25 Mayıs 2012 Cuma

47 yıla kısa bir kuş bakışı…


47 yıla kısa bir kuş bakışı…
1965 yılında doğmuşum, bir çok insana nasip olmayan bir yerde doğmuşum, hastanede! Benim yaşımda olanların büyük çoğunluğu için hastanede doğmak bir ayrıcalıktır. Ankara’da doğmuş olmama benim bu ayrıcalığı yaşamamı sağlamış.  Doğduğumda ülkenin manzarası Nato’nun izin verdiği kadar göreceli bir özgürlük yaşanıyormuş. Deniz Üniversite’de öğrencilerin önünde kavgaya girerken, Mahir toplu yazıların sayfalarına kelimelerini yazmaya devam ediyormuş. Gençlik kavganın ortasında “Tam Bağımsız Türkiye” şiarını ülkeye yaymaya çalışıyormuş. 
Çocukluğumdan bana kalan izler içinde Deniz’in idam edilmesinde, Mahir ve arkadaşlarının Kızıldere’de öldürülmesinin evdeki hüznü. Ecevit’in Karaoğlan ve umut sloganları ile solun yeniden nefes almasının bıraktığı umut dolu günler ve Kıbrıs harekatı karanlık gecelerin içinde gökyüzüne bakarak yıldızların ne kadar uzak ve yakın olduğunu düşündüğüm yıllar.
Köy köy dolaşmışlıklardan Ankara dönüş ve Ankara’nın taşının havada uçtuğu günler. Sınırların, cephelerin oluştuğu günlere şahitlik ettim. Sokakların duvar yazıları sınırları çizdiği günlere şahitlik ettim. Öldürülen, yaralan işçiler, öğrenciler, aydınların olduğu yıllar içinde ister istemez bir cepheye doğru iteklendiğimiz yıllar. Hangi sokakta oturuyorsa, o sokaktaki duvar yazısına göre saf belirlediğimiz günler.
Kavganın hızla tükettiği insanlık duyguları ve sevginin yok edildiği günler. Dramların trajedilerin hakim olduğu günlerde sinemada komedinin izleme rekoru kırdığı (gerçi sinemada dediğime bakmayın, siyah beyaz ekranlarda sinema akşamlarında Kemal Sunal hakimiyetini kurduğu günler demek daha doğru olur) günlerin içinde ekranlara bakarak güldüğümüz günlere doğru hızla bilmeden yaklaştığımız zaman diliminde taşların yerini havada kurşunların hakim olduğu günlere birden geçmiştik. Maraş, Çorum, Sivas olaylarında kitlesel cinayetler, öğretim üyelerinin vurulduğu felç bırakıldığı günlere doğru koşar adım geçmiştik.
Amerika’da koskoca binalar yürütülüp, yeni yerlerinde temellendirildiği günlerde mühendislik başarıları ile övündükleri yıllarda, aynı mühendisler binaları değil, ülkeleri taşıdığını bilemedik. Ülkemiz bir yerden bir yere taşınıyordu, sallanıyorduk ama bütünü görecek ne bilgi birikimiz ne de olanağımız vardı. Kurşunların yerini bombaların aldığı günlerde bir akşam bütün medyada marşlar çalmaya başladı ve ülkenin yeni yerine temel atılmaya başlandığını yıllar sonra öğrenecektim.
Kemalizm adı altında her yerde bir sembol furyası başlamıştı. Ülkenin kurucu babası bir anda faşizmin sembolü olmuş, o güne kadar taşınan bayrak anlam değiştirmiş, faşizmin sembolü olarak kadın sanatçıların vücudunu sardığı günler oluvermişti. Her yer demir parmaklık, duvarlardan sızan acıların, çığlıkların sesinin kuşattığı günlerde, gençleri spora yönetmek için tv dizleri yayınlanıyordu.
O günlerin içinde sözler acılar semboller ile anlatılır olmuştu. Yeni yerinde ülke temeline kavuşuyordu. Deniz’lerin idam edilmesi için yurtdışından görüş beyan edenler tombul başbakan olarak her şeyi satacağını söylediği yıllarda, bankerler bankalar hortum olayını geliştiriyordu. Hortumlayan paraları bir yerden bir yere taşırken, karaborsa yok olmuş, her şey liberal ekonomin şartlarına uygun şekilde belirleniyordu, parklarda gençler el ele tutuştuğu için karakolda sorgulanıyor, yıl sonu partiler iyi gelir getiren eğlencelere dönüşmüştü. Uyuşturucu, alkolün gençlere ulaştığı günlerde, türkü barlarda yeni bir müzik yaşam alanına adım atıyordu.
Alkol birahaneler, barlar ile sokaklara kadar geldiği yıllar içinde ilk öğrenci dernekleri de kendisini oluşturmaya çalışıyordu. 12 Eylül öncesi ile arasında örülen duvara karşı ilk duruş gençlerden geliyordu ama daha öncesi bir grev yaratılmak istenen bütün görüntüleri yıkıyordu. Netaş grevi ilk büyük grev olarak tarihe geçiyordu. Grev gözcüsünü toplu ziyaret etmek yasaktı ama grev gözcüsünün etrafında toplum polisi duruyor, gelen gideni not alan sivil polis birlikleri vardı. İki işçiye karşı onlarca koruma! O günlerde ikinci sergimi açtım Ankara Sanat Tiyatrosunda. Dayanışma adını verdiğim sergi Yılmaz Onay’ın Bu Zamlar Bana Karşı oyunu ile hayat buluyordu. Sahne ve karikatürün ilk buluşması yaşanacaktı. Seyircimiz kadar dışarıda güvenlik görevlisi vardı. Korku ile yok edilmek istene sol kendisini yeşertmeye çalıştığı günlerde filiz olarak çıkıyorduk. Bu çıkışları çok ciddiye alanlar bizim içimizdeki arkadaşlarımıza mevki ve olanak vererek bizlerin bu çıkışlarını yok etmeye karar verdikleri yıllardır.
