9 Mart 2018 Cuma

Aşk Ölsün

Aşk Ölsün

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Baba Sahne’nin konukları arasındaydık. Sahnenin perdeleri kapalıydı, bizler salona girdiğimizde. Daha önce başka oyunlar izlediğim salon bana yabancı değildi, yerimi buldum ama yardım etmek için çabalayan baba sahne elemanlarının ısrarına rağmen ev sahibi gibi gidip yerimi buldum ve oyunun başlamasını yani perdenin açılışını bekledim.

Bugüne kadar gittiğim oyunların içeriği hakkında hiçbir araştırma yapmadan gittim, buna da öyle geldim. Eğer ön araştırma yapmış olsaydım, tiyatroya izleyici olarak bakamıyor, kafamda oluşturduğum önyargıların penceresinden bakıyorum ki, eğlenemiyorum… Seyirlik olarak sahneye taşınmış şölenden yeteri kadar keyif alamıyorum… Önyargısız oyunun oynanacağı sahnenin önünde daha önce bilet alarak rezerv edilmiş koltuğumda yerimi alır ve perdenin açılmasını ya da oyunun başlamasını beklerim.

Ve perde!

Her ne kadar geçmişten gelen bir sestir “ve perde!” diyen ses. Her perde açıldığında içimden bu cümleyi söylerim. Perde açılınca bizi başka bir dünyaya davet edilir. Yaşadığımız zamandan ve coğrafyadan farklı bir yerde oyun süresince olmak büyük bir değişikliktir. Ve ben bu değişikliği çok seviyorum. Hangi trajedinin, hangi dramın hangi komik durumların şahidi olacağım hatta zaman zaman içine katılacağım. Büyük bir maceradır. Kelimelerin üzerine zaman, mekan ve insan giyindirilmesi. Sahne üç duvardan oluşuyor, bizler açık olan yerden bakıyoruz. Üç boyutlu bir tabloya bakar gibiyiz, fakat bu üç boyutlu tablonun üç boyutlu olmadığını ve daha başka boyutlar da bizim zaman ile oyunun zamanın çakışmasını yaşayarak öğreniriz.

Bir tuvalet, pislik içinde. Esenler Otogarın eksi ikinci katında ki kadınlar tuvaletidir. Bunu oyunun ilerleyen zamanında öğreneceğiz. Songül, titizdir. Adını da ilerleyen zamanlarda öğreneceğiz. Çünkü hiçbir oyun peşin peşin bir hap gibi hazır bir şekilde mekan, isim ve zaman kavramlarını bir arada vermez. Zamanın içinde oyunun zamanının müsait olduğu anda bilgiler kulaklara fısıldanır. Artık denir ki sizi bu zamana (oyunun) mekanına, olayların gelişim sürecine davet ediyoruz. Her seyirci hemen katılmaz, çünkü her kişinin algısı ve ilgisi farklıdır. O farklılık içinde sahnede ki oyuncuların tüm seyirciyi kucaklaması biraz zaman alır. Oyuncunun seyirciyi kucaklamasını ve zamanını belirleyen de sahnede ki ışık, dekor, kostüm, müzik, ışık… gibi sahnenin vazgeçilmezlerinin uyumundan geçer.

Seyirciyi mimikleri ve hareketleri ile kucaklar Songül rolünü oynayan Günay Karacaoğlu. Öyle bir kucaklama ki salonda ki seyirci birden sahnede o tuvaletin içinde titiz bir şekilde tuvalet üzerine serilen tuvalet kağıdının rüzgarı sanki ellerine dokunur. Kirli bırakılmış tuvaletin içinde titiz, her adımını dikkatlice atan bir kadın. Terk edilmiştir. Kocası başka bir kadın ile whatsapp üzerinden yazışmaktadır. Her yedi dakika da bir online olmaktadır. Karısını hiçbir yere götürmeyen koca, sevgilisi ile karını götürmediği yerlere gitmekte ve zamanını geçirmektedir. Terk edilmiş olan kadın bir gün otogarın kadınlar tuvaletinde kirli bir ortamda intihar için oradadır. Kirlilik, pislik hem aldatan koca için kullanılır hem de ortam için.

