26 Ekim 2024 Cumartesi

Sahipsiz mektuplar ölüm kokar…

Sahipsiz mektuplar ölüm kokar…

İnsanlık tarihinin en acımasız, en kanlı, en vurdumduymaz süreci hepimiz yaşadığımızı hissediyoruz…  Öyle bir tarih kırılıyor ki, sanki daha önce kırılmalardan daha farklı, daha derinden toplumları, devletleri kucaklamış yok ediyor gibi. Kırılma öyle bir ses çıkarıyor ki, toprak yerinden oynuyor, yer üstünde yaratılmış insanlık birikimleri tozların arasında yok oluyor. Savaş ve barış iç içe geçmiş, nerede başladı katliam, nerede dönüştü bir bayrama belli değil, barış diğerinin yenilgisi, ötekinin zaferidir… Ulus devletin yaratmış olduğu tüm alışkanlıkların yok edildiği, sadece tüketim çılgınlığı üzerine kurulu, hizmet sektörünün içinde insanları bir buğday tanesi gibi ufaladığı zamanı yaşıyoruz.

Bu zaman diliminde mahkemeler daha fazla iş yapar oldu, evrak birikti, biriken evrakı eritmek için avukatlar yanlarına elemanlar aldılar. Çünkü ülkemizde en fazla vergi verenler arasında avukat var, şaşılması gereken şey sanki olağan ve normal gibidir. Avukatlık bürosu eskiden küçük bir odaydı, şimdi ise plaza apartmanlarda kat kat yerlerini almışlardır. Avukatlar çok para kazanıyor derler, çok azı vergi verir, çünkü kara paranın olduğu yerde avukatlar birilerini ve bir şeyleri aklarken kazançlarını nasıl vergi sistemine dahil edebilirler ki, çünkü onların bir bölümü müvekkilinin hem avukatı hem de tetikçisi olmuştur. Karşısında yer alanı yok etmek için her türlü yasal, yasa dışı güçleri kullanarak aranan avukat olmayı seçerler…

New York şehrinde yaşayan bir avukat de yanına elemanlar almış, evrak çoğaltmak için elemanlar yeterli gelmeyince yanına bir eleman almak için gazeteye ilan verir ve o ilana yanıt kısa sürede gelir. Kapıda gelen donuk bakışlı, sessiz birini işe alır ve ilk verdiği işi hatasız bir şekilde yerine getirir, hatta hiç mola vermeden diğer çalışanlardan fazla iş çıkarır. Fakat bu hızı birkaç gün sonra ortadan kalkar, yerini sessizlik alır, neden böyle olduğunu sorgulayan işveren avukat konuşmaya gider ama aldığı yanıt hep donuk, sakin, aynı ses tonunda verilen kısa yanıtla geçiştirilir… "Yapmamayı tercih ederim." Sözü ilk duyulduğunda “sivil itaatsizlik” olarak anlaşılmaz…  Neden işi bıraktığını sorgular avukat… “neden, neden” diye kendi kendine sorarken aslında nedenini bilmediği yanıtlara kendi hayali işin içine karışıyor, empati kuruyor ve her empati ona acıma ile karışık bir öfkeyi de içine karışıyordu. Gözleri mi görmüyordu, neden bir pencerenin önünde sessizce karşı duvara bakıyordu, neden tek bir cümle dışında konuşmuyordu? Sorular, sorulara gebe kalıyor ve her doğan soru başkasını doğuruyor ve o büro içinde kaosa yol açıyordu… Günler böyle geçiyordu, iş arkadaşları da sessiz kalan kâtip Bartleby’e karşı öfke duyarlar, onun bu durumunu algılamak yerine, kendileri gibi çalışmasını istemektedir, çünkü onun yapmadığı her iş kendilerine iş olarak dönmektedir… Büro içinde oluşan bir dengesizlik söz konusudur, işten atamayan avukat bu duruma sinirleniyor ama yumuşak yüreği onu sokağa bırakmak da istemiyor, çünkü dışarıda ne yapabilirdi? Bir gün bir çare bulur ve taşınmak! Onu orada büroda bırakarak taşınırlar… Sorunlar bitmez, kâtip Bartleby orada kalmıştır ama avukatın da peşini bırakmaz, o artık onun dostu ve arkadaşı olarak algılanır ve eski ev sahibinin de tepkisini çeker, o boş büroda yaşayan Bartleby atılış ama binada yaşamaya devam etmektedir…

