19 Ekim 2024 Cumartesi

Saçmalığın ortasında piknik.

Saçmalığın ortasında piknik.

Soyut olarak yaratılmış bir savaşta, nöbet kulübesinde canı sıkılan bir askerin (Zapo) günlerden bir gün kendisini tekrarlayan monoton geçen günü değişecektir, çünkü ziyarete ailesi gelecektir. Annesi ve babası bir pazar günü piknik sepeti ile oğullarını görmek için motorlarına atlayıp gelmiştir.

Onlar gelirken yolda kimse çevirmemiştir, hatta bir yerde kendi anlatımlarına göre trajik -komik tankların yaratmış olduğu trafikteki kaosu yaşamışlardır.

Anne ve babasını karşısında gören asker Zapo, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez, hatta o bulunduğu nöbet noktasına gelen herhangi birine karşıda ne yapacağını bilecek konuda değildir.

Şaşkınlık sevince dönerken…

Seyirciyi akla yakın olmayan bu durumu şaşkınlıkla izlemektedir, savaşın ortasında cephede piknik!

Aile piknik sepetini nöbetçi kulübesindeki zemine dağıtırken şaşkınlık yerini sevince bırakmıştır.

Ataerkil ilişkide kadının dominant olması ile aile yapısına doğru keskin bir gönderme yapılır. Baba her şeye hakimmiş gibi bir ses tonu ile anlatırken, annenin otoriter tavrı o sesin yerini uzlaşmacı, hatta teslimiyetine döner.  Bu arada Madam Tepan çocukluğunda yaşadığı savaşı anımsar, orada düşman kıyafeti, ile kendi askerlerinin kıyafetini karıştırır, çünkü düşman kıyafetinin mavi olduğunu iddia eder ve Mösyö Tapan tartışmaya girmektense “tamam haklısın” diyerek geçiştirir. Madem Tepan savaşın ne olduğu, düşmanın ne olduğunu hiçbir şekilde kafasında çözememiştir, çocukluğunda ki savaşta düşman askerin kazanmasını bilinçsizce istemiştir, çünkü balkondan seyrederken onlara karşı bir empati kurmuş ve kendisine yakın hissetmiştir.

Savaş konusunda savaşı algılayışı hem kahramanlar boyutu ile hem de seyirciler boyutu ile tartışmaya açar…

Savaşın bir anlamda anlamsızlığı bu piknik ile daha da ortaya serilecektir, çünkü bir gün “savaş açtık, hadi savaşın!”, “senin asker olmaya yaşın tutuyor ve savaşacaksın” diyerek gençleri günlük hayatlarından koparıp cepheye gönderip, gençlerin tanımadığı düşmanın üzerine kurşun atması istenir…

Savaş bir oyun değildir, fakat masaların üzerinde bir oyun haline getirilir. Oyun haline getirenler savaşın nişanını/ ganimetini alırken, cepheye sürülenler hayatlarıyla öderler…

Henüz piknik için şarap şişesi açılıp bardaklara boşaltılırken düşman cephesinden bir asker gelir. Silahını duvarın dibine bırakarak “teslim” olur, çünkü piknik ve aile sıcaklığı onu etkilemiştir.

Bundan sonra savaş kavramı her iki cepheden incelenir. Her iki tarafta da savaş sürecinde aynı şeyleri yaşamışlardır, bu kadar benzerlik şaşırtıcıdır. Komutanları benzer ve aynı cümleler ile askerleri yüreklendirmişler. Her şey aynıdır, sadece üniforma rengi farklıdır, konuşulan dil, amaç hepsi eşittir… Aynı şekilde cepheye çağrılmışlar, aynı şekilde sevdikleri vardır, aynı şekilde bu savaş öncesi savaşa karışmış babalara sahiptir, bir anlamda aynada yansımasıdır…

Oyun, gerçek ve akla yakın olanla gerçek dışı ve mantıksız olanı bir araya getirir. 

Absürt tiyatronun tüm özelliğini bu oyunda görebiliriz, konular arasında bir bağlantı aramak yerine oyunun akışına bağlı olarak değişimleri, oyunun kahramanlarının tepkisini görmekteyiz.

Abartılı davranışlar, abartılı duygusal geçişler, bir ip bağlamayı dahi beceremeyen bir askerin, bir insanı öldürmesi, onun teslim alması da mümkün değildir.

