14 Aralık 2024 Cumartesi

Sessizliğinize tepki veren olursa değişim olur!

Sessizliğinize tepki veren olursa değişim olur! 

Mustafa Ergüven, Herman Melville’in 1853 yılında kaleme aldığı Kâtip Bartleby adlı hikayesinden uyarladığı öyküyü tek kişilik oyun olarak sahneye uyarlamış. Kitabın orijinal anlatımı yerine mekan, zaman belirsizliği yaratılarak, üstelik günümüzde çok yaygın olan call center (çağrı merkezi) üzerinden günümüze doğru taşınmış. 

Genç bir avukat, bir bankadan kredi kartı borçlularının dosyalarını prim karşılığında tahsil etmek üzere bir işe girmiştir; zaten yeni genç bir avukatın o piyasada yapacağı fazla bir şey de yoktur. Genelde yeni avukatlar isim yapana (müşteri toplayana) kadar icra dosyalarını ülkemizde takip ederler. Davalara girip mahkemede dava kaybetme riski de yoktur; bu sayede hem de mesleğin ince işlerini (ilişkiler anlamında) öğrenecektir. 

Önce evinde telefon üzerinden başladığı işini, zaman içinde büroya taşıyacaktır. Tek başına yürütülen işlerin amatörlüğü her zaman içinde vardır. Gerçi Mustafa Ergüven bu geçişi arkadaşı ile görüşürken arkadaşına attığı hava üzerine olduğunu vurgular. Sonuçta bir iş merkezinin içinde küçük bir büro tutacak ve orada oluşturduğu call center ile banka adına kredi borcu olanlardan para koparmaya çalışacaklardır; içinde gizli tehditler ile yapılan bu iş aslında yasal değildir ama yasak olmadığı için yasa dışı değildir. 

Oyunun buraya kadar yorumu içinde oyuncu sahnede tektir. Oyunun başında bilinçli şekilde yapılan teknik sorunlar ile bu bir oyundur ve sizler de seyirci, sahnede olan da oyuncu imgesi verilmiştir. Sahnede göreceğiniz bir oyun olduğuna göre, oyuncu öyküyü canlandıracağına göre oturun izleyin demekte; bıyık altından kıs kıs gülerken de oyuna dahil olacaksınız. Öyle yok, sadece oyunu izlemek; uygun olduğu anlarda oyuna dahil olacaksınız imajını oyunun başından veriyor. 

Sahnede bir küçük pano, bölümler orada yazacak ve her bölüm değişiminde yapraklar değişecektir. Sağa sola bırakılmış spor ayakkabısı, bir laptop, tabure, bir çanta mevcuttur. Oyunun tüm aksesuarlarının o çantanın içinde olduğunu oyun gelişimi ile göreceğiz. Kadınlar çantasız yapamaz; sahnede bir kadın olduğuna göre o çantanın orada olması kadar doğal bir şey yoktur ama seçilen renk dikkat çekicidir. 

Avukat hanım büro tutması ile birlikte olayların örgüsü absürt bir şekilde devam edecektir. Saçma gelecektir ama öyle kurgulanıyor ki saçmalık bile sahnede bir “ekosistem” yaratıyor ve oyuncunun çok başarılı sesini ve vücut dilini kullanarak o yaratılan ekosistem seyirciye verilir. Oyunu yorumlayanın dili ile ekosistem dedim; çünkü o sistemin yani dengede olanın pasif bir direniş ile parçalandığını, kişinin içsel ya da vicdanı ile hesaplaşmasına şahitlik edeceğiz. 

Objeleri insan yerine koyup onunla konuşsaydınız neler olurdu? 

Tek kişilik bir oyunda aslında dört kişi sahnede ama diğer üçü insan siluetinde görmüyorsunuz. Obje, her obje konuşuyor, her obje üzerlerine düşen görevi yapıyor ama oyunun başrolünde bir lamba olduğunu söylesem. İnanmayacaksınız biliyorum ama oyunun başrolünde ve oyuna isim veren şey lamba; adı Mükerrer. Adı öyle tesadüfen seçilmemiştir. 

Bir gün bir çalışan işe başlar; bütün hayatı değişecektir.

Mükerrer; hukuk dilinde tekrar eden suç anlamına gelmektedir. Peki, oyunda Mükerrer’in suçu nedir diye soru kafanızdan geçtiğini düşünüyorum, aslında suçu yok!

