8 Kasım 2024 Cuma

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.”

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.” 

Doktor eğitimini yaptıktan sonra kendi memleketinden uzakta yaşamış olan ve idealist olan Dr. Tomas Stockmann, yıllar sonra doğduğu ve büyüdüğü memleketine dönmüştür. Orada yaşanmışlıklarından elde ettikleri tecrübelerini kendi hemşerilerine aktarmak istemiştir. Geri kalmış ilçelerini açılacak olan kaplıcaların şehir yaşamını değiştireceğini, turistlerin geleceği ve şehri dönüştürme fikrini ortaya atmıştır. Bu fikir kısa zamanda yankı bulacak ve kentin idaresinde ağabeyi ve de aynı zamanda Belediye Başkanı olan Peter'dir. Ağabeyisinin siyasi desteği ile kısa zamanda kaplıcalar için alt yapı oluşturulmuş ve hayata geçirilmiştir. Kaplıcalar zaman içinde duyulmuş ve beklenildiği gibi turistler şehre gelmeye başlamışlardır… şehrin makul tarihi değişmiştir, gözden uzak olan bir yer artık görünür olmuş, ismi duyulmaya başlamıştır.

Bu arada Dr. Tomas Stockmann kaplıca projesi oluştuktan sonra şehre bağlı olarak kurulan kaplıcaların sağlık işlerine bakan bölümde doktor olarak çalışmaya başlanmıştır…

Günlerden bir gün kaplıcalardan yaralanan misafirlerde görülen cilt hastalıkları dikkatini çekmiş ve bu hastalıkların kaynağının kaplıca suyu olabileceği şüphesi içine düşmüştür, almış olduğu numuneleri bu konuda uzman olan birime göndermiştir…  Gelecek rapor onun bu konuda duruşunu belirleyecektir, çünkü doktor öncelikle halkına ve hastalarına sorumludur, işletme ve şehir bu oluşacak aksiliği gidermek ile sorumlu olduğu fikrini taşımaktadır. Doktorlar eğitimlerinden kaynaklı yalan söyleyemezler ve etik kurallarına bağımlı insanlardır. Siyasiler gibi ne düşünebilir ne de tavır alabilir. Sorun varsa onun hasıraltı etmek yerine kamuoyuna duyurup, o sorunun giderilmesi için bir halk sağlığı uzmanı gibi uğraşır… 

Gelen rapor beklediği gibidir, analiz sonucuna göre şehrin pis suyunu kapılıca suyuna karıştığını tespit edilmiştir. Sorunun çözümü bellidir ve acilen bu konu gündeme alınmak zorundadır. Kaynağından gelirken oluşan bu kanalizasyon ve su borularının ayrıştırılması ve yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır, önce insan sağlığı doktor için önceliklidir, fakat şehir idaresi için bu öncelikli olacak mı?

“Hem evde hem de okulda o kadar çok yalan var ki. Evde konuşmamalıyız, okulda ise ayakta durup çocuklara yalan söylemek zorundayız.” Petra

İşin bir de siyasi boyutu vardır, her ne kadar etik işin hemen düzeltilmesini emretmesine rağmen siyasi tarafı çıkarları bu işin öyle basit bir şey olmadığı gerçeğini ortaya çıkaracaktır…

Siyaset ile bilim insanın bir olguya bakışı çatışmayı ortaya çıkaracaktır…

Henüz yeni para kazanmaya başlayanların çıkarı, kaplıcadan sağlık için faydalanan insanların sağlığından daha önemlidir, çünkü istenilen değişim, düzenleme iki yıl gibi bir zaman alacak ve kentte yaşayanların bütçesinden harcama yapılacaktır. İki yıl turistlerin kaçması anlamına gelir, daha da fena olarak gözüken küçük esnafın gelirinin azalması ve vergilerinin bu iş için harcanmasıdır, büyük sermaye oluşan bu durumda ödemeye razı değildir.