Seyirci oyunun içinde oyunun parçasıdır ve muhteşem bir performans… Otobüs seyahatı sırasında muavinin bir hap içip tanrıya isyan ettiğini gören Songül, hemen çantasında ne var ne yok verir ve o hapları alır… İsyan ettiren hap onun sonu olmasını planlar…  Pislik içinde ortamın içinde son yolculuğuna hapları yutarak adım atar ama o ölümü değil başka değişimlere neden olur. Titiz ve pislikten çekinen kadın pisliğin içindedir, yuvarlanmaktadır. Birden dudağına ruj sürmediğini anımsar ve hiçbir zaman rujsuz olamayacağını öldükten sonra polislerin onu makyajsız bulamayacağını dillendirir ve rujunu cebinden çıkarır ve dudaklarına sürer… Son yolculuğuna hazırdır ama… Pislik içinde tuvalette bulunmak fikri hiç hoşuna gitmez, o otobüslerin arasında kendisine yakışan bir şekilde ölmeyi planlar…

Günlük onun iç konuşmasıdır. Her bölüm bir günlükten bölüm okuyarak geçiş yapılır. Başlangıçtan ve diğer bölümler arasında bağlantı günlüklerdir. Günlükler aynı zamanda sahnenin değişimdir. Sahne her bölüme uygun olarak değişim gösterir. Dijital ses olarak bölümler arasında seyirciye ulaşırken ses, karanlığın içinde yeni bölümün dekoru sahneye taşınır. İlk bölümde yakalanan kahkaha ve eğlenceli hava bölümler ilerledikçe yerini hüzne ve yaşamın başka gerçekliği ile yüzleşmemize doğru geçiş yaparız.

80 ve 90’lı yılarlın popüler sanatçıların şarkı sözleri, postmodern edebiyatımızın zengin iki yazarı ve Murathan Mungan Songül’ün bakış açısı ile değerlendirilir. O bir Murathan Mungan gibi olmak istemektedir ama ne romanı vardır ne de günlükleri kitap olarak basılmıştır. Edebiyat dünyası onun kaybını hissetmeyecektir ama o yaşamış olsaydı belki onarlın dünyasında dahil olabilirdi.

İntihar etmiş ama içtiği ilaç onu öldürmemiş aşırı derece özgüven vermiştir. Polisler sohbeti sırasında ağzından “bomba” kelimesi çıktığı için çantası uzaktan kontrollü patlama ila paylatılmış ve içindeki tüm eşyaları etrafa yayılmıştır.  İkinci sahne bir mutfaktır. Mutfakta artık boşandığı kocasının yeni sevgilisi ile yaptıklarını instagram’dan izlemektedir. Sosyal medyanın yarattığı bir kuşağın içinde sevgilerini bile insanlar sanal dünyadan bulmaktadır. Sanal olan dünyanın gerçek sonuçları ile yüzleşiyoruz… Günümüzün zamanı ile oyun içinde karşılaşmalar oluyor. O karşılaşmalar seyirciyi oyunun bir parçası yapıyor. Sekiz yıldır aldatan kocanın, uzun zaman sonra yakalanması ve sonra Songül’ün komşusuna sorduğu yanıtı salondan duymak şaşırtıcı olmuyor. Sahnede bir oyuncu vardır ama seyirci ile sahne salondadır.
İkinci bölümün ilk sahnesi büyük bir motosiklet üzerindedir. Uzak Asya’ya doğru bir yolculuk canlandırılmaktadır. Aslında kafasının içindedir. Ehliyet almak için gittiği kursun yan tarafında ki bir galeride bulunan motosiklet üzerinde hayallerini anlatır buluruz. Motosiklet eğitimini veren hocasının sözlerini kendi yaşamına uyarlamıştır. Sürmek için ileri bakın demiştir, ama kendisi fırsat buldukça geriye bakmakta ve aldatılan eş olmanın getirmiş olduğu travma ile yüzleşmektedir. İlk bölümde kahkahaların yerini ağır ağır yüzleşmeye ve trajedinin ağırlığı salonda hissedilmektedir.

