28 Nisan 2018 Cumartesi

Nora (Bir Bebek Evi)


Nora (Bir Bebek Evi)

Perdeler açıktır, sahne önceden düzenlenmiş ve seyircinin koltukları doldurmasını beklemektedir. Sessizce bekleyiş sahnenin içinde ikinci sahne olarak konumlanmış. Ayrı bir platform içinde bir salon gözükmektedir. Salona açılan ayrı bir koridor, dış kapıya doğru gidiş hissi vermektedir. O duvar yönünde dış kapıyı gören bir pencere ve pencere önüne birikmiş kar birikintisi hissi.

Salonun bir köşesinde çam ağacı altında hediyeler ile Noel kutlamasını beklemektedir. Noel ağacı gibi bizlerde oyuncuların salonda yerini almasını beklemeye ve başladık… Sessizlik olacak biraz sonra, oyuncuların sesi dolduracak salonu. Önyargısız ya da daha önceden okunmuş tanıtım broşürü etkisi ile önyargı bir bekleyiş…

Evin hanımı kapıyı çalar ve eve elinde hediyelik eşya kutuları ile girer. Evin kapısını hizmetli açmıştır. İlk anda o evin bir küçük burjuva evi olduğu izlenimi vermektedir. Mutlu bir aile tablosu içinde efendisine şirin gözüken bir kedi gibi olan evin hanımı aldığı hediyeleri eşine göstermektedir. Eski ile gelmekte olanın arasındadır. Ekonomik krizleri ortadan kaldıracak yeni bir görev, geçmişin acılarını ortadan kaldıracak ya da yüzleşme kaçınılmaz olacaktır. Her kırılma süreci belirsizlikler ile başlar, her şey beklenildiği gibi gitmeyebilir…

Ortada bir illüzyon vardır ve bizler bu illüzyonun içinde doğru yolculuğa çıkacağız. Nora’nın yönlendirmesi ile bakacağız olaylara. Onun gözünden onun hissinden… O bizi öyle bir şekilde yönlendirecek ki, olayların gelişim süreci içinde hangi olay hangi sonucu doğuracağını baştan hissetmemize neden olur ama sonuç bir sürprizi barındıracaktır. O sonuç ile yüzleşmek kaçınılmazdır, kaçınılmaz olanın gelişim sürecini ince ince işlenen bir kurgu ile bizi sürükleyecektir.

Nora ile kocası Helmer arasında ki ilişki oyunun başından itibaren farklı bir şeyler olduğu hissini vermektedir. Aralarında bir mesafe vardır, sahibinin küçük kedisine davrandığı gibidir. Bu arada dikkatlerden kaçmayan şey ise Nora hareket alanı sınırlıdır, hiçbir zaman eşinin odasına girmemektedir. Helmer misafirlerini odasında ağırlarken hiçbir görüşmesini salona taşımamaktadır.

Nora’nın bir sırrı vardır o sır yıllar sonra ortaya çıkacaktır arkadaşı onu ziyaret ettiğinde. İşsiz kalmış, annesini kaybetmiş arkadaşı Christine yıllar sonra onu bir Noel öncesi ziyaret edecektir. o ziyaret Nora’nın geçmişine kısa bir yolculuktur aslında. Babası ile olan ilişkisi ve eşi ile olan ilişkisinin saklanan sırrı ortaya çıkacaktır. Nora’nın babası ve eşi ile olan ilişkisinde paralele olan davranışlar ortalığa serilecektir.

Babaların kızları ya iyidir ya kötüdür. İyi kızlar sessiz, itaatkar, sadık ve fedakardır. İyi kızlar kuralları çiğnemez, yalan söylemez, babasının istemediği şeyleri yapmaz. Babası kızında bu özellikleri arar ve takdir eder. İyi kızlar büyüdüklerinde de koca evinde aynı biçimde davranmalıdır.

Baba evinde öğrendiğini koca evinde de devam ettirecektir. O babalarının ve kocasının sevdiği uysal bir kedidir. Aslında o kafes içinde yaşayan bir kuştur. O kafesi parçalamak için hiçbir şey yapmamıştır, sadece öğrendiklerini hayatına uyarlamıştır. Düşünmemiş ve sorgulamamıştır.

