendi özgürlüğümü kazanabilmek için seni özgür bıraktım! Kısaca senden ayrıldım!”, üstelik herhangi bir neden öne sürmeden. Çocuk olacağını haber aldıklarında sevinçlerini yaşamaya henüz fırsat bulmadan iş dünyasının ve projelerin arasında yok olan Pierre (Gökçer Genç) boşanma için fırsat kollamıştır. Çocuğun bakımından kendisine dahi zaman ayıramayan Anna (Zeliha Bahar Çebi)kararını vermiştir. Ayrılık. Bu kararının sonucunu evliliklerinin bir buçuk sene geçtikten sonra mahkemeden almıştır. Boşanmışlardır. Onlar artık eş değildir. Ebeveyn! Anna eşinin ilgisizliğinden dolayı hayal kırıklığı yanında öfke doludur. Mahkemeden boşanma kararı almış olmalarına rağmen, çocukları için ortak bir karar alamamışlardır, çünkü babanın çocuğu görme hakkı vardır ama Anna için bu görme hakkının zamanı problem yaratmaktadır. Anna  ebeveyn olarak eski eşi ve kendisini yüzüstü bırakan kocası ile sorunlarını çözememiştir. Mahkeme bunun üzerine ülkemizde de uygulanan arabuluculuk sistemi içinde iki uzmandan yardım almaları konusunda tavsiyede bulunmuştur. Elbette burada zorlayıcılık yoktur, arabulucu olanlar işi olur tarafını ortaya koymak ile yükümlü, taraflar arasında diyalog başlamasına aracı olmak ile sorumludurlar. Sorunun çözüm yeri uzlaşama masası değildir, nihai kararı mahkemede hakim verecektir ama buradan alınacak her hangi bir tavsiye kararı hakim üzerinde etkili olacaktır.

Uzun bir giriş cümlesi kurdum, çünkü olayın anlaşılması için önemlidir. Şehir içinde yaşayan modern yaşamın en küçük birimi olan ailenin de parçalanmış halini ve çocukları üzerinden sorunlarına yaklaşımını anlatan bir oyun izleme şansını yakaladım. Toplumun en küçük bölümünü temsil eden ailenin boşanmış fertlerinin ebeveyn rolleri oturmuş trajik komik bana göre ise kara mizah unsurlarının bol bol serpiştirildiği Anna ve Pierre’in uzlaşama arayışlarına şehir tiyatroları sahnesinde izledim.

Oyunu izlerken oyunun akışı ve konuyu işleyişi açısından beni rahatsız eden her hangi bir şey hissetmedim, çünkü oyunun konusu, işleyişi ve akıcı hale getiren sorun içinde sorun ve sorunların çözüm yollarının bir yerde kesişmesi. Sosyal hizmet uzmanı İsabelle (Işıl Zeynep) ve stajı yeni bitirmiş ve işin henüz ilk deneyimini yaşamakta olan kızı Jeanne (Yeliz Şatıroğlu) arasında ki sorunun gün yüzüne çıkması ve birbiri ile yüzleşmesine de şahitlik etmekteyiz. Görüşme sırasında oluşan duygusal yakınlaşmalar ve yanlış kurulan empatilerin yanlış anlaşılması da oyunun komik ama aynı zamanda trajik yönünü vurgulamaktadır. Kuşaklar arasında bakış açısı, aile olarak kabul edilen ilişkilerin çözümlemesini de hissetmekteyiz.

Yaşadığımız çağ yalnız bireylerin geçmiş ile olan yüzleşmemesinin yaratmış olduğu sorun yumağı içinde boğuşması gibidir. Sorunlar baştan öngörülmemiştir ama öngörülmeyen yaşamın sorunları içinde çatışma halinde hesaplaşılmamış bir geçmiş bir gün zorunlu karşılaşmaları da ortaya çıkarmaktadır. Ebeveynlerde çocuk ve onun ile ilgilenme süresi olarak karşımıza çıkmaktadır, nafaka gibi maddi sorunlardan daha önemli olan duygusal boyutudur. Çocuk babasız ve ama annesinin aşırı ilgisi altında kişilik mücadelesi yapmaktadır.

İsabelle ve Jeanne arasında ki diyalogda ise babasız büyüyen bir genç kızın geçmişi ile annesi ile profesyonel ilişki dışında karşılaşmasıdır. İlk defa babasının fotoğrafını görecektir, aslında yakışıklı olmayan ama gülmeyi ve yaşamı seven bir babanın varlığı ile karşılaşır.  Aralarında ki çatışmada babasız büyümenin sonucunda oluşmuş olan bir tepkisel davranışlarını açıklar. Anna ve Pierre arasında ki gel-gitler ve uzlaşma adına atılan üçüncü buluşmada ki kırılmanın modern yaşam ve ailenin de sorgulamasını görebiliriz. Birbirine güvenmeyen ama kaybedeceğini hissettiğinde elinde tutma hesabı adına atılan düşünülmeden atılan adımlar ve sözler yeni hayal kırıklıklarının ve parçalanmış ailenin varlık sebebi de gözler önüne serilmektedir.

Oyuncular açısından oyunu değerlendirmek gerekirse, her biri kendisine verilmiş rolü içselleştirmişler ve duygusal geçişleri ve tepkileri hem vücut dili ile hem de mimikleri ile yerinde, abartmadan oyunun içinde seyirciyi kucaklamaktadır… Arka fonda kullanılan ses kirliliği şehir yaşamın homurdanması olarak algıladım ve duygu yoğunluğuna uygun olarak ses yükselmekte ve inmektedir. Oyuncuların vurgusuna pozitif katkısı göz ardı edilemez. Işık genel de orta masayı aydınlatırken bazı anlarda oyuncuların üzerine daha da yoğunlaşırken salonu karartmaktadır, bu ışık süzmesi elbette oyunun amacına uygun ve anlatılmak istenenin seyirciye ulaştıran uyarıcı olarak kullanılmaktadır, ben başarılı buldum… Sahne düzenlemesi de çok başarılı, üç tahtanın arkasında oyuncuların kulisidir. Orada dinlenmekte ve orada üstlerini değiştirmekteler. Kırımızı ışık ile aydınlatılması bir anlamda burası sahne değil, burası kulis ama sahnede olan bir kulistir demekte. Oyuncuların orada dinlenmesi ve rolün gereği sahneye çıkacağı anı beklemesi seyirciye arkadan fısıldamaktadır. Çok iyi düşünülmüş olduğunu düşündüm. Üç tahta üç ayrı bölüm, üç hesaplaşma...

Seyirci için düşünülmüş her anın hesaplandığı ve nerede sesin yukarıya çıktığı, nerede duygusal bakışın hakim olacağı ve de nerede aklın hakimiyetini ve aklın mantık diziminin sorgulanması iyi hesaplanmış bir oyun olarak gördüm.