İkinci bölümde iş bulmuştur ve banka adına CallCenter’de çalışmaktadır. Orada müşteriler ile görüşmeler yaparken buluruz. Aynı zamanda hayatına Hayri dışında Hayrettin’i almıştır. Onun ile yaşadıkları ve yeni keşfettiği cinsel yaşamını müşterisi ile konuşurken bankaların nasıl bir düzen kurduğunu da seyirci ile paylaşır. Günümüze direk mesajı burada vermektedir. Müşterinin biri üzerinden çocuk gelinlere yönelik eleştiri ile günümüzün acılı tablosunu seyirciye anımsatır. Kadın cinayetleri ve çocuk gelinler…

Ve perde kapanmadan önceki son sahne…

Gelinlik içindedir. Sahne arka dekorunda kullanılan gelinlik abiye giysi artık üzerindedir. Hayrettin ile nikah öncesi yaşadıklarını anlatır. O ana kadar olayların peşi sıra ve seçeneği olmadan kendisine verilen seçeneği yaşadığının farkına varmıştır. Seçme hakkı yoktur ve o yüzden yarım hayatlar ve olayların kahramanı olmuştur. Acaba seçme hakkı verilmiş olsaydı neler yapabilirdi?

Başından geçen talihsiz olaylara, girdiği işlerde tutunamamasına, kandırılmalarına, aldatılmalarına aldırmadan mutlu olmak için arayışlarını son verme kararı onun hayatının tamamı ile değişimine sebep olacaktır. İlk sahnede intihar etmek isteyen Songül son sahnede artık ölüm ile kucaklaşmıştır. İkinci evliğinin aday damadı Hayrettin onu gelinlik pastası için ayrılan ve süslenen bıçak ile öldürülecektir… Ölüm kapısını çalmıştır ve dünyamızdan ışıklı bir kapıdan geçerek ayrılacaktır. Salonda artık kahkaha yoktur, sessizlik. Bir ağırlık vardır. Hüzün atmosfere kendisini dayatmış ve kahkahanın ses kırpıntılarını da yok etmiştir.

Songül nedenleri ve sonuçları ile kendini çok sorgulayan bir karakter olarak hafızalarda yer ederek son alkışlar ile salondan seyircisi uğurluyor…

“Aşk öldürecekse aşk ölsün. Seni çok seviyorum diye ya da sen beni artık sevmiyorsun diye öldürmek kadar acımasız vahşi bir şey olamaz.”

Barış Dinçel’i ilk defa yönetmen olarak izledim. Oyunun sahne düzenlemesini yapan bir ustanın ilk yönetmenliğini yaparken sahneye ne kadar hakim olduğunu seyirciye gösteriyor… Dekorun değişimi ve sahnede rol alan sanatçının kendisini daha fazla göstereceği alan yaratması, ışığın onu takip etmesi ev zaman zaman oyuncuya dikkat çekmek için ışığın ayarları ile oynaması oyunu daha fazla seyirci ile buluşmasına olanak sunmuş… Müzik oyunun akışına katkısı yadsınamaz… Günay Karacaoğlu
sahnede devleşirken, oyunun başlangıçtan son sahnesine doğru geçişte gözyaşlarını sevinçten hüzne döndürmesi seyirci üzerinde ki başarısını göstermektedir. Murat İpek eğer isteseydi tamamı ile balon ve oyun bittikten sonra akılda hiçbir şey kalmayacak oyun yazabilirdi. Salon dışında yaşamın akışına hiç dokunmadan diğer oda tiyatrolarda oynana oyunlar gibi Amerika’dan alınan bir konuyu bize uyarlayabilirdi. Onun yerine daha özgün ama kontrollü bir metin yazmış…

Ustalar bir araya gelince usta iş oluyor… Emeği geçenlere ve salonda ve dışında yer alan çalışanlara çok teşekkür ederim.

İsmail Cem Özkan

Aşk Ölsün
Yazan: Murat İpek
Yöneten, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel
Müzik: Çiğdem Erken
Oynayan: Günay Karacaoğlu
Süre: 1 saat 30 dakika (2 perde)


8 Mart 2018 Perşembe

Kontrabas

Kontrabas

Yatak dağınıktır, yatağın biraz uzağında içi bira ile dolu bir buzdolabı, onun önünde sahnenin de ön tarafında kontrbas, kontrbasın arkasında bir masa ve onun yan tarafında sallanan bir sandalye ve üzerinde oturan biri, klasik müzik dinliyor. Klasik müzik içinde bir çalgıya dikkat çekmek isteyen bir müzik insanı… Odanın içinde yer alan kontrbasın sesini aramaktadır çalan müzikte. Kontrbas!