Olaylar öyle bir gelişme yaşanır ki sonuçta ne olacağını oyuna giderek öğrenebilirsiniz…

Günümüzde  “sivil İtaatsizlik” olarak adlandırılan eylemin yıkıcı sonucu ile yaşanıyordu. Kapitalist sistemin içinde biri çalışmak istemiyordu, öylesine orada olmak ve varlığını orada devam ettirmek istemektedir ve var olan tüm algılara karşı bir sessiz isyanın vücut bulmuş haliydi. Aklınıza hemen Gandi ve Hindistan gelecektir, fakat olayın örgüsü Hindistan'dan çok farklıdır, farklı bir yol izleyecektir.

Bartleby, bir reddedişin Gandi ile ortak yönü: bir direnişin, nihayet insanın kendisi olarak kalma iradesinin oyunda ki ölümsüz simgesidir.

Absürt bir öykünün tarihte ilk defa metne dönüşmüş halidir. Öykü metne dönüşürken, yaşadığımız zamanın absürtlüğü de göz önüne alındığında tiyatro sahnelerinde absürt eserlerin canlanması tesadüfi midir? Her şey saçma, olaylar birbirinden bağımsız ama sonucu ile insan denen canlıyı etkileniyor… Yaşadığımız zamanda her gün saçma sapan bir olayın yaratmış olduğu gündem ile savruluyoruz, sonra o olay henüz çözülmeden başka saçma sapan bir gündem içinde buluyoruz, ne sonlanıyor ne de devam ediyor. O artık unutulmaya bırakılmış ama içinde devam eden bir süreçtir.

Yusuf Kısa anlatıcı ve avukat rolünü öyle bir canlandırıyor ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz, çünkü öykü avukatın anlatımı üzerine kuruludur ve onun gözünden olayla bakıyoruz ve bu saçma sapan durumun geçmişini bilmeden ama sonucunu göreceğimiz öyküye hayat ve yön vermektedir. Oyun süresi boyunca sahneden hiç ayrılmadan, oyunu yönlendirmiş, diğer oyuncuların ona yapmış olduğu pozitif katkıyı kucaklayıp seyirciye aktarmıştır… Seyirciyi de kendi kurduğu kurgunun içine davet etmektedir. Nedenini bilmediğimiz olay hakkında hayal kurmamızı ve kurduğumuz hayale uygun akıl yürütmesine istemsiz bir şekilde katıldık. Yeri geldi güldük, yeri geldi bu saçmalığın acaba günümüzde iş adamları nasıl davranırdı, çünkü bugün öyle neden sonuç araştırması yapmak yerine çıkara göre tavırlar ve tepkiler verilmektedir…

Can Seçki, Dorukhan Kenger, Osman Onur Can ise avukat bürosunda sürekli çalışan, geçmişten gelen bir samimiyet söz konusudur ve aynı zamanda avukatı patronları olarak değil, onunla birlikte büroyu yaşatmaya çalışan emekçilerdir. Her üçü de birbirinden farklı karaktere sahiptir ama ortak üretimin birbirinin açığını kapatan bir bütündür. Bir denge vardır ve o denge sanki sonsuza kadar devam edecek gibidir… Bartleby gelene kadar var olan denge devam eder, hatalarından çıktığında da devam edecektir.