Cepheye bombalar havadan gelir, uçakların bıraktığı bombalar ile cephede hareketli saatler yaşanır ve ölümler olur. Tırsan, saklanan askerler yanında ebeveynler savaşı ve bombaları önemsemez, Madam Tepan bir anlamda çocukluğuna dönmüştür. Dans etmeye başlarlar, ölüm yeryüzüne hakimken onlar yaşamı, yaşam sevincini, geçmişe özlemi dansları ile ortaya koyar. Yıllar sonra geçince her kötü durum, romantik bir özlem olarak ortaya çıkar.

Bombalar bittiğinde yaşam ölümün yerini almıştır, sevinç, umut havası eserken sahneye gelen hemşire ile olay birden terse döner…

Savaşın rüzgarı ölüm nöbetçi kulübesini sarmıştır.

Ölüleri/yaralıları arayan hemşire oraya geldiği andan itibaren ölüm sıradanlaşmıştır… ceset savaşın olmazsa olmazdır ve hemşire küçük esnaf ağzı ile bir ölüyü alıp taşırsa ya da yaralı bir askeri çalıştığı hizmet alanına götürse çok mutlu olacaktır, çünkü o orada olmanın yanında görevini ve yaptığını da göstermek istemektedir. Hemşirenin diğer arkadaşları yanında boynu büküktür, henüz “bir siftah” dahi yapmamış beceriksiz gibi algılanmıştır!

Ceset bulamayan hemşire gidince, savaşın saçmalığı ortaya çıkmıştır, Mösyö Tepan her iki tarafın yetkililerine artık savaşı durdurmanın zamanı geldiği ve bu saçmalığın sona ermesi gerektiği fikrini ortaya atar ve onu gerçekleştirmek için aralarında bir ortak anlayış geliştirirler. Bu sırada düşman hattından kurşun yağar ve piknik yapan tüm bireyler ölür. Ölüm hakim gelmiştir, saçmalık kazanmıştır…

Normal ile anormal değerler alt üst edilmiştir, seyirci bu kara mizahın hakim olduğu oyunda kahkaha atamaz, sessizce izler, bu sonun saçmalığı rahatsız edicidir ve gülünecek bir durum söz konusu değildir.

Sahne küçük bir alanda, bir nöbetçi yeri olarak belirlenmiştir. Kum torbaları, dikenli teller ile düşmana karşı bir savunma söz konusudur. Bohem bir hava vardır, gerçi oyun sırasında sis uygulanmaz, fakat o sis düşüncenin içinde canlanır.

Kostüm iki cephede askerlerin aynıdır tek farkı renklerdir. Baba ve annenin kostümlerin seçimi renkleri geçmişe çağrışım yapan askılı pantolon iyi düşünülmüş...

Işık tasarımı da çok beğendim, oyunun izlenmesini ve oyunda vurguların ortaya çıkarılmasına büyük destek vermektedir. Müzik seçimi, koreografi absürt tiyatronun absürt tarafını daha da ortaya çıkarak güçtedir…

Oyunculara gelirsek, her biri birbirini besleyen ve ortak bir oyunda olduklarını ortaya koyuyorlar, mimikleri, hareketleri, dar alanda o muhteşem dansları ile hem sahneyi doldurdular, hem de seyirciye absürt bir tiyatroda olduklarını hissettirdiler... Öne çıkan bana göre hemşire rolü ile Öykü Kaya olduğunu düşünüyorum, hem ses, hem vücut dilini ve mimiklerini kullanması açısından… Yıldırım Beyazıt ise rolünü can verirken bizden biri, bizim insanımızın o burun çekmesi, nefes alması, abartılı hareketleri ile buranın insanı olduğunu hissettirmektedir, yani oyunun yazıldığı coğrafyada değil de olay sanki ülkemizde geçmektedir…

Öğretici bir 55 dakika geçirdik, zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamadık…

Savaş rüzgarının estiği bir atmosferde umarım “savaşa hayır” diyenler çoğalır ve savaşın saçmalığını hepimiz içimizden hisseder ve hissettiklerimizi eyleme dönüştürürüz…

İsmail Cem Özkan

 

 

Cephede Piknik

Yazan: Fernando Arrabal

Çeviren: Sadun Altuna

Yöneten: Ergin Özdemir

Oyuncular: Volkan Özman, Elif Şeker, Yıldırım Bayazıt, H. Gökhan Olcay, Öykü Kaya

Dekor Tasarımı: Ruken Bakır

Kostüm Tasarımı: Ceren Karahan

Işık Tasarımı: Mehmet Mertal

Müzik Düzeni: Fırat Aktav

Koreografi: Fatma Asena Melikoğlu

Yönetmen Yardımcıları: Öykü Kaya, Sinem Lökbaş

 

17 Ekim 2024 Perşembe

Godot geldi, gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyordu.

