24 Mayıs 2024 Cuma

Resmi dil kendi vatanında “yabancı dil” konumuna gelirken…

Resmi dil kendi vatanında “yabancı dil” konumuna gelirken…

Bugün bir toplantıdaydım. Toplantı davetiyesinde toplantı dili belirtilmemiştir, fakat tercüme eşliğinde bir söyleşi olacağını tahmin ediyordum. Davet metni yanında basın bülteninde hangi dilde olacağı ibaresi yoktu, sanırım buna benzer toplantılarda genelde konuk ile ortaklaşan bir dilde sohbet oluyordur… Osmanlı devleti zamanında ortak dil Fransızcaydı, çünkü bizi Fransız kültürü devletin işleyişini belirleyen dönemim küresel diliydi. Birinci dünya savaşı sonrası güçler dengesi değişmiş ve İngilizce uluslararası diplomasi dili olmuştur. Buna benzer toplantılarda genelde İngilizce olur. Sanatçılar genelde nedense hepsi İngilizceyi bilir ve konuşur!

Gittiğim toplantı çağdaş sanat üzerine bir sergi ve serginin ev sahibi bir banka ve konuk sanatçı o bankanın sahiplerinin olduğu ülkeden. Banka sahipleri ülkelerinde İspanyolca konuşurken, diğer ülkelerde İngilizceyi tercih ederler, bu suret ile herhangi bir tercüme, anlam bozukluğu yaşanmaz yazışmalarda ve yüz yüze görüşmelerde. Paranın dili İngilizce, parayı basan ülke de resmi dil İngilizcedir.

Bizim ulusal bankamız aslında başka bir ulusun ulusal bankasıdır, küreselleşme böyle bir şeydir, ulusal gördüğünüz birçok şey artık ulusal değildir, küresel firmaların yönetiminde, denetiminde olan şirketler konumundadır. Paranın rengi, ulusu, ırkı, dili olmaz ama sahipleri olur!

Elbette toplantı başlarken bir sunum yapıldı, alışkanlık gereği sanırım İngilizce uzun bir giriş yapıldı ve sanatçıya uzun bir soru soruldu. Çok uzun cümleler kurulması sanki kural gibidir, acemi gazeteciler siyasetçilere akıl verir gibi soru sorması gibi, nedir bu uzun soru sormanın egosu? Uzun bir soru eşliğinde sorulunca doğal olarak konuklar arasında "hop ne oluyoruz" bakışı oldu, çünkü dili belirtilmemiş toplantıda tercüme eksikliği vardı ve oraya katılan gençlerin büyük bir bölümü İngilizceye hakim olabilir ama konuya hakimler mi bilemiyorum, çünkü böyle toplantılarda dili bilmek yeterli değildir bir de konuya hakim olmakta gereklidir. Neyse konumuzun bu tarafı beni pek ilgilendirmiyor, çünkü benim açımdan söylenen sözlerin pek önemi yok, benim ne algıladığım önemlidir...

Henüz kafamda somutlaştıramadığım bir sanat çalışmasının üçlemesi üzerine bir sohbet. Ama itiraz kaçınılmazdı, bir konuk hafiften sesini yükselterek dedi ki, "Türkçe yok mu?" arkasından ekledi "biz sömürge ülke değiliz!"