Babasının son günleri başlarına kötü bir şey gelmiştir, kocası güney ülkelerinin birinde tedavi görmesi gerekmektedir ve paraları da yoktur. Babasından aldığını söylediği bir borç ile o doktorların söylediği yere gitmiş ve kocasının sağlığına kavuşması için her türlü özveriyi göstermiştir.

Christine bu tedavi sürecinde borç olayının aslını öğrenecektir, çünkü Nora arkadaşından sır saklayacak değildir, Christine’nin kışkırtası karşısında savunmaya geçerek gerçeği açıklar. Aslında borcu babasından değil bir tefecilik yapan Krogstad almıştır.

Olaylar geçmişte tanışmış olan bu bireyleri bir Noel öncesi yeniden karşılaştıracak ve yüzleşme Nora için kaçınılmazdır.

Helmer yeni görevi banka yöneticiliğidir. İlk iş olarak çalışma arkadaşlarını belirleyecektir. Yıllar öncesinden tanıdığı ve hoşlanmadığı Krogstad’ı işten çıkarmak ile işe başlamak istemektedir. Fakat yerine kimi alacağı henüz belli değildir. Nora’nın arkadaşı Christine bu işe talip olur ve Nora’nın istemesi sonucu Helmer’den oluru alır.

İşten atılacağını öğrenen Krogstad bu girişimi önlemek adına Nora ile konuşmaya gelir ve aba altından sopa gösterir. Aralarında ki sırı açıklayacaktır. O sırda başka bir sır da vardır, çünkü babası adına imzayı Nora atmış ve babasından öğrendiği tüm öğretileri çiğnemiştir. O artık “iyi” kız değildir. Kocasının “iyiliği” için öğretilerini çiğnemiştir. Bu bir tür yalandır, kocasının ardından iş çevirmektir. Ama böyle söylenmesi ve yapılması gerekmiştir.

Nora yasalar karşısında suçlu olabileceğini hiç düşünmemiştir. Ama Krongstad ile konuşmasında bu gerçek ile karşılaşacaktır. Nora, aslıda sadece kocasının iyiliğini düşünen bir eş olarak doğru yaptığını düşünmektedir; böyle bir durum karşısında yasaların onu cezalandırma olasılığını da anlayamayacaktır.

Yaptığının ortaya çıkması olasılığı karşısında önce intiharı düşünse de daha sonra kocasının kendisini kurtaracağına inanır; fevkalade bir şey olacak ve kocası tüm suçu üzerine alacak diye umut etmektedir.

Evlilikleri boyunca ciddi hiçbir şeyi paylaşmamış olduklarını kocasının tavrının beklediği gibi olmayacaktır. O kocasının gözünde evindeki porselen bebeklerden ve hatta kendi çocuklarından hiçbir farkı olmadığını anlayacaktır –aslında, babasının oyun evinden kocasının oyun evine transfer olmuştur. Bir erkeğin elinden başka erkeğin eline düşmüş bir oyuncak gibi hissetmektedir.

Kurgu içinde iki ayrı kadının yaşamı da Nora’nın gerçekliğine bir ayna işlevi görecektir. Birisi dadısıdır, diğeri arkadaşı Christine’dir.

Dadı, kendi kızını bırakıp Nora’ya annelik etmek zorunda kalmıştır. Christine kendi seçtiği erkekle değil, annesine ve erkek kardeşlerine bakacak koşulları sağlayacak bir erkekle evlenmiştir. Eşi öldükten sonra da çalışmak zorunda kalmıştır. Sevdiği adam olan Krogstad’ı bulmak umuduyla gelmiştir aslında Nora’nın yaşadığı şehre. Kader onları bu şekilde karşılaştıracaktır. İki kadın da hayatın zorluklardan olabildiğince nasiplerini almışlardır.

Olaylar Nora’nın davranışı üzerinde de baskı yapmaktadır. Aşırı gergindir. Konukları için hazırladığı dans gösteriminde ki aşırı coşku salt içinde bulunduğu krizden değil, ataerkil aile ve toplum düzeninde kendini, kendi kişiliğini bulamamasından ve bağımsız bir birey olarak gelişememesine neden olan baskı ve bastırılmışlık duygusundan kaynaklanır.

