2 Ekim 2024 Çarşamba

Aşkı için ateşi çalanlar törenin buyruğundan çıkamaz…

Aşkı için ateşi çalanlar törenin buyruğundan çıkamaz…  

Günlerden bir gün bir at gelir bir evin kapısına durur, at at dediğime bakmayın, beyaz, boyu posu yerinde, bakan bir daha bakmaya kıyamıyor. Belli bir ağanın, paşanın atıdır, soylu biri ancak bu ata sahip olur, garibanın bu ata sahip olması düşünülemez ama gelenekler, törelerinde yasası vardır, at kimin kapısına gelmişse, üç defa atı gönderip, at geri dönüyorsa artık o at o evin sahibine aittir.

Törelerdir yaşamı biçimlendiren, davranışlara, düşüncelere yön verendir…

Bilge insanlar töreleri yaşatanlardır, bilgeler de yaşları ile orantılıdır, çünkü sözlü tarihi görenekleri uzun yaşamalarına bağlı olarak daha fazla içselleştirmiş, yanlış olanları ayırt edecek kadar bilgi birikime sahiptir.

Bilge insanlar canları pahasına töreleri yaşatır.

Her türlü saldırılara karşı dirençlidir, Nuh der, peygamber demezler…

Ağrı dağı etrafında yaşayanların hepsinin sadık kaldığı ve hepsinin ortaklaştığı törelerin yasasına sahiptir. Devletin koyduğu yasalardan daha önemlidir ve geçerlidir törelerin yasası... Toplumlar arasında geleneklerdir günlük yaşamın ayrımını belirleyen çizgiler… Kuş geçmez, kervan gitmez kuytularda yaşar ahali, çünkü onlar bilir dışarıdan gelecek olan saldırılara karşı her zaman hazırlıklı olmalı, savunmadır doğal yerleşim yerleri…

Ağrı’nın öfkesinin ulaşmadığı noktalarda Ağrı’ya bakarlar.

Ağrı dağının heybeti altında ezilirler, o yüzden ezene karşı geliştirmişlerdir destanları, söylenceleri. O söylenceleri taşıyan dengbejlerin elinde kavalların sesine dönüşür. Küçük bir kamıştan nasıl çıkar bu ağrı dağının öfkesi, şaşar insan, şaşkınlık ile dinler destanları…

At üç defa kovulmuş ve gelmiş kapının önüne, artık o at o evindir, bu töre yasasını belirtir Sofi. Sofi töreyi anımsatır, kim gelirse gelsin, ister Osmanlı, ister Acem kralı veya unvanı ne olursa olsun, ne teklif edilirse edilsin vermeyecektir…

O at artık evin sahibi Ahmed’indir…

Törelerin yasası her şeyin üstündedir…

Destan böyle başlar, o atın sahibi Ağrı dağının eteğinde oluşturulmuş Doğubayazıt’ta Osmanlıyı temsil eden Mahmut Handır. Babası gibi değildir, ne töre bilir ne de gelenek. Çıkarı için her şeyi rahat kullanacaktır, başı sıkışınca Osmanlı sarayına kadar başvuracak kadar çaresiz ama öfkelidir. Öç alma duygusu ile geri adım atmasını sevmez, küçük düşmekten çok korkmak da ama egosu o kadar gelişmiştir ki, tüm kendisi gibi düşünmeyenleri düşman bellemektedir…

At Mahmut Hanındır ve atını ister…

Töreler ile kişinin istediğinin çatışmasıdır…

Her masalda, destanda olan olur ve köylü, arkasız, törelerine sadık biri tutuklanır, paşanın kızlarından biri gönlünü bu dağlı, töresine sadık birine aşık olur.

Gülbahar her türlü zulmü göze alacaktır.

Gülbahar en yakını olan babasına karşı aşkı için her türlü sonucu baştan kabul eder… aşk düşünce yüreğe, ne geçmişin iyilikleri ne de baba ocağının çıkarı kalır, hepsi elinin tersi ile iteklenir ve aşkı için yol açar…

Olaylar bir masalsı bir atmosferde seyirciyi alır götürür, çünkü bir destan ancak masallarda olan bir atmosfer içinde geçer, güçlünün güçsüz ile mücadelesinde törelerin yasası resmi yasalardan ve bireylerden üstün olduğunu görürüz.

