12 Nisan 2018 Perşembe

Çanlar, şofarlar çalıyor, selalar okunuyor…

Çanlar, şofarlar çalıyor, selalar okunuyor…

Savaş için tek tanrılı dinlerin ibadet yerlerinde bir hareketlilik yaşanmakta, sürekli gelen cenazeler için hocalar, hahamlar, papazlar fazla mesai yapar olduklar. Toplum önünde okunan dini metinler ve hep birlikte bağırılan intikam yeminleri. Dini merkezler barış yerleri olarak sunulur, huzur vardır ama savaş zamanlarında daha çok savaşın arka cephesini oluşturur. Cepheye gideceklere hayır duaları, şehit olurlarsa vaat edilen cennet anlatılır. Savaşa bir insan neden gider? Sorgulanmaz, hiç bilmedikleri coğrafyalarda, hiç bilmedikleri hakların diyarında, hiç bilmedikleri düşman olarak gösterilenleri öldürürler, kadınlarına tecavüz ederler. Fırsat bulanlar yağmaya bile kalkar, çünkü savaşta alınan her şey savaşın ruhunda vardır. Savaş toplu cinnet geçirmedir, toplu cinayet ve ölümdür. Savaşın olduğu topraklar kana doyar, kimyasal ve biyolojik silahların yıkıntısı altında yıkılan beton binaların griliği içinde kalır. Savaşın olduğu yerde akıl yoktur, aklın yerini duygusal tepkiler alır ve işkence savaşın olmazsa olmazdır. Düşman ya yok olacak ya kendisi yok olacaktır. Ortası yoktur.

Savaş cephede sıcak geçer, masa üzerinde ise soğuk!

Savaşan taraflar savaşanlara sormadan masa başında cephede elde ettikleri güç ile dik dururlar ya da teslim olurlar. Soğuk savaşta olanların kanı toprağa düşmez ama alın terleri masa üzerinde ki kağıtlara nefret söylemi olarak düşer…

Savaş meydanında ölecek genç kalmayınca, babalar oğulların cenazesini kaldırmaktan yorulduğunda, babaların en küçük çocukları, ölenlerin kardeşleri alır yerlerini. Çocuklar savaş meydanında zaten ölürler ama sıra kendilerine geldiğinde birer silaha, bombaya dönüşür öldürürler. Savaşın olduğu bölgelerde büyüyen çocukların elerlinde Barbi bebek olmaz, kurşundan oluşturdukları oyunlar oynarlar ve savaş oyunları ile birbirini önce “cuf” diyerek öldür, sonra ellerline verilen silahlar ile birbirini öldürür ya da verilen emri vermek için bir yerlerde canlı bombaya dönüşür. Onları katil yapanlar aslında savaşa karşı gelmeyip ekranlarından izleyenlerdir. Onlara başka olanak sunmayan insanlık suçludur. Savaş suçu tüm insanlığındır, liderlerini zamanında ikaz etmedikleri ve savaşa karşı direnmedikleri için… Savaştan kahraman çıkmaz, kahraman savaş bittikten sonra yaratılır, savaştan bol bol katil çıkar, ölüm çıkar, mezarlıklarda oluşturulan özel bölümler artar, bayrak üstünde / altında gelen ölüler…

Bayrak için öldürdüğüne ve öldüğüne inanır sıradan cephede savaşan biri, masa başında olan ise savaştan ne kadar şirketin en kadar iş alacağını hesaplar… Savaş yıkar, yıkımın yerini yeniden onarmak için savaşı kazanan ülkenin şirketleri sıraya girer, eli ayağı tutanlar o şirketler için işçi olurlar…