“Hiçbir şey ciddi bir insanı pasif bir direniş kadar sinirlendirmez.”

Büro tutulmuştur, işler ilerlemiştir, zaman içinde bir çalışan daha ihtiyaç duyulmuştur ve gazeteye verilen ilan ile yeni bir aday bir gün çıkıp gelir. Adı Mükerrer’dir. Soluk benizli, üstü başı düzgün, acınacak ölçüde saygıdeğer, çaresiz derecede yalnız olarak tanıtılır. Gerçi ben bir lamba olarak görmekteyim!

Cansız objelere canlılık, kişilik verilmiştir oyunda. Lamba deyip geçmeyin, her ağzından ses çıktığında ışık yanmakta, beline doğru olan yerde hoparlör vardır. Ses oradan gelmektedir.

Cansız objeye hayat verilmiştir.

Ancak Mükerrer’in zamanla bir şeyleri naifçe “yapmamayı tercih etmesi”, "Söylememeyi tercih ederim" ile başlayan direniş sarmalı genç avukatı içinden çıkılmaz durumlara sürükler.

Pasif bir direniş karşısında genç avukatın çaresizliği!

Her şeye kayıtsız kalanın pasif hali ile karşısındakini değiştirmesidir oyunun özü. Bu özü bize iki bölüm boyunca sahneyi dolduran Nurhayat Yıldırım verir.

Mustafa Ergüven ve Nurhayat Yıldırım ikilisinin uyumlu çalışması ve anladığım kadarıyla uzun süren çalışmalarının sonucunda oluşmuş. Oyunun özünü seyirciye taşıyan ama taşırken de seyircinin fikrini alan, seyirciyi sahneye taşırken, sahnede değişen ruh halini sesi ve mimikleriyle birlikte vücut dili ile oyunculuğunu gösteren ve sahnede bir kişi iki saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini unutturan ve her anın sahneye odaklanmış bir seyirci yaratan Nurhayat Yıldırım vardır.

Nurhayat Yıldırım bu oyunda çok başarılıdır.

Oyuncu eğitimi almak isteyenler bir oyuncunun her halini sahnede görmek istiyorlarsa bu oyuna gelip Nurhayat Yıldırım’ı izlesinler, ondan öğrenecekleri çok şey var. Sahnede gördüğünüz bir kurgudur hissini sürekli seyirciye verirken, aynı zamanda oyunun anını yaşayan bir oyuncudur. Gözyaşları sahicidir, sevinci gerçekçidir. Bir objeye insan kıyafeti ve ruhu giydirilmiş ve karşısında bir lamba değil de Mükerrer vardır.

Nurhayat Yıldırım ve Mustafa Ergüven ikilisinin sahneye uyarladıkları oyunu görün isterim, çünkü bu ikili çok farklı bir yorum ile absürt bir eseri nasıl uyarladıklarını, sahneye taşıdıklarını göreceksiniz.

Bundan öncesi daha farklı yorum ile Muhammet Uzuner yorumu ile CAS (Cihangir Atölye Sahnesi) sahnesinde izledim. Her iki yorumu da çok başarılı gördüm, her ikisinden de büyük zevk aldım, sahnede absürt bir eserin epik tiyatro içinde nasıl sahneleneceğini görürken birçok ders aldım. Muhammet Uzuner yorumu ile Mustafa Ergüven yorumu karşılaştırılamaz, ayrı kulvarda ve birbirine rakip değil, farklı yorumlanacağı konusunda bize çok güzel örnek olarak sunmaktadır. Her iki yorumu da izlemenizi çok isterim, fakat günümüz koşulları içinde her şeye karar veren ne yazık ki ekonomi ve siz siz olun kayıtsız kalmayın bu yaşadığımız sürece…

Yaşadığımız olaylar karşısında sessiz/ kayıtsız hiç kalmayın, çünkü sonuçta mükerrer suç (sessiz kalmak yaşanan tüm olumsuzlukları onaylamak adına gelir) durumuna düşersiniz ve bir avluda tek başınıza sessizlik içinde aramızdan ayrılırsınız… Arkanızdan gözyaşı dökecek ne bir avukat ne de başkası olur…

İsmail Cem Özkan

 