En iyi çürüme içten olandır, dışarıdan yapılan saldırı bir nebze başarı kazansa da nihai başarı kazanamayacağını görmüşlerdi. Çürümenin ilk adımında yer alanlar bugün bir gazete içinde kendilerine hayat verenler olduğunu görmek pek şaşırtıcı değildir. Onlar gönüllü olarak o oyunun içinde yer aldılar ve liberal olduklarını söyleyerek önce bize saldırdılar, sonra hala sonrası yok bugün dahi gönüllü olarak saldırılarını sürdürüyorlar, hem de en iğrenç yöntemler ile. Kazandıklarını kaybetmemek için, kelimelerden cambazlık yaparak, ortaya yazarak ve ortada şeyler söyleyerek her algıya göre değişen anlamlar yüklenen yazılar bu yıllarda geliştirildi ve hala kullanılmaya devam ediliyor.
Çürümenin olduğu yıllar, çürümeye karşı panzehirlerin pek etkisi olmadığı yıllarda öğrenci girişimleri kişilere bağlı olarak yükselip yok olduğu yıllar olarak kendisini ifade etti. Her değişen kuşağa göre mücadele yükseldi, mücadele düştü. Sovyetlerin tarih sayfasında yer alması ile birlikte nerede duracağını bilemeyenlerin şaşkınlığı belediyelerde liberal ekonomi ile tanışarak “işini bilen” insan tipine dönüştüğü yıllardır. Tombul başbakan işini bilen memurunu desteklerken işini bilen ekonomik ilişkiyi temellendirmişti. Bu arada ülkenin temelleri yeni algıya uygun olarak yerleştirilmişti. Aslında Özal dönemi MC dönemin adını verilmemiş devamıydı, tek fark Liderleri hapiste, görüşleri ve yakın arkadaşları iktidardaydı.
Sansür, baskı, korku askerin tek hakim olduğu dönemde cami kışla kavgasında yeni temele uygun olarak ibrenin değiştiği yıllara şahitlik ederiz. Ortamı hazırlayanlar yeni başarılarını şampanya patlatarak kutladıkları yıllarda, değişimin hızlandırması için post modern darbeler, müdahaleler yapılıyordu.
Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı unvanı verilerek nerede yaşayabileceğimize karar verildiği günlerdeydik. Avrupa ülkesinden uzaklaşırken, sanki yaklaşıyormuşuz gibi sanal gerçekleri doğru kabul ettiğimiz günler içinde göreceli özgürlükler verilmiş gibi yapılarak daha ağır baskının olduğu günlere kırlangıç kanatlarının kızı ile geçmiştik.
Ülke ılımlı İslam iktidarı içinde liderlik denemesi yaptığı günlerde yeni liderler yaratılmış ve kullanıma en uygun ve gerektiğinde delikten aşağıya atılacak biri bulunması zor olmamıştı. Yaratılan yeni imge aynı zamanda gelecek günlerin sembolü olacak isimin de temsilcisi olmuştu. Müslüman Kardeşler örgütü kendisinden bağımsız, kendisinden uzakta bir yerde yeni sembolüne kavuşmuş ve iktidara getirtilmişti. Onun başarısı yeni Ortadoğu’nun yeni düzeni olacaktı. Şampanya eşliğinde karar verenler, yeni başarıları için uygulamayı yakından izledikleri yıllar. Liberal ekonomi ve politika solu içten çürütmüş,  solun en zayıf halkalarını alarak biçimlendirmiş ve solu liberal ekonominin yedeği konuma getirmişti. Bu sayede muhalefetsiz bir ülkede her şey daha kolay şekilde değişim gerçekleştirildi.
Değişimin adını yeni bir anayasa ile taçlandırmak isteyenler, yasalar ile oynayarak hukuka uygun olarak var olan programı uygulamaya devam ediyorlar.
47. yaş günümde yaşadıklarıma kısaca bakayım dedim, insan olmanın gereği tecrübelerimi aktarmak zorundaydım, bana göre yaşananlar bu şekilde özetleyebildim.
Az gittim, uz gittim dere tepe düz gittim, bir de döndüm baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim. Bu arpa boyu içinde neler yaşadım neler, ne mutluluklar, ne sürgünler, ne işkenceler, ne sevgiler, ne mutluklar…  Hepsi, hepsi bu 47 yıl içinde saklı…
Bugün dahi özgürlüklerimizin Nato’nun izin verdiği, onların planladığı kadar özgür bireyler ve seçme şansı olduğumuzu düşünüyorum. Bu Nato zincirini kıran azınlıklardan biriyim ama ne kadar kırdığımı ise görebilecek kadar bilgi birikimine sahip olmadığımı düşünüyorum.
Özgür ve tam bağımsız olacağımız günlerin özlemi ile…
İsmail Cem Özkan