Sürekli bir birine benzer senaryolar ortaya konur, eğer o senaryo sonucunda başarı elde edilmişse.. savaş isteyenler yaratıcı değildir, çünkü savaş yaratıcılık isteyen bir şey değildir. Elinde ki güce ve silah birikimine göre hareket edersin. Silah bulundu, silahın üzerinden füzeler bulundu, füzeleri taşıyan insansız araçlar bulundu ve mertlik bozuldu. Savaşı hiç görmeden binlerce insan öldüren masa başı çalışan askerler kameralar aracılığı ile yarattıkları cehennem ateşini bile hissetmeden okuldan gelecek çocuğuna nasıl bir sürpriz yapacağını düşünür. Savata güçlü olanlar savaşı kendi topraklarına yaklaştırmazlar bile… Savaşın olduğu yerlerden gelen filimler ve fotoğraflar ise romantik görüntülerdir bazıları için…

Irak işgal eden güçlerin çocukları, devamcıları aynı senaryoya farklı özneler koyarak yeniden sahneye koydular. Sahne savaş bölgesidir, öne sürülen savaş gemileri… Hibrit savaşın kuralına uygun devşirilmiş askerler zaten orada onlar adına birbirini aldıkları yardımlar ile birbirini vuruyor… Embedded medya dünyaya yalan haberini namlu ucundan bakarak yazıyor. Liderlerinin istediği haberler, istediği an uyduruluyor ve gerçekmiş gibi sunuluyor, çünkü kendi seçmenine haklı olduğunu göstermek ister savaş ilan eden lider. Kendi halkı arkasında olmadığı sürece savaş karşıtı gösteriler iç barışı bozar…

Körfez işgal edilmeden önce Tony Blair ve Bush yalan söyledi. Daha sonra bunu kabul ettiler.

“Her şey yalandı, hepimiz biliyorduk Saddam’ın elinde dediğimiz hiç bir silah yoktu. O yüzden rahat işgal ettik” diye de övündü Blair.

Blair kim, İngiltere başbakanı, işçi sınıfını temsil ettiğini söyleyen bir politikacı.

Yalancı bir solcu…

Liberalizmi savundu, İngiltere işçi sınıfının elinde ki tüm birikimleri sermaye lehine harcadı...

Ne yaptı, bir milyondan fazla insan ölüm emrini verdi...

Yargılandı mı, hayır.

Yalancı olduğunu itiraf etti, yargılanmadı.

Bush dünya lideri, yardımcısı Blair...

Bugün yine benzer yalanlar söyleniyor.

Bush yerinde Trump…

Trump iktidarını korumak adına başka ülkelerden füze fırlattırıyor, kimyasal silah kullanılmadan kullanıldı dedirtmek için kontrolünde ki insan hakları örgütünden açıklama yaptırıyor...

Trump savaşı demek milyonlarca insanın ölmesi, milyonlarcasının mülteci olması demek. Kendi ülkesinde savaş yok, ülkesine doğru mülteci akımı yok, işsiz kalan işçisine iş sahası açacak... Sadece iç kaygılar yüzünden kendi ülkesi dışında yaşayan her insan onun gözünde ölümü hakketmiş birer rakama dönüşüyor...

Trump “önce Amerika” politikası için tüm dünya insanını ateşin içine atıyor… Buna Fransız eski solcu şimdi sağcı başkanı alkışlıyor, İngiltere başbakanı kendi parlamentosunu yok sayarak “gireriz” diyor…

Dünyada savaş için çanlar, şofarlar çalıyor ve selalar okunuyor…

Suudi Arabistan’ın başkenti füzeler ile vuruluyor...

Amerika güney Arabistan ve körfez ülkelerine yönelik bir müdahale için zemin mi yokluyor ya da oluşturuyor?

Türkiye ikinci dünya savaşı sırasından daha kötü bir ekonomiye sahip, üreteceği elinde fabrikası yok, birikmiş tahıl ambarı yok, tarım arazileri boş ot kaplamış durumda, köylüler marketten alışveriş yapar konumda…

