Hayat bizi savururken…
Hayata en alttan bakmak ile üstten
bakmak arasında uçurum gün geçtikçe artmaktadır. Orta sınıf olarak kabul edilen
ve toplum geçişlerin olduğu alan yani sistemin güvenlik sibobu olan
siyasi katman gün geçtikçe erimektedir. Obezite toplum yerine kafası küçük ama
sermayesi büyük bir kesimin ayak takımını yani büyük ayaklıları yönetmesi
konumuna dönüşmektedir. Vücutlar Barbie Bebek gibi incedir ve beyin
ile ayak arasında emir komuta zincirinin sadece lojistik alanı gibidir.
12 Eylül öncesi ile 12 Eylül
sonrası önemli farklar söz konusudur, toplum 12 Eylül öncesi ulus devleti
mantığında “sosyal devlet” kavramı içinde kendisini biçimlendirirken, 12 Eylül
sonrası ama 12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kavramının hayata geçmesi ile
liberal ekonomi ve onun yansıması küreselleşme sürecidir. Her ne kadar bu süreç
hala sonlanmış olmamasına rağmen kırılgan bir dönemden geçtiğimiz kabul
edilmektedir. Bu geçiş sürecin kendisine ait kırılmaları ve bu kırılmalara
dayalı yeniden görev paylaşımları ile yüz yüzeyiz. Her ne kadar, her yeni
eskisinin üzerinden oluşmuş olsa da geçmiş de olan her türlü alışkanlılarında
buharlaşması anlamına gelmektedir. Dijital alanda ki teknolojik gelişme, onun
yaratmış olduğu mantığın yeni olanakları da küreselleşme çağının düşünce
yapısını ve örgütleniş biçimini eskisinden farklılaştırmıştır. Sistem kendisini
restorasyon ederken, eskiye ait olanın üzeri kaplanmıyor, aksine yıkılıyor ve
yeni bina yeni zemine uygun olarak inşaat edilmek isteniyor ama henüz yeni
zemin tam olarak tanımlanmış değildir. Deneme yanılma yolu ile yapılan
binaların (sitemin) çökmesi ve yeniden oluşturulması süreci içerisindeyiz…
12 Eylül öncesi her dergi bir örgüt
olarak algılanırdı, resmi bakışa göre dergi ismi örgüt ismidir ve açılan
davalar da dergi ismi olarak açılmış ve o dergi okuru örgüt üyesi gibi ceza
almıştır. Yazı işleri müdürleri ülkemizin en uzun süreli ceza alanlar olarak
dünya rekoru sahibidir. Dergilerde ki yazılar; genelde polemik yazılarıdır ve
isimsiz dergi adına yazılmıştır. İsimsiz yazılar dergilerin görüşlerini temsil
eder. Her ne kadar bir sayıda ki yazı diğer sayıda ki yazıyı çürütmüş olsa dahi
o çevre bu polemik yazılar üzerinden örgütlenilmiştir. Polemik yazılar; dergi
okurlarını diğer dergi okurlarından ayıran ve bir arada tutmaya yarayan
cepheleşmelerdir. Her dergi kendisini öteki dergiye göre tanımlamıştır, özgün
fikirler polemikler sonucunda ortaya çıkmıştır ve mahallelerde ki ayrışma da bu
tartışmaların/ çatışmalarının yansıması olarak kendisini somutlamıştır.
Kurtarılmış bölgeler, sadece belirli dergi okurunun yönettiği mahaller, ilçeler
oluşmuştur.