Helmer, Krogstad’ın Cristine’nin etkisiyle şantajdan vazgeçtiğini bildirdiği ikinci mektubunu okuduktan sonra, daha önce yalancılık, düzenbazlık, ikiyüzlülükle suçladığı Nora’yı hemen “bağışlayıverir”, bağışlanması gereken oymuş gibi. Üstüne üstlük bu “bağışlayıcılığın” kendine kattığı erkekçe güven duygusunu şöyle dile getirir: “Tam da bu kadınca çaresizlik seni benim gözümde iki kat çekici kılmasaydı bana da erkek mi denirdi” .

Helmer, onun bunu yapmaya hakkı olmadığını anlatmak için “Sen her şeyden önce eş ve annesin,” der.

Nora karşılık verir: “Ben artık buna inanmıyorum. Bence her şeyden önce
insanım—tıpkı senin gibi—en azından bundan böyle insan olmaya
çabalayacağım” Çocukluğunda ve genç kızlığında babasının gözünde nasıl bir oyuncak bebek idiyse, onun (kocasının) gözünde de öyle olduğunu, onların yüzünden bir şey olamadığını söyler. Ancak kocasıyla ilişkisinde kendinin de üstlenmediği bir kişilik sorumluluğu olduğunu, hep onun isteklerine göre davrandığını kabul eder.

Son sahnede Nora kendisine yüklenen rolün maskesini atıp “kendi” yüzü, “kendi benliğiyle” kaldığını görürüz. Bu benliğin içindeki bağımsızlık dürtüsü Cristine ve Krogstad ile konuşmalarında, daha önemlisi, gizlice de olsa kotardığı her işte bellidir; ansızın ortaya çıkmamıştır. Yalnızca dönüşüme uğramış ve keskinleşmiştir.

Özgürlük insanı var olmak yerine kendini yaratmaya zorlayan hiçliktir. “İnsan gerçekliği için var olmak kendini seçmektir”. Nora bu varoluş  sürecinin sonunda, Helmer’in ne denli bencil, ne denli küçük bir adam olduğunu görüp yetişkin bir insan olmaya çabalaması gerektiğinin bilincine vararak gelmiştir. Bu da Helmer’in  koruyuculuğunu yitirmesiyle ve haksızca, acımasızca da olsa, Helmer’in  ilk kez onu yetişkin insan gibi bir davranışından sorumlu tutmasıyla gerçekleşmiştir.

Sahne düzeni sahne içinde sahnedir. Son sahnede kar altında son bakış için o sahne içinde sahne olarak kurgulanmış diye düşündüm. Işık daha fazla duvarları aydınlatıyordu, zaman zaman oyuncuların mimiklerini sadece seslerinden anlayabiliyordum, karanlıkta kalmıştı. Geniş bir sahnenin küçük ve orta yerine yerleştirilen platform içinde oyuncuların hareket etmesi ve bir biri ile buluşmaları önünde koltuk ve diğer sahne üzerinde ki dekorun gölgelediğini ve kapattığını düşündüm. Klasik bir bir tiyatroya yeni yorum katmadan sahnelenmesini düşünmüş yönetmen ama en azından kendisince yorum katarak daha dinamik bir şölene dönüştürebilirdi. En azından ikinci sahnede ki dinamizm ilk sahnede de olabilirdi, çünkü verilen arada bir çok seyirci salondan ayrıldığını gördüm… Şehir tiyatroları olanakları ile daha farklı bir şeyler olabilirdi diye içimden geçirmedim değil, elbette her şeyin başı bütçe ama kurumsallaşmış bir tiyatroda bütçe ve harcamalar önceden hesaplanır ve en minimalden daha göze hitap edilen bir şeyler çıkabilirdi… elbette yönetmenin tercihi oyuncuların da ustalıklarını göstermesinin önünde perde olmuş da olabilir, çünkü bazı sahnelerde ki abartılar, bazı bölümlerde ki duygusal geçişler en azından seyirci koltuğunda bana ulaşmadı..

Ibsen’in tanınması açısından, en çok ses getiren oyununun bugünün Türkiye’sinde sahneye konması çok kıymetli. Ayrıca, Nora’nın dönüşümünü gören seyirci, kendi hayatına şöyle bir dönüp bakacaktır diye düşünüyorum.

