7 Nisan 2018 Cumartesi

Hayat bizi savururken…

Hayat bizi savururken…

Hayata en alttan bakmak ile üstten bakmak arasında uçurum gün geçtikçe artmaktadır. Orta sınıf olarak kabul edilen ve toplum geçişlerin olduğu alan yani sistemin güvenlik sibobu olan siyasi katman gün geçtikçe erimektedir. Obezite toplum yerine kafası küçük ama sermayesi büyük bir kesimin ayak takımını yani büyük ayaklıları yönetmesi konumuna dönüşmektedir. Vücutlar Barbie Bebek gibi incedir ve beyin ile ayak arasında emir komuta zincirinin sadece lojistik alanı gibidir.

12 Eylül öncesi ile 12 Eylül sonrası önemli farklar söz konusudur, toplum 12 Eylül öncesi ulus devleti mantığında “sosyal devlet” kavramı içinde kendisini biçimlendirirken, 12 Eylül sonrası ama 12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kavramının hayata geçmesi ile liberal ekonomi ve onun yansıması küreselleşme sürecidir. Her ne kadar bu süreç hala sonlanmış olmamasına rağmen kırılgan bir dönemden geçtiğimiz kabul edilmektedir. Bu geçiş sürecin kendisine ait kırılmaları ve bu kırılmalara dayalı yeniden görev paylaşımları ile yüz yüzeyiz. Her ne kadar, her yeni eskisinin üzerinden oluşmuş olsa da geçmiş de olan her türlü alışkanlılarında buharlaşması anlamına gelmektedir. Dijital alanda ki teknolojik gelişme, onun yaratmış olduğu mantığın yeni olanakları da küreselleşme çağının düşünce yapısını ve örgütleniş biçimini eskisinden farklılaştırmıştır. Sistem kendisini restorasyon ederken, eskiye ait olanın üzeri kaplanmıyor, aksine yıkılıyor ve yeni bina yeni zemine uygun olarak inşaat edilmek isteniyor ama henüz yeni zemin tam olarak tanımlanmış değildir. Deneme yanılma yolu ile yapılan binaların (sitemin) çökmesi ve yeniden oluşturulması süreci içerisindeyiz…

12 Eylül öncesi her dergi bir örgüt olarak algılanırdı, resmi bakışa göre dergi ismi örgüt ismidir ve açılan davalar da dergi ismi olarak açılmış ve o dergi okuru örgüt üyesi gibi ceza almıştır. Yazı işleri müdürleri ülkemizin en uzun süreli ceza alanlar olarak dünya rekoru sahibidir. Dergilerde ki yazılar; genelde polemik yazılarıdır ve isimsiz dergi adına yazılmıştır. İsimsiz yazılar dergilerin görüşlerini temsil eder. Her ne kadar bir sayıda ki yazı diğer sayıda ki yazıyı çürütmüş olsa dahi o çevre bu polemik yazılar üzerinden örgütlenilmiştir. Polemik yazılar; dergi okurlarını diğer dergi okurlarından ayıran ve bir arada tutmaya yarayan cepheleşmelerdir. Her dergi kendisini öteki dergiye göre tanımlamıştır, özgün fikirler polemikler sonucunda ortaya çıkmıştır ve mahallelerde ki ayrışma da bu tartışmaların/ çatışmalarının yansıması olarak kendisini somutlamıştır. Kurtarılmış bölgeler, sadece belirli dergi okurunun yönettiği mahaller, ilçeler oluşmuştur.