Başta Dr. Stockmann yanında yer aldığını söyleyen yerel basın ve küçük esnaf temsilcisi siyasi baskı sonucunda ve kaybedecekleri gelirler göz önüne alındığında, gerçek sorunun hasıraltı edilmesi, var olan sorunun zaman içinde çözülmesi konusunda şehir idaresi ile bir uzlaşmaya varmıştır. Başlangıçta büyük sermayeye ve şehir idaresini sıkıştırma stratejileri kısa sürede çöpe gitmiştir. Çıkarlar ideal olanı ortadan kaldırır ve siyasi “esneklik” esen rüzgara göre eğilmeyi ortaya çıkarır.

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz. Asla, diyorum! Bu, bağımsız, akıllı bir adamın savaş vermesi gereken sosyal yalanlardan biridir. Bir ülkede nüfusun çoğunluğunu kim oluşturur? Zeki insanlar mı, yoksa aptallar mı? Şu anda aptal insanların tüm dünyada ezici bir çoğunlukta olduğu gerçeğine itiraz edeceğinizi sanmıyorum… Gerçeğin tekelinin çoğunluğun elinde olduğu yalanına karşı bir devrim yapmayı öneriyorum. ” Dr. Stockmann

Dr. Stockmann, önerisi boşa düşmüştür, toplum içinde bir dalgaya neden olmuş ama kısa zamanda çıkarlar o oluşan dalgayı ortadan kaldırmıştır, devrim çağrısı artık arkasız ve temelinden yoksundur.

Küçük burjuvazi çıkarı omurgasını ve duruşunu değiştirmesi şaşırtıcı değildir ama Dr. Stockmann bu ikiyüzlülük karşısında yalnız ve çaresiz kalmıştır, hatta toplanan halk meclisinde onu “halk düşmanı” ilan edilip taşlanmasına, çocuklarının okuldan atılıp, kendisini destekleyen arkadaşının işsiz kalmasına varan olaylar zincirini tetikler. Bu arada kaplıcayı işleten şirketlerin borsada değeri düşer, elinde tahvilleri olanlar elinden çıkarır ama bu çıkarılan hisseleri Dr. Stockmann’ın kayınbabası toplar… Kayınbaba elindeki hisseleri Dr. Stockmann eşinin ve çocuğu için ayrılmış olan miras parası ile yapmıştır. Kısaca bu iki derede bir arada bırakılan Dr. Stockmann yeni bir karar vermek zorundadır. O, gönüllü gitmeyi düşündüğü sürgüne artık gidemeyecektir, çünkü eşinin ve çocuğunun geleceği vereceği karar bağlıdır…

Oyunun kısaca özeti yukarıda ki gibidir, elbette bu uzun oyunda birçok konu ele alınmakta ve radikal bir şekilde toplum, toplumsal düşüncenin oluşumu ve linçe kadar gider tepkiler ortaya konmaktadır. Bütün bunlara karşı bilim insanın duruşu ve gelen baskılar, ki baskı aile içinde ki çıkarlara kadar inecektir ve her ne kadar ailesi yanında olmuş olsa da kayınbabasının çok ucuza elde ettiği tahviller ile onu çıkmaz bir sokakta tek başına kalmasına sebep olur… Bilim insanı eğitimden almış olduğu etik ile gerçekler arasında yüz yüze kalacaktır, vicdanı ve mesleğinden gelen duruşu sorgulanacaktır.

Yaşadığımız zamanda, geçmişte yaşanan olaydan pek farkı yok gibidir, bilim insanlarının duyarlılığı içinde - hala gerekleri - konuşmaya çalışan insanlar vardır ve genelde onlar toplum içinde “halk düşmanı” ilan edilmiştir. İlan edilen halk düşmanları zaman geçince birer kahraman gibi anılmakta ve o düşman ilan eden toplum onları “onurumuz” diye sahip çıkarak bir anlamda tarih ile yüzleşmenin üstünü örtmektedir.

Suç birkaç kişinin çıkarıdır, toplumun değil!

Sonuç olarak “insanlar doğru yaşamak istemiyorlar. Sadece hayatta kalma derdindeler.” Küçük çıkarları anlık ne gerektiriyorsa onlar için gerçek o’dur ve o yaratılan gerçekliğin savunucusu olurlar. Bugün de o günlerde olduğu gibi ahlaksızlık hüküm sürüyor, siyasi irade yer alanlar hala yalan söylemeye, çıkarlar ile onların gerçeği algılamaları değil, önemli olan var olan siyasi iradenin devamını sağlamaktır.