Elbette ülkemiz sorunların hakim olduğu bir süreçten geçiyor, bu oyun sahnenin dolması için sahneye taşımış olarak düşünebilirsiniz, çünkü yaşananlara dokunmayan ve içinde bulunduğumuz sorundan çıkıp başka bireysel sorunların içinde kaybolacağımız bir oyun. Bir an içinde yaşadığımız coğrafyadan çıkıp Fransız sorunlu modern aile yaşamına bakmaktayız. Her toplumsal olayın bir sonucu vardır, tiyatrolarda ülkede ki baskı oranına göre toplumsal olaylara özgürce dil uzatabildiği gibi, baskın artması ile daha sanatsal ve daha dolaylı söylemleri seçerek yine topluma ve seyircisine belirli mesajları fısıldar. Özgürlük ile orantılıdır sahnede sesin tonu ve seçilen kelimeler. Yönetmenlerin, oyuncuların daha özgür olduğu ve korkmadan her cümleyi kurabilecekleri özgür sahnelerin özlemini duymaktayım… Ödenekli tiyatroların, parasını devletin kültür bakanlığından alanların elbette parayı verenin arzularına göre cümlelerini kısaltmakta ya da yuvarlama hakları vardır, çünkü tiyatro öyle bir şeydir ki, seyircisini bulamadığın an yapılmış tüm yatırımların zarar hanesine yazılmasıdır, oyuncunun aç kalması ya da emeklilik hakkının olmamasıdır… Oyuncu sonuçta işini para için yapmaktadır, yönetmenlerde oyuncuların beklentisine karşılık verecek oyunlar bulmak ile yükümlüdür, parasını alamayan idealist oyunculuk yoktur. Günümüzde tüm oyuncular profesyonellerdir ve onlardan bekleneni vermek ile yükümlüdürler… tiyatrolar kafalarda oluşturulan algılar ile örtüşmeyebilir, çünkü liberal ekonominin hakim olduğu düzlemde her tiyatro kendisini popüler söylem ve oyuncular ile ayakta tutma telaşı içindedir. Özel tiyatrolar seyircisini kendisi belirlemektedir ama ödenekli ve devlet tiyatrolarında seyirciyi belirleyen siyasi erktir ve onların öncelikleri sahnelerden hangi cümlelerin ve hangi oyunların konulacağını belirler…

Toplumsal mesaj yerini bireye seslenen mesajların aldığı oyunların bu dönemde sahnede olması tesadüfi değildir. Her geçiş sürecinin kendisine özgü dili vardır, bu dönemde kullanılan dil izlediğimiz oyunda ki dildir, özgürce bireysel çatışmaların birey boyutunda derinlemesine işlenen kara mizah, dram, komedi, trajedi boyutu ile bir çok oyunu bulacağız. Yabancı yazarlardan tercüme dilmiş oyunları genelde daha başarılı buluyorum, çünkü yazarı bizi düşünmeden kendi toplumu için yazmıştır ve bizi yönetenleri rahatsız edecek her hangi bir cümle içinde barındırmaz… Barındırırsa da zaten bize değil, yazıldığı ülkeyi iğneliyordur…


İsmail Cem Özkan


Uzlaşma
Yazan: Chloe Lambert
Çeviren: Zeynep Su Kasapoğlu
Yöneten: Aslı İçözü
Dramaturg: Arzu Işıtman
Sahne-Kostüm Tasarımı: Zuhal Soy
Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Müzik-Ses Tasarımı: Ilgın İçözü
Oyuncular: Gökçer Genç, Işıl Zeynep, Yeliz Şatıroğlu, Z. Bahar Çebi
Yönetmen Yardımcıları: Tarık Köksal, Ercan Demirhan Ceysu Aygen, Derya Yıldırım



10 Kasım 2018 Cumartesi

Ali Asker


Ali Asker

Hozat’lı bir delikanlının atalarından duyduğu türkülere yaşadığı çağın ruhunu katarak yeniden üretmesi ile oluşur Ali Asker. Ali Asker devrime inanmıştır, devrimcidir. Bir gün gelecek eşit haklar içinde çok kültürlü bir ülkede yaşama hayalindedir. O Dersim’lidir. Acı ile yoğrulmuştur yakın tarih ve acıyı yaşayanlardan almıştır ağıdın, öfkenin nefesini. Henüz bitmemiş bir sürecin ara kuşağı olarak doğmuştur, zorunlu kalmıştır Elazığ'a göç etmeye. İyi ki de etmiştir, orada öğrenmiş ve yaşamıştır aşık geleneğini. Oraya gelen aşıklardan nefes almıştır, bilgi almış, onların önünde ilk sınavını vermiştir. İlk sınavını verdiğinde bir kahvede çay dağıtmaktadır. O emeği ile emeğin yardımı ile çıkacaktır, umudun merdivenlerinden.

O devrimcidir, devrimcilerin katledilmesini içinde yanan alevin yeniden dışarıya ezgiler ile vurmasını yaşamıştır. O artık şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, nerede bir direniş varsa, nerede bir örgütlü devrimci yapı varsa orada sahne alacak, içinden gelen ateşin ezgilerini sloganlar eşliğinde seslendirecektir. O kendi emeği ve gücü ile katılacaktır kavgaya ve hiçbir karşılık beklemeden, sürekli dayanışarak, hiçbir yardımı gözetmeden yola çıkmış ve yolda sesine ses katacaktır. O sadece yol parasına yola çıkmış, geri dönmeyi düşünmemiş bir devrimcidir ve o dönüşü olmayan tolda işkence tezgahında kaybettiği kardeşinden sonra yurt dışına sürgüne gidecektir, çünkü düşman onu yakalasaydı kardeşinden farklı bir sonuç beklemiyordu. Yoldaşları işkence tezgahlarında, darağacında, direnerek dağda vurulmuş, öldürülmüş ve o sürgünde onların öfkesini, acısını, beklentisini ezgiye dökmüş söylemiş dayanışma gecelerinde, devrimci etkinliklerde sahneden seslenmiş, sahne bulamadığı zaman evinde besteleri ile seslenmiş, o sadece ezgileri ile yol almış devrimcidir ve devrimci olmanın gereğini yapmış, elindeki nota ile saldırmış karanlığa…

O bir devrimcidir, devimci yolda düşenlerin olduğu yerde düşenlerin arkasından ağıt yakmamış, sadece öfken ile umudu birleştirmiş... O içinde beslediği büyüttüğü umudunu sürekli ezgilerine aktarmış, aktarmakla kalmamış seslendirmiş. Seslendirmek isteyenlere de izin vermiş bir alçak gönüllüdür. O devrimci dayanışmanın, devrimci olmanın ne olduğunu yaşamı ile kanıtlamıştır. O sıradan bir askerdir, o bir neferdir, o bir sanatçıdır. O büyük laflar etmemiştir, inandığını söylemiş, elinde olan teoriye uygun bir dünya hayal etmiş ve o hayalini hayata geçirmek için mücadele etmiş bir devrimcidir. O devrimci bir sanatçıdır ve üretmeye devam etmektedir. En umutsuz olduğunda bile yeniden umut bulmuş, en küçük tohumdan bir orman olacağını bilerek bakmış hayata.

“Yemeden içmeden mahrum kaldıysak
Her zaman zayıftan yana olduysak
Varımız yoğumuz hepsini serdiysek
Gelecek aydınlık günler içindir.”

Ali Asker 50. satan yılını kutluyor, selam olsun devrimcilere, selam olsun devrimci yolda yürüyenlere, selam olsun düşenlere, selam olsun varlıkları ve ruhları ile aramızda olanlara, selam olsun Ali Asker’e…

İsmail Cem Özkan

7 Kasım 2018 Çarşamba

Sermiyan Midnight


Sermiyan Midnight

Sermiyan Midyat’ı sahnede canlı canlı izlemek baştan söyleyeyim keyifli, o keyfi ben yaşadım ve sizin de yaşamanızı isterim.

Tek kişilik gösterisi iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü kendi yaşadığı ailesi ve çevresinde gelişen olaylar üzerinden yaşarken doğal gördüklerini, ileri ki yıllarda pek doğal olmadığını anladıktan sonra geçmişe doğru bakış.