Benim takıldığım cümle son söylenen oldu, “sömürge ülke değiliz” ama “bağımsız da değiliz!” Ülkemiz kurulmadan öncesi neyse sonrası da öyle oldu, “tam bağımsız” bir ülke hiç bir zaman olamadık, çünkü tam bağımsız devlet küresel dünyamızın güçlü ülkeler kategorisinde yer alması anlamına gelir. Tam bağımsızlık “güçlü” olmak demektir. Biz uluslararası politikada 1800'lü yıllarda “hasta adam” denilerek bir düştük, bir daha güçlü devletler kategorisine giremedik... Görünmez, yok sayılan bir ülkenin toprakları yağmalandı, eski sahibine Avrupa’da  "Türk sorunu" olmasın diye bir anlamda devlet olmasına müsade edildi.  Emperyalist devletler “size bu alanı layık gördük, burada ulusal devletinizi kurabilirsiniz.” diye fısıldadı.  Bir anlamda Balkan devleti olan Osmanlı Devleti, halkı ile birlikte Anadolu topraklarına Balkan savaşları sırasında ve sonrasında “tehcir” yani zor ile (katliamlar/ cinayetler eşliğinde) göç ile taşındı… Balkanlarda yaşayanların devlet tecrübesi Ankara’da oluşmakta olan oluşuma büyük katkı verdi ve devlette devamlılığı sağlayarak geçmiş ile güçlü bir bağ kurdu. Onlar bize sınırlarımızı dayatmadan önce son İstanbul’da toplanan meclis oturumu ile misak-ı milli sınırlarımızı kararlaştırmıştık! Bir anlamda bizi parçalayanlar bizim meclis kararlarımızın bu yönüne çok fazla itiraz etmeden- kendileri için önemli olan bir kaç şehri kendilerinde tutarak- bizim ulusal sınırımızın çizilmesini Lozan'da kabul ettiler. Kısaca biz resmi tarihimizde anlattığımız gibi dört düvele karşı cephelerde savaşmadan ama diplomasi cephesinde mücadele ederek antlaşma ile sınırlarımıza kavuştuk.

Tarihimizin şatafatlı zamanlarını anlatan birçok öykü duymuşsunuzdur, en çokta son yıllarda İstanbul'da bahçelerde boy veren laleler... Lale devri denilen zamanda halk açlıktan ölürken saray ve çevresi şatafatlı lale bahçelerinde aşk şarkıları dinliyordu... Savaşlarda bir bir komutanlara, siyasilere ve yakınlarında payeler dağıtılırken köylü evladı pireler ve açlık ile savaşıyordu. Bu ülkenin gerçek sahipleri düşmandan daha çok pireler ile savaşmıştır, pire ile savaşmadığı anda çöl topraklarında kefensiz düşmüştür... Boşuna söylenmemiştir ağıtlar. Hangi dilde söylenirse söylensin ağıtlar acıyı ve ezileni anlatır. Ülkemizde Ermenice, Kürtçe ve Türkçe ağıtın dilidir… Her biri ortak acı çekmiştir, Elazığ türküleri üç dilde söylenmesi tesadüfi değildir… Üç dili ortak kılan ortak acıdır, acılarda zaman içinde ayrılacaktır. Her ayrışma başka acıyı ve ağıtı ortaya çıkarmıştır. Anadolu ve Mezopotamya bozkırlarında, ovalarında, dağlarında ağıtlar hiç eksik olmamıştır.  Düğünlerde çalan birçok türkü de ağıttır ama nedense o ağıtlarda halaya durulur.  Acılar o kadar içselleşmiştir ki, bu ülkenin yok sayılanları acıdan sevinç çıkarmaktadır…

Şimdi "biz sömürge devlet değiliz" cümlesi bize çok şeyi anlatıyor, fakat ekonomisi güçlü olmayan devletler ya sömürgedir ya da yarı sömürgedir demek yerine daha süslü bir laf mutlaka bulunmuştur!

Devletimiz ne yazık ki bağımsız ve güçlü ülkeler kategorisinde değil...

Yaşadığımız zamanda bağımlı olan ülkelerin insanları açlık ile sessizleştiriliyor, sessizleştirilen ülkede bankalar elbette küresel şirketlerin şubesi/ temsilcisi olarak çalışmaya devam edecektir.

Bütçesi açık veren iktidarlar “özelleştirme” adına ulus devletin tüm birikimlerini satmak, elden çıkarmak ile uğraşırken, devletin gider ve gelirlerini alt üst etmeye devam etmektedir, çünkü kısa vadeli çözüm uzun vadeli tam bağımsızlığın olma ihtimalini yok etmektedir. Küreselleşme bağımsızlığı ortadan kaldırıp, “kazan kazan” modeli adını verdikleri bir modeli dayatıyorlar ama kazan kazanda insanlar yoktur…

Ekonomisi bağımlı ülkelerin bağımsız düşünmesi ve geleceği umut ile bakması sorunludur...