Ağrı bir isyan ateşinin yakıldığı yerdir, dağ öfkesini kendi zirvesine çıkıp ateşi çalanlara karşıdır, o yüzden ateşi çalanların taştan heykelleri ile donatılmıştır… Ağrı dağının tepesinde ateş görenler ona “Agri” demiştir, yani ateş… Osmanlı paşalarının başını çok ağrıttığı için paşalar da Ağrı demiştir...

Ateşi görenler ile başını ağrıtanların mücadelesidir…

Destanın arka yüzü, anlatılan hikayesi Yiğit Sertdemir’in uyarlaması ile çıplak olarak serilmiştir… Kürt ezgileri, o civarda yaşayan Ermeni, Türk, Kürt ağız ile konuşmalar oyun boyunca oyuncuların dilinden eksik olmaz, şive o kadar doğal aktarılmıştır ki, kendinizi bir anda efsanenin geçtiği yerde görürsünüz. İstanbul Türkçesi öykünün anlatım bölümünde kullanılmasına özen gösterilmiş. Mekan sahnedir. Mekanda hareketli bir hilal ay şeklinde ağaçtan yapılmış, üç kattan oluşan bir platform oluşturulmuş, tüm efsane bu platformun üstünde ve içinde geçmektedir... Barış Dinçel’in ustaca tasarladığı dekor, destanın değişen sahnelerini de içine alacak kadar pratik bir mekanizma içindedir. Oyuncuların değiştirdiği sahne düzenleri her sahnenin akışını daha akıcı ve ayrıntı görünümü sağlar.

Mekan bu kadar kalabalık oyuncunun rahat hareket etmesine, seyirciyi bir masal dünyasına taşıması için temel öğedir.

Su buharından oluşturulan sis gizemi, derinliği sağlamış, arka fona yansıyan ay, renk değişimi ile olayların izlencesi seyirciye verilmiştir…

Işık kullanımı olayların akışına göre olayın odağına yansımıştır. Işık müziğin ezgisine göre sahnede olması gereken yere yansımıştır…

Masalımsı atmosferi oluşturan seyirciye direkt temas eden ise sestir. Müzik canlı olarak seyirci ile iletişim kurarken, oyuncular bu oluşturulan ritme ayak uydurmakta, sanki “doğalmış” gibi sahnede yerlerini birbirine dokunmadan ama birbirini besleyecek şekilde konumlanmıştır…

Her oyuncu birden fazla rolde yerini almış, her sahnede yer alan bu rolleri öyle doğalmış gibi birbirine karıştırmadan seyirciye aktarmıştır. Her oyuncu kendi rolünü o kadar benimsemiştir ki, ses, ışık altında masalın gerçekten bir dişlisi olmuştur…

Üç duvarlı sahnenin yanlarında ki duvarlar görünmez olmuştur, tek bir duvar ve ön platformdan oluşmuş hissi içinde dört boyutlu sahnenin içine seyircisini çekmekte, dağda yanan ateşin içinde seyirciyi buluşturmuştur…

Oyunun başkahramanıdır at. Candan Seda Balaban yarattığı Özge Midilli’nin hayat verdiği kukla at, gerek sahneler arasında, gerek akışta muhteşem bir uyum içinde, ritim, yürüyüşü, atın hareketine uygun şekilde Murad ve Gülbahar’ın arkasında ve diğer oyuncuların yanında o duruşu, tedirgin halini bir kukla olmasına rağmen muhteşemdir. Seyircilerin gözü ile takip ettiği, giderken üzerinde ki beyaz kumaşların, tüllerin uçuşu ağrı dağının esintisini, öfkesini, destanını seyirciye savurmaktadır…

At demişken elbette koreografiden de bahsetmek gerek, çünkü Senem Oluz, Özge Midilli ikilisinin yaratmış olduğu koreografi bir anlamda dramaturgların sözde yaptığını hareketler ile yapmışlar… Hareketler, her adımın bir hesabı, anlamı olduğunu, dansın, ritüeli anlatılırken törenin de emirleri ve duruşu her oyuncunun vücudunda hayat bulduğunu gördüm…

Dramaturg Sinem Özlek, afişlerde yerini hak etmiş olarak gördüm, akıcılığı, bölümler arası geçiş ve boşlukları o kadar iyi düşünmüş ki, yönetmene nefes alma ve düşünme alanı yaratmış… Oyunu bir bütün düşündüğümde ya da parça parça algıladığında başarısı arkadan sessizce fısıldamaktadır.