Mükerrer

Uyarlayan/ Yöneten: Mustafa Ergüven

Oynayan: Nurhayat Yıldırım

Yönetmen yardımcıları: Baran Ergün, Sena Pampal

Işık tasarımı: Utku Çetin

Kostüm, aksesuar ve ses tasarımı: Nurhayat Yıldırım, Mustafa Ergüven

Afiş tasarımı: Hilal Bektaş Korkut

Dış sesler: Yapay Zekâ

Yapımcı: Ufuk Cebeci

12 Aralık 2024 Perşembe

Kemikler taşınırken…

Kemikler taşınırken…

Türkiye'de insan kemiği sorunu var gibime geliyor ama kökü nereden kaynaklandığını bilmiyorum... Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı, onu da bilmiyorum. Son günlerde hatta yıllarda taşınan insan kemikleri ile ilgili birçok haber duydunuz ya da okudunuz. En son haberi sanırım Suriye içinde yapılan “başarılı” operasyon sonrası el değiştiren topraklar üzerinde olandır.

Suriye üzerine Arap Baharı esince, bizdeki siyasiler Emevi Camiinde öğle namazı kılmak hevesi ile birden Suriye iç işimiz oluverdi. Emevi Camii konusu gelince onun hakkında kısa bilgi vermek gereklidir, çünkü seçilen caminin tarihsel bir geçmişi ve anlamı vardır.

Emevi Camii, bir kilise olarak inşa edilmiş, sonra İslam'ın eline geçince önce kilise-cami olarak ortak, daha sonra sadece cami olarak kullanılmıştır. Cami içinde birçok şeyi de saklamaktadır. Örneğin; bugün hala korunan Vaftizci Yahya'nın kafatası ve I. Yezid tarafından Müslümanlara gösterilmek üzere saklanan Muhammed'in torunu Hüseyin'in kafası yer almaktadır. Caminin kuzey duvarına eklenmiş küçük bir bahçede Selahaddin Eyyubi'nin türbesi bulunmaktadır.

Suriye'de Arap Baharı ile ortaya çıkan kargaşa, IŞİD'in hızlı ilerleyişi, tarihin görmüş olduğu en popüler, en medyatik kan deryasına döndürülen çöl fırtınasına kanın karıştığı bir süreci yaşadık. Ülkemiz içinde canlı bombalar ile gündemin değiştiği, ekonomik sorunların ertelendiği ama can güvenliğinin birincil madde yapıldığı yıllar içinde birden Suriye içinde bir türbenin olduğu toprak parçası gündeme girdi.

Süleyman Şah Türbesi

Süleyman Şah Türbesi ile Süleyman Şah Saygı Karakolu ve bulunduğu alan Suriye'nin Halep ilinin Eşme köyü sınırları içerisinde bulunan, Türkiye'nin kendi sınırları dışında sahip olduğu eksklav statüsündeki tek toprak parçası bilgisini öğrenmiş olduk.

O topraklarda yer alan bir türbe ve o türbeyi bekleyen Türk askeri... Yaşanan iç savaş sonrasında orada bulunan askerlerin can güvenliği sorunu ortaya çıktı ve alınan bir karar ile o türbe taşınmadı ama içinde bulunan kemikler taşındı. Suriye'de yaşanan iç savaş ve ülkenin toprakları işgali ile bir durağan sürecine girdikten sonra durağan bir su birikintisi izlenimi verdiği anda, suyun altında durağan olmadığı ve birden patlayan fırtına gibi yeni bir sürece evrildi. Kısa sürede o güne kadar gücünü koruyan iktidar bir kağıt parçasının yanması gibi kısa sürede iktidarını devretti; devrederken ülkenin her yerine de yanmış kağıt parçalarını bırakarak değişim gerçekleşti.

Geçmişten gelen sorunlar yumağı çözüme kavuşur gibi sunulurken, elbette taşınan Süleyman Şah Türbesi yeniden gündeme gelmemesi düşünülemezdi, çünkü iktidarın beklediği değişim olmuş ve bir anlamda Suriye'de gerçekleşen değişimi iç kamuoyuna türbenin yeniden eski yerine getirilmesi ile desteklediğini gösterecek bir sembol olarak gündeme geldi. “Giden gitmiştir, gelen ise bizdendir” demenin başka bir anlamda ifadesidir.

Süleyman Şah Türbesi’nden alınan eşyalar ile birlikte büyük olasılıkla kemikler de eski yerine yeniden bırakılacak...

Aynı devlet, ülke içinde idam ettiği bir devrimcinin kemiğini ailesinden saklamaya devam ediyor; hala bulunamadı ya da verilmedi. Derelerde yer alan insan kemikleri kime ve ne zamandan beri orada belli olmayan bir sorun yumağı bulunmaktadır. Devlet kemikler konusunda sessizliğini korurken, orada yakını olduklarını söyleyenler o derelere gidip gözyaşı dökmeye, acılarını ifade etmeye devam ediyor...