Her açıdan dışa bağımlı kalmış bir ülke ateşin içine iteklendiğinde kim karlı çıkacak? Ülkemizi savaş ekonomisi düzlüğe çıkarmaz, ekmek karnesini yeniden kullanıma sokar... iç/dış dinamiklere hoş görüneyim derken ateş çemberinin içine atmasın ülkemizi, çünkü ülkemizin birikimi anlatılan gibi değildir. Başarılı olduğumuz, teknolojik olarak geliştirdiğimiz doğru dürüst bir şeyimiz yok, saman balyalarını, yumurtaları bile ülke dışından alır olduk. Et fiyatlarını dengeleyecek canlı hayvan sayımızı bile yaylalarda artık yok… evet yollarımız ve o yolları kullanacak biz olamayız savaş çıkarsa eğer… karartma gecelerini yaşadı bu ülke Kıbrıs çıkarmasında, nasıl on yıl bir anda geriye gittiğimizi tarih yazar… bir ambargo ile "bir cente" muhtaç olduğumuzu o dönemin muhalif lideri iktidara gediğinde anlatır… Savaş kahraman üretmiyor, kahraman olacağını sananlar ilk seçimde kaybetmiştir… ihtiyaç olduğunda yıllar sonra kahramanlar yaratılır…

Yaratılan kahraman olmak için binlerce gencimizi ölüme göndermeyin!

Yaratılan kahraman olmak için var olan sorunlarımızın üzerini savaş rüzgarı ile örtmeyin, kendi kendine yeten bir ülke için, bir arada yaşamı güçlendiren politikalar üretin savaş yerine…

Küresel çapta siyasete müdahil olanlar bizi piyon olarak görmeye ve hayatımız üzerinden gelecek planları oluşturuyorlar...

Peki, bizim bu oyuna karşı bir müdahale hakkımız var mı?

Ne yazık ki piyonların önünde ki at oyunun sonucunu belirlemez...

İstihbarat kurumlarını devlet finans eder, şirketler elde edilen bilgi ile para kazanır. Savaştan elde edilen istihbaratlar sadece şirketlerin ileride nere ne kadar yatırım yapacağı konusu kadardır, çünkü istihbaratta artık teknoloji ile olduğundan teknolojisi elinde olan her türlü bilgi önce kendisine kullanır, kırpıntıları ile diğerleri idare eder…

Hangi gerekçe ile olursa olsun, bölgemizde ve dünyamızda savaşa hayır!

Emperyalist savaşlar sadece yıkım getirir…

Savaşa hayır!


İsmail Cem Özkan

Balerin

Balerin

Medyanın kafamızın içini biçimlendirdiği bir zaman diliminden geçiyoruz. Görsel olarak sunulanların emek boyutu ve insanı içeriğini pek incelemeden öyle sunulduğu gibi alıyoruz, kendi algılarımız içinde değerlendiriyoruz.

Ülkemizin şanslı insanları bale, opera, tiyatroya gitme/görme şansına sahip, onlar orada, yani sahnede yaşanan olayları ve emeği; alın teri olarak görmekteler. Sanatçı seyircisi ile buluşurken “sahnede size sunduğum şölen yılların birikimi ve şu anda izlediğiniz dakikalardır.” demektedir. İzleyici ile göz teması vardır oyuncunun, oyun içinde canlandırdığı karakterin giysisi içindedir ama bizim dilimizde bizim alışkanlıklarımız içinde bize bizim imgelerimiz içinde bize daha önce yazılmış bir öyküyü anlatır.

Sosyal medya son yıllarda yaygınlaştı ve geleneksel medyanın yerini çoktan almış durumdadır. Bugün her birimizin cep telefonundan sosyal medyanın görselleri sunuluyor. Protestolar, şikayetler, homurdananlar görsel eklenmiş alt yazı ile sunuluyor. Bale ve balerin denildiğinde ise taciz, tecavüz, sahnede oyunculara karşı söylenmiş nefret söylemlerin sonucunda bir protesto olarak bazı fotoğraflar yayınlanır. Cinsiyetçi bakışa karşı sanatçıyı savunan fotoğraflarda emek vurgusu yapılır. Bakın denir ne fedakarlıklar sonucunda bu sanatçı sahnede yerini alıyor, nasıl bir eğitimden geçtiğini görün diye görsel materyaller eşliğinde cep telefonumuza yansır. Sosyal medyanın bir özelliği vardır, anında tepki duyar twitter hesabından siyasi bir metin yazar ve sonra hiç yaşanmamış gibi başka haberlere bakarız. Bir saman alevidir ve bizler samanın ne olduğunu bilemez konumdayız.  