12 Eylül sonrası ise durum daha farklıdır, dergiler çıkmıştır ama dergilerin hiç biri bir örgüt ismi olamamıştır. 12 Eylül öncesi çıkan dergiler ve o dergilerin evirilmesi sonucu ortaya çıkan örgütlerin adları daha geçerlidir. Dergiler ayrışma ve yeniden bir araya gelmenin platformu işlevini görmüştür, kısaca tartışma platformlarına dönmüştür. Dergilerde ki yazılar genelde yazarın ismi ile yayımlanmış ve polemikler de o isimlerin yazdıkları yazılar üzerinden olmuştur. Genelde bu yazılar kitap halinde yayınlanmıştır, bugün kimse o kitaplarda neler yazığını bugün merak bile etmemektedir. Yasal zeminde siyaset yapmak sol için kendisini ifade etmek için önemli bir araç olmuştur. Kurulan siyasi partiler başlangıçta tartışmaların bir yansıması olarak bir arada kurulmuş olsa da kısa bir zaman sonra ülkemizde gelişen “Kürt sorunun”  gündemi belirlemesi ve sorunun toplum içinde çatışmanın kaynağı ya da çözümü ve bu yolda takınılan kişisel/ grup tavırlar siyasi partilerin de yolunu belirlemiştir. Birlikler ve ayrılıklar

Kürt sorunu merkezi etrafında kendisini biçimlendirecektir.

Sol, sınıf politikası merkezinden daha çok gelişen günlük olaylar ve gündemlerin yaratmış olduğu acil sorunlar üzerinden kendisini örgütlemeye ve tavır almaya geliştirmiştir. Günlük değişen gündemin içinde derli toplu bir strateji çizemeden, toplum içinde ki bağları da “yenilgiden” kaynaklanan ve daha sonra Sovyet Blok’unun dağılmasının sonucunda oluşan liberal rüzgarın etkisi ile “özgürlükçü sol” kavramının içinde yeniden konumlanmaya çalışmıştır. Liberalizm gerçek anlamda kendisini ifade edecek bir politika üretmediği gibi yıktığı ulus devleti karşısında da yeni bir sistem ortaya küresel/yerel anlamda çıkaramamıştır. Ulusal sorunlardan kaynaklanan sorunlar “bahar” kavramı ile ülkelerin iç savaşa sürüklenmesi ve yeni dünya düzenine uygun liderlerin ülke yönetimine gelmesi sürecine şahitlik ettik. Demokrasi ve özgürlük kavramı bir dudak arasında çıkan ve o dudak sahibine verilen bir imtiyaz haline gelmiştir.

Söz gelmişken 12 Eylül sonrası bilinçli olarak işçi sınıfını örgütsüz ve savunmasız bırakılmıştır, çünkü liberalizm kazanılmış haklar üzerine değil, kaybedilmiş haklar üzerine kendisini oturtacak ve sermaye merkezli sistemini kuracaktı. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü askeri bildiriler ve onların yapmış olduğu operasyon ile gerçekleşecektir. 12 Eylül sonrası örgütlü işçi sınıfı lider kadrosu mahkeme önlerinde savunma yaparken, gerçek lideri 12 Eylül öncesi suikast sonucu öldürülecekti. Bu suikasta gerekli tepkiyi koyamayan sınıf, yenilgiyi aslında o günden kabul etmişti.

Hayat bizi hayallerimiz ve ütopyalarımız ile birlikte savurdu ve biz bu savrulmadan büyük yaralar alarak atlattık diye inanırken aslında “özgürlükçü sol” adı altında henüz atlatamadığımızı, yaşanacak “yetmez ama evet” propaganda süreci içinde görecektik. Var olan tüm değerlere ve geçmişte ki hareketlere küfürlere kadar ileri gidecek bir söylem karşısında sol henüz yeteri kadar politik güç ve örgüt olamamanın sorunları ile uğraşıyordu. Geçmişin hayalleri ve harekete yapılan pozitif göndermeler, hareketi olduğundan farklı bir şekilde sunuyordu ama bu yaşanan sürecin bir parçasıydı sanki, çünkü her şey yeniden tanımlanıyor ve var olan değerlerin boşalan altları yeniden farklı gerçeklikler üzerinden dolduruluyordu.

Hayat savuruyordu ve boşluk kabul etmiyordu.