İsmail Cem Özkan


Nora (Bir Bebek Evi)
Yazan: Henrık Ibsen
Çeviren: Jale Karabekir - Feride Eralp
Yöneten: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturg: Gökhan Aktemur
Müzik: Tolga Çebi
Sahne Tasarımı: Eylül Gürcan
Görsel - Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş
Efekt-Ses Tasarımı: Hamza Değirmenci
Yönetmen Yardımcısı: Gülce Çakır - Çağlar Ozan Aksu
Oyuncular: Berna Adıgüzel, Canan Kübra Birinci, Cengiz Tangör, Hakan Arlı, Mert Tanık, Nurdan Gür,Yeşim Koçak

22 Nisan 2018 Pazar

Carmina Burana

Carmina Burana

Gelenekselliğin hala canlı bir şekilde yaşadığı diyarlardır Bavyera eyaleti. Her ne kadar başkenti Münih sosyal demokrat yapısı ağırlıkta olsa da kırsal bölgeye doğru geçildikçe geleneklerine bağlı ailelerin ağırlığı hissedilir. Carl Orff’da geleneklerine bağlı bir müzisyen aile içinde yetişmiştir. İlerleyen zamanlarda onu tanıyanlar; onu bir müzisyen değil de bir Katolik rahibi olarak düşündüklerini dillendirmişler.

Elbette geleneklerine bağlı bir insan geçmişin tozlu rafları arasından bugüne dair seslenecek şeyler arar, çünkü onun içinde bulunduğu kültür onu ister istemez kütüphanelere sürükleyecektir. O bir müzisyendir ve hayata notların perspektifi içinden bakmaktadır.

İçinde bulunduğu aile yapısı ve çevresi ona notların evreninden dünyaya bakan bir pencere açmıştır, o hayata o pencereden bakacaktır. Elbette her sanatçının hayalidir çalıştığı alanda en iyi ürünü ortaya çıkarmak. Elbette her sanatçı adayı bilir, ‘pişmeden’ gerçek ürün ortaya çıkaramaz. Olanak verilirse, o olanaklar içinde sanatçı eserini ortaya çıkarır ve halkın beğenisine sunar. Carl Orff şanslıdır ve olanağa sahiptir.

Kafasında birikmiş notalar vardır, dinamiktir, gelenekseldir, gelenekselliği aşandır aynı zamanda… Kafada biriken ve düzensiz halde duran notaların bir hizaya girmesi için sözlere ihtiyaç vardır. Onun kafasında ki notalar ileride bulacağı sözler üzerine yükselecek ve kantant olarak tanınacaktır.

Bavyera Devlet kütüphanesinin tozlu raflar arasından bir şeyler sanki Orff’a fısıldar. 12 ve 13. yüzyıla ait el yazmaları gün yüzüne çıkmak ister gibidir. Kütüphanenin raflarına Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırından gelmişlerdir. Bu koleksiyon Bavyera Alpleri’nde Benedikt’in papazlarına ait bir manastırda 1803 yılında bulunmuştur. Bu şiirler karışık bir biçimde eski Almanca, Latince ve eski Fransızca öğrenci şarkılarını, gezginci ozanların dizelerini kapsamaktaymış. Konuları ise ölüm korkusu, günahlar, zevk, eğlence, bahar, talih gibi dünyevi konularmış, dedikodu olmasın ama çok da müstehcen derler, bu yüzden papalık kurumu tarafından hiç hoş karşılanmazmış…

Bu metinler, muhtemeldir ki 13. Yüzyıl goliardik repertuarın Latin seküler şiirlerinin en önemlilerini oluşturur. Eserdeki şiirlerin nerede ne zaman hangi şartlar altında, kimler tarafından yazıldığı hakkında bilgi yoktur. Metinler genellikle bu ortak dil ile yazılmasına karşın, bazı şarkılarda Almanca kökenli dizelerle karşılaşıyoruz hatta bazılarında Alman şairlerin dizeleri de karşımıza çıkıyor. Gezgin şarkıcıların söylediği şarkılarla coşup dans eden ve iyi Latince bilmeyen halktan insanların bu tür Almanca dörtlükleri kolaylarına geldiğinden bu dizeleri ekledikleri tahmin ediliyor. Almanca ve Latince dizeler yapı bakımından örtüştüklerinden özgün melodiye uyarlamakta da sorun çıkmıyormuş. Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, eserin tamamına Benediktbeuren’den Şarkılar anlamına gelen Carmina Burana adını vermiş ve 1847 yılında ilk kez kitap haline getirerek geniş okuyucu kitlesine sunmuş.