Bartleby rolü ile Kerem Aktı öne çıkmaktadır. Sahin, hiç değişmeyen yüz ifadesi, sakin, durağan hali ile bir eylemcidir ama eylemini öyle bir şekilde yapmaktadır ki, oyun boyunca duruşunuz bozmaz... Kerem Aktı Bartleby rolünü öyle içselleştirmiştir ki, o kenarda, duvara bakan biri olarak yerini zamandan bağımsız olarak bozmaz… O zamanı ortadan kaldırmış, sonsuzluk içinde yaşayan mekandan bağımsız bir soyut insana dönüştürmüştür...

Yusuf Eradam çevirisi Oya Yağcı dramaturji ile Muhammet Uzuner’in eline muhteşem bir tekst vermişler. O ise var olan öyküyü sahneye uyarlamış, bir anlamda absürt bir tiyatroya dönüştürmüştür. Yaşadığımız anın röntgenini “sivil itaatsizlik” çerçevesinden yeniden yaratmıştır. Saçma sapan görünen bir olayın öyküsü olabilir mi, olur, hatta tiyatrosu bile olur… Muhammet Uzuner’in yönetiminde, her oyuncuya verdiği rollerin karşılığını oyun sonunda aldığı alkışlar ile kanıtlamıştır.

Oyunu sıkıcı olmaktan çıkaran ses, ışık ve dekordur. Bu alt yapı olmadan oyuncuları performansı ne görünür olurdu, ne de oyunun ruhu sahnede canlanabilirdi. Oyunda en büyük işlevi ışıkta görürken, aslında ışığın hareket ettiği yerlerdeki nesnelerin duruşu. Dekor olarak sahnede çok fazla bir şey yoktur, eksik bir şey de yoktur. Kısaca oyunu en az eşya ile en verimli haline getiren dekordur. Çalışma masasının hareketli olması oyunculara büyük bir avantaj sağlamıştır. Seçilen kıyafetler ile oyunun içine seyirciyi davet edilirken, Nihan Şen’in yeteneği ile oyuna kıyafet giydirmiştir. Üstelik oyunda rol alanların ve öykünün üstüne tam tamına oturmuştur. .

Oyunu monolog olarak çıkaran ise diyaloglardan daha öne çıkan ses efekti ve müziktir. Müzik ve oyunun akışında kullanılan efektler oyunda vurgulanması gerekenler öne çıkarılarak seyirciye doğrudan ulaşmasına yol açmıştır. Gözümüzü kapatıp bir an müziksiz oyunu dinlemeye çalışın, oyunun monoloğu sizi oyundan uzaklaştırabilir, karanlığı yaran ışığın altında oluşan ses dalgası bizi oyunun absürt halini doğallaştırmakta ve sanki absürt bir durum değil de doğal bir masal kahramanının mağdur olana karşı bizi empati yapmak için yol açmaktadır…

Sonuç olarak oyunda kapıda bilet kesenden, konukları karşılayanlar, oyunu sahneyi taşıyandan, oyunun öyküsünü bunu sahneleyelim diyen ekibin ortak bir emeğin üründür ve burada emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum.

“Bu geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz zamanı en iyi absürt bir oyun anlatırdı, absürt zamanların absürt oyunu olur…” diye belirtti ayak üstü sohbetimizde oyunun yönetmeni Muhammet Uzuner. Katılmamak mümkün mü?

