Çoklu Organ Yetmezliği Değil, Çoklu Vicdan Çöküşü
“Bazen bir ölüm, sadece bir bedeni değil; bir toplumun
vicdanını da toprağa gömer.”
Bir varmış, bir yokmuş...
Sağlığına kavuşmak için girdiği ameliyattan başarılı bir
şekilde çıktı. Ama nedense, ameliyattan sonra ya da kaldığı hasta odasında
kaptığı bir virüs bu başarının üzerini örttü. Nefesi durdu. Çoklu organ
yetmezliği nedeniyle aramızdan ayrıldı.
Evet, bir yakınımız dün ani bir şekilde hayatını kaybetti.
Bu sıralar en çok duyduğum kelimeler;
Çoklu organ yetmezliği...
Zatürre...
Kalp krizi...
…
Ölüm...
Hani derler ya, ölüm “hoş gelir ama haber vermeden
gelir”miş. Artık gerçekten öyle. Kapıyı çalmadan geliyor, sevdiklerimizi alıp
götürüyor.
Çaresizce izliyoruz. Çaresizce gözyaşlarımız içimize akıyor.
Çaresizce gidip cemevinden, camiden ya da kiliseden onun adına yapılan ölüm
törenini izliyoruz.
Ölüm varsa din de vardır.
Din varsa, ölüm merasimi de vardır.
Ölümü “dinleştiren” insanlık, insanı ölüme alıştırdı. Ölümü,
cihat ve şehitlik gibi kavramlarla dar kalıplara sıkıştırdı.
İnsan, doğayla barış içinde yaşayamıyor; kendini öldürürken
doğayı da yok ediyor. Doğayı yok ederken de aslında yine kendini yok ediyor.
İnsan, insanken bir canavara dönüştü.
Ve işte bu dönüşümün adı: Din.
Din varsa cellat da olur. Cellada bıçak taşıyan da olur...
Pazar yerinde karpuz kesmek için kullanılan bir bıçak, bazen
genç bir çocuğu, başka bir genç çocuğa kestirir.
Olmazsa, İstanbul Boğazı'nda hiçbir şeyden haberi olmayan ve
tatbikat yaptığını sanan bir askerin boğazı kesilir.
İşte din budur.
Dini duygularla canavarlaşırlar.
Canavarların olduğu yerde ölüm olağandır.
Katiller ödüllendirilir.
Çünkü din, katillere kutsallık zırhı verir.
Kutsal katiller, kelle kestikçe cennete yaklaştıklarını
sanırlar.
Hiç düşünmez cellat; neden hiç zengin birinden cellat çıkmaz
da toplumun en yoksulundan cellatlar üretilir?
Bir varmış, bir yokmuş...
Can almak sadece savaş alanlarında olmuyor artık;
hastanelerde, ameliyathanelerde, raporlarda da sessizce gerçekleşiyor ölümler.
Sağlığı için girdiği ameliyattan sağ salim çıktı ama
hastanede oluşan bir virüs ya da ameliyat sırasında kullanılan malzemelerin
“tasarruf genelgesine” uygun şekilde, ya da daha fazla kâr amacıyla gerektiği
gibi steril edilmeden kullanılması nedeniyle öldü.
Neden öldüğü tam olarak anlaşılamaz.
Dava açılmasın diye ölüm belgesine hemen “çoklu organ
yetmezliği” yazılır.
Hastaneler bu yolla para kazanmaya, cenaze firmaları bu “son
durumdan” gelir sağlamaya devam eder.
Önemli olan: İstikrar.
Zaten ölüm hep var olacaktır.
Ve hep var olan ölüm, doğum gibi büyük bir gelir kaynağıdır:
Bir sanayi.
Sağlıkta yaşanan bu kâr hırsı, aslında genel bir düzenin
sadece küçük bir parçası.
Hayata para gözüyle bakanlar, kendilerini paranın üzerine
konumlandıranlar, her şeyden nasıl para kazanılır, nasıl yağmalanır diye bakar.
Sırf çıkarı öyle diye, bir aç insanın cebine birkaç dolar
sıkıştırır; gider, ormanı yakar.
Ormanı yakan bilmez neden yaktığını, ama o yanan yerden
büyük para kazanılacağını bilenler cebine dolarları doldurur...
Ticaret dediğimiz, sanayi dediğimiz şey; ölüm değil midir?
Bir yandan “yaşatmak için tüket” der,
Tüketirken “öl” der,
Ölmezsen “sürün, hasta ol” der.
Çünkü sürünen, hasta olan zaten hazır bir potansiyel
müşteridir.
Müşteriler, parayı sevenlerin en çok sevdikleridir.
Bu yüzden üreten değil, tüketen bir insan tipi yaratıldı.
Ve tüm tüketenler birbirine benzemeye başladı:
Saç modeli, kılığı kıyafeti ve ölüme gidiş yolu... Hepsi
aynı!
Eskiden masallar “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlardı.
Şimdi masallar üretilmiyor, hepimiz bir masalın içinde
yaşıyoruz.
Bir sevdiğimiz vardı, bir sevdiğimiz yok oldu.
Arkasından gözyaşı yerine artık zorla yaptırılan yemekler
kaldı.
Ölünün arkasından pide, ayran ve biraz pilav... Bir de
tatlı...
Sonra toprak girer araya ve kısa sürede toprağa düşen gider.
Kalanlarla yola devam edilir.
Biz yaşadığımızı sanırken, aslında bir sistemin hikâyesini
oynamaya devam ediyoruz.
Yaşam budur.
İsmail Cem Özkan