Yıllar üzerinden geçtikçe var olan popüler olanlarda unutulur, geniş halk kitlesi anlayabileceği ve daha popüler olana yönelir. Kütüphane rafları arasında Carmina Burana eseri yeninden keşfedilmeyi bekler. O bekleyiş 1930’lu yıllarda son bulacaktır. Ortaçağ ve tiyatro bilgisi ile Carl Orff’un kafasındaki notlar bu bulduğu eserdeki sözler üzerine oturacaktır. “Carmina Burana” hayat bulacaktır. 

Ortaçağ müziğiyle çok yakından ilgilenen Alman Besteci Orff, tüm bunları ses solistleri, koro ve orkestra için düzenlemiş ve çalgıları -tıpkı eski çağlardaki gibi- insan sesini desteklemek düşüncesiyle kullanmış…

Eski Almanca ve Latin sözlerinden oluşan metinler bugün dahi bir çok popüler kültürde ve reklamlarda kullanılan tanınmış eser 1936 yılında ortaya çıkacak ve dönemin Führer’i Hitler önünde İlk kez 8 Haziran 1937'de Frankfurt Operası’nda sahnelenecekti. Bilinen gerçek Hitler’in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner diğerinin Carl Orff olduğudur.

Ey talih,
ay gibi
değişkensin,
hep büyüyen
ve küçülen;
menfur hayat
önce zulmeder
sonra teselli eder,
zihnin görüşüne göre;
fakirlik
ve kudreti
buz gibi eritir.
Talih, canavar
ve boş,
sen çark-ı felek,
sen kötüsün,
servet geçicidir
ve daima kaybolur,
gölgeli
örtülü
bana da zarar veriyorsun;
şimdi oyun süresince
çıplak sırtımı
senin kötülüğüne teslim ediyorum.

Talih, sağlıkta
ve erdemde,
bana karşıdır,
güdülen
ve sindirilen,
daima esarette.
O halde şu saatte
gecikmeksizin
titreyen tellere vurun;
mademki kader
güçlü kimseyi yere çalıyor,
herkes benimle birlikte ağlasın

Latince okunan sözlerin Türkçe karşılığını buldum, hep birlikte dinlediğimiz eserin anlamını bilmiyoruz ama bilenler ise ülkemizde ki sahnelemede sorun bile çıkarmışlar, çok müstehcen bunlar çıkarın!

“fluvtuant cotnraria
liscivus amor et pudicitia.
sed eligo quod video
collum iugo prebeo

ad iugum tamen suave transeo.”

“Aklımın karasız dengesinde zıtlıklar dalgalanıyor çılgın aşk ve iffet. Ama gördüğümü seçerim ben, boyunduruğa sunarım boynumu, teslim olurum bu tatlı esarete.”

Serdar Yalçın ve Paolo Villa yönetiminde tekrar yorumlanışını izleme ve dinleme şansına sahip oldum. Serdar Yalçın orkestrayı öyle bir şekilde yönetiyor ki, her bir sanatçıya dokunuyor, her nota sahnenin ne tarafından sese dönüşeceğine karar veriyor. Her enstrüman verilen görevi en iyi şekilde yerine getiren sanatçıların elinde yeniden hayat buluyor. Soprano Nazlı Deniz Süren ve Bariton Murat Güney sesinden bugüne taşınan ezgilere hayat verirken Serdar Yalçın’nın yönlendirmesini de göz ardı etmediler. Onun sakin, her şeye hakim duruşu sahnede yer alan çocuklar dahi zorlukları ortadan kaldırdı ve muhteşem bir gösteriye dönüştürdüler. Ayakta alkışlandılar. Hatta o kadar ki eser sunumu bitmiş olmasına rağmen tekrar tekrar sahneye çıkıp “O Fortuna” ile seyirciyi selamlamak zorunda kaldılar… Seyirci oluşan atmosferden kendisini kurtarıp salonu bile terk edemedi diyebiliriz…