Godot geldi, gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyordu.

Ülkemizde birçok yetenekli, işini iyi bilen yönetmen vardır, onların yönettiği oyunlar sahnelerde yer almaya devam ediyor, etmeleri ülkemiz insanı ve tiyatro severleri için büyük bir şanstır. Onlardan biridir Ragıp Yavuz.

Ragıp Yavuz, günümüzde gündeme/ana dokunan, siyasi eleştiriyi dolaylı ya da direkt olarak yapan ve bunu estetik kuralları içinde en güzel başaranlardan biridir… Ne zaman afişlerde, duyurularda Ragıp Yavuz ismini okusam onun yönettiği oyunu izlemek için sabırsızlanırım, izleyemediklerim için üzülürüm. Sadece yönetmen mi, elbette değil, örneğin dekor tasarımı konusunda Barış Dinçel ismini gördüğümde, onun düzenlemesini görmek için bile oyuna gidip bakıyorum. Birbirinden başarılı oyuncular, yönetmenler, tiyatronun her bir alanı için işinde uzmanlaşmış insanları gördükçe çok mutlu oluyorum, çünkü onların sayesinde ortak üretim olan tiyatrodan birçok şey öğreniyorum, çünkü geleceğimiz de bana göre tiyatro gibi olacaktır, komünal, düşünüp, komün yaşayacağız. Bireyselleştiren kapitalizmin alternatifidir komuna düşünmek ve yaşamak. Ve bana göre gerçek mutluluk oradadır…

Geçmişte yaşanmış olan insanlığı ileriye taşımayı hedef koyan tüm denemelerin eleştirisi kurulacak yeni yaşamdır. Yüzleşme ancak ve ancak sanat ile olacaktır, yarının yüzleşmesi, geçmişin başarısızlıklarının eleştirisi ile olacaktır.

Samuel Beckett’in yazdığı Godot Beklerken oyununda yarattığı karakter ve ortaya çıkardığı beklentiye sonsuzdur, sonuçta hareket etmek isteyene karşı “bekle” denmektedir. Beklenti sonsuzdur, çünkü bir gün gelecek ve yaşadıkları tüm olumsuzluktan kurtulacaklardır. Peki, bu beklentiyi sona erdirecek Godot gelirse?

Beklentiyi ortadan kaldırıp beklenene somut bir karakter çizilmiş olursa nasıl bir yüzleşme ile karışılacaktık, çünkü soyut olan somuta dönüştüğünde kafada oluşturulan ile gerçeklik arasında bir hesaplaşma ortaya çıkacaktı. Felsefi olarak kafa yorulan sorular, somut olarak tarihsel yüzleşme demektir…

Miodrag Bulatović bu yüzleşmeyi sahneye taşımıştır. Beklenti, kurtarıcıdır ama kurtarıcı nasıl biri olacaktır, nasıl görünecektir? İnsanı duyguları ve tepkileri nasıl olmalıdır? İdeal olan ile somut olan arasında uçurum nasıl olacaktır? Bir de beklenti içinde olanlar genelde çaresiz, zayıf insanlar arasında gerçektir, zaten güçlü olanın beklentisi olmaz, olsa olsa kasasını daha fazla doldurmak, daha fazla yağma yapacağı kanuni düzenlemedir. Kapitalist düzende acımasız bir yağma vardır, onun ortaya çıkardığı örgütsüz toplumların, bireylerin çaresizliği. Çaresiz olanlar feodal dönemlerden almış olduğu bir halk kahramanıdır. Bir kahraman gelecek ve kurtaracak ve o devletin babası olacaktır, aynı zamanda devletin babası çaresiz, fakir, mazlumlarında babasıdır!