Adının anlamından başlayan yani doğumdan başlayan bir ergenlik dönemine kadar geçen bir ilk bölümden seçmeler ile seyirci ile buluşuyor, ikinci bölüm ise daha çok mesleğini eline almış tiyatro sahnesinden sinema platolarına doğru geçişini anlatan ve turneler ve çekim için gittiği yerlerde yaşadıkları “normal” davranışlardan seçtikleri ile seyirciyi kucaklamaya çalışıyor. Çalışıyor diyorum, çünkü ilk bölümde kucakladığı seyirciyi ikinci bölümde kucağından kaçırıyor. Belki de arada çalan müzik seçimi bu uzaklaşmaya neden olmuş olabilir. Ama benim gözlemin elbette başka, çünkü benim gözlemime göre hicvin ortadan kalması ve yerini balon esprilere dayanmasıdır. Platolarda ve turnelerde gözlemlerinin altında toplumun dokunuşu yok, daha ağırlıkta bireyin orası için doğal olarak algılanan tepkileri üzerinedir. Şimdi ilk bölümü Kürt sorunundan, solcu babasının tutuklanması ve Kürt bir çocuğun İstanbul ve Ankara’da yaşadıklarını 80’li yıllarda ki doğal olarak gördüklerinin aslında doğal olmadığını yıllar sonra anlamak ve onu anlatması daha içten ve sözler de küfürlerde sözün içinde sırıtmamasının etkisi var.

İlk bölümde Kürtçe ile Türkçe karışımı bir yaşamın çelişkilerini mizahın hicvini öyle bir yediriyor ki, hiciv mi, dalga geçmek mi arasında kalabiliyorsunuz… Kahkahası bol ilk bölüm eşliğinde Midyat sahnede adete salona hükmediyor. Ama ikinci bölüm için aynı başarıyı koruduğunu söylemek zor, çünkü onun seçtiği deneyimler ve film çekerken yaşanmışlıklar seyirciyi kucaklayamadı. Kucaklayamamasının nedeni ilk bölümde yaşanmışlıklar ve hiciv tonun yok olmasında yatıyor. Toplumsal eleştiri mizahın dilinde farklılaşır ama toplumsal olayların birey bazına indirgediğinizde ve bireyin ağzından çıkan küfürler ile anlatımı her zaman mizah olmuyor, seviye aşağıya doğru düşüyor… İkinci bölümde bende uyandırdığı etki, Amerikan oda tiyatrosunun küfürlü versiyonun Türkçeye birer bir çevrilmiş ve tek oyuncuya uyarlaması gibi geldi… Amerikan genç tiyatro yazarları ve dizi yazarları oyunlarını okurken veya izlerken hep aynı duyguya kapılıyorum, onların dilince siktir çekmek sokak dili içinde doğal ama bizde cümlenin başına aldığınız an batıyor, rahatsız ediyor... Küfürle başlayan ama sonra işin içinde entrikaların ve kara mizahın unsurların olduğu oyunu bir bütün baktığınızda tercümede bir yanlışlık olduğunu ve bizim toplumu tanımadan uyarlamaya çalışması olarak olduğunu düşünüyorum, kısaca tv için yapılan dizilerin arasına kahkaha yerleştirmek gibi bir şey ama olmuyor...

Sermiyan Midnight, hoş vaktinizi çalmıyor, size 80’li yılarlın yaşanmışlıklarının ve garip durumların Kürt bir ailenin çocuğuna yansımasını izleyeceksiniz, ortaya çıkan çelişkileri Sermiyan o kadar ince işliyor ki, sizi kahkahaların arasında bir dönemin geçekliği ile yüzleşmesini sağlıyor…

Sahne ışığı, müziği, dekoru konusunda bir şey demiyorum, çünkü tek kişilik oyunun öznesi sahnede ki performansıdır, seyirci ile kurduğu diyalogdur. Seyirciyi oyunun bir parçası yaptığı oyunlarda olduğunu kelime arasında anlattı, bazı zamanlarda seyirci ile bire bir diyalog kurmaya çalıştı ama benim olduğum oyun içinde seyirci sahneye sadece kahkahası ile katıldı…  Espriler arasında nefes alma ve boşluk olmalıdır ki seyirci nasıl bir espri bombardımanı altında kaldığını hissedebilsin, arka arkaya gelen öyküler beni bir ara kopardı, sadece kahkaham kaldı kulağımda!..

Dekor her zaman aynı mantık içinde işliyor. Bir koltuk, bir sehpa ve üzerinde içecek, bir köşede farklı ses çıkarmak için mikrofon ve yaka mikrofonu… Işık genelde sahneyi tam aydınlatır boyutta ve son öyküde otel ve müşterisi bölümünde sahnenin her alanı karartılıp oyuncu üzerine yoğunlaşması ve oyunun bitişi mum söndürülmesi… Müzik sadece verilen arada ve oyunun başlamadan verildiği halde oldu ve seçilen müzik seyirciyi hazırlayan şekilde değil, öyle tercih edilmiş sadece… Anonslar mizahi ve cd’den yayınlanması… Bana göre çok iyi olmuş, anons bile oyuna hazırlarken müzik dışında kalmış…

Vakti olanın, 80’li yılların bir çocuğa yansımasını ve “beyin yanmasını”  yani evde ve okulda ki yaşamın birey üzerine yansıması ve farklı dünyaları aynı anda yaşamasını anlamanız açısından gidin ve bol bol kahkaha atın ve soyun sonunda eğer vaktiniz varsa düşünün…

İsmail Cem Özkan



30 Ekim 2018 Salı

Hayata duygu ile bakınca ...

Hayata duygu ile bakınca ...

Bizim ülkemizde iç savaşı yaşadı, iç savaş koşullarını oluşturanlar 12 Eylül 1980 darbesini de hazırlayanlardır.  O savaş koşullarında ülkemizde yaşananlar mahkeme tutanakları oldu ama gerçek failler ortaya çıkarılamadan idamlar ve işkence ile alınan ifadeler ile üzeri örtüldü. Gerçek suçlular bugüne kadar ne tarih önünde ne de mahkemede yargılandılar.

O döneme bugün daha gerçekçi bakma imkanına sahibiz ama belgeler ve gerçekler hala yaratılan boyutu ile ortada. Bilgi eksiliği savaş koşullarının olmazsa olmazıdır, çünkü üstü örtülen ve gündeme gelmemesi gereken çok suç artık o karanlık dehlizlerde tek başınadır.

Gerçekler ile yüzleşmek şimdilik hayaldir, çünkü bilgileri elinde tutan devletin sır odalarında bu rejim devam ettiği sürece kalacaktır. Çıkarlar henüz o özgür ortamın doğması için gerekli koşulları oluşturmamıştır.

12 Eylül öncesi iç savaş koşullarında ülkemiz içinde taraf olanların günümüzde popüler olan hibrit savaşlarına benzer rolleri olmuş mudur? Elbette bugünden o güne bakınca sanki varmış gibi izlenim bırakan bilgi kırpıntıları bulabilirsiniz ama gerçekten öyle miydi?

Amerikan çıkarı için Amerikan filosunu kıble olarak görenler yaşanacak iç savaşın başlangıcında kendilerini sessizce ilan etmiştir. 12 Eylül sonrası ülkemizin siyasi rejiminde bu kıble görenlerin ağırlığı olması tesadüfi olmaması gereklidir diye düşünüyorum. Ülkemiz, ulus devletinden küresel liberal evirilmeye uygun biçimlenirken, kısaca ulus devlet yıkılırken rol alanların ve anahtar işlevi görenlerin, o iç savaş koşulları içinde rol alanların bir bölümünü işaret etmektedir.

Savaş taraflardan oluşur. Taraf olmazsa savaş olmaz. Bugün ki devlet içinde rol almayan ya da alamayan solun tarafından bakarsak olaya, nasıl bir tablo ile karşılaşırız?

Sol, iç savaş koşullarında muhataptır. Devletin gözünde 12 Eylül sonrası/öncesi ortadan kaldırılması gereken düşmandır. Devleti elinde bulunduranlar savaş koşullarında olağan gördükleri her türden insan hakları ihalelerini yapmıştır. Yaş büyüterek idam sehpaları kurmuş, idam ettiklerini ölüsünü bile kaybetmiştir. Bugün dahi içinde kemik olmayan anıt mezarlar vardır. İdam edilmiş ama mezarı olmayan devrimciler bu ülkededir. İşkence tezgahlarında son nefesini verenlerin ölüleri yollara atılmış ya da kimsesizler mezarlıklarında toprak altındadır. Kısaca ölüye bile saygı yoktur, çünkü düşman olarak gördüğü solu yok etmek için her türlü yol mübah görülmüştür. 