 

İsmail Cem Özkan

 

Kâtip Bartleby

"Yapmamayı Tercih Ederim"

Yazan: Herman Melvılle

Çeviren: Yusuf Eradam

Sahneye Uyarlayan ve Yöneten: Muhammet Uzuner

Dekor Tasarımı: Veli Kahraman

Kostüm Tasarımı: Nihan Şen

Dramaturg: Oya Yağcı

Müzik: Berkay Özideş

Işık Tasarımı: Muhammet Uzuner

Afiş Tasarımı: Veli Kahraman

Oynayanlar: Can Seçki, Dorukhan Kenger, Kerem Aktı, Osman Onur Can, Yusuf Kısa

Işık Kumanda: Ekin Bora Boran

Efekt Kumanda: Harun Özkan

 

24 Ekim 2024 Perşembe

Köprü altında doğan kız çocukların tarihinden…

Köprü altında doğan kız çocukların tarihinden…

Suat Derviş yazdığı eser sözel tarihin yazıya dönüştürülmüş halidir. Bir zamanlar Karaköy, Tophane arasında yaşanmış ve en alttakilerin sesi, dili oluyor…

Eserde tarihsel İstanbul’un en yakınında yer alan ve Galata bölgesinin sahilini temsil eden bir yer seçilmiştir. Perşembe Pazarının hemen üstünde yer alan Bankalar Caddesinden, Tophaneye giden yolun üzerinde yaşanmışlıkların bir zaman diliminin kesitinin alınarak, büyüteçle baktığımız alandır…

Her gün önünden, içinden geçtiğimiz yerlerin ama gözümüze görünmeyen/ çarpmayan yaşamlar vardır. O yaşamlar en altta, en derin yoksulluğun, en büyük acıların içinde en büyük trajedilere rağmen gülen, eğlenen insanların yaratmış olduğu bir dünyadır. O dünyaya dışarıdan giren pek olmaz, onlar bir yaşam çevresi yaratılmıştır, o çevre içinde bir denge söz konusudur. O denge çok hassastır, bir dış müdahaleyle köklü değişimlere yol açabilecektir…

Köprü altında büyüyen çocukların hayalleri var mıdır, varsa sınırları var mıdır?

Suat Derviş gazetecidir, tarih yazıcısı değildir ama tarihe dipnotlar bırakır. O bıraktığı dipnotlar resmi tarihin gördüğü değildir, hatta görmezden geldiği bölümdür. Dönemin idam iplerinin sergilendiği alan Beyazid Meydanıdır ve genelde bu meydanda adi suçlu olarak görülenler ile siyasi olanların yan yana idam edildiği, ahalinin idamları gördüğü, izlediği yerdir.

Beyazid Meydanına giden yollar Galata Köprüsünden geçer, o köprünün üstünde akan bir yaşam vardır, bir de altında… Altında olan yaşamda erkek çocuklar yakalandığında onları askeri eğitime gönderilip, orada ölecek bir ere dönüşürler, seferlere çıkıp, yağmalayan, öldüren bir Mehmetçik olur, fakat kız çocukları? Kız çocukları yakalanmış olsa da onlar yakalandığı yerde serbest bırakılır, orada ölüme terk edilir bir anlamda. Onlara ait ne yurt vardır ne de devletin ıslah (!) programı… Kız çocukları karınlarını doyurmak için “etini” satarak ayakta kalmaya ve de adına yaşam denen şeyin içinde nefes alıp vermeye çalışırlar… Etini satmak, kısaca onların tek bildiği ekmek kapısıdır, ondan pazara kazanma hedefi yoktur, amaç karın tokluğudur…

Galata Köprüsü altında başlayan bir yaşam döngüsünün içinde dilden dile dolaşan öne çıkan güzel kızları da vardır, cana yakındır, güzelliği ile diğerlerinden farklıdır ve daha kıvraktır… Her çocuk eşit doğar ama eşit şartlar altında büyümez, bazılarının kaderi sanki doğumda anasının güzelliğine bağlı olarak değişir… Güzel, cana yakın olan Cevriye, Galata sahili boyunca “etinden faydalanan” erkek arasında üne kavuşmuştur. Onu öne çıkaran ona karşı taleptir. Erkeklerin talebi “küçük esnaf” içinde yer alan ve kendi vücudundan başka geliri olmayan kız çocukları ve kadınları arasındadır… Bir de bunların dışında Zürafa Sokakta yer alan kerhane vardır ama bunlar Kerhane dışında yer alan küçük esnaf/ girişimci olarak kendilerini tanımlarlar.

