29 Temmuz 2025 Salı

Çoklu Organ Yetmezliği Değil, Çoklu Vicdan Çöküşü

Çoklu Organ Yetmezliği Değil, Çoklu Vicdan Çöküşü

“Bazen bir ölüm, sadece bir bedeni değil; bir toplumun vicdanını da toprağa gömer.”

Bir varmış, bir yokmuş...

Sağlığına kavuşmak için girdiği ameliyattan başarılı bir şekilde çıktı. Ama nedense, ameliyattan sonra ya da kaldığı hasta odasında kaptığı bir virüs bu başarının üzerini örttü. Nefesi durdu. Çoklu organ yetmezliği nedeniyle aramızdan ayrıldı.

Evet, bir yakınımız dün ani bir şekilde hayatını kaybetti.

Bu sıralar en çok duyduğum kelimeler;

Çoklu organ yetmezliği...

Zatürre...

Kalp krizi...

Ölüm...

Hani derler ya, ölüm “hoş gelir ama haber vermeden gelir”miş. Artık gerçekten öyle. Kapıyı çalmadan geliyor, sevdiklerimizi alıp götürüyor.

Çaresizce izliyoruz. Çaresizce gözyaşlarımız içimize akıyor. Çaresizce gidip cemevinden, camiden ya da kiliseden onun adına yapılan ölüm törenini izliyoruz.

Ölüm varsa din de vardır.

Din varsa, ölüm merasimi de vardır.

Ölümü “dinleştiren” insanlık, insanı ölüme alıştırdı. Ölümü, cihat ve şehitlik gibi kavramlarla dar kalıplara sıkıştırdı.

İnsan, doğayla barış içinde yaşayamıyor; kendini öldürürken doğayı da yok ediyor. Doğayı yok ederken de aslında yine kendini yok ediyor.

İnsan, insanken bir canavara dönüştü.

Ve işte bu dönüşümün adı: Din.

Din varsa cellat da olur. Cellada bıçak taşıyan da olur...

Pazar yerinde karpuz kesmek için kullanılan bir bıçak, bazen genç bir çocuğu, başka bir genç çocuğa kestirir.

Olmazsa, İstanbul Boğazı'nda hiçbir şeyden haberi olmayan ve tatbikat yaptığını sanan bir askerin boğazı kesilir.

İşte din budur.

Dini duygularla canavarlaşırlar.

Canavarların olduğu yerde ölüm olağandır.

Katiller ödüllendirilir.

Çünkü din, katillere kutsallık zırhı verir.

Kutsal katiller, kelle kestikçe cennete yaklaştıklarını sanırlar.

Hiç düşünmez cellat; neden hiç zengin birinden cellat çıkmaz da toplumun en yoksulundan cellatlar üretilir?

Bir varmış, bir yokmuş...

Can almak sadece savaş alanlarında olmuyor artık; hastanelerde, ameliyathanelerde, raporlarda da sessizce gerçekleşiyor ölümler.

Sağlığı için girdiği ameliyattan sağ salim çıktı ama hastanede oluşan bir virüs ya da ameliyat sırasında kullanılan malzemelerin “tasarruf genelgesine” uygun şekilde, ya da daha fazla kâr amacıyla gerektiği gibi steril edilmeden kullanılması nedeniyle öldü.

Neden öldüğü tam olarak anlaşılamaz.

Dava açılmasın diye ölüm belgesine hemen “çoklu organ yetmezliği” yazılır.

Hastaneler bu yolla para kazanmaya, cenaze firmaları bu “son durumdan” gelir sağlamaya devam eder.

Önemli olan: İstikrar.

Zaten ölüm hep var olacaktır.

Ve hep var olan ölüm, doğum gibi büyük bir gelir kaynağıdır:

Bir sanayi.

Sağlıkta yaşanan bu kâr hırsı, aslında genel bir düzenin sadece küçük bir parçası.