Her boşluğu dolduran soyut ve somut öğelerin üzerinde liberalizm dalgasının etkisi vardı, viski şişesi içinde boğaza bakıp piyano sesi altında var olan sistemin nimetlerinden yararlanmak isteyenler ve o nimetlere ulaşması imkansız bir geniş halk tabanı vardı. Yaratılan sanal gerçekliği kabul edip doğru gibi algılayanlar “dört eğilimi” partiler içinde kendilerine yer bulurken, ihaleler ve projeler içinde yeniden kendilerini tanımlıyorlardı. Her birey birilerine hizmet ederken, hizmet etmesi gereken sınıfından uzaklaşmış, rakip olanın maaşlı bir elemanına dönüştürülmüştü, üstelik hiçbir güvence almadan proje içinde kendini konumlandırmıştı.

Sol savruluyordu, o kadar savruldu ki dinci bir parti ya da oluşumları bile solda görenler oldu. El ele çekilen fotoğraflar ile yeni dünya düzenin nimetleri halka sunuluyor ve “geçmiş ile yüzleşme” adı altında her suç gündeme getiriliyor ama yüzleşilemiyordu, çünkü yüzleşme için henüz ne hukuki bir düzenleme vardı ne de bunu gerçekleştirecek bir demokratik ortam. Özgürlük için iktidara gelenler “adalet” kavramını ve “özgürlük” tanımını kendisine göre yontmuş ve bu absürt anlayış içinde istediğine her türlü aracı kullanarak baskı yapma/ değiştirme özgürlüğüne dönüştürmüştü. Badem bıyıklar altında yeni bir gülümseme ve küçümseme yerleşirken, ayaklarda ki takunyalar çıkarılmış, kişiye özel ibadet hanelerde gösteriş amaçlı toplum içinde din yeniden yaratılıyor ve dinin bilinmeyen yüzü gün yüzüne çıkıyordu. Kadın, çocuk üzerinde yaratılan baskı ve aşağılama sonunda linçe dönüşecek ve kadın cinayetleri, çocuk istismarları günlük yaşamın bir parçası olacaktı…

Hayat bizim öngörülerimizi doğrulamamış, tersine hiç düşünmediğimizi yaşamaya ve de savunmasız bırakmıştı bizi. Üstelik 12 Eylül’de “örgüt olamadığımız için” yenilmiştik ve hala örgüt kavramının altını dolduramamıştık.

Görünürde örgütlü ama özde örgütsüzdük.

Örgüt olmayan örgüt gibi örgütlerin içinde değirmen taşının bir birine sürtmesi gibi bir birimiz yemeye başladık, çünkü iki taşın arasında olması gerekenler yoktu.

Her seçim bir dönemeçtir, her dönemeç bizi olduğumuzdan daha yukarıya taşıma yerine iki dudak arasında çıkacak olan özgür alanlara mahkum etmişti. Bizler bugün iki dudak arasında bize bırakılan alan kadar özgür ve kendimizi ifade eder olduk. Çünkü var olan yasalar kağıt üzerinde bir lekeye dönüşmüştü, yasaları yorumlayanların gözlerinde iki dudağın izi bulunmaktadır ve onun çıkarı her şeyin üstündedir.

Savruluyoruz uçurumdan aşağıya düşmekte olan her hangi bir nesne gibi. Bizlerin yukarıya doğru koşmamız düşmemizi ne yazık ki engelleyemeyecek ama nasıl bir zemine düşeceğimiz çok önemlidir. 12 Eylül’de düştüğümüz zemin bataklıktı ve düşen şey yükselme şansını bile yakalayamadan çamur içinde aşağıya doğru gitmeye devam ediyor. Kafamızı dik tutuyoruz, çünkü nefes almak için sadece o kaldı elimizde!