Miodrag Bulatović “Kimin geldiği hiçbir zaman tam olarak bilinmez, ancak gidenin kim olduğu kesinlikle bellidir.” diye belirtmektedir oyunda. Godot geldi ve giderken arkasında ne bırakacaktı? Oyunun sonunda sahneyi terk ederken Godot, seyircinin kafasında nasıl bir iz bırakıp gitti?

Sahne, postane yakınında, demiryolu kenarında bir bataklık olarak tasarlanmış. Sahnenin her iki tarafından verilen dumanlar ile bir anlamda bir bataklık havası verilmiş, aynı zamanda gelen ve giden buharlı treni de somutlaştırmaktadır…

Çaresiz, üstü perişan iki insan idam ipi asılı olan bir ağacın altında, içlerini boşaltırken aynı zamanda yiyeceklerini oluşturuyordu. Çaresiz ama beklenti içinde iki insan ortalıkta dolaşan bir söz duymuşlardı, “Godot geliyordu”. Beklenen sonunda geliyordu: nasıl birini, nasıl görünüyordu?

Sürgüne giden her insan, sevdiklerini kendinden ayıran trenlerden nefret eder, çünkü trenler ikinci dünya savaşında Yahudileri ölüm kamplarına götürmüştür. Vladimir ve Estragon, trenin her geçişinde ürkerler. Trenlerin birinci sınıf kompartımanında giden bütün yolcuları domuzlardır. (Hayvanlar Çiftliğine bir göndermedir) Onlardan korkmaktadır, her geçişte onlara gözükmemek için saklanırlar, korku ile birbirine sarılır.

Oyunun her anı imgeler ile işlenmiştir, imgeler çoğu zaman sözün yerini alır, sizi görünene değil, anlatılmak istenene davet eder. Yüzleşme bir sahnede gerçekleşmektedir, çünkü beklenen somut olarak gelecektir…

Godot, yenik ve güçsüzlerin uydurmasıdır.

Soyut, belirsiz bir kurtarıcı gelecektir ve onları bu durumdan kurtaracaktır!

Mizah burada kararmış şekilde işin içine girer.

Godot gelmeden önce sefalet, geldikten sonrada sefalet aynı şekilde kalacaktır.

Godot beklenenleri karşılayamacaktır, zaten öyle bir misyonu da yoktur, ona öyle bir anlam yüklenmiştir. Bir bardak suda fırtına çıkacak ve dinecektir, başlangıçta olanlar bittiğinde beklentileri ve hayalleri bitmiş olarak oradan ayrılacaktır.  Hayatlarında değişim, beklentinin sona ermesidir sefalet varlığını benzer bir şekilde devam edecektir.

Ve beklenen Godot gelir.

Bir fırıncıdır. Ekmek ve özgürlüktür sloganı.

Vladimir ve Estragon’un büyük umutla bekledikleri Godot’ya karşı tepkileri de çok farklılaşıyor. Kurtarıcı, kendi hayatlarını ortadan kaldıracak bir uyarıcıdır ve onlar kendi hayatlarına karışılmasından memnun değildirler. Beyaz un onların her şeyini değiştirecektir ve beyaza karşı direnişe geçerler, Godot’a saldırmaya, onu dışlamaya başlarlar.

Godot ise gelmeden önce postanede çalışan kadınla birlikte olmuştur, bir anlamda ataerkil toplumun bir bireyidir…

Oyuna Pozzo, Lucky adlı iki karakter girer. Pozzo elinde tuttuğu iple, Lucky’i hayvanlaştırmıştır/köleleştirmiştir.

Pozzo “Oysa ben köleliğe özel ilgi duyan bir hümanistim.”

İp kimin elindeyse kapitalist düzende efendi odur. O kişi hayatta kalabilmek, varlığını sürdürebilmek için artık zorba olmak zorundadır. İpin ucuna kim bağlıysa köle de odur. Kölenin varlığı bir hayvandan farksız olarak ipi elinde tutan sahibinin varlığına bağlıdır. Bu düzen sürdükçe, sadece ipi elinde tutan mutlu olacak, diğerleri ezilmeye devam edecektir.

Godot’ya göre var olmak, özgür olabilmektir.

Godot, Lucky’i özgürleştirir ilk bölümde, fakat ikinci bölümde roller değişecektir. Eski düzen özneler değişmiş olsa da devam edecektir.