Hayata para gözüyle bakanlar, kendilerini paranın üzerine konumlandıranlar, her şeyden nasıl para kazanılır, nasıl yağmalanır diye bakar.

Sırf çıkarı öyle diye, bir aç insanın cebine birkaç dolar sıkıştırır; gider, ormanı yakar.

Ormanı yakan bilmez neden yaktığını, ama o yanan yerden büyük para kazanılacağını bilenler cebine dolarları doldurur...

Ticaret dediğimiz, sanayi dediğimiz şey; ölüm değil midir?

Bir yandan “yaşatmak için tüket” der,

Tüketirken “öl” der,

Ölmezsen “sürün, hasta ol” der.

Çünkü sürünen, hasta olan zaten hazır bir potansiyel müşteridir.

Müşteriler, parayı sevenlerin en çok sevdikleridir.

Bu yüzden üreten değil, tüketen bir insan tipi yaratıldı.

Ve tüm tüketenler birbirine benzemeye başladı:

Saç modeli, kılığı kıyafeti ve ölüme gidiş yolu... Hepsi aynı!

Eskiden masallar “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlardı.

Şimdi masallar üretilmiyor, hepimiz bir masalın içinde yaşıyoruz.

Bir sevdiğimiz vardı, bir sevdiğimiz yok oldu.

Arkasından gözyaşı yerine artık zorla yaptırılan yemekler kaldı.

Ölünün arkasından pide, ayran ve biraz pilav... Bir de tatlı...

Sonra toprak girer araya ve kısa sürede toprağa düşen gider.

Kalanlarla yola devam edilir.

Biz yaşadığımızı sanırken, aslında bir sistemin hikâyesini oynamaya devam ediyoruz.

Yaşam budur.

 

İsmail Cem Özkan

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Orman Yangınları Politiktir

Orman Yangınları Politiktir

Orman yangınlarının bu kadar sahipsiz kalmasının arkasındaki en büyük nedenlerden biri, Kürt korkusudur.

Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu kadar da değil.” Ama biraz derinlemesine düşününce, bu korkunun izlerini görebiliyorum.

“Şimdi derin düşünelim.” diyeceğim ama önce “derin” kavramından ne anladığımızı sorgulamak gerek. Tarihsel olarak bakıldığında olayların derinliği ortaya çıkar; böylece elimizde bir perspektif olur ve bu çerçevede olguları daha sağlıklı analiz edebiliriz.

Çok gerilere gitmeyeceğim. Bu korkunun temeli Meşrutiyet öncesine kadar uzanmaz. Başlangıcı, Osmanlı Devleti'nin ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte yaşadığı isyanlara dayanır. Fransız Devrimi’nin etkisi, Osmanlı’da derin bir korkunun kök salmasına neden olmuştur. Osmanlı, bir Balkan devleti olduğu için Balkanlar’daki kopuş büyük bir travma yaratmış; bu kopuşlar ve mücadeleler, o travmanın üzerine inşa edilmiştir.

Bu travmanın yol açtığı ilk siyasal süreç Abdülhamid dönemi, ardından İttihat ve Terakki dönemidir. Aslında Abdülhamid rejimi, onu özgürlük ve demokrasi sloganlarıyla iktidara taşıyan partinin bu travmayı devralarak daha da derinleştirdiği bir dönemdir. Bu derinleşme Cumhuriyet’e ve hatta bugüne kadar uzanır.

Abdülhamid’in zorla sürdürdüğü otuz yıllık iktidar dönemi bir darbeyle son bulmuştur. Rakiplerini bastırmaya çalışırken, kendi sonunu hazırlayan bir sistem kurmuştur. Her kumpas başarılı olmaz; bazen sonun habercisidir.