24 Mayıs 2012 Perşembe

Baba gibi sözler…


Baba gibi sözler…
Babacan babalar gibi söylemiş,  “memura verilecek her ek puan maaş artışının yeni vergi anlamına gelir.” Bu sözden neyi çıkarmak gerek sizce?
Demektir ki; hükümet, memurunu gözden çıkarmış, yıllık bütçe planı yapılırken memuruna verebileceği zam konusunda çalışma yapmamış demektir, kısaca kasada memuruna verebileceği para yok! Olmayan parayı vermeye kalktığımızda ek vergiler ile bu açığa çıkan  parayı yerine koyma telaşı içinde olacağız. Ek vergi demek, tükettiğimiz bütün ürünlere zam demektir. Bütçe açığını kapatalım derken; bütçe açığını büyütmek, yaşam kalitesini düşürmek, cari açığın daha da açılması anlamına gelir. Kısaca her adım domino taşı gibi bir birini tetikleyecek konumda.
Domino taşı gibi bir birini tetikleyecek dalga ne anlama geliyor?
Paramız yok!
Bütçemiz tam takır, mamuruna zam yapamayacak konumda.
İflas etmişiz ama resmi olarak açıklayamadığımızın gizli belgesi.
Yunanistan’dan daha kötü konumda olmuş olmamız anlamındadır.
Türkiye iflas ederse peki Yunanistan kadar etki yaratabilir mi uluslar arası piyasada?
Hayır, etki yaratmayı bırakın, uluslar arası piyasa akbabalar gibi ülkenin üzerine konup paylaşım telaşına bile girebilir. Alacaklarını almak için kaç ülke/ firma üzerimizde akbabalar gibi uçuyor?
Kaç ülke gelip ülkemiz topraklarında üsler, deneme laboratuarları kuracak?
Kaç ülkeye köle insan ihracı yapacağız?
Komşu ülkelere araç ile gidebilecek olan kadınlarımız, kendi evinin geçimi sağlayabilmek için ne kadarı kendini pazarlayacak?
Kaç kızımız çocuk bakmak amacıyla yurt dışına çıkıp, çetelerin elinde meta olacak?
Bu yazdığım soruların sonuçlarının bir benzerini bu dünya toprakları üzerinde ülkeler yaşamadı mı sanıyorsunuz?
Bir on yıl öncesine giderseniz, Karadeniz şehirlerinde kurulan pazarlara bakmanız yeterlidir.
Bütçede memuruna verebilecek kadar parası olmayan ülkelerin memurları, elde ettikleri bilgileri, kaynakları başkasına kendi yaşam kalitesini yükseltmek için satmayacağını kim garanti edebilir.
Allahtan teknoloji üreten ülke değiliz, yoksa dünyanın başına bela olurduk, nükleer silah için gerekli bilgi ve kaynakların satışı konusunda!
Batmış bir ülke elinde olan her şey satar ve her şeyi ranta dönüştürmek için yollar arar.
Ordusuna ait silahları çatışma bölgelerinde satışa sunması bile bu o ülkenin ekonomisinin ne kadar zayıf konuma düştüğünün göstergesidir. Neyse ki satmıyormuşuz elimizdeki silahları, Suriye ve Lübnan’daki çatışmalarda kullanılan silahları hibe ediyormuşuz! (Bu silahların üretimi ve ihracı için bütçeden ne kadar para ayrılmıştı? Örtülü ödenekler neden halka açıklanmaz?)
Hükümetin memura verebileceği zam oranı bütçenin ne kadar dar ve geniş olduğunu gösterecektir, eğer zam verip vergileri artırıyorsa, o ülkenin bütçesinin aslında balon olduğunu kanıtlamaktan öteye geçmez.
Kral çıplak demek için memurlar ile hükümet arasında yürütülen pazarlığın sonucuna bakmak gereklidir.
Madem ülkemiz büyüyor, refah seviyemiz artıyor, bundan memurun, işçinin yararlanması kadar doğal bir şey olmaz, yok işçi memur refahtan yararlanamıyorsa o zaman ülkede yapay olarak yeni zenginler, yeni bir küçük çevre yaratılıyor demektir.
Küçük bir yandaş çevrenin refahı halkın büyük çoğunluğunun refahından daha önemli gören bir hükümet var demektir.
Refah paylaşımında hükümet, büyümenin sonucunun paylaşımında; halka çay kaşığı ile sunarken, küçük bir azınlığa kepçe ile sunması anlamındadır.
İsmail Cem Özkan