Küçük esnafın içinde rekabet, kavgalar olağandır, çünkü her biri kendi karnını doyurmak ile meşguldür ve ekmeğini kazanan gidip Rum Meyhanesinde demlenir, orada günü, zamanı öldürür…

Rum Meyhaneleri hem sığınma limanı hem de evleridir.

Rum Meyhaneleri bu insanların günlük kaygıları rakı bardağının içinde sohbet konusudur ve hiç biri ülkenin gündemi ile ilgili değildir, dışarıda başka bir yaşam vardır ama o yaşamın rüzgarı o sığınılmış, korunaklı limana ulaşmaz… Ülkede açlık varmış, işgal olmuş, hükümet değişmiş, enflasyon olmuş gibi geneli ilgilendiren konular bunların yaşam alanın dışındadır.

Rum meyhanesi geçimini de bunların üzerinde yapmaktadır…

Zaman içinde Karaköy değişmiştir köprü altında doğmuş, orada büyüyen çocuklara kalmıştır… Değişim açıktır, zaman yeni bir yaşamı oluşturur, kuytuluklarda yetişir yosun yeşillik! Rum Meyhanesi yeni müşterilerine muhtaçtır, o yüzden orada yaşayan kimsesiz olanlara kapısını açmış, onlara hizmet vermektedir. Güzel kızlar, kaderini dışarıda aramak isteyenler ise bir ermeni kadına yönlendirilir. Eski bir Kantocu olan Ermeni sanatçı, kendisine verilmiş Türk isim altında tanınır...

Ermeni ve Rum kültürünün oluşturmuş olduğu renkli, çok dilli, çok kültürlü dengede bozulmuştur, onların kültürünün yerine yeni bir “underground” bir kültür oluşmuştur… Alt kültürün renkliliği, çeşitliliği şivelere vurur ama aslında bozulmuş olanın yerini çarpık bir ilişki oluşumuna sebep olmuştur… Orada ne tam Rum, ne de Ermeni kültürü vardır, koşulların oluşturmuş olduğu zorunlu ilişki…

Günlerden bir gün Fosforlu Cevriye hastaneye yatmak zorunda kalır ve tedavi için bulunduğu hastaneden tedavi yapılmadan hastaneden atılır, çünkü o kimliği olan bir “normal” vatandaş değildir. En alttakilere görülen tavır açıktır, insan gibi davranılmaz. Sokak hayvanları ile onların arasında ne fark vardır?

İyileşmek için sığınacağı bir yer arar, Tophane’de balıkçılık yapan birinin yanına gider ama o kaçmıştır. Kayığına girip orada dinlenmeye çalışırken, birden hiç tanımadığı, üstü başı düzgün bir adam gelir… Elinde paket vardır, o paketi orada bırakacaktır, fakat “güvenli” değildir. Orada bir kadın yatmaktadır. Gizem onları yeni hayata doğru yol almasına sebep olur…

“Siz” ifadesi çok önemlidir, çünkü ilk defa “siz” kelimesi ile insan yerine konur…

Bir kelime onun hayatını değiştirecektir…

Var olan dengede değişecektir, çünkü Cevriye o güne yaşamadığı duyguları yaşayacağı yeni bir ortama girecektir…

Kayıktan eve doğru giden ve kaçak kalınan bir odalı evde değişim büyüktür. O güne kadar tanıdığı erkeklerden farklıdır. Siz diye hitap etmekte, mesafesini korumakta ve bu zor durumdan faydalanmamaktadır...