Devlet bakışı içinde sol düşmandır. Peki, sol bakış açısı içinde geçmişte yaşanmış iç savaş koşullarında solu nasıl görmüştür?

Sol, sol içi çatışmalar diye kabul edilen bir süreci yaşadı. Sol cephe içinde yer alan ve savunma konumunda bulunan sol içinde homojen değildir. Dünyada ki sol devletlerin ülkemizde temsilcileri ya da modern söylemi ile lobi faaliyeti yürüten taraftarı vardır. O lobi işinde yer alanlar bir anlamda akıllarını ve hedeflerini o devletin çıkarı yönünde belirlemiştir. İç savaş koşulları içinde sol içi çatışmada yer alan sloganlara bakarsak, “sosyal faşist” diyerek, Sovyetleri “sosyalist” olarak görenleri “düşman” olarak görmüş ve Çin / Arnavutluk dış politikasına uygun olarak kendilerini konumlandırmışlar. Onların karşısında yer alanlar ise onları “goşist” olarak suçlamış ve yaşanan iç savaş koşullarında savunma gerisinde birbirini düşman görmüşlerdir. Ülkede devrim olmuş da iktidar mücadelesi yapıyor gibiler. Peki, bu iktidar mücadelesi bazı ülkelerin dış politikası ile örtüşmesi ne kadar gerçekçidir?

Geçmişte duyduğumuz bir söz vardır, “bilmem ne ülkesinden yayın yapan radyoyu dinleyip, ona göre dergi hazırlayanlar.” Kısaca başka ülkenin çıkarı ve düşünce yapısına göre kendisini biçimlendirenler akla ihtiyaç duymuyorlar, oradan aldıkları hazır reçeteler ve tasfiyeler ülkemizde taraftarları tarafından emir kabul edilmiş ve karşısında “gördüğünü” düşman olarak algılamış ve sıcak çatışma içine girmiştir. Sıcak çatışmanın olduğu alanlar “alan kapmaca” yerleridir ama “kurtarılan” bölgelerin aslında onlara ait olmadığını 12 Eylül sabahı yaşayarak öğrendik. Kurtarılmış bölgelerde saklanacak yer bulamayanlar ilk elde işkence tezgahlarında örgütsel konularda sorguya tabi tutulmuştur, devletin hedefi ilk elde sorunları çözmek olmamış, tersine var olan ama çözülmemiş gibi gözüken olaylara fail bulunmuştur. 12 Eylül gelme sebebi; aydınlatılmayan cinayetleri çözmek! Failler bulununca olay aydınlanmış kabul edildi, sorunlar işkence tezgahlarının altına atılmıştır, yani üstü örtülmüştür. Sorun darbeden sonra da darbeciler devlet yönetimi sivillere devrettiği dönemde yaşamaya devam etmiş ve ‘Susurluk Kazası’ adı verilen olayda ortalığa saçılmıştır. Ona rağmen hala olayların üstü açmak yerine üstü örtmeyi seçmişlerdir.

Sol, 12 Mart yenilgisinden sonra daha da parçalanmıştır. Kızıldere ve idamlar sonrası bir araya gelenler geçmişin eleştirisini yaparak birden fazla aynı kaynaktan doğan yapıların oluşmasına ortam hazırlamıştır. Parçalanan ve daha da genişleyen sol zenginlik olarak algılanmamış, devrim yolunda engel olarak görülmüştür. Yaşanan ortamında ‘rekabet’ adı verilen şey aslında kendisi gibi düşünmeyeni yanlış ve tek doğrunun kendisi olduğunu ileri sürmesidir. Tek doğrunun olduğu yerde rekabet çatışmadır… Güçlü olan kendisini kabul ettirme telaşı içinde örgütlenmiş ve bu telaş içinde yapması gerekenleri daha fazla kitleye ulaşmak için bir çok örgütlenme aşamasına hatalar yapmalarına yol açmıştır. Sol örgütlenirken zaaflarını rekabet koşuları içinde kendisi yaratmıştır.  

Sol birbiri ile çatışarak arasında güven sorunu yaratmış ve ortak mücadeleden uzaklaşmıştır. Ortak bir savunma hattı yaratamayan sol, kendisinin üzerine gelen darbenin ayak seslerini duymuş olmasına rağmen önlem alacak ortam yaratamamıştır. Darbeye hazırlıksız yakalanmıştır. Sol, haberi olmak ile hazırlıklı olmak arasında ki farkı yaşayarak öğrenecektir. Çünkü yapılan operasyonlar ile örgüt olduğunu düşünenlerin birlikleri kısa sürede dağılmış ve yenilgi kaçınılmaz olmuştur.

Sol, kendi aklını kullanır. Başkasının tecrübelerinden yararlanır, onlardan ders çıkarır ve sol bilimsel (burada “bilim” kelimesinin en anlama geldiği sorgulanmamıştır) bakar hayata, ama bilimin olmazsa olmaz duygulardan sıyrılmış akıl yürütmesi 12 Eylül öncesi sol içinde ne yazık ki yoktur. Daha çok duygusal ve yandaş cephesinden bakılmış ve kendisinin hakim olduğu alanlarda diğer solun yaşamasına izin vermemiştir. Örneğin bugün çok gündeme gelen Fatsa gerçeği içinde diğer sol yapılar ve örgütler yoktur, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve de CHP vardır ama diğer sol yoktur. MHP ve diğer sol dışında yer alan her yapı Fatsa’da “direniş komitesi” içinde yerini almıştır.

Akıl, bazı sol yapılar için savaş koşullarında “uzaktan” gelendir. Duruşları ve öncelikleri uzaktan gelen tasfiyelere uygundur. Tasfiye verenin siyasi çıkarı ülkede yaşanan sol içi çatışmanın da belirleyicidir. Hatta bazı örgütlerde genel sekreter sadece görüntüdür, tasfiyeye en iyi uyan ve aldığı tasfiyeleri kendi yapısına tartışmasız iletendir. Yani tartışmadan itaat etmeyi kendisine rol biçendir. O yüzden bazı sol yapılarda genel sekreterden daha çok tasfiye verenlerin aldığı kararlar ülkemiz gerçekliğine bakmak için daha belirleyicidir. Bunun en çıplak gözüken yapı TKP’dir. Komintern kararları genel sekreterin kararının üstündedir. Genel sekreteri komintern uygun görülürse değiştirme hakkına sahiptir, tabana ve ülkede örgütlenmeye sormayı gereksiz bulur. Çünkü komintern Sovyet haklarının çıkarı yönünde davranır ve kararları ve üyelerini bağlayıcıdır. Sovyetler Birliğinin dağılımından sonra en son sekreterin neden devlet politikasını ve iktidara yaklaştığını anlamak için bu bilgi önemlidir. Çünkü hayatını bir yere bağımlı yaşayanın özgün karar alma ne cesareti ne de birikimi vardır. TKP bir anlamda Sovyetlerin Türkiye lobi faaliyeti yürütmüş ve Sovyet çıkarları yönünde alınan kararlara uymuştur.

Komintern, ülkemizin kuruluşundan bugüne kadar (ki komintern Sovyetler birliği dağılınca yok olmuştur)  ülkemizde ki her gelişmeyi kendi çıkarı yönünden ele almış ve yaşanan darbe ve insan hakları ihlallerini bilerek görmezden gelmiştir, yeter ki iki ülke arasında sorun olmasın… Bazı eylemler sembolik düzeyde kalmış ya da hiçbir tepki vermeyerek sessiz kalmak ile sessizce onaylamıştır. Deniz Gezmiş’lerin idamı karşısında sessizlik bunun ifadesidir.