“Orkestra şefsiz olur, ama kontrbassız asla olamaz”

Heyecan ile kontrbas sesini anlatmaktadır. Onun sesinin ne kadar farklı olduğunu.

“Kontrbas ses derinliğinden dolayı yegane temel orkestra çalgısıdır. 1750’den yirminci yüzyıla kadar bütün orkestra müziği, hiç abartısız dört telli kontrbasın omuzları üstündedir. Kontrbas, insanın ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi işittiği tek çalgıdır.” der sahnede ki oyuncu sahnenin bir köşesinde duran kontrbasa bakarak. O aslında kontrbas ile bütünleşmiş ekmeğini ondan kazanan bir devlet orkestrasında çalışan “memurdur” .

Memurdur. Müzik ile uğraşmaktadır. Küçük bir evde yaşamaktadır. Odanın küçüklüğü yaptığı iş ile tezattır. Kısaca geçmişine doğru yol alırız, neden kontrbas çalan bir orkestra üyesi olduğunu öğreniriz.

Çocukluğundan bu güne kadar hep fark edilmek istemiştir ama görünüm olarak fark edilmese de yaptıkları ile fark edilecek ve ailesinin isteklerine tezat işler yapacaktır.

Babası memurdur ve oğluyla fazla vakit geçirmeyen biridir, hasta ve müzik sevdalısı, flüt sanatçısı bir anneye sahiptir. Annenin babaya, babanın kız kardeşe düşkünlüğü ilişkisinde kendini biçimlendirmiştir. Sevilmediği duygusu onun ailesinin isteklerinin tersini yapmak olarak ortaya çıkmıştır. Yaşı ilerlemiş ve ilk ergenlik çağında kontrbas çalmaya eğilim göstermiş ve o alanda eğitim almıştır. Eğitiminden sonra devlet orkestrası sınavını kazanarak orada memur olmuştur.  O da bir orkestrada büyük bir öneme sahip olmayan kontrbası seçerek bir nevi ailesini cezalandırmak istemiştir.

Kısaca neden kontrbas çaldığını anlattıktan sonra kısaca kontrbas’ın tarihi ve bestecilerin elinde nasıl kullanıldığını uzun uzun anlatmaktadır. Aslında orkestranın ve Amerika’da gelişen Jazz Müziğinin vazgeçilmezdir. Ama kendisi klasik müzik eğitimi aldığı için ve sabahları her gün provalarda çaldığı ve gösterim için yer aldığı zamanlarda ise terden birkaç defa gömlek değiştirmek zorunda kaldığı yorucu bir alet olduğunu vurgulamaktadır.

“Bazı insanlar spor yaparak terler ben ise çalarak!” 

Parmak uçları nasırlaşmıştır, o kadar duygusuz olmuştur ki parmağını kestiğini bile tesadüfen öğrenmektedir…

Çok çalışmanın karşılığı güvenceli bir iş!

Memur olmak hakların olması anlamına gelmektedir, onu kimse işten atamayacaktır, o yüzden orkestra içinde çalıp çalmadığının ya da iyi çalıp çaldığının bile kimse farkında bile değildir. Konser boyunca arka sırada ayakta aletine sarılan konumdadır… Zaten çok iyi de çalsa kimse bunun farkına bile varmayacaktır. O oranın bir parçasıdır ama görünmezdir…

Yalnız yaşamaktadır. İzole edilmiş bir odada… Ses izolasyonu olmasa şehrin tüm gürültüsü içeriye girecektir. O gürültünün içinde bir sanatçının eser üretmesi bile düşünülemez. O yalnızdır odasında ve aşka susamıştır. Uzun süre bir kadın ile olmamıştır, olmaya kalktığı zamanda ise odanın bir köşesinde duran kontrbas onarla baktığını düşünmekte ve kadın bundan rahatsız olduğu için hiçbir seksi sonuna kadar doyurucu bir şekilde bitirmemektedir. Kontrbas sessizce onarlı izlediğini düşünür, o sessizdir ama ilişkiyi bozacak kadar varlığını hissettirmektedir.