Ölüm nefesini hissettirmiştir

Gizemli bir yaşamı vardır, eve girişleri ve çıkışları gizlemlidir…  

“Siyasi” bir suçlu ile tanışmıştır. Kaçaktır, hakkında idam verilmiştir… Yakalansa Beyazıt Meydanında asılacaktır… …

Siyasi ile tanışmışlık onu içinde bulunduğu çevre içinde hiç beklenmeyen kopuşları ve var olan dengenin çatlamasını ortaya çıkarır. Çok hassas olan zemin en ufak bir etki ile yok olacaktır…

Oyun müzikaldir. Her sahne, her bölüm çok iyi düşünülmüş sözler ile o sözleri kucaklayıp büyüten bir müzik vardır. Sözler ve müzik elbette yeterli değildir, hareketlerde… Koreografi öyle doğal halinde sunulur ki, sanki onların hareketleri sıradan, hesaplanmamış ve sanki olması gerektiği gibi algılanmasını doğurur ama koreografinin başarısını ise dekor yaratır. Merdivenler, köprüler, üst kattaki daire, Kamondo Merdivenleri, Galata Köprüsü, Tophane Limanı bir dair içinde bir birine bağlantılıdır. Barış Dinçel’in yaratmış olduğu tasarım bu müzikalin kalbidir, onun üzerine yükselir müzik, sözler, dans... Elbette bütün bunları bir bütün olarak oluşturan Yelda Baskın ve ona geçmişten büyük destek veren Gülriz Sururi katkısı ile oluşmuştur…

Canlı müzik sahneye yön verirken, zaman zaman sahnede orkestrayı yönlendirir, çünkü sahnede yaşanan küçük aksilikler, orkestranın büyük başarısı ile yok edilir… Sahne ve orkestra arasında karşılıklı iletişim çok etkileyiciydi…

Oyuncuların her biri birbirinden başarılı olmasına rağmen, öne çıkan oyuncuların olması tesadüfi değildir, Yağmur Damcıoğlu Namak rahatlığı ve rolünden almış olduğu keyfi seyirciye aktarmaktadır.

Irmak Örnek hayat verdiği Cevriye rolü ile sahnede bana göre devleşmiştir, çok iyi bir seçim olduğunu seyrederken fark ediliyor, onu büyüten aslında diğer rollerin başarısıdır. Her bir oyuncu diğerini beslemekte, sahnede oluşmuş olan o denge seyirciye doğru bir şekilde yansımaktadır…

Nur Saçbüker Otan mimikleri ile farklı bir çizgiyi ortaya koyar, her bir rol, her oyuncu içinde sanki biçilmiş kaftan gibidir,  her oyuncu sahnede kendilerine verilen rolü, almış oldukları dans, hareket derslerini içselleştirdiklerini gösteriyor, bunu da Zeynep Ceren Gedikali iyi eğitmen olduğunu oyuncular hareketleri ile söylüyorlar…

Seyirciyi oyunun içine alan ışık efekti bana göre muhteşemdi. Gece yıldızı hepimizin üzerine düşmüş, o handaki odanın içine taşımaktadır… Kemal Yiğitcan ışık tasarımını çok başarılı buldum… Kostümleri yaratan Tomris Kuzu bölümler arasında değişen kıyafetleri her oyuncuya öyle bir giydirmiştir ki, oyuncu sahne arkasında zorlanmadan en kısa zamanda sahneye çıkacak şekildedir. Işık kıyafetlerin üzerine vurdukça bizi köprü altına, Rum meyhanesine taşımaktadır…

Bir bütün olarak baktığımızda seyrettiğim müzikal bizi tarihi gezintiye götürürken, tarihin görmediğini gösteren, onların üzerine büyüteç tutmaktadır. Siyasi bir kaçağın, bir kelime ile oluşmuş olan bir köprü altında oluşmuş dengeleri saracak kadar “kelebek etkisi” yaptığını görmekteyiz.

Bizim hayatlarımız trajedi içinde dramdır, her trajedinin sonu ne yazık ki mutlu sonla bitmiyor, keşke bitmiş olsaydı ülkemiz bu kadar kötü bir tarihi kırılma sürecinde zayıf olmazdı…

Her kırılma bizi dolaylı ya da direkt olarak etkilemektedir.