Abdülhamid’i iktidara getiren Meşrutiyet, iktidarın sadece onun elinde toplanmasıyla anlamını yitirmiştir. Böylece meşru ama zalim bir iktidar ortaya çıkmıştır. Ülkede yayılan jurnalcilik ve korku iklimi, zamanla ona karşı direnişin temelini oluşturmuştur. Farklı inançlardan, dillerden, renklerden insanlar, biraz özgürlük uğruna yan yana gelerek birleşik bir siyasi yapı kurmuşlardır. Bu yapı İttihat ve Terakki Partisi’dir ve “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla yeni bir atmosfer yaratmıştır. Bugün ABD'nin istediği de işte bu Osmanlı havasıdır.

Ne var ki bu kardeşlik havası uzun sürmemiştir. Sanki dağılmakta olan bir ailenin miras paylaşımı gibi, kardeşler kan davasına dönüşen bir mücadeleye girmiştir. Mecliste doğan özgürlük ortamı, kısa sürede tehcir, mücadele ve “beka” kavramları altında ezilmiştir. Osmanlı'nın geleceği için, kardeşler arasında en ayrılmaya müsait olanın yok edilmesi gerektiği fikri, kapalı kapılar ardında emperyalist güçlerin niyetine uygun olarak geliştirilmiştir.

Osmanlı zaten bir “devşirmeler devleti” idi. Bu kez devşirilenler devlet için değil, emperyalist projelerin taşeronları olarak hareket etmiştir. Devlet olmanın birincil şartı düşman yaratmaktır. Don Kişot bile düşman yaratarak yol almadı mı? Hayali romanlar bile hayatta karşılığını buluyor gibidir.

Partiyi birlikte kuranlar artık bir bütün değildir. Her biri, parti öncesi aidiyetlerine dönmüş; yapı ise bir koalisyondan üç liderin denetimine girerek dağılmıştır. Özgürlük sadece iktidarda oturanlar için geçerli hâle gelmiştir.

Ermenilerin tasfiyesi, Kürtler ve Türkler iş birliğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu birliktelik, Hamidiye Alayları’na kadar uzanır. Birinci Dünya Savaşı’na giriş, ardından gelen yıkım, partinin feshine ve kadroların yeni yollar aramasına neden olmuştur. Bu kadroların önemli bir kısmı, Ankara’da kurulan meclisin çatısı altında devletin devamlılığını sağlamıştır.

Ankara, İstanbul’daki dağılmış hükümetin meşru devamcısıdır. Emperyalist devletlerden tanınması kısa sürede gerçekleşmiş; Mudanya Anlaşması’yla birlikte bu meşruiyet resmiyet kazanmıştır. Bu yeni devletin ilk korkusu, birlikte yol aldığı Kürtler olmuştur. Bu korkuyla ilk andan itibaren mücadele başlamıştır. Koçgiri İsyanı’yla başlayan süreç, sonrasında Kürt isyanlarının biçim değiştirmesiyle devam etmiştir.

Eşitlik ve kardeşlik söylemlerinden ötekileştirmeye geçiş oldukça hızlı olmuştur. Kürtlerin yaşadığı yerler artık sürgün yerleri, gözden uzak, bakımsız ama “sınırlarımız içinde” kalan alanlar olmuştur. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” anlayışı, işte tam da bunu ifade eder.

Kürtlerin varlığı ilk başta reddedilmemiştir. Hatta yasalarda bile eşitlik temelinde yer almışlardır. Ancak “Türk” kavramının yasalara girişi ve ulus-devlet yapısının tamamlanması, 27 Mayıs darbesi sonrası oluşturulan anayasa ile keskinleşmiştir. İlk Kürt davası olarak bilinen “55’ler Olayı” bu sürecin sembolüdür.

Kürtler, kuruluş sürecine isyanlarıyla dâhil olmuş; bu itirazlar ise İstiklal Mahkemeleri eliyle bastırılmıştır. Bu mahkemeler Cumhuriyet tarihi boyunca varlığını korumuş; sadece isim değiştirerek farklı dönemlerde yeniden ortaya çıkmıştır. Siyasi iradenin ihtiyaçlarına göre çalışan bu yapılar, “istikrar” gerekçesiyle meşrulaştırılmıştır.