Savruluyoruz, öngörülerimiz de bizi doğulamadı…

Umarım bu yazdığım yazdı da ki öngörülerimi de doğrulamaz…

İsmail Cem Özkan


6 Nisan 2018 Cuma

Kör Düğün

Kör Düğün

Ünlü bir reklamcı (Jacques Lasségué) evlendiği (uzun süreli ilişkisi olan ve hamile olan sevgisi, şimdi eşi Corinne) günde evinin salonunda beklemediği sürprizler ile karşılaşır. Henüz nikahtan (kilise) çıkarken ablasının attığı pirinç tanesi gözüne girmiştir. Acı içindedir ve aksilik sadece pirinç tanesi değildir, çünkü o gün ömrü boyunca başına gelenlerin bir toplamı ve çözülme sürecidir.

Aksilikler, beklenmedik olaylar güldürünün vazgeçilmezdir. Temposunu kelimelerin arka arkaya soluksuz gelmesinden almaktadır. Sabit bir dekor vardır, oyun boyunca o dekor içinde olaylar gelişecek ve sonlanacaktır. Işık oyunun her bölümüne eşit oranda dağılmıştır, ses büyük kız kardeşi Lucie’nin şarkısı dışında doğaldır ve seyirciye direkt ulaşmaktadır.

Zıtlıkların yaratmış olduğu komik durumdur oyuna hakim olan. Sözler ve kelimelerin yanlış anlaşılması üzerine oturmaktadır. İkili anlamların yaratmış olduğu çelişkiler insanı ister istemez gülmeye itiyor, çünkü anlatılan ile kabul edilen arasında ki uçurumdur yaşadığımız çağın algısı… yaratılan gerçeklik yoktur günümüz medyasının yaptığı gibi, aksine var olan gerçeğin yanlış anlaşılması vardır, geçmişte her şey daha naifmiş dedim oyunu izlerken. En azından yanlış anlaşılmalar kısa sürede yerini doğru algılara bırakıyor, ya günümüzde yaratılan gerçeklik içinde büyüyenler her daim yalanlar içinde yaşayacaklardır, onların doğruya ulaşma şansı bile yok!

Jean Tourille düğün olduğu günün sabahın da üzüntüler içinde gelmiştir. Krematoryum’dan arda kalan küller ile elinde vazo ile gelmiştir. Elinde ki külde sözde karısının külüdür. Sözde diyoruz, çünkü olayların akışında eşi olarak tanıttığı Emmanuelle aslında kardeşidir. Emmanuelle, Jacques’in son sevgilisidir ve bir yıldır birlikteler.  Emmanuelle vasiyet etmiştir, külünün son savrulacağı yer yatak odasında ki yataktır. Bu vasiyeti yerine getirmek için gelmiştir Jean. Salon içinde oluşan girdaplardan biridir bu kül ve sevgilinin son yolculuğu. Elbette hiçbir şey görünürde olduğu gibi değildir. Oluşan girdap kısa sürede olayların bir biri içine girmesine sebep olacaktır ve oluşan algı oyunları oyunun komik ve seyirlik olmasına yol açar.

Reklamcı Jacques çapkındır, sürekli sevgili değiştiren ve uzun süreli ilişkiler içinde yaşayamayan bir reklamcıdır. Çapkınlığı ona cumhurbaşkanı adayının reklam işlerinde engel olacaktır, henüz o sabaha kadar bunun bu şekilde olacağını düşünmemiştir bile, o gün helikopteri ile gelen politikacı Michel Rolors bu gerçeği yaptığı seçim stratejisine zarar verdiği gerçeğini açıklayacaktır ama olaylar onu da o salonun içinde oluşan girdabın içine alacaktır. Olaylar öyle bir eğilecektir ki, masum bir istek bile aslında gönül ilişkisinin başka bir yansıması olarak karşımıza çıkacaktır.  

Konuklar bahçededir. Hamile olan eşi Jacques’i bahçede konuklar arasında beklemektedir. Zaman zaman salona gelerek salonda yaşanan girdapların oluşturmuş olduğu fırtınaya bilmeden katkı yapar.