Kontrbasın iri cüssesiyle yaşamında büyük bir yer işgal ettiğini ve ona duyduğu nefret artık odanın içine savrulmuştur. Başlangıçta ki methiyelerin yerini yergi almıştır.  Vazgeçilmez olan vazgeçilir olmuştur ama vazgeçtiğinde işinden olacağı için zorunlu bir bağımlılık içinde yaşamaktadır.

Nefret ettiği alet ile her gün konserde orkestranın görünmeyen yerinde ayakta ekmek parasını kontrbas tellerine basarak kazanmaktadır. En ağır işçidir aslında, tüm zamanlarını alan bir işte parmak uçları ile ekmeğini kazanmaktadır.

Sesiyle büyülendiği, ufak tefek, soprano Sarah... Ona karşı platonik bir aşk ile bağlıdır. Onun ilgisini çekmek için her yolu kafasından denemektedir ama pratikte sessizce uzaktan izlemektedir. Hatta Sarah onun farkında bile değildir.

Orkestranın en arka sırasında olmasa belki Sarah ile göz göze gelecek ve ona ilgisini gösterecektir ama çalıştığı yerin en arkasındadır. Bu mutsuzluğunda da kontrbasın payı olduğunu düşünmektedir hatta ona karşı nefreti kat be kat artıyor bir yandan.

Kontrbası bir kadın vücuduna benzeterek şöyle anlatmaktadır; ''Sonra bakarım ona şöyle bir. Ve düşünürüm: Tüyler ürpertici bir çalgı! Buyurun, bakın! Bakın şuna iyice. Görünüşü şişko bir kocakarı. Kalçalar çok alçak, bel hepten felaket, fazla yüksek kalıyor, ince de değil; sonra şu daracık, düşük, raşitik omuzlar- deli olmak işten değil... Kontrbas şimdiye kadar icat edilmiş çalgıların en iğrenç, en hantal, en kaba saba olanı...'' Her ne kadar kadınsı bir dış görünüşe sahip olsa da çıkardığı bas sesi tam bir erkek çalgıdır. Almanca sıfat önüne gelen artikel “der”dir yani erkek!

Kontrbas görünümü gibi değildir, erkek çalgıdır. Orkestra içinde Kontrbas, tek başına hareket edemeyen, bütün içinde eriyip giden, diğerleri için yaratılmış bir sona mahkumdur her zaman!

Ünlü bir bestecinin kontrbas için ürettiği sola bir parça var mı diye sorar, yanıtını kendisi verir, yoktur.

O sadece orkestrada olmazsa olan ama her daim arkada duran bir çalgıdır. Kendisini gösterecek ve öne çıkacak hiçbir özelliği yoktur.

Fark edilmekle sıradan olmak arasındaki kalınca çizgide, pek çoğumuz bir çivinin üzerinde oturuyoruz. Fark edilmek ürkütücü, sıradan olmaksa daha da ürkütücü. Hata yapmaktan korkarken, sıra dışı olmak zor. En arkada durup işimizi nasıl yaptığımızın bir önemi yok gibi görünürken, o aşık olduğumuz sopranoya seslenmek istiyoruz var gücümüzle: “Sarah!”.

Belki işten atarlar ama o zaman farkına varılır… İşinden atılan tek kontrbasçı olmak ayrıcalığını yaşamak düşüncesi heyecanlandırmaktadır ama bunu başaracak gücü yoktur. Uzaktan duyduğu sevgi çaresizidir ve unutulmak zorundadır.

Toplum gibi orkestra içinde de adaletsizlik söz konusudur. “Orada becerinin amansız hiyerarşisi hüküm sürer, günün birinde verilmiş bir kararın korkunç hiyerarşisi, yeteneğin tüyler ürpertici hiyerarşisi, titreşimlerin ve seslerin tabiatça yasalaştırılmış, sarsılmaz, fiziksel hiyerarşisi; siz siz olun, sakın bir orkestraya girmeyin!...”

Hayal kırıklığı içinde yaşamak zorundadır.