Oyun yakın tarih ile ilgisi çok, çünkü 2. Dünya savaşı sonrası oluşan atmosferin sahneye imgeler ile aktarılmasını görüyoruz. Bir yandan beklenilen gerçekleşmiş ama kitlelerin hayal kırıklığı ortadadır. Bugünden o günlere bakınca eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu, geçmişin tortularından ve alışkanlıklarından kurtulmadan yeni bir yaşam oluşmuyor. Kısaca oyun tarihe felsefi boyutuyla imgeler ile bakmaktadır.

Oyunun yazım tekniği de bilgi gerektiriyor, çünkü tekniğin getirmiş olduğu çerçeve içindedir. Absürt tiyatro olaylar arasında bir tarih ve konu dizimi yoktur, tesadüfi gibi gelen arka arkaya işleyen öyküler arasında alışılmış bağlantılar seyirciye bir hap gibi sunulmaz… Sonuçta mesaj seyirciye direkt sunulmaz, seyirci masajı kendisine göre alacaktır. Her kişi hayatı nasıl algılıyorsa, oyunun metnini de kendisine göre biçimlendirecek ve sorgulanacaktır. Bir anlamda sizi beklenmeyen anda tarih ile yüzleşmeye, sizin geçmişe dair bakışınızı kara mizahın dili ile sizin yüzünüze çarpması söz konusudur.

Oyun hakkında bu kadar laf etmişken bir de oyuna hayat veren oyunculara bir bakalım! Oyun içinde en çok ilgimi çeken oyuncu olarak Ali Mert Yavuzcan öne çıktı, ilk bölümde köle, çaresiz sadık hayvanı vücut dili ile çok iyi anlatıyor. Pozzo rolü ile Murat Coşkuner Lucky dans ederken, hareketsiz değil, onun hareketini durduğu noktadan beslemektedir, eğer sabit kalıp izlemiş olsa Pozzo sanki ortadan kalkacaktır. Bir efendi, uşağına verdiği rolü izlerken, onu eğitmiş olduğunu da hissettirmektedir.

Vladimir ve Estragon rollerine hayat veren Meriç Benlioğlu ve Can Ertuğrul beklentiyi, beklentinin boşa düşüşü ve hayal kırıklığını hem mimikleri ile hem de vücut dili anlatırken, ses tonlarının iniş çıkışları ile seyirciyi o anın içine çekmektedir. Olay sahnede gerçekleşirken, tarihin yükünü taşımış kuşakların torunları ve onların çocukları seyirci koltuğundadır. Bugün yaşadığımız baskı ve zulüm altında nefes alamayan, gelecek hedefleri ellerinden alınmışların çaresizliği ve beklenen kurtarıcının beklendiği gibi gelmeyeceği, kurtarıcının ancak beklentiden kopup harekete geçmek gerektiğini mizahın vermiş olduğu dil ile seyirciye ulaşmaktadır.

Derya Çetiner ise hareketi, heyecanı, Godot’un cinsel arzusu ve gerçekleştirmesine şahitliğini o kadar doğalmış gibi anlatır ki, seyirci Godot sahneye gelmeden bir insan geldiğini anlarız. Benim gözümden başarılı oyunculardan biri olarak alkışı hak ettiğini düşünüyorum.

Gelelim gelen Godot’a! Godot’a hayat veren Can Başak, o ağırbaşlılığı, aynı zamanda bilgeliği alçak gönüllü olarak sunmakta. Godot bir emekçi, cebinde taşıdığı un ile emeğini bir silaha dönüştürecek kadar gücü olduğunu abartmadan ama doğalmış gibi verirken, yüz ifadesi, kendisine gelen saldırıları soğukkanlı bir şekilde geçiştirmesi çok başarılıdır.