Devletin derelerinde ne kadar insan kemiği bulunmaktadır?

Cumartesi Annelerinin çocuklarının önemli bir bölümü hala kayıp, yoklar; yaşamadıkları ifade ediliyor ama onların bir mezarı bile yok. Sembolik olarak açılmış mezarlıklar var ama içinde kemik yok...

Çocuğunun yolunu gözleyen ana öldü, onun mezarı oldu ama çocuğunun mezarı hala yok; onun kemikleri nerede sorusu hep var olmaya devam ediyor...

Kızıldere katliamında ölenlerin cesetler taşınırken birinin soğumuş vücudu mezarlıklar arası taşırken yok edilmiş, şimdi ailesi ve yakınları soruyor, nerede?

Şeyh Bedreddin'i idam eden devlet, mübadelede antlaşması sonrasında kemiklerini ülkemize getirip, Abdülhamid'in türbesinin duvarının dibine gömdü.

Bir zamanlar zengin ailelerin fertlerinin kemikleri çalınıyor, aileden fidye istiyorlardı; şimdi o aileler özel mezarlıkları var, başlarında sürekli bekleyen özel güvenlik...

Kemikler fidye için bir araca dahi dönüştürüldü bu ülkede...

Bu ülke derken aklıma Şarlo olarak bildiğimiz Charlie Chaplin geldi; onun kemiklerini de Neo-Naziler çalmıştı... Naziler, kendilerinden olmayanların mezarlarına saldırıyor, gamalı haç çizmeye devam ediyor...

Neo Naziler derken, ülkemiz tarihi içinde de Mimar Sinan’ın kafasını inceleyenler, o kafatasının Türk olmadığı anlaşılınca yok edildiği konusunda bir zamanlar haberler (5 Ağustos 1935) vardı, yüzlerce yıl mezarında yatan bir mimarın başı gövdesinden yıllar sonra ayrılmış… Tıp eğitimi için iskelet ticareti yapanları bu konuya hiç karıştırmıyorum.

Devlet, kemiklere nasıl bir anlam yüklüyor, neden bazı kemiklere sahip çıkıyor, neden bazılarını yok sayıyor, neden bazılarını toprağa karıştırıp yok ediyor?

İnsan kemiği deyip geçmeyin, çünkü kemikler tarihin, yaşanmışlıkların ve ölüm anının izini taşır... Kemikler ile oluşturulmuş bir tarihimiz var; bir bölümü kayıp, bir bölümü itina ile saklanıyor, yok olmasın diye ara ara potansiyel olarak gelecek olan saldırıya karşı yeri değiştiriliyor...

Kemikler taşınırken elbette bir tarihi kökün varlığının somut ilanıdır. Kemikler bir anlamda tarihtir, var olduğunun ilandır. “Vardım, varım, var olacağım” demenin başka bir şekilde söylemidir.

İsmail Cem Özkan 

 

9 Aralık 2024 Pazartesi

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

Suriye’de biri derin tarihin kuyusuna taş attı, şimdi kimse o taşı çıkarmak için uğraşmıyor, üstünü nasıl kapatırız diye yol arıyor. Geçmişin acılarının üzerine kum atmış olmanız o sorunu ortadan kaldırmıyor, çöl fırtınası o attığınız kumu dünyanın öteki tarafına taşıyacaktır.

Rejim henüz değişmeden önce yazdığım bir cümle geldi gözümün önüne sokuldu: “Suriye'de Şam yönetimi gidince yeni Şam yönetimi gelir, bu sefer Alevi yöneticiler yerine Sünni cihatçılar olur... Emperyalist ülkeler buna onay verir.

Afganistan'da Taliban'ı iktidara taşıyanlar, onu yıktı, sonra yeniden iktidar olmasını sağlayarak ülkeden çekildi… Kısaca emperyalist ülkelerin çıkarı, o ülkede şeriatla mı yönetilecek, sözde de olsa demokrasi ile mi yönetilecek diye bakmaz... Suriye’nin şimdiki pozisyonu, İslam devletleri birliğinde Şii gücünü kıran, Suudi Arabistan yörüngesine girecek bir düzene evrilebilir, Katar gibi Körfez ülkeleri kendilerine pay çıkarmış olsalar dahi hiçbir değeri yoktur, çünkü onların gücü sadece paradır ve para bir gecede pula döndürülebilir, Kuveyt buna örnektir...