Her birimizin ekranına düşmüştür yaralar bereler içinde ayak parmak uçları. Balerinin ayağıdır. Sargılar içindedir. Nasır bağlamıştır belki…

Balerin ya cinsel yönü ile ya da çektiği eziyet ile ekranlara düşer.

Nefret söylemi ya da cinsel obje olarak algılayanlar ve onlara karşı savunanlar… Yaşanan tüm olumsuzluklara karşı balerini, balerinler ve opera bale sanatının emekçileri kurumları ile birlikte basın açıklaması yaparlar ama bu zaman diliminde artık “normal” olarak kabul ettiğimiz gibi yaygın medyada yerini pek almaz, alırsa da görünmez olması için üzerine başka haberler serperler. Sahneden, yaşamdan kadının uzaklaştırılması için her türlü yol denenir. Kadın bazıların şehvetini azdırıyor, azanlar ise kadına her türlü acıyı hak görüyor. Yaşananlar ve mahkeme tutanaklarına düşenler ibretlik olacaktır belki gelecekte. Çağdaşlık yolunda ilerleyen bir memleketin çocukları bugün sahnede kadının varlığını ve konumunu tartışır hale geldi.

Balerin oyunu klasik bale eğitiminden başlıyor. Klasik bale eğitimin ne kadar zor, ağır ve çok çalışma üzerine oturduğunu sahnede görmekteyiz. Balerin imgesi kafamızda “tütüsü, point’leri (parmak ucunda durmasını ve dans etmesini sağlayan pabuçları), “beyaz”lığı, zarafeti, masumiyeti gibi… Evet, dışarıdan bakınca romantik bir görüntü… O görüntünün kuralları vardır ve o kurallar çok çalışmak içindedir. Kolay değildir, eğitmenin her emrini yerine getirmek. Üstelik eğitim müzik ile uyumlu sahne üzerine kuruluysa. Klasik olarak öğrenilen hareketlerin bale için yazılmış bir eserde sahnede hayata vermek, seyircinin önünde… Her gösteri, her sahne ayrı bir çalışmanın üründür, kaslar ısıtılmadan, belirli esnemeler yapılmadan sahnede balerin yerini alamaz, alırsa da başarılı olamaz. Başarı içindir çalışmak…

Balerini sahneden indirip aramıza aldığımızda ne görürüz? Bir insan. Onu bir insan olarak gördüğümüzde sahnenin büyüsü yok olacak mıdır? Acıları, sevinçleri, duydukları, hissettikleri, seyircin hapşırması karşısında çok yaşa diyen bir ses. Balerin aramızda olursa büyü bozulur mu?

Oyun yukarıdan aşağıya doğru süzülen bir ışık demetinin aydınlattığı alanda bir müzik kutusu üzerinde görürüz balerini. Müzik kutusu müzik eşliğinde dönmektedir. Nostaljik filmlerde gördüğümüz müzik kutusu dijital sesi eşliğinde kurulduğu kadar dönecektir. Balerin bir mekaniğin parçasıdır. Bir işlevi vardır.

Müzik kutusu üzerinde dönen balerin sonuçta bir insandır ve o kutudan indiği an insan olduğunu, nefes alıp veren, kılık kıyafet değiştirendir. Ayaklarındaki point’leri çıkarması, ayağını pudralaması, bakımını yapması, point’lerin bağcıklarının neden dışarıda olması gerektiğini anlatması, kurallar içinde davranmasının bir gerekçesi olduğunu anlatır. Aynaya karşı konuşmaktadır ama ayna aslında bizleriz, diğer taraftan da aksedilen balerin.