Toplum bugün siyasi iradenin her türlü yalanını, çürümenin boyutunu biliyor, farkına varıyor ama kimse kalkıp bunu açıkça ifade edemiyor, çünkü korkuyor. Korku, cesareti ortadan kaldırıyor. Bir bilim insanın cesareti de bir noktaya kadardır, çünkü delirmek ile yaşama devam etmek arasında bir tercih yapacaktır…

Oyunun sahnelenmesine gelirsek eğer Orhan Alkaya oyunu epik tiyatronun tüm öğelerini kullanarak ele almış, seyirciyi oyunun içine ikinci bölümde dahil etmeye çalışmıştır. Çalışmıştır demekteyim, çünkü banttan verilen sesler ile salon bir anlamda Dr. Stockmann’ın sorgulandığı bölümdür. Bir anlamda toplum ile idealist bir doktorun sorunlar üzerinden topluma yön veren siyasi iradenin toplumu manipüle etmesi sahnesidir. Liberal düşüncenin özgürlük kavramının altının ne kadar boş olduğu gerçeğini vurgular, fakat sahne düzenlemesi ve ışık sahneyi seyirciye yakınlaştırmış olmasına rağmen seyirci hiperaktif olarak oyuna dahil olamamaktadır, oyuncular sahneye seyircilerin arasından çıkmış olmasına rağmen seyirci hep pasif konumdadır, sahneden seyirciye doğru yöneltilen sorulara tepkisizdir…

Banttan gelen sesler, gürültüler seyircilerin önüne görünmez bir duvar örmektedir.

Duvar örmek yerine sahne düzenlemesinde yer alan, sahne arkasında bulunan tiyatro çalışanları oyuna seyirci koltuğundan katılıp, o gürültüleri canlı çıkarabilir, bir anlamda seyirciyi oyuna dahil etmek için ortam yaratabilirdi… Oyuncuların seyircinin arasından gelmiş olmasına rağmen oyunun içine seyirciyi dahil edilmemiş durumda…

İzlediğim oyunun dekorundan başlamak istiyorum, çünkü oyun o dekor üzerinden seyirciye ulaşmaktadır. Sahne boş değildir ve o boş olmayan alanda yerleştirilen her aletin, nesnenin bir anlamı ve oyuncunun hareket alanını genişletmesi olarak kullanılır… İKEA mağazalarının kullandığı İskandinav anlayışına uygun olarak koltuk ve kitaplıkların seçilmesi bana göre çok doğru karar verilmiş bir anlayış olarak önüme çıkıyor, hareketli ve bölümler arası geçişte sahnede olan hep sahnede kalarak farklı çağrışımlar ve oyunun nerede geçtiği hakkında fikir vermesi açısından başarılıdır. Fakat gazete yönetimin olduğu bölümde sahne bir köşeye sıkışmakta, piyanonun olduğu alana kadar boş duruma getirilmiştir. Sahne çok dar alanda, seyirciyi o alana doğru yönlendirmiştir. Sahne bir bütündür ve oyun sahnenin her alanı daha verimli kullanılabilirdi diye içimden geçirdim. Onun dışında dekor tasarımını çok başarılı buldum, özellikle seyirci ile buluşulan ve tüm salonun ışık içinde kaldığı anda sahne öne doğru iteklenmiştir. Işık denilince ben oyunu Üsküdar Şehir Tiyatroları salonunda izledim. Oyunun akışına uygun bir tasarım olmuş, başarılı. Çeviren (Dilek Başak Carelius) ve Dramaturg (Sinem Özlek) ortak çalışması diyeceğim bir başarı gördüm, oyun geçişlerinde gerek normal akışta oyuncuları zorlamayan, oyunun güncele doğru göndermeleri ince ince oyunun içine işlenmiş ve oyuncularda ellerine verilen tekste ses, hareket katarak büyük bir başarı göstermişler. Müzik ve dans konusuna gelince hepsi oyunun ruhuna uygun şekilde seçilmiş ve hatta verilmiş olduğunu gördüm. Turgay Erdener, Burçak Çöllü, Derya Yıldırım, Orhan Alkaya ve canlı piyano çalarak Burçak Çöllü oyuna ayrı bir katkı sunuyorlar. Her biri birbirini destekleyerek oyunun ruhunu seyirciye ulaştırıyorlar. Müzik, dans, vücut dili, anlatılan hikayenin müzik eşliğinde seyirciye sunulması ve oyunu dinamik tutması açısından her birinin emeğini buradan da alkışlamak istedim.