Müzik için ayrı paragraf açmak gerek, her ne kadar yukarıda bahsetmiş olsam da… Oğuzhan Balcı, Burçak Çöllü; her ikisinin rolü farklı algılanmış olsa da aslında bana göre bir bütündür, çünkü birbirinin devamı, sesin yükselticisi, ses ile enstrümanların seyirciyi kucaklamasıdır. Oyunu u kadar başarı kılan parçalardan biridir ses, ışık, efekt ve müzik... Sahne önünde oluşturulmuş platformda müzik çalanların her birinin parmaklarının dokunduğu notalar ağrı dağı efsanesinin bir efsane olarak sahneye taşınmasında çok büyük katkıları vardır. Her ne kadar yüzlerini göremezsem de o çukursa notalara dokunan her bir sanatçının emeğine sağlık diyorum…

Oyun iki bölümden oluşur, ilk bölüm ve ikinci bölüm arasında kopukluk yoktur, aynı tempoda oyun devam etmiş, seyirci son perde ile alkışı ile sahnede yer alan, almayan teknik çalışanlarına alkış ile teşekkür etmiştir…

Destanlarda her türlü hile, yalan mevcuttur, tıpkı yaşamda olduğu gibi. Siyaset yapanların hilesi, yalanı bitmez ama törelerin yasası da nettir. O yasaları dolanarak yok etmek isteyenler her şekilde yenilgiyi tadacaktır, çünkü ağrının öfkesi bir düdük ile nasıl ki tüm ağrının etrafında yer alan ovalara yayılarak dünyayı kucaklasa, sonuçta sevgi kazanacaktır.

Barış güvercini her türlü kılıcın kanından, adaletinden üstündür ama bir kuşku girmesin araya, kuşku girmişse artık o aşk, sevginin ortasına saplanan kılıç olarak kalır, çünkü sevginin üstüne sevgi olmaz, töre bunu söyler, bunu bilir ve uygular…

Masal ile efsane arasında temel fark derler, birinde mutlu son vardır, diğerinde tüm sorunlar çözülmüş aşıklar birbirine kavuşmuştur…

Yaşar Kemal’in kaleminden damıtılarak yeniden yaratılan Ağrı Dağı Efsanesi adı üzerinde efsanedir, o efsaneyi sahneye taşıyanların emeğine, canlandıran tüm oyunculara teşekkür, teknik sorunları çözen, hayat verenlerin emeğine sağlık, bunu bu zamanda sahneye taşıyan siyasi iradeye de teşekkür etmek gerek… 

İsmail Cem Özkan

Ağrı Dağı Efsanesi

Yazan: Yaşar Kemal

Uyarlayan Ve Yöneten: Yiğit Sertdemir

Dramaturg: Sinem Özlek

Müzik: Oğuzhan Balcı

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm, Maske Ve Kukla Tasarımı: Candan Seda Balaban

Işık Tasarımı: Osman Aktan

Ses Tasarımı: Gökhan Suna

Koreografi: Senem Oluz, Özge Midilli

Müzik Direktörü: Burçak Çöllü

Yönetmen Yardımcıları: Arda Alpkıray, Irmak Örnek, İrem Arslan, Oya Palay, Yunus Erman Çağlar

Oyuncular: Arda Alpkıray, Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Can Tarakçı, Cihan Kurtaran, Emrah Can Yaylı, Emre Yılmaz, Ertan Kılıç, Hakan Örge, Murat Üzen, Özge Midilli, Serkan Bacak, Uğur Dilbaz, Yeliz Şatıroğlu, Zeynep Ceren Gedikali 

 

29 Eylül 2024 Pazar

Naftalin kokan ideolojiler bugünü kucaklamaktan uzaktır…

Naftalin kokan ideolojiler bugünü kucaklamaktan uzaktır…

İsrail'in her vurduğuna sahip çıkan bir sol oluştu... Savaşı kınamak ayrı şeydir, sahip çıkmak ayrıdır.