Dans, bale, tiyatro, video… iç içe geçmiş sanat dallarının birlikteliğinden doğan bir şölen…

Her sahne her farklı öykü bir kıyafet değişimi ile seyirciye hissettirilir. Her küçük öykü balerinin başka açıdan yorumlanışına ve onun insani boyutunu görmemize açılan pencereleri işaret eder. Sahne yatay şekilde kurgulanmış bir penceredir ve pencereden yansıyan ışık (video) bize öykünün başka boyutunu anlatır.

Dans ve tiyatro bir sahnede kesişmektedir. Müzik kurgusu ve geçişleri hareketlere bir anlam katarken seyircinin kafası içinde kelimelere dökülmektedir. Her notanın karşılığı bir hareket, her hareketin anlamı bir kelimedir. Kelimeler yan yana gelmektedir, uzun uzun cümleler öykünün ana fikrini oluşturmaktadır. Klasik baleden modern baleye doğru bir yolculuk, bale tarihinin yolculuğudur. Kronolojik geçiş yoktur ama kronolojik olmayan bir tarih yolculuğundayız. Ses, hareket, müzik, balerinin iç konuşması ve dışarında gelen komutlar.

Bir balerinin içinde biriktirdiği ve seyirciye anlatamadığını anlattığını bir şölene dönüşmüş. Bu şölene seyircinin tepkisi ayakta alkışlamak oldu. iyi bir şekilde kurgulanmış, iyi bir şekilde sahneye taşınmış ve sunumu mükemmel olan bir bütünlüklü dans, tiyatronun kesiştiği farklı bir sanat eserini gördük, yaşadık, içselleştirdik.

Balerin oyunu bir anlamda bir manifestoyu sahnede açık açık seyircisine sunuyor… Marx ve Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifestosuna atıf yapılarak işçi yerine balerin kelimesi ekleyerek yapmış olduğu manifesto sahneden seyirciye direkt ulaşıyor…

Oyun bittiğinde aklımda kalın harfler ile cümleye dönüşen şu cümle oldu; “hep bir direniş hali.” Balerin sahnede yer alabilmek için sürekli direnmek ve esnekliğini korumak zorunda, üstelik zamanın acımasızlığı karşısında dimdik ayakta durmak zorunda. Modern, klasik dans hangi dansı yaparsanız yapın direnmeyen insanın dans etme şansı yoktur, trajedi, dramdır. O trajediyi mutlu ana döndüren öykünün sahnede hayat bulmasıdır…

Kuğu Gölü Balesi, Şirin, Giselle, Kamelyalı Kadın…

Pyotr İlyiç Çaykovski, Arif Melikov , Adolphe Adam, Alexandre Dumas…

Arka arkaya gelen ve iç içe geçmiş olan bale klasiklerin ve bizden öykü olan Ferhat ve şirin’de Nazım Hikmetin sözleri evrensel olanın yerel olana doğru dönüşü, yerel olan balerinin evrensel olana doğru geçişini izledik. Yere yansıyan video görüntüleri, bırakılan her boşluk, nefes almak için verilen molalar, kıyafet değişimi ve iç çekişler bizi seyirci koltuğundan alıp öykünün içine bırakmasıdır.

Bir biri ile uyumlu ses, ışık, sahne düzenlemesi, oyuncunun ustalığı ve birikimin sahneye taşıyan yaratım ve yönetim bize unutamayacağımız bir gösteri sundu. Emeği geçen tüm sahnede yer alan almayan, hatta sahnede konuklara yer gösteren tüm çalışanlara çok teşekkür ediyorum… İyi ki varsınız, iyi ki sanat var, yoksa bir birimize bizim hikayemizi anlatamayacaktık.

Sanat hangi alanı olursa olsun insana insanın öyküsünü anlatmaktır.


İsmail Cem Özkan



Balerin
Proje Danışmanı: Kemal Aydoğan
Tasarım, Yönetim, Koreografi: Bedirhan Dehmen
Yaratım, Dans: İlke Kodal
Sahne Tasarımı: Bengi Günay
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
Ses Tasarımı ve Müzik: Utku Şilliler
Görseller: Murat Dürüm
Proje Asistanı: Belçim Yavuz
Süre: 50 dk.
Moda Sahnesi


Tanrı biz insanları düşündü.