Mert Tanık oyunu öyle bir nefes oluyor ki, öfkesi, heyecanı, bilim insanın duyarlılığı ve hayal kırıklığı seyirciye ulaşırken, onun yanında onu yönlendiren, biçimlendiren, patronu aynı zamanda abisi rolü ile Cem Baza oyunun en görünen iki ismi gibi gözükmesine rağmen, oyunda aslında öne çıkan ve çok rahat davranışları ile Tankut Yıldız olmaktadır. Halkın Sesi Gazetesi yazı İşleri Müdürü aynı zamanda gizli aşık rolü, diğer yandan tetikçi / kışkırtıcı konumu ile değişen anları gerek vücut dili, gerek sesi ile sahneyi doldurmakta… Elbette oyun bir bütündür, oyunculardan biri dahi oyuna vermesi gereken katkıyı, yönetmenin vermiş olduğu görevi yarım dahi yaparsa oyun çöker, bundan dolayı bu oyun bu kadar uzun olmasına rağmen seyirci hiçbir şekilde dikkatini dağıtmadan sahneye odaklanmış ise eğer, o oyunda emeği geçenlerin hepsinin ortak başarısı var demektir… Bundan dolayı, sözü fazla uzatmadan her birinin emeği karşısında oyun sonunda olduğu gibi ayağa kalkıp alkışlıyorum…

Zamanımıza uygun, zamanın sorunlarına dikkat çeken bir oyunu bu zaman diliminde sahnede görmekten büyük mutluluk duydum. Zaman değişmiş, ülkeler farklı olsa da ne yazık ki çıkarlar toplumu ve o toplumun seçmiş olduğu liderler hala kimin halk düşmanı, kimin sermaye dostu olduğuna karar vermeye devam ediyor…

İsmail Cem Özkan

 

Bir Halk Düşmanı

Yazan: Henrik Ibsen

Çeviren: Dilek Başak Carelius

Yöneten: Orhan Alkaya

Dramaturg: Sinem Özlek

Müzik: Turgay Erdener

Dekor Tasarımı: Tomris Kuzu

Kostüm Tasarımı: Duygu Can

Koreograf: Özge Midilli

Işık Tasarımı: Murat İşçi

Efekt Tasarımı: Ersin Aşar

Lirik: Orhan Alkaya

Korrepetitör: Burçak Çöllü

Yönetmen Yardımcıları: Yağmur Ulusoy Göktürk, Ertan Kılıç, Elif Verit

Suflör: Zeynep Köylü

Oyuncular:

Doktor Stockmann: Mert Tanık

Katrin Stockmann: Müge Akyamaç

Petra Stockmann: Hazal Uprak

Peter Stockmann: Cem Baza

Morten Kiil: Gökhan Mete

Hovstad: Tankut Yıldız

Billing: Barış Çağatay Çakıroğlu

Kaptan Horster: Rahmi Elhan

Aslaksen: Hakan Arlı

Şan: Derya Yıldırım

Piyano: Burçak Çöllü

Seslendirenler: Orhan Alkaya, Ahmet Saraçoğlu, Ertan Kılıç, Yağmur Ulusoy Göktürk, Elif Verit, Fatma İnan, Ada Alize Ertem, Ceren Hacımuratoğlu, Canan Kübra Birinci, Tevfik Şahin, Emre Yılmaz, Cihat Faruk Sevindik, Alp Tuğhan Taş, Osman Kaba, Asrın Gurur Kuyucak, İrem Erkaya