“Müziksiz özgürlük de yoktur. Müzik, kendini başkalarını aşmaya, normların ve kuralların ötesine geçmeye, aşkınlık hakkında, zayıf da olsa bir fikir edinmeye teşvik eder”

Yalnızca hata yapınca fark edilmek üzücü şey bence. Çarkların arasında yaşamlarımızı sürdürürken, onların işleyişini bozunca mı görünürüz sadece?

Sorular sorar…

Sorular içinde faşizmin içinde müziğin olmadığı gerçeğini vurgular, mahkumlar kendilerini ifade etmek için orkestra kurarken faşizm içinde yaşayan hür müzisyenler ise özgün eser üretemezler. Tek ses uygun eserler üretilir ama onlar da kalıcı değildir, faşist bir lider ile birlikte unutulmaya mahkumdur. 
Yapılan en iyi parçaların, çekilen en iyi filmlerin herhangi bir ürün gibi çabucak tüketildiği ve yenisinin arandığı bu zamanda, tükenmeyen bir şeyler arıyoruz. Gerçek olarak kalabilen ve her daim korunabilecek bir şey.

Orkestra insan toplumunun bir aynasıdır… Hatta insan toplumunda olduğundan daha bile kötüdür orkestra, çünkü toplumda, hiyerarşinin basamaklarını çıka çıka günün birinde piramidin en tepesinden aşağıya, altımdaki solucanlara bakarım umudu vardır- teorik olarak…”

Orkestralardaki hiyerarşi, solo ve tutti ayrımları sadece müzikal anlamda bir eşitsizliği değil, müziğin de giderek bu eşitsiz mekanizmaları onaylamasına neden olur. Toplumsal cinsiyet ve müzik bu sorunların en temelindedir.

“İnsanlar müzikle düşünür, onunla kendilerinin kim olduğuna karar verip kendilerini anlatırlar”

Olayın kahramanı kontrbasçı olarak karşımızdadır ve en içten çelişkileri ile karşımızda bir bütündür. Acıları, sevinçleri ve hayal kırıklıkları ile…

Metin Belgin oyunun ruhuna uygun  olarak karşımızdadır, oyunun metnine uygun bir şekilde karakterine hayat vermektedir. Kendi hikayesini kontrbas üzerinden anlatmıştır. Kendi yalnızlığını, karşılıksız sevgisini, tutkusunu ve gelecekten duyduğu umutsuzluğu, çaresizliği. Sokak ile kalmak arasındadır, sokakta kalması onun aç olması ve yaşam kalitesini kaybetmesi demektir. Bir memurdur ve memurun işten atılması görülmüş şey değildir…

“Hayatta, bir şeyi düşünmekle yapmak çok farklı şeyler.” 

Tek kişilik oyunlar her zaman risklidir, çünkü sahnede yalnızsınız ve size yardım edecek kimse yoktur. Seyirci ile iletişime girecek ve oynadığı oyunun kahramanın bilgisinden fazla bilgiye sahip olması gereklidir. Seyircinin her hangi bir tepkisine oyunu bozmadan yanıt vermesi zorunludur. Siz hiç kadın ünlü bir besteci duydunuz mu soruna yanıt seyirciden biri verdiğinde o soracaktır, ünlü mü? Çünkü erkekler tarafından üretilmiştir tüm klasik besteler, kadınlar için yazılmıştır çoğu…


Eğer bir ustayı sahnede görmek istiyorsanız kaçırmayın derim, çünkü usta bir oyuncuyu sahnede büyüten her şey oyunun içinde mevcuttur. Işık, dekor, ses, müzik... her şey iç içedir ve her biri birbirini desteklemektedir…

Sade, abartıya kaçmadan, her şeyi oyunun içe alayım demeden, kişinin iç dünyası ve kontrbasın hayatına etkisini en iyi şekilde verildiğine inandığım sağlam bir metin üzerine sağlam bir sahne şöleni olmuş. Tek kelime ile yazıyı sonlandırmak istersem, ayakta alkışlayacağınız bir oyunu kaçırmayın derim…
İsmail Cem Özkan


Kontrabas
Yazan: Patrick Süskind
Dekor Tasarımı: Ethem İzzet Özbora
Türkçesi: Hale Kuntay
Reji: Metin Belgin
Kostüm Tasarımı: Serpil Tezcan
Işık Tasarımı: Yakup Çartık

Oyuncu:
Metin Belgin