12 Eylül sonrası ise durum daha
farklıdır, dergiler çıkmıştır ama dergilerin hiç biri bir örgüt ismi
olamamıştır. 12 Eylül öncesi çıkan dergiler ve o dergilerin evirilmesi sonucu
ortaya çıkan örgütlerin adları daha geçerlidir. Dergiler ayrışma ve yeniden bir
araya gelmenin platformu işlevini görmüştür, kısaca tartışma platformlarına
dönmüştür. Dergilerde ki yazılar genelde yazarın ismi ile yayımlanmış ve
polemikler de o isimlerin yazdıkları yazılar üzerinden olmuştur. Genelde bu
yazılar kitap halinde yayınlanmıştır, bugün kimse o kitaplarda neler yazığını
bugün merak bile etmemektedir. Yasal zeminde siyaset yapmak sol için kendisini
ifade etmek için önemli bir araç olmuştur. Kurulan siyasi partiler başlangıçta
tartışmaların bir yansıması olarak bir arada kurulmuş olsa da kısa bir zaman
sonra ülkemizde gelişen “Kürt sorunun” gündemi belirlemesi ve
sorunun toplum içinde çatışmanın kaynağı ya da çözümü ve bu yolda takınılan
kişisel/ grup tavırlar siyasi partilerin de yolunu belirlemiştir.
Birlikler ve ayrılıklar
Kürt sorunu merkezi etrafında
kendisini biçimlendirecektir.
Sol, sınıf politikası merkezinden
daha çok gelişen günlük olaylar ve gündemlerin yaratmış olduğu acil sorunlar
üzerinden kendisini örgütlemeye ve tavır almaya geliştirmiştir. Günlük değişen
gündemin içinde derli toplu bir strateji çizemeden, toplum içinde ki bağları da
“yenilgiden” kaynaklanan ve daha sonra Sovyet Blok’unun dağılmasının sonucunda
oluşan liberal rüzgarın etkisi ile “özgürlükçü sol” kavramının içinde yeniden
konumlanmaya çalışmıştır. Liberalizm gerçek anlamda kendisini ifade edecek bir
politika üretmediği gibi yıktığı ulus devleti karşısında da yeni bir sistem
ortaya küresel/yerel anlamda çıkaramamıştır. Ulusal sorunlardan kaynaklanan
sorunlar “bahar” kavramı ile ülkelerin iç savaşa sürüklenmesi ve yeni dünya
düzenine uygun liderlerin ülke yönetimine gelmesi sürecine şahitlik ettik.
Demokrasi ve özgürlük kavramı bir dudak arasında çıkan ve o dudak sahibine
verilen bir imtiyaz haline gelmiştir.
Söz gelmişken 12 Eylül sonrası
bilinçli olarak işçi sınıfını örgütsüz ve savunmasız bırakılmıştır, çünkü
liberalizm kazanılmış haklar üzerine değil, kaybedilmiş haklar üzerine
kendisini oturtacak ve sermaye merkezli sistemini kuracaktı. İşçi sınıfının
örgütsüzlüğü askeri bildiriler ve onların yapmış olduğu operasyon ile
gerçekleşecektir. 12 Eylül sonrası örgütlü işçi sınıfı lider kadrosu mahkeme
önlerinde savunma yaparken, gerçek lideri 12 Eylül öncesi suikast sonucu
öldürülecekti. Bu suikasta gerekli tepkiyi koyamayan sınıf, yenilgiyi aslında o
günden kabul etmişti.
Hayat bizi hayallerimiz ve
ütopyalarımız ile birlikte savurdu ve biz bu savrulmadan büyük yaralar alarak
atlattık diye inanırken aslında “özgürlükçü sol” adı altında henüz
atlatamadığımızı, yaşanacak “yetmez ama evet” propaganda süreci içinde
görecektik. Var olan tüm değerlere ve geçmişte ki hareketlere küfürlere kadar
ileri gidecek bir söylem karşısında sol henüz yeteri kadar politik güç ve örgüt
olamamanın sorunları ile uğraşıyordu. Geçmişin hayalleri ve harekete yapılan
pozitif göndermeler, hareketi olduğundan farklı bir şekilde sunuyordu ama bu
yaşanan sürecin bir parçasıydı sanki, çünkü her şey yeniden tanımlanıyor ve var
olan değerlerin boşalan altları yeniden farklı gerçeklikler üzerinden
dolduruluyordu.
Hayat savuruyordu ve boşluk kabul
etmiyordu.