Suriye yeni rejimini ararken, Şam’a sefer düzenleyenlerin ne kadar taviz verdikleri ile iktidara durup durmayacağını belirleyecektir. Şam’da kim oturursa otursun emperyalist devletlerin piyonu olmaya devam edecek, iç siyasette sözde de olsa özerk davranma hakkı verilecektir...”

Bu görüşüme Şam devrildikten sonra da sahibim; görüşümü değiştirecek yeni bir gelişme olmadı.

Esad gitti, Arap Baharı sonlandı mı?

Suriye'de ümmet devleti mi kurulacak, ulus temelli bir ayrım mı söz konusu olacak?

Hangi yöntem seçilirse seçilsin, İran iç savaşı ve Türkiye içinde de kaos söz konusu olacaktır. Bu domino etkisi uzak Asya’nın içine kadar ilerleme ihtimali yüksektir, çünkü domino taşı bu sefer doğuya doğru ülkelerin üzerine kurulmuş durumda...

Para ile bir ülkenin yıkılışını ve ordusunun kağıttan gemisinin kaptanı olduğunu, ufak bir ateş ile küçük bir grup tarafından nasıl yanmış kağıt parçasına dönüştüğünü gördük... (HTŞ, Şam yürüyüşü)

Suriye ordusunda insan (er) sayısının (muhaliflere göre) fazla olması, yüksek teknolojiyi satın almış olması bile önemsiz olduğunu gördük...

Şam’dan Esad anlaşmalı bir şekilde gitti…

Suriye'de sistem değişmedi; yöneticiler değişecek, devletin alt kademesinde görevde olanlar görevlerine devam edecektir. Her rejim değişikliğinde olan olacaktır, savaşa katılan örgütler öncelikle birbirini yiyecektir... İktidar için istikrar sağlanana kadar açıktan çatışma olurken, sistem oturduktan sonra sinsi sinsi hücrelerde muhalifler öldürülecektir...

Suriye'de şeriatçılar Şam’a girer girmez bayrağı değiştirdi ve ne kadar hızlılar ki herkesin elinde yeni bayrak!

Sanırım baskı işi çok ilerledi; saniyede binlerce bayrak basılıyor...

İslam'da adalet, gücü elinde bulunduranların yaptığı mıdır?

Suriye konusu çok konuşulacak ama orada zulümden zulme, katliamdan katliama beğen, seni kimin öldüreceğine karar ver süreci olan Arap Baharı yeni meyvesini verdi...

Suriye'de özgürlük, iktidarda olanlara verilecek; onlara katletme, zulüm etme, kafa kesme hürriyetini yeniden düzenlenecek yasalarla verilecektir...

Ortaçağda yapılanlar ile bugünü yönetmek!

Ortadoğu Arap Baharı sonrası oluşturulan iktidarlar, sanayileşmiş ülkeler seviyesine çıkmak yerine Hz.Muhammed’in yaşadığı zamana geri dönmeyi tercih etmiştir...

Sanayi devrimi yapanlara develerle erzak taşıyanlar, taşıdıkları hammaddeyi tüketici olarak işlenmiş halini satın almışlar, deve ticaretinden aldıkları ücreti o hammaddeyi taşıdıkları efendilerine vermişlerdir... Ham maddeye muhtaç olanlar, işledikleri ürünleri hem satmışlar hem de kendilerine köle yapmışlardır. Deve ticareti yapan kervanlar ürünleri satın alanlara gönüllü olarak hayatlarını çöl kumlarında feda etmişlerdir... Taşıma ücreti dışında hiçbir geliri olmayanlar, elbette teknoloji ve bilim ile uğraşmak yerine cariyelerine bakıp cenneti hayal etmişler, deve gölgesinde seks yapmanın nimetlerini anlatmışlardır...

Çöl kumu üzerinde siyaset.

Çöl kumunda siyaset yapanlar halklara özgürlük getiremez, onlar sadece güçlü olan siyasetçiyi, diğerlerini yanında göstermelik tutar, onlarla alay eder... Esad son seçimde ne kadar oy aldığı ortada, oy verenler liderinin arkasında durmak yerine, kim güçlüyse onun bayrağını sallamış, oportünist bir siyaseti paradigmaya uyarlamışlardır...