Bir toplantıda konuşulan bir dilin sorun yumağı olarak karşımıza çıkması şaşırtıcı mı, elbette değil, çünkü biz yaratılmış olan gerçekliğin içinde yaşayınca, dünyada bizi kendimizi gördüğümüz gibi gördüğü algısına kapılıyoruz... Bu da elbette resmi dil kendi vatanında “yabancı dil” konumuna gelirken, toplantılarda birileri sessizce itiraz etmeye devam edecek ama davet metinlerinde konuşulan dil ibaresi eklenince o itiraz yolu da kapanacaktır…

İsmail Cem Özkan

 

23 Mayıs 2024 Perşembe

Modern sanat ya da anlam üretmek için çaba…

Modern sanat ya da anlam üretmek için çaba…

Modern sanat adı verilen sanatta sanırım sanatçı üretirken izleyici /okuyucuya, “benim yarattığıma anlam versin ve kafasında yeniden yaratsın” diye düşünüyordur.

“Ben yaptım oldu, artık siz anlamlandırın!”

Modern sanatın sergilendiği alanlarda genelde sanatçının katıldığı basın turları oluyor. Fırsat bulduğumda gidip katılırım, çünkü benim baktığım ile sanatçının anlatmak istediği “nerelerde benzeşiyor ve nerede ayrılıyor” diye kafamda oluşturduğum sorulara yanıt arıyorum.  Sanatçıyı dinlerken “tamam şunu ortak düşünmüşüz” diyebildiğim bugüne kadar ortak noktam ne yazık ki olmadı, çünkü sanatçı eserini anlatırken, yarattığı esere öyle anlamlar yüklüyor ki şaşkınlık içinde kenara çekilmiş halde izliyorum, o sırada kafamın içinden “çok iyi bir pazarlama ustası” düşüncesi geçiyor. Hayranlık duyuyor aslında o sanatçıya, öyle bir pazarlıyor ki “vay be, demek ki benim eğitim, kültür birikimim bunu algılayacak boyutta değil!” diye düşünceler içinde buluyorum kendimi.

Her sanatçı sergisi için video üretiyor!

Katıldığım tüm sergilerde üretilen eserlerin yanında üretilmiş videolar buluyorum. Üretim aşamasını gösterende oluyor, sergi ile ilgili düzenlenmiş içerikli eserlerde olmakta. Birçok çalışmada soyut, hareketler, ışık var ve bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Her birini dikkatlice izliyorum, bu arada kendi kendime konuştuğumu hissediyorum, çünkü medyada çalışanlar için sanırım basit bir haber bültenin kurgulanmış hali gibi görebilirsiniz ama öyle değil, çünkü öyle bir kurgu var ki, aslında izlediğiniz size yansıyan değil, sanatçının ne demek istediğini bulun çalışması… Montaj tekniğini bilen her birey der ki “düz mantık ile şöyle olacak, ama modern çalışmada öyle olmuyor, düz mantık yerine kurgu öyle bir sunuluyor ki, mitolojinin doğduğu topraklarda yaşayanlara mitolojiyi yeni biçimi ile sunuluyor. İzlerken o mitolojik birikim sanki burada değil de uzaydan gelmiş gibidir…

Anlamlar yüklenen ile izleyene yansıyanın farklılaşması…

Sanatçı her eserine isim verirken, “bakın bu ismin size sunduğu kapıdan bakın, başka kapılardan bakarsanız anlamsız olur!” eserlerin isimleri izleyen yeni yol haritası sunar gibidir ama eğer o anlamı çözebilirseniz!  

Modern sunumlar, modern sanatın yüklediği anlamlar içinde, sizi çok geniş alanda en az eser ile karşılıyor. Klasik sergilerde çok fazla eser sergilenirken, salondan çıkarken üzerinizde her eserden bir parça taşımak yerine, modern anlayışa göre az eserin size bıraktığı etki ile salondan ayrılın demektir. Az ve öz eserlerin fiyatlarına bakmayın derim, çünkü sizin on yıllık maaşınız o sergi süresi içinde kazanç olarak galeri ve sanatçı tarafına kayıt edilmiş oluyor ve genelde sergi salonunda eser sergilenmeden önce satılmış oluyor. Her sanat galerisinin daimi müşterisi var diye düşünmekteyim. Sanat eseri, içinde bulunduğu zamanı ve atmosferi eleştirendir diye beklentimiz olur, fakat modern adı verilen sanatta var olan düzenin yarattığı sorunlar: sanatın dili ile, gerek içerik, gerek sunum, biçimi açısından eleştiri de yok, karşıtı övgü de!