Dublaj Yönetmeni: Zeynep Ceren Gedikali 

 

4 Kasım 2024 Pazartesi

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Kürt açılımı aslında Türk resmi tarihi ile yüzleşmek için bir fırsattır, fakat bu fırsat yeni bir resmi tarihin oluşumu ile sonuçlanarak suya düşecek, onu bir dere alacak ve denizin suları içinde yok edecektir... Kısaca resmi tarihi yok edersen başka bir resmi tarih yerini alır, bu sefer tek milletli kurtuluşu savaşı yerini iki milletli, sözde eşit vatandaşlık kabul görmüş bir tarih alır...

Kürt açılımı yapması gereken Kürt ulusunun temsilcileri bugün yaptığı konuşmalarda, kurtuluş savaşına bakışta sürekli resmi tarihin içinde yer alan Türk kelimesinin yanında Kürt kelimesini oturtur ve birlikte yaptıklarını iddia eder...

Şimdi bu gerçek mi diye sorsam, resmi tarih eğitiminden geçen her birey doğru ve gerçek diyecektir. O zaman soru şu olması gerek: madem eşit koşullar altında, birlikte yapıldı, peki neden CHP tek parti ve çok partili seçimlerde Kürtlerin önemli bir bölümü neden sandığa gitmedi, çok partili seçimlerde neden CHP Kürtlerden oy alamadı?

Kısaca Kürtler her zaman devletin arzularının ne olduğunu biliyordu, oranın bir sürgün yeri seçilmesi, teknolojinin, medeniyetinin nimetleri olan eşyalarının oraya savaş aletleri dışında çok geç gitmesini açıklayamaz… Hatta Kürt sorununa bakış içinde kuruluş aşamasında Türkiye ve Kürt sorununa bakışta “komitern” bakışı bu konuda Türk devletinin de bakışını ortaya koyar... Bundan dolayıdır ki nazım hikmet komiterne rağmen bu ülkenin renklerini anlatırken derinlemesine konuya girmez ama onların direktiflerini de sanatın ince dili ile aşmıştır... Sovyet tarihinde Türk devletinin resmi tarihinin söylemlerinin hakim olması tesadüfi değildir, çünkü İngilizler ve Sovyet Rusya’nın çıkarı araya konulmuş geçiş yani tampon ülkenin oluşumuna uygun bir dil ve davranış sergilenmiştir... Kısaca tarih resmileşince, devletin elinde olunca ister istemez çıkarlar halkın yaşadıklarının önüne geçer ve onları manipüle eder... Bu da o eğitim sisteminden geçmiş bireylerin doğru olmayacağı konusunda tüm şüpheleri ortadan kaldırır ve doğruymuş gibi iddialı savunmayı ortaya çıkarır...

Bu ülkede kurtuluş savaşı değil, yeniden kuruluş mücadelesi oldu...

Yıkılmış, yok edilmiş, paramparça edilmiş bir Osmanlı devletinin yerine balkanlardan kovulmuş, hiçbir iddiası olmayan, Ankara merkezli bir yeni devlet -ama yeni dediğime bakmayın- sadece batılılar tarafından kullanıla gelen ismin resmiyet kazanmasından başka şey değildir. Çünkü devlette devamlılık önemlidir ve iktidar el değiştirmiş, eski liderler sürgüne gitmiş, orada öldürülmüş ve onların boşluğunu iyi eğitilmiş yeni bir kadronun doldurması ve ideal olarak kabul edilenlerin yeni bir ulus devleti altında oluşturulması, kısaca devletin yeniden kurulmasıdır...

Tek adam fikriyatına karşı olanların acımasızca ezildiği, idam sehpalarında son nefesini verdiği bir kuruluş süreci yaşanmıştır... Bu süreçte elbette tek millet, tek vatan, tek ideal, tek politika, tek lider, tek bayrak... kısaca tek olanların devrim adı altında eski olanların yeniden gözden geçirilip zaman uymayanları kaldırıp yeni ama eskiden beri dillendirilen/istenilenin hayata geçirilmesidir...