Olaylar iç içe geçmiştir ve her olay aslında bir biri ile bağlantılıdır. Bağlı olmayan da bağlanacaktır zaten! Reklamcı Jacques’in işini kaybetmemesi için politikacı Michel Rolors’a bir kumpas kurar büyük kız kardeşi Lucie. Michel Rolors ise bu kumpasa aldırmadan gözü dönmüş şekilde kumpasın bir parçası olan Emmanuelle’yi taciz eder. Emmanuelle bu olaylar yaşanırken aslında ölmediği salona gelmesi ile anlaşılmıştır. O genç ve güzeldir, yüzmeyi sever. Sportif yapısı onun daha da çekici kılar…

Olayların içine yerel bir gazeteci de (Christian Perrochot) dahil olur, o da yaşanan düğünü haberleştirmek için oradadır, özellikle politikacı ile reklamcının arasında ki ilişkiyi haberleştirip gazetede itibarını artırmak istemektedir. Olaylar içine o da sadece gözlemci olarak değil, girdabın bir parçası olarak katılacaktır.

Olaylar gelişim sürecini kısaca bahsettim, elbette bunun çözülmesi ikinci bölümde yer alacaktır ve oyuna giderek bu oyunun nasıl bir mutlu sona evirileceğini izleyebilirsiniz.

Oyun bir salonda geçmektedir, salonun içinde oluşan trafik ve hareketlilik oyuncuların bir birine alan açması ile izlemesi keyifli, bol kahkahalı bir seyirlik oyuna dönüşmüş. Oyunun izleyicileri arasında ki küçük çocukların daha fazla güldüğüne şahitlik ettim. Daha önyargısız bakıldığında olayın gülünçlüğü ve yaşananların absürtlüğü seyirciye daha dolaysız ulaşmaktadır… usta oyuncuların sahneye katkısı büyüktür, onların oyunu daha dikkatli ve daha iyi akışına sağladığı katkı küçümsenemez. Keyif alacağınız bir oyun sahnelerde yerini almıştır.

Gidin izleyin eğlenenin, oyun sonunda size bir şey kalır mı, en azından iki saat güzel anlar yaşamış olursunuz.


İsmail Cem Özkan
  

Kör Düğün
Yazan: Olivier Lejeune
Yöneten: Tolga Yeter
Müzik: Kutsi
Sahne Tasarımı: Yağız Serbes
Kostüm Tasarım: Yelda Serbes
Aranjör: Tanzer Gümüş
Yardımcı Yönetmen: Kerem Tanık

Oynayanlar: Nilgün Kasapbaşoğlu, Hakan Akın, Yelda Serbes, Feyza Çipa,Vahit Atan, Nurşin Durmaz ve Tolga Yeter

4 Nisan 2018 Çarşamba

Şahane Züğürtler

Şahane Züğürtler

1920’li yıllar Paris. Beyaz Rusların sürgün yeridir. Henüz devrim olalı çok olmamıştır, içlerinde geriye dönme ümidi olan beyaz Ruslar ve çar çevresi Paris’te yaşam mücadelesi vermektedir. Daha önceki sürgünlerin yerini yenileri almıştır. Rusya’da devrim ve onun mücadelesi batıda mülteci akımı anlamına gelmektedir. Her dönemin liderleri yeni mülteci dalgasını ve daha önce mülteci olanların geri dönmesidir.