Sanat eserinde sanatçının özgün, subjektif bakış açısı ve onun hayal dünyasının sınırlarını bulabiliriz.

Her sergi açılışına gidip sanatçının hikayesini dinlerken, “neden benim hayal dünyam bu kadar kıt” diye düşünüyorum, çünkü eğitim denen şey bir anlamda hayallerin çalınması değil midir? Kendime eleştirel bakarak, demek ki ben çok iyi bir eğitimden geçmişim, o eserleri anlayacak kadar hayal dünyam kalmamış!

Hayali çalınan insan ne yapar?

Gördüklerini yeniden kurgular, yeniden yaratır ama hayal eksiktir. Kurgular sanıldığı gibi hayallerin sınırsız kullanıldığı alan değildir, tersine kurgu belirli amaca hizmet eden teknolojinin sınırları dahilinde olandır. Şimdi yapay zeka kavramı da çıktı ki, o yapay zekanın ortaya çıkardığı eserlere bakıyorum, hepsinin hayal dünyası şimdilik yok!

Hayal dünyası eksik olan masallar!

Bugün bir sanat turuna katıldım, sanatçı bir özgüven içinde eserlerini anlatıyor, genelde sanatçı öğretim üyesidir. Okuttuğu öğrenciler ile birlikte ürettikleri eserlerden bahsederken içten içe bir gurur/övünç duyduğunu hissettim. İstenilen eseri üretmek sanki akademinin görevidir, çünkü akademide çalışan öğretim üyesi, akademinin varlık sebebi olan piyasa için sanat ve sanatçı yetiştirmektir…

Piyasa için eser.

Eser para getirmiyorsa zaten o eser eser değildir, satılmayan ürün sahaflarda satılan değerinin çok altında bir nesneye dönüşür!

Bir anlamda akademik unvanlar piyasa için verilmiştir!

 Günümüzde isim önünde yer alan unvanlar o eser sahibinin rahat yaşamasının bir göstergesi gibidir. Akademi olmasının diğer avantajı da akademi tarafından finanse edilen yardımcıların/ asistanların olmasıdır. Her unvan sahibinin yanında doktorasını, üst lisansını, gönüllü yardımcılar tarafından çevrilmesi anlamındadır. Her unvan başka akademik çevreler ile iletişimi kolaylaştıran bir anahtar görevindedir. Her unvan şirketlerin ve devlet kurumlarının sanatsal etkinliklerinin profesyonel danışmanı olması anlamındadır. Her danışman, kendi çevresinde yer alan, unvanı olan, danışmanın subjektif verilerine göre sanatçı ve eseri değerlendirilir.

Her sergide videoları izler ve en sonunda emeği geçenlere teşekkür yazısı çıkmasını beklerim, çünkü orada emeği geçenlerin unvanlarını okurum. Son yıllarda yer alan video çalışmalarının emeği geçenler listesine bir bakarsanız, genelde doktor, öğretim üyesi gibi isim önünde unvanları görürsünüz…

Piyasa için sanat, piyasanın değer biçtiği üniversite odalarında, çalışma bürolarında gerçekleşir.

Sergi salonlarını da bankalar ve bankaların finanse ettiği alanlar olur... Modern sanat kendisini en çok bu sergi alanlarında ve bienallerde kendisini gösteriyor…

Günümüzde sanat diye sunulan şeyler sistem ile barışık, sistemin piyasasından pay kapma yarışındadır... Günümüz sanat eserleri genelde sanat eserleri piyasanın karanlık yüzünün camekandan yansıyan ışıklarıdır…

İsmail Cem Özkan

 

İzafiyet ile kuantum teorileri arasında yaşam deneyimi…

İzafiyet ile kuantum teorileri arasında yaşam deneyimi…

Karlı bir gündür, beyaz ortama hakimidir ve beyaz, sanki kar tanelerinde saklıdır. Kar altında bir adam, günlük yürüyüşünü yapmaktadır. Beyaz saçları ile kara uyum sağlamıştır. O sırada yanına yaklaşan bir kadın, güzeldir aynı zamanda röportaj yapmak isteyen gazeteye yeni girmiş bir muhabirdir. Ondan randevu almak için uğraşmış ama alamamıştır, o yüzden bu yolu denemiştir ve başarmıştır.