Kostüm elbette mekana uygundur, ezilmiş insanları, medeniyetten uzak yaşamanın getirmiş olduğu kıtlık, aynı zamanda savaştan kaçıp, sığınmış insanları anlatmaktadır. Dekoru telgraf direklerini beğendiğim kadar zemini nedense beğenemedim, çünkü o girinti ve çıkıntılar olmadan da bataklık ışık oyunları ile verilebilinirdi. Sahnedeki zemin oyuncular genelde tek sıra çizgi boyunca oynamasına sebep oluyor izlenimini verdi bana. Ne arka tarafa gidebiliyorlar ne de sahnenin önüne… Sahnede biraz da sanki bataklığın bitkileri de olsaydı, çünkü sonuçta kurak yer değildir bataklıklar… Direklerin konumu, karga, idam ipi, tellerin kargaşasını çok sevdim… Işık konusuna gelince dekordan kaynaklanan bir hareket alanı içinde ancak bu kadar ışık yapılabilirdi duygusu verdi bana… Sonuçta tiyatro tüm parçaların bir bütündür, yönetmen olarak Ragıp Yavuz elindekileri en iyi şekilde sahneye taşımasıdır.

Ben geç kalmış olsam da bu oyunu izlediğim için şanslıyım, sahneye taşıyanlar, sahnede emek verenler, sahnenin görünmeyen yerinden müzik, ses, ışık kumandasında çalışan her emeği geçene çok teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan

 

Godot Geldi

Yazan: Miodrag Bulatović,

Çeviren: Sevgi Soysal

Yönetmen: Ragıp Yavuz

Dekor- Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Hareket Düzeni: Yasemin Gezgin Yavuzcan

Işık Tasarımı: Murat Özdemir

Efekt Tasarımı: Erhan Aşar

Yönetmen Yardımcısı: Mana Alkoy

Reji Asistanları: Şenay Bağ, Ada Alize Ertem

Oyuncular: Ali̇ Mert Yavuzcan, Can Başak, Can Ertuğrul, Derya Çeti̇nel, Meri̇ç Benli̇oğlu, Murat Coşkuner

 

16 Ekim 2024 Çarşamba

Kırlangıçlar Susamışsa

Kırlangıçlar Susamışsa

 

Hidroelektrik santraller (HES) için derelerin sularına el konulması üzerine son yıllarda gündemimizden hiç eksik olmayan direnişlerdir. Karadeniz'in dereleri boldur, o bol derelerde bol bol santral kurarız uyanıklığı içinde olan şirketler, halkı ve doğayı hiçe sayarak bir bir santraller kurdular. Bu kurulan santraller uzun ömürlü değildir ama kurulması siyasi irade istemiştir. Şirketlerde devletten geçinmeye alışmış oldukları için, devlet isterse bizde yaparız anlayışı ile doğayı yağmaya girişmişlerdir. İlk santraller kurulduğunda yerel halk çok tepki göstermemiştir, çünkü ne olacağını gözleri ile görmeleri gereklidir. Derelerin suları çekilip yerine sadece taş kaldığında santrallerin öyle masum bir şey olmadığını anladılar, çünkü suyun tutulması ve bırakılması konusu anlatıldığı gibi değildir... Suyunu kaybedenler elbette o can havli ile seslerini yükselttiler, bunları duyanlar kendi derelerinde santral kurulacağını duyar duymaz direnişe geçmesi doğaldır, çünkü su olmazsa onların orada olmasının anlamı yoktur... Her toprağın sesi vardır, her ses bir dildir... O toprakta yaşayanlarında dilleri toprağın sesine yakındır... Doğanın sesini orada yaşayanların seslendirmesi, sessiz doğanın hakkını savunulması kaçınılmazdır ama devlet öyle kurnazdır ki, yasaları ona göre yapmıştır, çünkü devlet geleneği adım atmadan ya yasaları düzenler ya da önüne engel gelirse ona göre yasa çıkarır, her adımını yasalardan alan meşru davranış olarak gösterir...

Karadeniz insanı Çernobil’den gelen radyasyon ile kanser olmuşken, bir de derelerinin suyunun ellerinden alınması ile çaresiz konuma düşürüldüler, fakat çaresizlik kısa sürede yerini direnişe, ortak mücadeleye bıraktı...

Kırlangıçlar Susamışsa filmi bu direnişin belgesel tadında kurgu ve doğaçlamanın iç içe geçtiğini beyaz perdeye yansıyan ışığı bize bıraktığı iz olarak görmekteyiz. İmgeseldir. Bir çocuğun kırlangıç yuvasını merak etmektedir amcası ona bir kırlangıç yuvasının sırrını anlatır ve gösterir. Bir kuru ot, toprak ve su ile oluşur kırlangıç yuvası. Onların yuvası toprak yüzeyinde değildir, doruklarda, yukarıdadır. Yaylada yaşayan Karadeniz insanı gibidir... Kırlangıçlar düz yere konamaz, konarsa da kalkamaz... Doruklarda yaşayan insanların elinden suyu alırsanız yuvanın en büyük harcı su yok olursa yuvaları da dağılacaktır.