Beyazid Meydanında kurulan idam sehpalar uzun bir süre daha işlevini gösterdi…

Ölüm bir kayıkta ya da idam sehpasını bizleri yakaladı ve tarih yazıcılar için sadece bu ölümler defter kaydına giren isim olmaktan başka anlamı olmadı…

Fosforlu Cevriye bir anlamda dolaylı olarak Suat Derviş’in yaşamıdır… O zorlu sürecin müzikal olarak hayatımıza yeniden girmiş olması tiyatro severler için büyük şanstır, oyunu bir sessizlerin sesi, yazılmamış olan tarihin yazımı olarak okuyabilir ve izleyebilirsiniz…

Oyunda beni en çok rahatsız eden mikrofon olmuştur. Bundan önce izlediğim Ağrı dağı efsanesi adlı oyunda da aynı sorunu yaşadım, konuşanı izleyemedim. Kim konuşuyor, ses hangi oyuncudan geliyor diye sahnede gözüm ile sesin sahibini aradım, çünkü hoparlörden gelen tek ses sahneden sesi, oyuncudan koparmaktadır…

Sesin sahibini ararken sahneye yabancılaştığımı, oyunun dışında bir büyük ekranda olana bakar gibi bir duygu oluşturdu. Buna benzer oyunlarda müzik dışında diyaloglarda mikrofon olmasaydı diye içimden geçirdim…

İsmail Cem Özkan

 

Fosforlu Cevriye

Yazan: Suat Derviş

Uyarlayan: Gülriz Sururi

Yöneten: Yelda Baskın

Müzik-Besteci: Oğuzhan Balcı

Dramaturg: Gökhan Aktemur

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu

Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan

Koreografi: Maral Ceranoğlu

Efekt Tasarımı: Yunus Nalcı

Ses Tasarımı: Gökhan Suna

Şarkı Sözleri: Gülriz Sururi, Yelda Baskın

Yardımcı Yönetmenler: Ceren Hacımuratoğlu, Gözde İpek Köse

Korrepetitör: Zeynep Ceren Gedikali

Reji Asistanları: Aybar Taştekin, Cafer Alpsolay, Buğra Can Ildırışık

Oyuncular: Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Binnur Şerbetçioğlu, Çağatay Palabıyık, Direnç Dedeoğlu, Elif Verit, Emre Yılmaz, Esra Ede, Hakan Örge, Irmak Örnek, Nur Saçbüker Otan, Samet Silme, Tuğrul Arsever, Yağmur Damcıoğlu Namak, Yunus Erman Çağlar, Zeynep Ceren Gedikali

Orkestra:

Korrepetitör: Sinan Arslan

1. Keman: Doğa Gençalioğlu, Eylem Arıca Başak İşguzar, Aida Pulake Altınbüken, Yağmur Pelin Turanlı,

2. Keman: Ayla Özkan, Doğu Kaptaner, Derya Yağcılar,

Viola: Gizem Anafarta, Seval Doğa Gürcan,

Viyolonsel: Orcan Koç, Şemsa İdil Ural,

Piyano: Sinan Arslan,

Kontrbas: Barış Çelik, Utku Akıncı

Flüt: Gülce İnceler,

Klarnet: İnci Gonca Beker,

Obua: Buğra Özgün,

Korno: Nisan Atmaca, Yağmur Sena Güner,

Fagot: İdil Bilbay,

Trompet: Orçun Tekelioğlu, Mertcan Oktav

Bas Trombon: Fuat Can Başkır,

Kanun: Kayhan Erdem, Kahraman Şirin,

Klasik Kemençe: Dilara Özbideciler,

Timpani: Evrim Murat Karagöz,

Perküsyon: Murat Güreç, Furkan Yargıcı