Beyaz Ruslar Paris’in değişik otellerinde kalmaktadır, gün geçtikçe fakirleşmekteler, ülkeden getirdiklerini teker teker ellerinden çıkarmaktalar, artık çalışmak zorundadırlar. Para suyunu çekince geçmişte ne olduğu değil bundan sonra ne yapacağı ile ilgilenmekteler. Çar ailesinden Grandüşes Tatyana Uratieff ve onun ile evli olan Prens Mikhaïl Uratieff bir otel odasında fakir günlerini yaşamaktadır. Ellerinde çar Rusya’dan getirdikleri büyük miktarda para vardır ve o parayı Fransız bankasına yatırmıştır. O paranın bankada bağlı kalması savaş yıllarının ve sonra ki sürecinde iç piyasanın ihtiyacı vardır ve banka yetkilileri Prens Mikhaïl Uratieff’i ikna etmek için peşinden koşmaktalar ve hatta Fransız hükümeti onun güvenliğini sağlamaktadır. Prens Mikhaïl Uratieff gururludur ve çar Rusya’sına bağlıdır. Tek bir kuruşuna dahi dokunmayacaktır, kendi durumu ne kadar kötü olursa olsun… Grandüşes Tatyana alışkanlıklarını henüz terk etmemiştir ama yeni koşullara da uyum sağlamaktadır. O alışverişe gittiğinde marketten çaldıklarını eve getirmektedir. Market sahibi görmüş olsa da görmezden gelmektedir, çünkü Fransız hükümeti bu konuda market sahibine parasını ödemektedir.

Günlerden bir gün beş parasız kaldıkları gün gazeteden gördükleri bir ilan üzerine iş başvurusu yaparlar. Kaldıkları otelden gizlice ayrılırlar, ellerinde kalan bir kılış ve flama ile birlikte. İki sembol Rus onurunu sembolize etmektedir.

Yeni iş yeni isimler altında çalışmak onların kimliğin üstünü kısa sürede olsa örtecektir.

İş başvurusu yaptıkları yerde kabul görürler, yatacak, içecek ve bir miktar para karşılığında hizmetli olarak işe başlarlar. Kısa sürede ev sahiplerine kendilerini sevdirirler. Patronları (Charles Dupont) işçi partisi milletvekilidir. Solcudur ve Rusya’dan petrol imtiyazı almak için uğraşmaktadır. Onun içinde Rusya’dan gelecek olan petrol bakanı ile buluşma ayarlamak için uğraşmaktadır. Charles Dupont aynı zamanda yanında çalıştıkları kadınlara karşı çapkınca yaklaşmaktadır. Onların çaresizliğinden yararlanma yoluna gitmektedir. Karısı Fernande Dupont ise bu durumu bilmektedir. Kendisince önlemler almak için uğraşmaktadır ama yaşadığı yaşam kalitesini düşündüğümüzde elbette çok da ses çıkaramamaktadır. İki çocukları vardır.

Olaylar gelişir, geçmiş onların peşini bırakmaz. Beklenen konuk bir gün gelir ama konuğun kim olduğunu öğrenen Grandüşes Tatyana ve eşi Çar Rusya’sından kaçmadan önce kaldıkları hapishane günlerini anımsarlar. O hapishanede Grandüşes Tatyana tecavüze uğramıştır. Beklenen konuk işte kaçtıkları hapishanenin müdürüdür. Sorgularını yapandır. Geçmiş ile yüzleşme kaçınılmazdır…

Kendilerine ne denli büyük acılar yaşatmış olsalar da, Devrim’e ne denli karşı olsalar da, kendilerini bu duruma düşürenlerden intikam almak için yanıp tutuşsalar da açlık ve sefalet içinde yaşayan, acı çeken bir Rus halkı vardır. Ve Prens, ömür boyu hizmetçi kalacaklarını bile bile, Rus halkının mutluluğu, Rusya’nın özgürlüğü, Batı’nın petrol kuyularını ele geçirmemesi uğruna hesabındaki tüm parayı Komünist Rusya’nın petrol bakanına verecektir…

Prens Uratieff ve karısı Grandüşes Tatyana yaşamlarının geri kalanını fakir ama mutlu olarak geçirmeye karar verirler, onların yeni vatanı sürgün yaşadığı ülkedir ve çalışarak hayatlarına devam edeceklerdir.