Tarihe nereden durup baktığınız çok önemlidir, kimin çıkarından baktığınız sizi gerçeğe daha yakınlaştırabilir de uzaklaştırabilir de. Fakat tarih her zaman kuşkuların olması gerektiği, sürekli yeni soruların sorulduğu, bugün ki etkisine bakarak geçmişi yeniden yorumlanması gerektiğini unutmamak gereklidir, çünkü tarih durağan ve bitmiş bir şey değildir, tersine aktiftir ve dinamik olarak sürekli yeniden yaratılır...

Kürt açılımı gerçeğe yaklaşmak ya da daha yakın bir şeyler söylemek için fırsattır ama gelişmeler bunu böyle olmayacağını, Atatürk yanına Atakürt konmasını getirecek gibi... Yapay zeka bu fotoğrafın konmasını ve yeniden oluşturmasına imkan tanıyor, hatta o döneme ait filmler ve belgeseller yeni yaratılan gerçekliği doğru diye kitlelere sunacak ve yeni bir resmi tarih oluşturacaktır...

Bugün "Kürt" olduğunu söyleyenler tutuklanabilir, işkence altında olabilir ama yarın o Kürt diyenler el üstünde, pozitif ayrımcılık içinde, geçmişte ve bugün mücadele edenlerin alın teri, kanı üzerine yeni bir yaşam kuracaklar ve yeni tarihe inanacaklardır... Kürt sermayesi vardır ama bugün Türk sermayesi içinde kendilerini saklıyorlar, yakında bu saklama TÜSİAD yanında, paralelinde KÜSİAD adında da örgütlenme ile yeni devletin efendisinin kim olduğunu ilan edebilme ihtimali yüksektir...

Her açılım demokrasi için bir adım atılır ama demokrasiden kimlerin faydalanacağı, kimler için özgürlük kavramı içinde yerini alacağı önceden tespit edilemez...

Türkiye gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, henüz yazıyı tamamlamışken, birden kurulduğu ilan edilen masanın devrilmiş olduğuna dair siyasi gelişmeler oldu. Muhalif belediyelere kayyum atandı…

Elbette kafalarda başka açılımlara neden oldu…

Tarihte olmuş olayların başka özneler ile yeniden mi sonucuna bakarak uygulamaya konuyor?

"Etle tırnak" gibi deyimi genelde Türk - Kürt sorunu konuşurken dillendirilir, fakat hepimiz biliyoruz ki etle tırnak meselesinde tırnak sökülür ve atılır.

Ermeni sorununun çözümü böyle olmadı mı?

Kürt sorunu çözüm masası kuruldu ya da kurulurken bir ayağı zaten (!) kısaydı, sonuçta masa kuruldu ama masa devrildi, arkasından kayyum atamalar başladı.

 Ayrımsız olarak tüm muhalifleri sopa ile eğitme süreci başladı, bakalım nasıl bir sonuç doğuracak?

Açılım sonucunda kimler için hangi özgürlüklerden faydalanacak sorusu sormuştum, yanıtı sanırım hep ortada duruyordu, kayyum açılımı yapanların özgürlükleri, öteki olanların özgürlüğünden her zaman önceliklidir…

Demokrasi en çok ezilenlerin haklarının korunması ile ölçülür, bizde ise en çok eziyet yapanın özgürlüğü ile ölçülür oldu…

İsmail Cem Özkan

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Nasuh abi aramızdan fiziki olarak ayrılalı 10 yıl olmuş. Bugün (3 Kasım 2024) onun mezarı başında yoldaşlarının çok küçük bir bölümü olacak, diğerleri uzaktan belki anımsayacak, belki de günlük olayların içinde sözünü bile etmeden geçiştirecek...

Genelde her yıl hacı merkezi gibi turlar düzenlenir ve bir grup arkadaş gider hacı olur dönerdik. Bir Bektaşi’nin türbesini ziyaret edip, Bektaşi olmayı sürdürmesi gibi bir şey... Neyse ben bu sene ve gelecek yıllarda gitmeyeceğim, çünkü bir şeyi ritüel haline döndürürseniz onu kutsamış olursunuz, bizim kutsallarımız yoktur, olsaydı her birimiz Londra’ya gidip Marks’ın mezarında ayin yapar olurduk!