Yıllar içinde ülkemizdeki siyaset çöl kumunda yapılan siyasete benzetilmiştir; “ilkelerin yerini bireyler almıştır”. Bireylerin hakim olduğu yerde, onların niyetine göre seçim düzenlemesi yapılıp, liderin tekrar seçimi için kendisini feda eden muhalefet liderlerinin varlığı çöl siyasetinin dışa vurumudur... Bugün iktidardaki Cumhuriyet İttifakı’nın küçük ortağı lidersizdir, çünkü kendi liderini (kendini) seçmek yerine siyasetten rakip olduğu lideri tartışmasız lider görmektedir. Güçlü gözüken liderin zayıf anında neler olacağını Suriye, Libya, Irak, Suriye liderlerinin yaşadığı hazin sonuçta görmekteyiz...

Niyetler, ilkelerin yerini alır.

Çöl kumunun üzerine hiçbir kural yazılamaz, çünkü yazılan her kural çıkarlara uygun esen rüzgarla silinir, yerine yenisi yazılır. Kimse o silinen kuralı bile anımsamaz, çünkü yalama olmuş hukuk kuralları içinde ilkelerin yerini niyetler almıştır...

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

Suriye konusunda "giden kötü, gelen daha kötü olduğu için gideni arayacağız" diyenler var; öte yandan "giden kötü, gelen ne olduğu (aslında biliyor ama bilmemezlikten geliyor) belli değil ama benim açımdan mültecilerin ülkesine dönmesi" diyenler var… Sanki dönüş “çok” olacakmış gibi bir algı oluşturuluyor...

"Giden kötü, gelen iyi" diyenler var, en azından demokrasi beklentisini taşıyan ahmaklar var. “Ahmak” diyorum, çünkü yakın tarihi bilmeyen, Afganistan, Irak, İran, Libya gibi örnekleri görmeyenlere ahmak demeyeyim de ne diyeyim?

Suriye'de şu anda güçlü olanların hiçbiri özgürlüğü "halk için" getirmeyecek, kendisine kelle kesme, demokrasiyi kendi niyetine göre yorumlama hürriyetini getirecektir...

Şah gidince İran’da neler olduğunu yaşadık, biliyoruz; Humeyni devrimini taşıdı. Lübnan’ın nasıl Lübnan olduğu ortada, bizde 12 Eylül ve sonrası ile bugünkü iktidarın neler yaptığı ortada...

"Bu ülkede özgürlük var", evet var ama kim için?

Ezilenlerin özgürlüğü, ezilme özgürlüğüdür...

Mülteci ve göçmen karşıtlarının "Suriye’de demokrasi geldi, gitsin Suriyeliler" diye bağırmalarını anlıyorum ama "bu ülkede ne kadar demokrasi varsa orada o olacak" diyenler nereden baktığına bakın derim...

Sağcı sağcıdır, solcu ne yazık ki hala sol düşünceyi bilmiyor, savunduğu şeyin sağ olduğunun farkında bile değil...

Tarihsel materyalizm kavramını içselleştiremeyenler "Suriye’de demokrasi, özgürlük geldi" deme hakkına sahiptir...

HTŞ gibi katil bir örgütten demokrasi bekleyenler...

Ezidi Kürt kadınlarını köle yapanlar unutulmadı; onları katledenlerin ellerinde kan ile birlikte silah bulundurdukları unutulmasın. Ama bu Esad’ın iyi demek değildir, onu savunmak anlamına gelmez. Esad’ı kim savunuyor? Savunan onunla birlikte savaşırdı; şu anda görüldüğüne göre savaşan olmadığından savunan da yok... Her zaman gideni savunanlar olacaktır ama hep azınlıkta kalacaklarıdır; kötülükleri savunmak insanlığa bir şey kazandırmaz...

İyi ki gitti, artık gelen sorunumuz...

Gelen gideni aratacak, bunu görmek için fal için kahve içmeye gerek yok!

Ülkemiz medyasında yandaş, candaş, muhalif, yalaka medyanın hepsinde aynı görüntü var. Ekranda bir harita, haritanın önünde iki kişi; biri spiker, diğeri bir bilen. Elinde bir sopa, sürekli bir şeyler geveliyor, mesleki bilgi aktarılıyormuş gibi yapılıyor ama amacı zaman geçirmek, ekran başında olanlara hazır hap vermek!

Kısaca halkı hala sopa ile eğitiyorlar...

İsmail Cem Özkan