12 Eylül öncesi solun hedefi nettir. Devrim! “Devrim için” ya da “kurtuluş”u için yola çıkanların mirasını almış ve onu geliştirmiştir. Yenilgi yani 12 Eylül sonrası bir kopukluk söz konusudur. Hedefleri içinde artık geçmişin mirası değil, yıkılmakta olan ulus devletin içinde kendisine mevzi aramak şeklindedir. Çünkü ülkenin şartları hızla değişmekte ve siyaset yapılan zemin değişmiştir. Yeni durumun somut tahlili yapmak yerine günü kovalayan ve güncel sorunlar üzerinden geçmişin muhasebesini yapmak iyi niyeti üzerine kurulmuş bir yenilgi sürecidir. (Burada genelleme yapılmıştır, öznel durumlar söz konusu olabilir ama genel görümün böyle algılıyorum) Elbette ne muhasebe gerçek anlamda yapılmıştır ne de somut durumun somut tahlili, geçmişte yayınlanmış dergilerde yazılan yazılara atıfta yapılarak bir anlamda geçmişin güzellemesi ile karşı karşıya kaldık. Geçmişin güzellemesini yapanlar, elbette 12 Mart koşulları sonrası bir ülkede olmadığımızı biliyorlardı ve iyi verilmemiş bir sınavın sonucunu kabul etmişlerdi. “Hareket sol düşünceyi doğuracak, düşünce de hareketi” söyleminin hareket bölümü zaman zaman ortaya çıkan kitlesel eylemler içinde iyi değerlendirilememiş, ki değerlendirelememesinin en büyük nedeni ise kendisini bir yere ait hisseden ve canı pahasına savunan bir kuşağın olmamasında yatmaktadır. O ölümü göze almış 78 kuşağı yoktur. Günümüzde kitlesel ve birlikte kurtulmak yerine bireyse kurtuluş daha genel geçerdir.

İç savaş koşullarında elbette kendisine ve ülkeye özgü söylemleri olan ve bir ülkenin çıkarından daha çok halkın çıkarını gözeten, canı pahasına saldırlar karşısında duvar ören, direnişi geliştiren solda vardır. Ne yazık ki onlarda gelmekte olanı görmüş olmalarına rağmen, gerçek anlamda örgüt olamadıkları ve kontrol edemedikleri bir güç karşısında yenilgi yaşamıştır. Solun yenilgisi büyük bir yıkıma yol açmıştır, kırılma sol ve sol düşünceye yakın kesim içinde travmalara yol açmış ve onu atlatacak yeni bir çıkış için hareket yaratamamıştır. Birlikte, bir arada, ortak bir hareket yaratılıp, içinden devrimci hareketin çıkması beklentisi boşa düşmüştür. Bir çok inisiyatifler kurulmuş olsa da o inisiyatifleri finanse edenlerin ve ağırlıkta olanların beklentileri karşılanmadığı için inisiyatifler kısa sürede dağılmış ya da pasif konuma düşmüştür. 12 Eylül sonrası solun elinde sonuçlanmamış inisiyatifler çöplüğünden başka bir şey kalmamıştır.

Ulus devletinin çöküşü sırasında ortaya çıkan projeler solun görünmeyen parazitidir ama ilk anda yarar sağlanması ve kısa süreli iş olarak görülmüş olsa da proje yapmak ve proje üzerinden hayat kurmak daha çekici gelmiş ve projeler üzerinden yeni bir yaşam biçimi yaratılmıştır. projeler ile kendini kurtarma telaşı içinde olan eskinin ilişkilerini kendi üzerlerinde taşıyanların tercihleri elbette bugün yaşadığımız kaosun ve dağınıklığın da sebeplerinden biridir. Mülteci konuma düşmüş olanların yurtdışında ellerine geçirdikleri projeler ile yeni ilişki ağını yaratmış ve bu projelerde birileri maddi kazanç sağlarken, birileri sadece katılan ve imza veren konumda pasifleşmiştir. Kısaca geçmişin heyecanını geçmişin yaşanmışları ve acıları üzerinde projeler adı altında para kazanmaya dönüştüğünde yenilgi kalıcılaşmış ve kronikleşmiştir.  Bugün örgütlenme konusu konuşulduğunda sorunun nedeni olarak 12 Eylül yenilgi sürecinde “eteklerde biriken taşlar” olarak belirtiliyor olsa da artık o taşların yerini “ilişikleri kendi amacına” göre kullananların yaratmış olduğu tahribattan başka şey değildir. Çünkü proje yapmak için akla ihtiyaç yoktur, parayı verenin amacı yönünde araştırma yapmak ve biriktirdiğin bilgiyi parayı verenin hizmetine sunmaktır. Proje bir anlamda bilgi toplama amaçlıdır ve o bilgi, bilgiyi kullanması gerekenler; bilgiyi kullanamadan bilgiyi karşı tarafın hizmetine vermiştir.

Hayat, solun ortadan kalması sonrası oluşan boşluğun doldurulduğunu ve bizi beklemediğini göstermiştir.

Sol güçlü olduğu sürece kapitalist sitem içinde dahi özgürlüklerin artacağı, işçi sınıfının hakları ve kazanılmış mevzilerin olduğunu korunduğunu yaşanmışlıklar bize göstermiştir. Bugün işçi sınıfı kazanımlarını kaybetmiştir, var olan mücadeleleri siyasi hak almak yerine daha fazla maaş almak, işten atılmamak ya da atılan işçilerin yeniden işe girme mücadelesidir. 

Sağın akla değil, duyguya ihtiyacı vardır, solun ise akla... Akıl ile oluşacak toplumlar daha özgür ve insancadır. Duygular ile oluşan toplumlarda ise aile adı ile anılan hanedanlıkların yolu açılması ve otokrasidir, onların verdiği alan kadar özgür olunur. O yüzden sol akıl, duygularını bertaraf ederek yan yana gelip yeni dünyayı kurma ütopyasına geri dönmelidir.

İsmail Cem Özkan


25 Ekim 2018 Perşembe

Savaşta akıl yoktur, çıkarlar vardır.


Savaşta akıl yoktur, çıkarlar vardır.

Ortadoğu’da ki savaşlarda taraf olanların önemli bölümü başkasının çıkarı adına öldürmekte ve işgal etmektedir. Başkası adına savaşanlar kendi idealleri için savaşıyormuş gibi söylemlerde bulunmaktalar.

Ortadoğu, emperyalist devletlerin kendisine yandaş gördükleri grup, devletçik, örgüt gibi kavramlar içinde olanların birbirini boğazlattığı alan olmuştur.

Hibrit savaşları adı verilen bu yöntem aslında isim verilmeden öncede uygulanmaktaydı ama savaş stratejilerinde ad verildi mi bazı şeyler görünmez ve sanki ilk defa yapılıyormuş gibi “yeni bir savaşın” ve “sürecin” içinde olduğumuz algısı yaratılır. Savaşanlar bu sayede yandaş olmaktan çıkar ya da açıkça yandaş olur ve bir gücü arkasına alıp savaşır ya da arkasında kendisini kollayan bir güç olduğunu düşünür ve de arkada ki gücün çıkarı yönünde kargaşa yaratır.

Ortadoğu, açık savaşın yaşandığı bir alandır. Silah üreticilerin kendi silahlarını alanda kullanıldığı, test ettiği yerdir. Kuralları vardır ama ara sıra “kurallar bozluluğunda” emperyalist güç kendi varlığını hissettirmek için savaş alanını uzaktan bombalar. Savaş sırasında ve savaş alanında gerçekler kendi kamuoyuna yansımaz. Yaratılan gerçekler ve yaratılan görüntüler ajanslara düşer ve o görüntüler eşliğinde yorum kargaşası yaratılarak savaşın gerekli olduğu ve insanlık düşmanı karşı savaşıldığını emperyalist ülkeler kendi iç kamuoyunu biçimlendirerek yansıtır.