O yaşadı ve öyle olduğu için önce arkadaşları ile birlikte Devrimci Gençlik, arkasından siyasi ayağı olan Devrimci Yol hareketini kurdu, boyunu aştığı(!) İçin “ileri aşamaya” götüremeden yenilmiş hareketin lider konumunda yerini aldı... Yeniden toparlanacak ve “ileri adım” atacak örgütlenme kuramadan kansere yakalandı ve aramızdan ayrıldı.

Harekete ve ona karşı gönül bağlılığı olanlar onun cenaze töreninde meydanları dolduracak kadar kalabalık oldu. Senede bir yapılan anma toplantıları başta ilgi gördü ama yıllar içinde yapılan törenler yapılmak için yapılan, birbirini takip eden ama yıl yıl gericileşen yapıya döndü, katılım sayısı da doğal olarak azaldı...

Oraya katılanlar yeni bir siyasi adım atmak yerine var olanı korumayı seçti, arada farklı yollarda olanların anılarını tazeleme buluşmasına döndü... Anılar artık bir bölümü için yazlıklarda, bir bölümü mezarlık buluşmaları ile devam ediyor...

Nasuh Mitap anmasını bu sene (2024) CHP gibi düzen içi bir partide siyaset yapana kadar geriledi... Devrimci ruhu ortadan kaldırıp, anti Erdoğan siyaseti ile soslanmış düzen için düzen ile birlikte hareket eden, düzen karşıtı olanları ehlileştirme hareketi konumuna doğru evirildi.

Bugün yenilgi öncesi Devrimci Yol hareketi yoktur, tarihi misyonunu çoktan kaybetmiş, yenilmiştir. (lider kadrosunun bir bölümü yaşamış olması, hareketin varlığı anlamına gelmez, temsiliye anlamına gelir) yenilenler yeniden ayağa kalkamamış, kalkma girişimleri ise küçük ayak oyunları ile düştüğü noktaya geri çekilmiş ve sürekli "yeniden" denilerek yeni bir şey ortaya çıkamamış, kişiler üzerinden siyaset konuşulur olmuş...

Devrimci Yol hareketi kişiler üzerine değil, sorunların çözümü üzerine kendisini var etti...

Kişiler ve onların kibirleri üzerine kurulmaya çalışıldığında sorunları tanımlamak sorunu çözmek anlamına gelmediğini bugün yaşanan ortamdan anlamış olmamız gerek...

Nasuh abi gideli 10 yıl olmuş, zaman ne kadar çok hızlı geçiyor...

On yıl önce kimler ile birlikteydik, kaçı aramızda hala nefes almaya devam ediyor, kimilerini rahmet ile anıyoruz? Kimileri de ne geçmişi, ne bugünü ne de nefes aldığını biliyor, birçok arkadaş da kanser tedavisinde, yarına umutla sarılmaya çalışıyor, bir bölümü yayınladığı kitabı pazarlama derdinde, oluşmuş olan etnik pazarın en dar alanında ticari kaygılar içinde... Okuyucunun duyması gerektiğini önceden bilen editörlerin kontrolünden geçmiş kitaplar piyasada okuyucu beklemekte, ayıp olmasın diye alınıp ama hiç okunmayan kitaplar kütüphanede yerini almış durumda… Anılar piyasaya bir düşünce, piyasa kuralları anıları da yeniden yaratır…  

On yıl çok hızlı geçti, on yılda ileri adım atılacağına daha da muhafazakar oldu, daha da küçüldü...

Nasuh abi bugün aramızda değil, anılarının bir bölümünü taşıyanlar aramızda ve bir süre sonra onlarda yaşam döngüsü içinde gidecek...

Geriye ne kalmış olacak?

Her yıl yapılan anma toplantıları da bir anlamda havaya yazılmış olarak kalacak ve İttihat ve Terakki Partisinin ruhunu çağırma seanslarına dönecek diye korkar oldum...

İsmail Cem Özkan