Bir röportaj için başlayan oyunun kurgusu bizi Einstein'ın çalışma odasına kadar götürür. Orada ince ince iğnelemeler, mizahi vurgular başlar ve kısa sürede bir yüzleşmeye doğru hızlı bir geçiş olur, çünkü oyunun konusu Einstein’ın yaşamıdır ve geçmişinde ve halen devam eden ilişkileri sorgulanmaktadır…

Bir bilim adamının özel yaşamı izafiyet ve kuantum teorisinin özel hayata uydurulması gibidir…

Oyunun bir bütünü içinde savrulmalar, tesadüfen gerçekleşen sırçamlar, değişmeyen tek şey zaman olduğu vurgusu yapılır. Olaylar değişir, bakış açısı değişir ama zaman hep aynıdır ve aynı hızla hareket eder, kimse onu durduracak gücü yoktur. Bu durumda Einstein “mutluluğu insanlara değil, amaçlarına bağlı kalarak” aramaya başlar.

Başından değişik evlilikler, özel ilişkiler geçmiş, iki oğlu vardır ama bir de unutmak istediği kızı… Her biri ile arasında mesafe vardır, onlar amacından sapmaya yol açacak bir nesne olarak görür. O yüzden amacına odaklanmıştır. O zaman diliminde Amerika'da komünist cadı avı vardır bu süreçte hedef haline gelmiştir.  Oyunumuzun kurgusu bu zaman diliminde geçmektedir ve öz kızı olduğunu öğreneceği bir kadın ile diyaloglar içinde oluşur. Bu sırada torunun kendisi gibi çok zeki olduğu gerçeği ile karşılaşır. O gerçek, var olan duygusundan sapmadır, kuantum teorisinin önceden hesap edilmemiş sıçrayışını o zaman dilimine bırakır…

Her şey görecelidir, değişmeyen tek şey zamandır…

Mark St. Germain’in yazdığı oyunu Buğra Koçtepe hem tercüme etmiş, hem yönetmiş, yönetmekle kalmamış oynamış. Kısaca kendisini bu öykünün içinde yaşanır kılmış… Oyuncu bölümler arasında değişen ve iç hesaplaşması yaptığı düşüncelerini duygusal tepkilerini de seyirciye aktarmaktadır. Duygusal geçişler, şaşkınlıklar ama analitik düşüncenin getirmiş olduğu ani tepkinin hemen arkasından tepkisizlik… Mimikleri, ses tonu, yürüyüşü, vücudun hareketleri ve parmaklarının elbisenin dışında çıkması ve saklanması duygusal geçişleri seyircisine aktarır…

Margaret (Lieserl) rolü ile Pınar Gün Topçu,  Buğra Kocatepe’nin daha görünür kılmak yanında kendisini de öne çıkarır, çünkü o bilerek geldiği ve yüzleştiği bir baba figürü karşısında geleneksel bakış açısı ile kızgınlığı, öfkesi aynı zamanda amacını hiçbir zaman elden bırakmayan bir kadın / annedir. Bir anlamda oğlu için gelmiştir ama oğlunun kendisini reddeden ya da yok sayan babası gibi olmasını da istememektedir. Çelişkiler içindedir, anlık tepkiler bu çelişkileri öne çıkarır, sahnede canlandırırken bu duygusal geçişler ve mimikleri, gözyaşı ile bir anne, bir babasının mahrum kalmış ama üvey babası tarafından yetiştirilmiş olmasına rağmen üvey olduğunu hissettirmeyen bir aileden geldiğini de göstermektedir. Her ne kadar evlatlık verilmiş olsa da o aile onu evlatlık gibi değil, öz kızları gibi eğitim almasını ve kendisini geliştirmesine izin vermiştir. Sahnede yok olan bir aile sahnededir aynı zamanda, savaşta kaybolan eşi ve vatan sevgisi… Sahnede olmayanları sahneye duygusal tepkiler ile başarılı bir şekilde sahneye taşır. Onar sanki orada ve sessizce sahnenin içindedir.  