Kısaca savaş alanında savaşanların akla ihtiyacı yoktur, daha çok duygulara seslenilir ve duygular ile hareket edilmesi için çaba sarf edilir. Barış görüşmeleri bile yeni saldırılar için sadece nefes alma zamanıdır. Barış görüşmelerinde güçler gözden geçirilir ve güce uygun pozisyon almak için danışmanlar her türlü hizmeti verir. Savaşın uzaması emperyalist devletlilerin çıkarınadır, çünkü ülkelerinde işsizlik azaldığı gibi gerek duyduğu insan organı el altından ülkesinde sağlık sektörünün hizmetine verilir. Savaş sadece silahların test edildiği alan değildir, her türlü karaborsanın ihtiyacı duyduğu karanlık noktaların içinde yapılan kontrollü ticaret alanıdır aynı zamanda.

Savaş içinde yaşayan için dünya o sıcak alanın olduğu yerdir, dünyanın diğer taraflarında neler yaşandığı ile ilgili pek bilgi bulunmaz ama ideolojik olarak sadece kendisi gibi savaşanların başarılı hikayeleri abartılarak savaş alanında savaşanlara iletilir. Dünyayı kurtaracaklardır! Aslında kurtardıkları dünya değildir, batmakla olan firmanın can suyudur, savaş alanında akan her kan…

Hibrit savaşları kendi vatandaşları dışında yer alan vatandaşların kullanılmasıdır, kendi adına savaştırılmasıdır. Ortadoğu’da bahar, sadece batmakta olan firmaların ikinci baharıdır. Halklar orada soykırıma uğrayabilir, uğrarsa dünya barış ödülü olan “Nobel” verirler olur biter. Ödül verilince savaşın gerçek suçlusu gözükmez, sadece görünür olanlar ki zaten onlar insanlık düşmanıdır ve yok edilmesi gerekenleridir. Onları yaratan kendi stratejileri ve öncelikleri olduğu unutturulur.

İsmail Cem Özkan

20 Ekim 2018 Cumartesi

Sazansın be kardeşim!


Sazansın be kardeşim!

Her canlının hafızası vardır ama elde ettiği tecrübeyi bir başka kuşağa aktaracak hafıza sadece insanda var olduğu söyleniyor, çünkü henüz evrenimizde ki evrim devam ediyor bir bakmışsınız bizim gibi tecrübesini kendisinden sonra ki kuşağa aktaran bir canlı bulunur. Var olan bilgi ile sadece insan vardır elde ettiği tecrübelerini aktaran. İnsan zaman içinde kendi hayatı içinde biriktirdiği bilgileri kendisinden sonra ki kuşağa aktararak bir itici güç konumundadır. İnsanlık sürekli ilerleyecektir her ne kadar görünümde öyle gibi gözükmese de! Yani diyalektiğin temel maddesi neydi “ben babamdan ileri çocuğumdan geri olacağım”…

İnsanlık tarihi binlerce yıldır devam ediyor, birikmelerini ileriye taşıyarak ilerliyor ama teknolojinin insanı teslim aldıktan sonra ki hızı konusunda yapılmış bir araştırma yok, çünkü teknoloji insanlık hafızası olan arşivin dijitale dönüştürülmesi ile tarih boyunca görülmemiş bir bilgi kirliliği ve bilgi eksikliği ile karşı karşıyayız diye düşünüyorum… Her insan elinin altında ki dijital aletin aracılığı ile her türlü yaratılmış ya da gerçek bilgiye ulaşabilir ama Marks’ın değimi ile nereden baktığı önemini hala koruyor, çünkü bizler artık nasıl baktığımız ile ilgileniyoruz ve nereden baktığımız ile birbirimize hava atar konumunda küçümseyen bakış açısı içindeyiz. Şimdi biri bir fikir ortaya attığında, diğeri hemen internete girip istediği kanıtı bularak karşısındakini çürütecek kadar bilgiye ulaşabiliyor.  Ama o bilginin ne kadar sağlıklı olduğunu kontrol edecek her hangi bir denetim mekanizması yok, çünkü dijitalleşme her şeyi kolaylaştıracağını sanırken, insanları denetime almaya çalışan iktidarın elinde, bir silaha dönüştü.  iktidarı ve bilgiyi yayanı denetleyecek mekanizmayı bilerek ve isteyerek o mekanizma yaratılmadan görmezden gelindi… Ulus devleti ortadan kaldıran liberal ekonomi ve onun siyasi ayağı iktidarda elbette sermayeyi ve sermayenin ihtiyacına ve sermayenin özgürlüğü adına ulus devlet mekanizmasını çökertti ama yerine yeni bir devlet sistemi kuramadı. Bugün küresel boyutta yaşanan ve bir domino taşı gibi bir birini yıkan her karar bir kaos yaratmakta ve belirsiz ortamdan gücü olan güçsüzü içinde eritmeye çalışıyor ya da denetim altına almaya çalışıyor. Mutlak itan bekleyen ulus devletin iktidarı ve diktatörlerin yerini sermayeden güç alan ama ulusal çıkarları görmezden gelen köylü kurmazı liderler almıştır. Bu liderlerin tüm işlevi ulus devletin varlık sebebi olan sermeye birikimi için duvarları yıkmak ve ulusal firmaları teşviki ortadan kaldırarak küresel çaplı firmaların saldırınsa açık bırakmaktır. Orantısız rekabet koşulları altında elbette güçlü olan güçsüzü hiçbir yasayı dikkate almadan (ama dikkate alıyormuş gibi yapan) içinde eritiyor.

Dünyada esen rüzgar birbirine benzer popülist liderleri ve partileri sağlı sollu iktidara taşıdı ve bu sayede sağ ve sol kavramlarının da altı boşaltılmış oldu. Bugün sağ ve sol arasında fark sadece söylem düzeyindedir, çünkü iktidara gelen sağ ve sol liderler ve partiler küresel sermayenin hizmetinde hiç kusur ve engel çıkarmadan hizmet etmeye devam ediyor. Bunun en çıplak örneği Almanya başbakanı Gerhard Schröder olmuştur. Almanya Yeşiller partisinin lideri  Joschka Fischer emekli olur olmaz gidip küresel bir firmanın danışmanı olması tesadüfi değildir.  Almanya’da sağ ve sol aynı potada erimektedir, yerini daha popülist partiler almaya başlamıştır… liderleri popülist söylem yapamadığı an kaybetmeye başlıyor, çünkü onların öncüleri ve geçmişleri ne yazık ki popülist politikanın üzerine benzin dökmüş ve daha çok savunur ve uygulayıcısı olmuştur. Bugün alman SPD ve Grüne (Yeşil) Partisinden sol bir söylem beklemek aldatıcı ve boşunadır, çünkü onarlın dayanakları sermayedir ve kurmuş oldukları vakıflar projeler ile bu alana toplumun küçük birimine girecek şekilde hizmet etmektedir. Kısaca sağ sol aynı kulvardadır ve biri birine muhalefet etme yerine birbirini çıkarları gereği beslemektedir. Elbette bu beslemenin de bir sınırı vardır, erimeye başlamışlardır.