Hizbullah, Hamas gibi örgütler şeriatçı, cihatçı örgütlerdir…

Şeriatçı örgütler, sonuçta kelle kesen, kurallarına uymayana ceza kesen, başkasının yaşamasına olanak tanımayan, tek doğru, tek tanrı, tek inanç gibi kavramlara inanan ve kendisi gibi olmayanlara karşı hoşgörülü olmayan cihatçı yapılardır. Hizbullah ve Hamas gibi örgütler buna örnektir. Bunları ortaklaştıran başka bir özellikte arkasında maddi ve manevi gücün İran olması...

Hizbullah, Lübnan birliğini hiçe saymış, Lübnan ordusundan daha fazla insanı istihdam ettiği ordusu ve silahlı güce sahiptir... Meclisinde veto hakkına sahiptir. İstemediği, işine gelmeyen her şeyi veto ederek demokrasi, eşit söz hakkını ortadan kaldırmıştır...

Hizbullah Lübnan'da yaşayan Şiilerin hakkını korumak adına adım atmış, daha sonra İran çıkarı ne gerektiriyorsa ona göre tavır belirleyen uydu bir örgüte dönüşmüştür... Kısaca Hizbullah aslında İran’ın tetik çeken sivil/askeri kuruluşudur...

Yemen'de İsrail’e füze fırlatan Husi güçleri de Hizbullah, Hamas ikilisi ile ortak hareket etmekte, aynı ideoloji ve bakış açısına sahiptir...

Arap dünyası neden bu örgütlere sahip çıkmadığını, arkasında gerçek anlamda durmadığını sanırım anlamışsınızdır, çünkü Şiilerin güçlenmesi ve politikaya yön verir hale gelmesi Sünni Arap dünyasında kabul edilecek şey değildir... Bunun açık yönünü Suriye iç savaşta tarafların arkasında ki güçlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz...

Cihatçı örgütlere maddi, askeri, lojistik destekler bu ayrımı çıplak olarak ortaya koyar...

Hem Şii hem de Sünni cihatçı örgütlere maddi yardım yapan küçük devletçiklerin prensleri de söz konusu olmuş olması onları bağımsız tercihleri değil, onları ona zorlayan İngiliz ve Amerikan (kısaca emperyalist devletler) çıkarını da görmek gerek…

İster Şii, ister Sünni tüm siyasi İslami hareketler insanlık için tehlikeli olarak algılıyorum, onların varlığı savaş, kelle kesmek, cihat anlamına gelmektedir...

İslam dini kendi içinde reform yapamadığı sürece, nefret söylemini besleyen, büyüten özelliğini ne yazık ki tüm dünyada korumaktadır...

Avrupa'da göçmen hareketi ve siyasi İslam'ın hedef gözeterek saldırıları Avrupa faşizmini büyüttü, şimdi iktidara en yakın partiler konumuna getirdi.

Faşizmin iktidara gelmesini ikinci dünya savaşında gördük...

Bugün Avrupa'da göçmenlere ayrım gözetmeden saldırılar küçük adımlar ile başlamış durumda, ne yazık ki bunu engelleyecek örnek gösterilecek herhangi bir İslami ülke yok...

Tüm İslami ülkelerde kargaşa, çatışma, ekonomik kriz ve buna bağlı siyasi kriz var...

Bu çatışmadan en iyi yararlanan ülke ne yazık ki İsrail devletidir...

Şimdi, İsrail devletinin saldırılarını kınayarak aslında esas sorulması gereken soruların üstü örtülüyor, bugün İsrail hesapsız hareket ediyorsa, gelişen faşizm ve onun yaratmış olduğu atmosferdir...

İsrail saldırılarının durdurulması ancak cihatçı siyasi İslam’ın dağıtılmasından geçiyor, çünkü cihatçılar İsrail’in ekmeğine ekmek katmaktan başka bir şey yapmıyorlar, onlar için kanal açıp, oradan siyasi manevra alanı yaratıyorlar...

Solun duruşu bana göre sınıfsız toplumu savunan bir ideolojik duruş değildir, ulus devlet anlayışını aşamamış, geri kalmış, kendisi ile yüzleşmemiş, ideolojik duruşunu çağın ihtiyacına göre belirleyememiş muhafazakar soldur...

Sol; dinamiktir, zamanın, çağının sorunlarını belirler ve ona göre duruşunu belirler ve saldırı ve savunma aracını geliştirir...

Naftalin kokan ideoloji ile bugün ne anlaşılır ne de ona uygun politika geliştirilir, gelinen noktada siyasi İslam ile ortak hareket eden bir sol yaratılır...

İsmail Cem Özkan