Tanrı biz insanları düşündü.

Tanrı bir gün biz insanları düşündü. Bazı insanlara serveti, cariyeleri, köleleri hak görürken, insanlığın çoğuna acıyı, nefreti, aşağılanmayı, köle olmayı hak gördü. Tanrı kendi gölgesini dünya üzerine krallar, padişahlar ile yeryüzüne vurdu, peygamberler onun nefesi, sesi oldu. Onlara her türlü sefayı hak gördü, onların elinden cezayı ise keskin kılıç olarak tebaaya hak gördü.
Mısır’dan çıkan seçilmiş Yahudilere “seçilmişsin” dedi, yüzler yıl köle yaşadıktan sonra. Kimse sormadı, Yahudiler Mısır’a neden köle ve işçi olarak gittiğini. Musa onların kurtarıcı çobanı olarak tanrı tarafından ilan edilene kadar, seçilmiş halk diğer kölelerden farklı çalışmadı.
Firavun’un yaptırdığı saraylara taş taşıdılar, taş işçiliği yaptılar, taş ocaklarında alın terlerini ve kanlarını bıraktıklar. O güne kadar seçilmiş halk hiç sormadı neden bu cezaya tabi olduklarını…
Seçilmiş halktı ve seçilmiş bir taş ocağında kas gücünü Firavun için kullanırken güzel kadınları sarayda cariye olarak firavun daha güzel gece geçirsin, deliksiz uyku uyusun diye canını dişine takmış her türlü insanı değerini ona sunuyordu.
Mısır medeniyetti. İnsanlığın yaratmış olduğu birikimin sembolü, o dönemin parlayan güneşiydi. Firavun tanrının yeryüzünde ki güneşi, ayı, gölgesi ve hatta kendisiydi. Tanrıydı krallar, peygamberler ve imparatorlar. Sezar’dı dünyayı inleten.
Tanrı adına savaştırdı kölelerini, tanrı adına arenada kanlar yere döküldü. Tanrı adına kan döken köle, binlerce insanı kendisine hayran bıraktı. Kanı dökülenin ise nefesi arena zeminine karışırken, seslerde haykırışa neden oluyordu. Tanrının yüzlerce ismi vardı ve her toplum tanrının öteki ismini haykırıyordu.
Tanrı sadece efendilerindi.
Efendiler tanrı için sefa içinde yaşıyordu.
Midelerinde tek lokma olanlar ise tanrılarına şükrediyor ve daha fazla acı çekmemek için dua ediyordu. Ekmeğe verene şükrandılar. Dilencilerin tanrısı dilendiriyor, dualarını ağızlarına veriyordu ama hiçbir dilenci sormuyordu neden dilendiğini, çünkü alın yazısı onu soylu kandan gelmesine müsaade etmemişti…
Mısır’da seçilmişlerin çobanı doğdu bir gün…
Irmaktan kurtardı sarayda çalışan seçilmiş köle kadın…
Köle kadın verdi memeyi, Firavun’un çocuğuna verdiği sütü…
Çoban büyüdü kim olduğunu bilmeden, çoban olduğunu da zaten bilemezdi. Ona söylenmemişti halkının kurtarıcısı olduğu.
Bir gün köleleri gördü...
Bir gün gerçeği anlattı meme veren seçilmiş köle…
Bir gün firavun ile iktidar kavgası etti, firavun için girdiği savaşta kazanmışken yenilmiş olduğunu öğrendiğinde.
Bir günde kaçtı…
Bir günde çöllerde çoban olarak yaşamayı…
Ateşten öğrendi, çoban olduğunu…
Onun yüreğinde yanan alev kor olmaktan çıkmıştı. Döndü halkının arasına…
Halkına verdi mucize haberi, artık köle olmayacaksınız!
Köle olmayacağını duyanlar bayram etti…