Küreselleşme yaşandığı zaman dilimi içinde elbette ülkemizde bunun dışında değildir. Ülkemizde henüz ulus devleti tam oturmadan (ki hiçbir zaman o şansı yoktu, diğer batı devletleri gibi homojen olacak kadar sermaye devleti olarak geçmişi yoktu) ulus devletinin yıkılmasının ilk sesi 24 Ocak kararları ile 1980 yılında hissettik. Ve onu izleyen darbe bu süreci daha sorunsuz ve pürüzsüz bir şekilde sermayenin hizmetine sunacaktır. Artık sermayenin ‘gülme’ zamanı gelmiştir. Bir bir yaratılan karaborsa ortadan kaldırılmış ve ithal ürünler ülkemize girsin diye masum gibi gösterilen gümrük duvarları kalkmıştır. Özelleştirme artık ülkenin gündemindedir ve her gelen iktidar özelleştirmeden bahsetmektedir. Küçük adımlar ile başlayan bu yıkım süreci yeni bir devlet anlayışının da oluşması için ortam hazırlamıştır. Solun cezaevlerinde geçmişi ile baş başa bırakan askeri rejim hızlı adımlar ile yeni Türkiye’yi yaratmış ve halka kabul ettirilebilmesi için gündemler oluşturmaya başlamıştır. İktidar gündemi belirlemeye ve muhalefette ona yardımcı olmaya başladığı süreç liberal ekonominin ortaya çıkardığı bir düşünce ve davranış hali olarak yaşayarak gördük. Toplumsal muhalefet kendisini iktidarın reflekslerine önceliklerine göre belirlemeye başlamıştır. Parlamenter rejimden başkanlık rejimine geçiş bu tepki ile hayat bulmuştur.

Günlük ve bir incir çekirdeğini doldurmayan konular gündem olurken, sorunların üstü ya kapatılmış ya da sorunlar zamana yayılarak çözüme kavuşması beklenmiş ama çözüm olmadığını sık sık içine girdiğimiz sorunlar girdabından da anlaşılıyor. Küreselleşen dünyanın sorunları dışında bize özgü sorunlar yumağı içinde yarını düşünemez ve anını yaşayan bir topluluk oluştu. Denetim tamamı ile ortadan kaldırılmış, var olan hukuk kurallarında yazılı olandan çok sözlü olanın geçerli olduğu bir süreç içindeyiz. Değişen sistemin kendi içinde yapması gereken hukuki düzenlemeler de henüz tam olarak gerçekleşmemiştir ve sorun olarak sürekli hayatın içinde durmaktadır. Dünyanın hiç bir ülkesinde bizim kadar sık gündem değişen ülke yoktur diye düşünüyoruz ama biraz dışarıya çıkanlar ve küresel medyayı incelediğimizde genel sorunlar onlarda da olduğunu görebiliyoruz, bir birinin aynısı olmasa da benzerlikler çoktur…

Küreselleşme ulus devletini yıkmıştır ama yerine henüz hukuki düzenlemesi olan bir devlet anlayışı koyamamıştır. Sermeyenin ihtiyacı olan yardım eski ulus devletinin yıkıntısı içinde işçilerin üzerinden fazla fazla elde edilen artı değer sermayenin hizmetindedir. İşçiler bu küreselleşme ve liberalizm sürecinde elde etmiş oldukları tüm haklarını kaybetmiş gibiler, sendikalar işlevsiz ve daha genel söylem ile iktidarına yardımcı olmaktadır. Kısaca sermaye içinde işçi sendikaları vardır. Var olması muhtemel toplumsal patlamanın sibop görevini layığı ile yerine getirmekteler, o yüzden sendika liderleri maaşları halktan ve üyelerinden genelde saklanmaktadır… Ulusal sermayenin krizi, emekçilerin üzerinden elde edilen artı değerler ve mallarda ki fiyat ayarlaması ile geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Bizim cebinizden alınan paralar ile iflas etmiş firmalara para aktarılıyor...

Bugünlerde suni olarak yaratılan gündemlerden biri geçmişte ulus devletinden kalan ilkokullarda okutulan ant meselesi. Kaldırıldı, yeninde okullarda olsun mu tartışmasını bir mahkeme kararı ile yeniden güdeme geldi. Bunu duyan ulus devletine özlem duyan küçük bir azınlık yeninden konsun diyerek iktidarın gündemine balıklama atladı. Çünkü geçmişte yaşanan tartışanları uygulamaları unutmuştu. Sık değişen gündemler elbette kendisine uygun bir kitle yaratır, geçmişini anımsamayan, okumayan, araştırmayan ama popüler söyle açık bir kitle. Popülizm zaferi bu geniş kesimi yaratmasıdır. Çünkü lider düşünür ve diğerleri ona biat eder. Bu geniş kesimin bir kültürü ve geleceğe aktaracağı bir birikimi de yoktur, çünkü dijital ortamda öğrendiklerini veya paylaşımları paylaşmak ve homurdanmaktır. Dikkat ederseniz arşivler ve kütüphaneler eskisi gibi nemli değildir, olsa da olur olmasa da derken eski binalara yapılan restorasyon gibidir. Kaleye çelik kapı yaparlar, çünkü o yaptıkları kapının arkasında çalınmaya uygun son model dijital alet vardır…

Yeniden ant meselesine gelirsek, ulus devleti ihtiyacı var diye, asimilasyona yardımcı olsun diye her sabah çocuklara söyletilen ırkçı antların da başarı oranı ortada, başarılı olamadı...

Antlar ve marşlar kim için yaratılır ve ne için kullanılır? Kısaca bunu düşünün.

Ulus devleti homojen olmak ister. Tek bayrak, tek millet, tek din, tek mezhep... Şimdi ülkemiz teklerden mi oluşur, öyle bir şey yok, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve çok mezhepli bir ülke...

Ulus devleti projesi zaten ülkemizde oturtulamadı, çünkü işin maddi yönü ile ilgilenildi, diğer şeyler zamana iteklendi. Alevi ve Kürtlere karşı marşlar söylendi, antlar içildi... Onları hep sürgün diyarının öteki insanı olarak gördünüz ve algıladınız… Sonuç ne oldu?

Devletin asil sahibi olduğunu iddia ettiğiniz tek mezhep, tek din iktidara geldi, gelirken de yeri geldi diğerleri olarak görülen ötekilerin duyguları ve siyasi gücü kullanıldı... Sizi kullananlar ötekilerini de kullandı, siz olmasaydınız bugün ki iktidar olur muydu, çünkü siz kusura bakmayın ama “sazansınız” , onların istediği gündeme atladınız ve ak ile kara gibi onların dediğinin tersini söylediniz, bu sayede var olan desteğinizi de kaybettiniz, bugün iktidarın gücü sizin eseriniz! (burada “sazan” birikimini ileri kuşağa aktaramayan anlamındadır)

İktidarın belirlediği gündeme sazan balığı gibi atlayanlar ve onların “kaldıracağım” dediğini “kaldırtmayacağım,” “satacağım” dediğini “sattırtmayacağım” (12 Eylül’den sonra ki ilk siyasi tartışmayı anımsayan vardır sanırım, Calp (Halkçı Parti)  ve Özal (ANAP) tv ekranlarında ne yapıyordu? Karagöz Hacivat oyununda Özal galip gelmiş “sattırmam” denilen köprü iktidara gelir gelmez halka arz olunmuş ve satılmıştı) oyunu hala iktidarın belirlediği gündem içinde devam ediyor. Bir şey de ısrar ediyorsanız uyumaya devam ediyorsunuz demektir... Sizi uyutan bir çok gündem maddesi var ve sizler de “sazan” gibi atlıyorsunuz, yaşadığınız anı tespit edememiş, elinizden gidenleri göremeyen, kusura bakmayın “sazan balıkları” gibisiniz...

Gelmeyin oyuna diyeceğim ama zaten bu yazımı okuduktan sonra hemen unutacaksınız ve iktidarın gündeminin parçası olmaya devam edeceksiniz...

Her devletin vatandaşı, hak ettiği iktidarı, iktidarda tutar...