Salon geniş ve sahne de büyük. Bu kadar sanatçıyı sahnede tek tek yönetmek ve seslerin inişleri çıkışları arasında Latince metinlerin, Almanca metinlere karıştığı anları ayırt etmek, notaların her birinin hangi kelimeye dokunduğu duymak büyük bir birikim gerektirir. Sahnede bu esere hayat veren büyük korolar, kemancısından, kontrbasına, vurmalı çalgılar aracılığı ile seyircisine dinlediği eserin mistik yönünü ortaya çıkarır. Orff büyü sözlerini kullanarak ve durmadan basit ve güçlü temaların tekrarıyla dinleyiciyi büyüleyerek buna ulaşır. Seyirciyi o kadar büyüler ki seyirci nerede olduğunu ve ne dinlediğini bile düşünmez, sözleri anlamaz ama verdiği etki ile başka bir evrenin parçasıdır. Konser sırasında bazı kontrbas çalanlar tellere dokunarak verdikleri tınılar ile yine bir bölüm kontrbasçı tellerin üzerinden elde ettikleri sesleri seyirciye ulaştırır. Aynı grup içinde ama farklı sesler bir bütün olarak salonun her yerine karışırken koronun sesine güç verirler.

Carl Orff büyüleyici bir bestecidir. XIX. yüzyılın romantik orkestrasına sırt çevirir; müziği korolar, vurmalı çalgılar ve çok basit melodilerden oluşur. "Idıophone” çalgıları, özellikle doğu ve Latin Amerika kültürüne ait çeşitli ziller de dahil olmak üzere, ziller, marakas, glockenspiels, çanlar, flüt, tambur, kaval, üçgen, simbal ve Çin konilerini kullanır. Timpanilerin etkisi genelde tehlikelidir zira ona göre “mutluluğa büyülenerek ulaşılmalıdır”

Kantat üç ana bölümde sürekli olarak yeniden başlayan kutsal aşkın ebedi çevriminde insanlığın genel kaderini anlatır. Giriş ve sonuç teması olan Fortuna, İmperatrix Mundi (Talih,dünyanın efendisi) tüm ekip tarafından bir arada söylenir ve evrensel yasanın çevrimsel ve kozmik ebediyetini temsil eder.

Eserin temeli ilkel ve masif temaların vurmalı çalgılarla vurgulanmış koronun tekrarından oluşmaktadır. Orff ritmi metnin anlatımı olarak kullanmıştır. Burana’nın ses dünyası sesin sihirli büyülemeleri, ritim ve danstan oluşmaktadır. Amaç bilerek yapılan garipliklerle beyinde çarpıcı bir etki uyandıran ilkel geleneği hatırlatan büyülü semboller kullanılarak izleyicinin ruhunda vurucu etkiler yaratmaktır. 

Sahne ışığı, sadedir, o kadar büyük bir sanatçı topluluğunu homojen ışık ile yakalamıştır. Işık bu gösterimde arka plana düşmüştür, daha çok aydınlatma işlevini görmüş, sahne geniştir, tüm sanatçılara yetecek kadar alan açılmış gibidir. Başkemancının konumu aslında sahnede diğer sanatçıların nasıl konumlanacağını anlatır. Başkemancı konser öncesi gelip kemanı ile diğer sanatçı arkadaşlarının ses ayarını yaptı. Çok dikkat isteyen ve orta öbekte duran sanatçılar konserin hangi seyirde gideceğinin de işareti gibidir. Yönetmen geldiğinde ilk olarak onu selamlaması anlamlıdır, zaten olması gerekendir diyeceksiniz, çünkü yönetmen için her şey hazırdır, artık konser başlayabilir. Konser bilinen bir ezgi ile başladı ve bilinen bir ezgi ile bitti. Muhteşem bir geceye notlar, sözler (anlamadığım ama hissettiren sözler) sözlere ve müziğe hayat veren yüzlerce kişinin sahnede ne kadar güzel bir dünya yaratılabilineceğine olan inancımı tazeledi. Her bir kişi sahnede ne yapacağını biliyordu, aksatmadan, yönetmenin direktiflerine uygun olarak yaratılan mistik bir atmosferin içinde seyirci ile buluştu, seyirciyi ses ve notanın dansına davet etti. Salon dışında yaşanan kırılgan dünyadan bir an bile olsa koptuk, dışarıda yaşanan acılardan, kavgadan uzak bir zaman dilimini yaşatanlara teşekkür ederim…


İsmail Cem Özkan


Carmina Burana
Carl Orff
Müzik Yönetmeni/Orketra Şefi: Serdar Yalçın
Koro Şefi: Paolo Villa
Soprano Nazlı Deniz Süren,
Tenor Algın Özcan
ve Bariton Murat Güney
İDOB Orkestrası ve Korosu,

İDOB Çocuk Korosu ve Beşiktaş Çocuk Korosu