Aslında dört perde olarak sahnelenen oyun büyük bir zevk ile izledim. Perdelerin her kapanışı başka bir bölümün başlangıcını ifade etmektedir. Her bölüm başka bir dekor ile sahnede yerini almıştır. Her bölümün dekoru ile birlikte kostümleri de değişmektedir. Işık genelde sabittir, sadece Prens Uratieff ve karısı Grandüşes Tatyana özel konuşmaları olan sahnelerde onların üzerine yoğunlaşmakta diğer alanlar karartılmaktadır. Müzik olayların akışı içinde sahne ile bütünleşmektedir.

Şahane Züğürtler, güldürüyle dramın iç içe olduğu, insan sevgisinin hep ön planda tutulduğu bir oyun. Bir an kahkahalarla gülerken, az sonra dramın içinde bulabiliyorsunuz. Belli bir karamsarlık vardır oyunda. Ama öylesine ustaca kaleme alınmış ki yapıt, bir daha geri gelmeyecek güzelliklerin, bir daha gerçekleşemeyecek hayallerin arkasından ağlamak yerine, birbirine sevgiyle sarılmış insanların her şeye yeniden başlayabileceklerine, her şeyin üstesinden gelebileceklerine inanıyorsunuz.

Oyunun yönetmeni daha önce sahneye koymanın getirmiş olduğu alışkanlık ile oyunun dekorunu, kostüm seçimini, oyuncuların karaktere verdikleri hayat yönetmenin seçimini ve o seçime uygun sahnelemeyi görüyoruz. Son sahnede seçilen kostüm bana göre geçmişin en şaşalı günlerinde giyilen kostümdür ve emekleri ile geçinen karı kocanın o kostüme ulaşması biraz güç gibi geldi ama yönetmen madem böyle seçmiş, geçmişin özlemi bir kostüm ile yaşanacaktır… ama tasarruf yapmak zorunda olan iki emekçileşmiş çar ailesinin fertleri için kostüm almak yerine daha özel daha mütevazi elbise ile çağrışım yaptırabilinirdi…

Oyunculuk konusunda bana göre her hangi bir sorun görmedim, seçilen roller, rollere hayat veren oyuncular ve birbiri ile olan ses ahengi ve sahnede ki uyumları bu oyunun ruhuna çok şey katmışlar diye düşündüm, gülünecek yerde güldük, üzülecek ve vicdanımızı sızlatan yerde vicdanımız sızladı... hayatın karanlık ve kırılgan sürecine dokunan oyunda kara mizah abartılmadan uygulanmış, sahnede canlandırılmış. Oyuncular kendilerine verilen rolü en iyi şekilde hayat vermişler…

Fransız bulvar tiyatrosunun öncülerinden aktör, yazar ve yönetmen Jacques Deval'in 1933'te yazdığı komedi, eğlenceli iki saat geçirmek isteyenler için kaçırılmaz bir fırsat. İzleyin, fırsatınız varsa kaçırmayın derim, çünkü size ileride anımsayacağınız bir iz bırakacaktır.

İsmail Cem Özkan




Şahane Züğürtler
Yazan: Jacques Deval
Yöneten: Haldun Dormen
Çeviren: Asude Zeybekoğlu
Müzik: Mertol Şalt
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Canan Göknil
Işık Tasarımı: Özcan Çelik Yardımcı
Yönetmen: Can Doğan
Yönetmen Yardımcıları: Ceylan Çete, Doğan Şirin, Emel Bertan
Efekt Tasarımı: Serkan Yavşan

Oyuncular: Barış Çağatay Çakıroğlu, Buğra Can Ildırışık, Can Başak, Can Doğan, Ceylan Çete,Çağrı Özgür Hün, Dilay Taşkaya, Engin Akpınar, Hakan Güner, Müge Akyamaç, Onur Şirin,Özgün Akaçça, Süeda Çil