Derelerin savunması aynı zamanda yuvalarını koruma mücadelesidir...

Film, HES mücadelesini doğanın, toprağın, orada yaşayan halkın sesini beyaz perdeye aktarılmıştır. Orada konuşulan yerel dil (antik Yunanca) olduğu gibi perdeye aktarılmıştır. Zaman zaman Türkçe konuşanlar, kendi doğal ortamlarında ana dillerini konuşmaktadır. Filmin esas imgesini taşıyan çocuk ve direnişi örgütleyenlerden olan amcası arasında konuşma dili Türkçedir. Çocuk hiçbir zaman ana dilini konuşmaz film boyunca, ana dilini anlamaktadır ama konuşmuyor... Yaşadığımız zamanın gerçekliği tüm çıplaklığı ile filmin içine dantel gibi işlenmiştir.

Film amatör ruhla, doğanın koşullarına uygun küçük bir ekip tarafından çekilmiştir. Zaman zaman direnişi gösteren kareler, olayın gerçek zamanlı çekimine uygun o anda kullanılan kameradır. Öyle hadi çekim için sahne kuralım, siz rol yapın denmemiş, olayı gerçek zamanlı olarak çekmiş ve filmin içine kurgulanmıştır. Direniş bir kırlangıç imgesi ile gerçek zamanlı ve gerçek olayın üzerine oturmaktadır.

Filmde en öne çıkan kameranın kullanımıdır, doğa öyle ışık oyunu oynamaktadır ki, anlık çekim yapıldı yapıldı, çünkü doğa kurguya göre görüntü vermez, aynı ışığı yakalama şansları yoktur... Anlık hava değişimi doğaçlama konuşmaları ortaya çıkarmış ve o sıcaklık, samimiyet seyirciye ulaşmaktadır.

Benim izlediğim sinema salonunda alt yazıları İngilizce olarak gördüm, fakat Türkiye gösterimleri için Türkçe altyazı yapılması gerektiğini salondakilerde seslendirdi, İngilizce anlayanlar ne demek istediğini anladı ama Türkçe dışında dil bilmeyenler için sadece Karadeniz'in eşi benzeri olmayan ışık oyunlarını ve doğasını seyretti... 

Doğaçlama olanı ve amatör ruhla yapılan her şeyi severim, fakat bu filmde kurgu ve içine imgeler ile işlenen öyküsünde bir bütünlük sağlamış. Film doğanın içinde, toprağın, insanın sesini duyuyorsunuz. O insanları çaresiz bırakan bir devlet gücünü ve o çaresizlik ortamında direnişin örgütlü gücünü görmekteyiz.

Bugün ülkemize hala direnişler vardır, devleti arkasına alan şirketlerde insanları, doğayı yağmalamaya devam etmektedir.

Yaşam için direniş…

Dereler yok olursa göçmen kuşlar yollarını bulamaz. Dönse dahi kırlangıç yuva yapacak bir su damlası bulamaz. Yuvasız kırlangıcın orada yaşama şansı yoktur, ya göçüp gidecek ya da son nefesini orada verecektir. Bir yuvayı yok ederseniz, yaşamı yok etmiş olursunuz… Yaşam devam etsin diyedir derelerin varlık mücadelesi, dereleri insanların elinden aldığınız an, sadece insanın değil, börtünün böceğin, kırlangıcında sonunu hazırlarsınız ve geriye sadece taş yığını kalır…

Fırsatınız olursa bu filmi kaçırmayın, kazanacağınız çok şey var...

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Kırlangıçlar Susamışsa

Yönetmen: Muhammet Çakıral
Yapımcı: Muhammet Çakıral, Murat Başman
Senarist: Muhammad Çakıral
Oyuncular: Murat Sarı, Burak Sarı, Hamit Demir, Havva Sarı, Ali Dursun, Elif Canbolat, Cihan Semiz, Ömer Küçük, Gamze Dursun

Müzik: Cem Tarım
Görüntü Yönetmeni: Erdal Eksert
Yapım: Trabezunta Film
Yapım Yılı: 2014