Bugün bile Kürtlerin ayrılma ihtimali, devletin temel korkularından biridir. İsrail düşmanlığının arkasında da bu korku yatmaktadır. Özellikle Suriye iç savaşı sürecinde “İsrail komşumuz olacak” korkusu sürekli kamuoyuna pompalanmıştır. İsrail'in nüfus yapısının buna izin vermeyeceği gerçeği ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Güneydoğu’daki toprakların İsrail tarafından satın alındığı söylentileriyle korku diri tutulmuştur. Var olan İsrail/Yahudi düşmanlığı derinleştirilmiş, yeni bir nefret söylemi dili geliştirilmiştir. Her dönemin nefret söylemleri benzerlik gösterir ama içerikleri ve hedef kitlesine göre söylem değişiklikleri olmuştur.

Bugün savunma harcamalarımıza yapılan büyük yatırımların temelinde bu “ayrılık” korkusu vardır. Orman yangınlarına su taşıyan uçaklar almak yerine, İHA-SİHA gibi askerî araçlara ve Avrupa yapımı kırk adet savaş uçağına bütçe ayrılmasının nedeni de budur.

Eskiden “Cihanda barış, yurtta barış” sloganı kullanılırdı, şimdi “yurtta barış ama cihanda savaş” konumundayız ve dünyanın değişik ülkelerinde “barış” adına askerlerimiz bulundurulmaktadır.

Komşulara güvenmeyen bir ideoloji, cephe gerisindeki olası yandaşları ya da klasik anlamda “devşirmeleri” hedef alarak savaş hazırlığı içinde yaşamaktadır. Kürtler, bugünkü korkunun temelini oluşturuyor ve hep “emperyalist” devletlerin elinde sopa olarak görülüyor. Kürt kendi en doğal hakkı için mücadele edemez; eğer ediyorsa mutlaka arkasında bir emperyalist güç vardır tezi, “Şeyh Sait” isyanından bugüne kadar korunmuştur.

Savaş konusunda AR-GE ve iktidar yanlısı şirketler desteklenerek İHA, SİHA gibi araçlar geliştirilmesi yerine, orman yangınlarına karşı uçak/helikopter geliştirilmiş olsaydı, daha fazla ve daha geniş bir coğrafyada müşteri bulabilirdi diye düşünüyorum. Orman yangınları küresel bir sorundur, müşterisi istikrarlı şekilde artacaktır.

Ormanlarımız sahipsiz kalıyorsa bu, savaş psikolojisinin bir sonucudur. Yaratılan düşmanlar ve o düşmanlara karşı cepheleşmenin maliyeti yüksektir. Son İsrail-İran çatışmasında öne çıkan “gök kubbe” kavramının yerine, gök vatana “çelik kubbe” kurmak saplantısı, yeşil vatanı unutturmuştur.

Zaten bu iktidarın, iktidara oturduğu günden bu yana yeşili, dereleri, ırmakları, dağları, ormanları düşündüğü yok. Oraları madenci şirketlere açarak “enerji üreteceğiz” diyen sonradan görme işadamlarına peşkeş çekerken, orman yangınlarını stratejik bir araç olarak kullanmıştır. Orman ve sit alanlarından çıkarılan arazileri yandaş şirketlere gerek kiralayarak gerek satarak doğadan koparmış, beton yığını içinde bırakmıştır. Bu sayede oraları doğadan ayırmıştır. Bu yağmadan elde edilen paralarda savaş sanayisinin alt yapısında kullanılmaya devam etmektedir.