Oyun dramdır ama trajik olaylar öyle bir sunulur ki, kara mizahın seyircide karşılığı kahkahadır. Beklenmeyen anda, aslında seyircide gizliden gizliye beklenen tepkilerin karşılık bulmasıdır…

Bayan Dukas rolünde Buket İnger’i görmekteyiz. O Einstein'in her şeyidir. Einstein'ın evlilik dışında tüm ihtiyaçlarını karşılayandır, çünkü Einstein için evlilik ayağa takılan prangadır, amacına hizmet etmiyordur. Her evlilik sorumluluk anlamına gelmektedir ki, o hep aile sorumluluğundan gençliği dışında kaçmaktadır. Aralarında iki taraflı bir yazılı olmayan sözleşme vardır. O sözleşme içinde bir anlamda amaç dışında gelişen olaylar karşısında Einstein’ı koruma görevi vardır. Dıştan gelecek olan saldırıların önündeki bir anlamda kalkandır… Üzerine düşen rolünü çok iyi yerine getirir, çünkü bu üç kişilikli oyunda bir aksama olsa oyunun ani sıçrayışı yani kötüye gitme olasılığı varır ama Buket İnger o kadar başarılı ki, aksamadan beklenen olur. Kısaca izafiyet teorisine uygundur canlandırdığı rol ve o role uygun davranışları…  

Tiyatro oyunu bir bütündür, sahne dekorundan, müziğine, perukacıdan, kıyafetleri dikene kadar geniş bir kadronun bir bütün olarak çalışmasına bağlıdır. Ürün, sahnede izlediğimizdir, ürünü ortaya çıkaran emeğin bir bölümü görünmezdir. O görünmez olanı hissederiz ama göremeyiz, gördüklerimiz kıyafet, dinlediğimiz müzik, ışık, oyuncular, sahnede yer alan dekordur… İzafiyet teorisine uygun olarak bir oyun sahnelenmiş, konusu kuantum teorisine uygun ani sıçrayışları da içinde barındırmaktadır…

Oyundan sadece ben değil, salonda seyircilerde büyük keyif almış olacak ki, oyun sonunda tüm salon ayakta alkışlarken gördüm… Bu oyunda seyirciyi bir teorinin içine davet ediyor ve o teorinin hayat içinde karşılığını bulmasını popüler kültüre uygun ama magazin boyunu da eksik etmeyen bir öyküye davet ediyor…

Sahnelerde sanırım çok uzun kalacak bir oyun, alkışları hiç eksik olmayacak, olmasında…

İsmail Cem Özkan

 

İzafiyet

Yazan: Mark St. Germain

Çeviren & Yöneten: Buğra Koçtepe

OYUNCULAR:

Lieserl / Margaret: Pınar Gün Topçu
Bayan Dukas: Buket İnger
Albert Einstein: Buğra Koçtepe

Kondüktör: Sesi Nilsu Akman

Dekor Tasarımı: Bekir Beğen

Kostüm Tasarımı: Berna Yavuz

Işık Tasarımı: Mehmet Mertal

Müzik: Can Atilla

Yönetmen Yardımcısı: Seda Oksal Elsaid

Asistan: Nilsu Akman

Sahne Amiri: Emine Başaran Özkan

Kondüvit: Sinem Dönmez

Işık Kumanda: Seyhun Özen

Suflöz: Filiz Yılmaz

Dekor Sorumlusu: Satılmış Çakır

Aksesuar Sorumlusu: Serkan Ilıcakaya

Kadın Terzi: Leman Ünver

Erkek Terzi: Hakan Açıkgöz

Perukacı: Ahmet Ermiş

Makyöz: Zekiye Yetginbal