Bayram sevinci dua odasında köleler arasında yayıldı. Firavun fısıltısını duymadı bile. O sırada firavun’un bir oğlu oldu. Taht mirasını bulmuştu, devam edecekti soylu kanın iktidarı ve gücü. Ölen firavunlar için piramitler yükselmeye devam etti kumların içinde. Kölelerin alın teri kanına karışmış taş taşıyorlardı, insanlık o taşın nasıl taşındığını yıllar sonra düşünecekti. Kimse sormayacaktı kölelerin ölümünü, alın terini.
Firavun’un başına olmadık felaket gelecekti.
Kara bulutlar oluşacaktı firavunun sarayının üstünde.
Çoban halkını alsın vaat edilen topraklara götürsün diye azad istedi.
Firavun kölelerini bırakmak istemedi.
Asa dönüştü yılana, anlattı firavun’a sarayının sunum odasında çoban. İnanmadı çocukluk arkadaşı çobana.
Felaket mısır’ın üzerindeydi. Mısır halkı felaketten kırıldı. Firavun’un küçük çocuğu öldü, ölen diğer köleler ile birlikte, seçilmiş halk hariç. Firavun koltuğunu korudu, tanrı seçilmiş kralına dokunmadı…
Ölüm denizde kan oldu.
Ölüm ırmak suyunu kırmızıya boyadı…
Firavun kanı gördü…
Acıyı gördü…
Oğlunun ölümünü gördü…
Çobanın arkasından giden kölelerini gördü…
Denizin ikiye ayrıldığını gördü…
Kölelerini geri almak için denizin ortasından giden seçilmiş halk için yola gözü kapalı daldı…
Deniz askerleri denizin ortasında içine aldı, ölüm oldu, seçilmişler karşı kıyıya geçince…
Kimse sormadı, neden askerlerin canını aldığını...
Firavun kıyıda deniz içinde yok olan askerlerine baktı son bir kere, kaçan kölelerin arkasından üzüldü. Yeni köleler bulmak zorundaydı piramitlerin yükselmesi için…
Sorulmayan sorular çoktu, seçilmişler Sina çöllerine vardığında.
Mucize gerçekleşmişti.
Tanrı acı çekmesi gerekenlere acı çektiriyor, sefa çekmesi gerekenlere de her türlü nimetini veriyordu.
Güzel kadınların kocalarını savaşa gönderip evlenen seçilmişler tarihteki yerlerini koruyordu. Kimse sormadı yeryüzü sular altında kaldığında ölen insanların ne yaptığını. Bir güvercinin ağzında taşıdığını zeytin dalı olup olmadığını tartışırken…
Emekçiydi. Emeği ile geçinen, tarlasını elken, koyunlarını güden diğer seçilmemiş insanların enden acı çektiği, neden savaşlara her daim er olarak katılıp öldüğünün hesabı sorulmadı…
Tanrı adına hiç bilmedikleri coğrafyalara gidip, hiç bilmedikleri evleri yağmaladılar, hiç bilmedikleri diyarlarda “piç” çocuklarını bıraktılar… O çocukların nasıl bir acı çektiğini kimse bilmedi, çağmağa gerilince seçilmiş bir insan.
Onun acısı ile öğrendiler yalnız büyüyen bir çocuğun duygularını…
Tanrı kime acı vereceğini biliyordu, çünkü cennetinden kovulanlarına karşı öfkesi sonsuzdu. Acılar veriyor, ateşlere atıyor, derisini yüzüyordu.
Tanrı acımasızdı…
Sadece seçtiği birkaç insana karşı hoş görülüydü…
Çobandı seçtikleri..
Halkın büyük bir kısmı koyun!
Çobanın arkasından sesi takip ettiler koyunlar…
Sormadılar, sorgulamadılar çobanın ağzından çıkanı…
Sormadılar çobanın nasıl yaşadığını…
Sorgulamadılar çobanın hayalleri uğruna ölen insanların kanın toprak üzerinde kuruduğunu…
Düşünmediler kan düşen toprakta otun bitmediğini…
Çobanların geçtiği yerler çöle dönüştüğünü…
Nazilerin toplama kampında seçilmiş halkın evlatları son nefeslerini vermek için gittikleri gaz odalarında acaba düşündü mü tarihlerini ve alalatılan hikayeleri…