İsmail Cem Özkan


11 Ekim 2018 Perşembe

Beyaz


Beyaz

Sahne henüz seyircisini bekliyor, sahne düzenlemesi önceden yapılmış. Bir mutfak. Mutfağa açılan kapılar var. Sessizliği koltuklarını arayan seyirciler bozmakta. Salon hemen hemen bir süre sonra doldu. Oyunu izlemeye gelenlere bakıyorum, gençler ve orta yaş ağırlıkta. Kapıdan salona girişleri, salonda koltuklara oturuşlarında ki davranışlara bakıyorum, her biri daha önce oyun izlemiş gibi, her biri bir tiyatro ve sinema salonlarına aşina gibi. Kapıda bekleyen yer gösterici birkaç seyirciye koltuğunu gösteriyor ve bahşişini de almadan gitmiyor. Sessizlik salonda artık yok, oyuncuları ve başlama gongunu ya da anonsunu bekliyor…

Oyun bir anons ile başladı. Sahnede dekor artık yalnız değildir, oyuncular sahnede yerini almış ve giriş cümlesini mikrofona söylemekteler, çünkü üzerilerine takılan küçük mikrofonlardan gelen sesler salonun sağına soluna duvarlara asılmış. Oradan ses gelmektedir, sanki oyuncu ağzını oynatıyor gibidir, ses bir ses oynatıcıdan geliyor gibidir. Canlı tv dizine bakar gibi hissettim bir an kendimi, belki de bu önyargım tv ekranlarından tanıdığım bir birinden çok değerli oyuncuyu sahnede görmemdir…

Mutfak aslında hasta olarak yatan annelerin evidir. Bir anlamda kardeşler yıllar sonra annelerinin evinde buluşmuştur. Hayat anıların birleşimi değil midir, hele onu çağıracak bir ortam varsa. İşte o ortam annelerin evidir. O ev ve annelerinin hastalığı. Geçmişte yaşananlar bir bir ortalığa serilirken, onları ayıran olalar da gün yüzüne çıkmaktadır. İki kız çocuğu ve baba özlemi, bir anlamda birleşik aile özlemi, çünkü anne ve babası ayrılmışlardır. O ayrılmaya iki kardeşin ısrarı da etki yapmıştır, belki içten içe bir suçluluk duygusudur dillendirilenler.

Büyük abla sanatçıdır, aslında bir oyuncudur, iş bulduğu zaman evinin kirasını vermektedir, aksi halde ne yapacağını bilemez haldedir, iş bulmak ve ne olursa olsun çalışmak zorundadır, iş tercih yapmak gibi lüksü yoktur. Anneleri hastalanamadan önce bir iş için randevu yapmış, hatta ön çekim bile yapmıştır. Nihai görüşme ve anlaşma için randevu yapılmış ama annesinin hastalığı için randevuya gidemeyecektir. Onun telaşı ve hesaplaşması içindedir. Tren son yolculuktadır ve o tren ya gelecek ya da hiç gelmeyecektir. Annesinin son yolculuğu için orada olduğunu bilmektedir ve hastaneden son zamanlarını evde yaşasın diye çıkarılmıştır. Bekardır. Ailenin istediği gibi sanatçı olmuştur ama ile aynı zamanda bir doktor da istemiştir ama doktor olması gereken küçük kız kardeşi olmamış başka bir tercih yapmıştır. O evlenmiş ve bir oğul sahibidir ve oyun içinde öğreneceğimiz gibi eşini aldatmıştır…

Bir aile içinde yaşanmış trajedinin iç hesaplaşması ya da yüzleşmesidir. Toplumdan ve yaşadıkları çevreden bağımsız her hangi bir yerde herhangi biz zamanda geçebilecek bir konudur. Oyunun yazarı her ne kadar Fransız toplumunu aile boyutu içinde eleştiriye tabi tutmuş olsa da, zamandan ve üretim ilişkilerinden ve onun yaratmış olduğu çevre faktöründen bağımsız bir iç hesaplaşma üzerinden olaylara bakmaktadır. Oyuncular zaman zaman her hareketlerini, düşüncelerini, dış sesleri kendilerini ilgilendirdiği noktada sahnenin diğer alanları karartılarak bir spot altında seyirciye anlatmaktadır…

Annenin görüntüsü bölüm geçişlerinde beyaz olan mutfağın duvarına yansımaktadır. O görüntülerde acı çeken ve son yolcukta olan bir annedir. Annelerin son anını acı çektirmeden itina ile titiz şekilde yaklaşan iki kardeş… Videolar oyun ile duygusal bağ kuruyor, seyirciyi kelimelerin ve söylemlerin dışında sahneye çekiyor… Başarılı bir çalışma diye düşündüm ama zaman zaman mikrofondan çıkan ses, sahneden doğal geldiğinde seyirciyi oyunun içinde kendi ile hesaplaşacağı bir ortam hazırlayabilirdi ama ses hoparlörden gelince yapaylaştırıyor, yabancılaşıyor… Neyse ki her an ses mikrofondan yankılanmadı, zaman zaman ses doğal olarak salona yayıldı ve çok mutlu oldum doğal seslerini duyduğum an…

“Zaten bu ölümlü dünyada hiçbir şeyin önemi yok” 

Oyunun sonunda karamsarlık içinde belki de bir umut taşıyan cümle gibi geldi… Beyaz üzerine yansıyan her şeyi yansıtır, sanki tüm sorunlar yansımış ve yeni bir başlangıç yapmışlar gibi, çünkü annesi ve babası son bir kere buluşmuş ve anne “seni bekliyordum” diyerek babası ile yılar sonra kucaklaşmıştır bir anlamda. Kapalı kapılar arkasından çocukların bilmediği olaylar yaşanmıştır ve çocuklar hiçbir zaman bilmeyecekler ne yaşandığını. Her şey beyaz gibi saflaşmıştır bir anlamda…

Salon boşalırken bir kere daha baktım seyircilere… Hemen salonu terk edenler, hala alkışlamak için ayakta duranlar, boş boş bir birine bakanlar… Seyirci bu oyuna günlük hayattan uzaklaşmak ve ünlü olan oyuncuları sahnede görmek için belki geldi, belki aradığını buldu, belki usta oyuncu oldukları için ayakta alkışladı, belki gerçekten başarılı buldu… Salon boşalırken bu oyundan bana ne kaldı diye düşündüm, keşke dedim kendi kendime bu kriz yaşayan ülkede değil de şöyle refah, sosyal bir devlette yaşamış olsaydım, tüm sorunlardan sıyrılmış, biraz derlenmek için oyun seçmiş olsaydım, bu oyunu hiç kaçırmazdım.

Usta oyuncuları sahnede görmek bile bu oyuna gitmek için bir neden, sanırım o yüzden usta oyuncular ile yeni oyun koyan prodüksiyon firmaları kuruluyor ve yatırım yapıyorlar. Elbette yatırılan paranın karşılığı alındığı sürece bu firmalar ayakta kalacaktır… Seyirciler oyunun içeriğinden daha çok kimin oynadığına bakarak gidiyor… Seyirci de haksız sayılmaz değil mi bu tercihte… Çünkü bu sırlarda sahneye konan oyunlarda genelde ünlü olan oyuncular vurgu yapılarak tanıtım broşürleri hazırlanıyor…

İki ustayı sahnede görmek için gidin derim, aksi halde plazma ekranlarda bir dizi de görmektesiniz oyuncuları…

İsmail Cem Özkan

Beyaz
Yazan: Emmanuelle Marie
Çeviren: Zeynep Utku
Yöneten: Özen Yula
Dekor Tasarımı Ve Styling: Tomris Kuzu
Işık Tasarım:  Yakup Çartık
Müzik: Çiğdem Erken
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Oyuncular: Deniz Çakır Ve Derya Alabora