Her boşluğu dolduran soyut ve somut
öğelerin üzerinde liberalizm dalgasının etkisi vardı, viski şişesi içinde
boğaza bakıp piyano sesi altında var olan sistemin nimetlerinden yararlanmak
isteyenler ve o nimetlere ulaşması imkansız bir geniş halk tabanı vardı.
Yaratılan sanal gerçekliği kabul edip doğru gibi algılayanlar “dört eğilimi”
partiler içinde kendilerine yer bulurken, ihaleler ve projeler içinde yeniden
kendilerini tanımlıyorlardı. Her birey birilerine hizmet ederken, hizmet etmesi
gereken sınıfından uzaklaşmış, rakip olanın maaşlı bir elemanına
dönüştürülmüştü, üstelik hiçbir güvence almadan proje içinde kendini
konumlandırmıştı.
Sol savruluyordu, o kadar savruldu
ki dinci bir parti ya da oluşumları bile solda görenler oldu. El ele çekilen
fotoğraflar ile yeni dünya düzenin nimetleri halka sunuluyor ve “geçmiş ile
yüzleşme” adı altında her suç gündeme getiriliyor ama yüzleşilemiyordu, çünkü
yüzleşme için henüz ne hukuki bir düzenleme vardı ne de bunu gerçekleştirecek
bir demokratik ortam. Özgürlük için iktidara gelenler “adalet” kavramını ve
“özgürlük” tanımını kendisine göre yontmuş ve bu absürt anlayış içinde
istediğine her türlü aracı kullanarak baskı yapma/ değiştirme özgürlüğüne
dönüştürmüştü. Badem bıyıklar altında yeni bir gülümseme ve küçümseme
yerleşirken, ayaklarda ki takunyalar çıkarılmış, kişiye özel ibadet hanelerde
gösteriş amaçlı toplum içinde din yeniden yaratılıyor ve dinin bilinmeyen yüzü
gün yüzüne çıkıyordu. Kadın, çocuk üzerinde yaratılan baskı ve aşağılama
sonunda linçe dönüşecek ve kadın cinayetleri, çocuk istismarları günlük yaşamın
bir parçası olacaktı…
Hayat bizim öngörülerimizi
doğrulamamış, tersine hiç düşünmediğimizi yaşamaya ve de savunmasız bırakmıştı
bizi. Üstelik 12 Eylül’de “örgüt olamadığımız için” yenilmiştik ve hala örgüt
kavramının altını dolduramamıştık.
Görünürde örgütlü ama özde
örgütsüzdük.
Örgüt olmayan örgüt gibi örgütlerin
içinde değirmen taşının bir birine sürtmesi gibi bir birimiz yemeye başladık,
çünkü iki taşın arasında olması gerekenler yoktu.
Her seçim bir dönemeçtir, her
dönemeç bizi olduğumuzdan daha yukarıya taşıma yerine iki dudak arasında
çıkacak olan özgür alanlara mahkum etmişti. Bizler bugün iki dudak arasında
bize bırakılan alan kadar özgür ve kendimizi ifade eder olduk. Çünkü var olan
yasalar kağıt üzerinde bir lekeye dönüşmüştü, yasaları yorumlayanların
gözlerinde iki dudağın izi bulunmaktadır ve onun çıkarı her şeyin üstündedir.
Savruluyoruz uçurumdan aşağıya
düşmekte olan her hangi bir nesne gibi. Bizlerin yukarıya doğru koşmamız
düşmemizi ne yazık ki engelleyemeyecek ama nasıl bir zemine düşeceğimiz çok
önemlidir. 12 Eylül’de düştüğümüz zemin bataklıktı ve düşen şey yükselme
şansını bile yakalayamadan çamur içinde aşağıya doğru gitmeye devam ediyor.
Kafamızı dik tutuyoruz, çünkü nefes almak için sadece o kaldı elimizde!
Savruluyoruz, öngörülerimiz de bizi
doğulamadı…
Umarım bu yazdığım yazdı da ki
öngörülerimi de doğrulamaz…
İsmail Cem Özkan