Bir çobanları bu sefer gelmemişti, gelen Sovyet askeriydi… Üstelik hepsi de ateist!
İbrahim oğlunu kurban edene kadar insan verdi oğlunu tanrıya kurban. Neden İbrahim oğlunun boğazına bıçağı dayadığında geldi bir canlı gökyüzünden… Sorgulamadı insan, sorguladı İbrahim’in cariyesi ve cariyeden olan çocuğu.
İbrahim oğlu ile indiğinde, elinde başka bir canlının kanı eli ile, gönderdi cariyesini ve cariyeden olan oğlunu çöl topraklarına…
Sorgulamadan gitti cariye…
Sorgulamadan gitti oğul… Bir oğul için bir can hediye eden tanrı neden çöle giden oğul için bir su damlası olmadı diye sormadı. İbrahim’in vicdanı rahattı, krallığını yürütecek mirasını devredeceği oğlu vardı, üstelik sevdiği kadından… O İbrahim ki halkını vaat edilen topraklar üzerinde dolandı… Mısır kapısı açılana kadar…
Mısır kapısı kölelere açıktı... Seçilmişlere değil... Seçilmişler o kapıdan köle olarak girdiler Firavunlar’a hizmet ettiler. Ta ki bir çoban gelip kurtarana kadar…
Sorulmadan anlatılan öyküler binlerce yıldır kulaktan kulağa, sesten sese aktarıldı… Arada soru soranların önüne dikildi engizisyon mahkemeleri…
Sürgünler acılar yaşadı halklar… Sığındılar başka bir tanrının gölgesinin hüküm sürdüğü topraklara…
Tanrı biz insanları düşünmedi, bazı insanları düşündü…
Kutsal kitaplarda neden kölenin varlığının sonlanmasını istemedi?
Bütün insanlar eşittir, insanın insana yaptığı zulüm bana ait demedi…
Taraf tuttu, taraf tuttuğunun tüm hatalarını yok saydı, bir şeyden habersiz olana ise her türlü eziyeti hak gördü…
Onun adına yaptı her türlü acıyı yaşayan... Düşünmedi tanrının sözünü, düşünmesi ona yasaktı çünkü biat et dedi, etti…
Ticaret yarattı yeni bir sistem.
Ticaret yok etti, gölgeleri ve zulümlerini…
Ticaret yarattı yeni tanrıyı yeşil kağıt parçası üzerinde…
Her şeye yön veren, uğruna ölünen ve öldürülen…
Para üzerine kuruldu yeni düzen…
Paranın hakim olduğu yerde tanrının kurumları siyasetin dışına ötelendi…
Tanrının gölgesi sığındı bir çanın gölgesine…
Tanrı adına ölmek ve öldürmenin yerini para sahipleri için öldürme ve ölüm aldı…
Paraya hükmeden belirledi insanın kaderini…
İnsanların çoğunluğunun kaderi değişmedi, sahipler değişince…
“Liberté, égalité, fraternité”
"Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik"
Sözleri kimin için söylendiğini öğrendi kısa sürede insanlık…
Yanıtını yaratılan yeni sınıf Manifesto ile ilan edecekti…
“Feodal toplumun çökmesiyle oluşan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmış değil. Yalnızca, eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni ezme koşulları, yeni mücadele biçimleri getirmiştir.”
“Proleter hareket ise, son derece büyük bir çoğunluğun, son derece büyük bir çoğunluk çıkarı adına giriştiği özerk harekettir. Şimdiki toplumun en alt katmanı olan proletarya, resmi toplumu oluşturan katmanların tüm üstyapısını bütünüyle havaya uçurmadıkça doğrulamaz, ayağa kalkamaz.”
“Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

İsmail Cem Özkan