Orman ile mücadeleye ayrılan paralar artık o mücadeleye ayrılmıyor; bunun somut örneği, yıllar öncesinden bakanların verdiği sözlerin yerine getirilmemesidir. Bakan sözünü çiğnemek istemez elbette ama bakanların sözü, parayı kontrol edenlerin niyetlerinin yanında değersizdir. Sonuçta oraya ayrılan paralar savaş araçlarının üretimi ve satın alınmasına kullanılıyor; tıpkı işçilerden kesilen işsizlik fonunun batan şirketleri kurtarmak için kullanılması gibi. Amacından farklı amaçlarda para kullanımı alışkanlık hâline gelmiştir. Vergilerin ne için kesildiğinin pek önemi yoktur; ne amaçla kullanıldığının önemi vardır. Bundan dolayı dünyada belki de yalnızca bizde, verginin, vergisi; o verginin de vergisi alınmaya devam etmektedir.

“Kürt açılımı” veya “Terörsüz Türkiye” politikalarının ardında da samimi bir barış isteği değil, Ortadoğu’daki yeni dengelere karşı iç güvenlik ihtiyacı yatmaktadır. Eğer gerçekten Kürtler “kardeş” olarak görülseydi, “eşitlik” kavramı gündeme geldiğinde, bu ülkenin gerçek sahipleri gibi davrananlar avazı çıktığı kadar “terörü ezdik, (açıkça söylenmese de) Kürtlere hak verilmez” diye bağırmazdı.

Terörsüz bir ülke elbette her devletin arzusudur. Askerî harcamaları azalmış, silah yerine sanayiye ve insana yatırım yapan bir ülke hepimizin hayalidir. Ancak geçmişiyle yüzleşmemiş, ötekileştirilmişlerle konuşmak yerine bastırmayı seçmiş bir devletin “açılım” yapması için öncelikle yasalarını, dilini ve duruşunu değiştirmesi gerekir.

Eğer bugün ormanlarımız yanıyor, biz hâlâ savaşa yatırım yapıyorsak; bu, ayrılık korkusu ve travmalarımızla birlikte yaşadığımız anlamına gelir.

Sonuç olarak, orman yangınları politiktir.

İsmail Cem Özkan

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Kıtlık İnsanı Yok Etti

Kıtlık İnsanı Yok Etti

80 öncesi derlerdi bir zamanlar… Şimdi ise o zamanın insanı bile kalmadı. O dönem kıtlık vardı evet, ama insan vardı; ekmek kuyruğunda kavga edenin bile bir vicdanı, bir ihtiyacı, bir gerekçesi vardı. Ürün bulunmazdı, ama insan bulunurdu. Karaborsa dediğimiz şey, üreticinin malı depoda tutmasıydı; çünkü mal azdı, talep çoktu. Deposu büyük olanın malı olurdu, parası olanın değil. Şimdi ise raflar dolu, cepler boş. Kıtlık ürünle değil, insanla başladı. Ve zamanla insan, rakam oldu… Sonra da sıfırlandı.

Karaborsa, siyasi iradenin almış olduğu kararlarla ortaya çıkar; dış etken ise ambargodur. Ambargo, bazı ürünlerin ülke sathına yayılmasını engeller. Örneğin benzin alımına ambargo koyarlarsa, kara yoluyla ulaşılan ürünler ulaşmaz olur ve o ürünler şehirlerde karaborsaya düşer.

Sonuçta siyasi irade, kendisini kontrol eden, kendisine bağımlı kılan devletlere ve şirketlere karşı sorumludur. Onların çıkarına dokunduğu an ambargo gelir. Ambargo gelmesi, insanların daha fakir, daha aç, daha sağlıksız, daha huzursuz olması anlamına gelir ama bizde ambargo demek, yeni zenginlerin türemesi, paradan para kazanmak anlamına gelir.

Huzursuz olanlar sıraya girer, ihtiyacı olanı alır. Alamazsa sadece homurdanır, yerine başka şeyi ikame etmeye çalışır. Bizdeki hoşgörü başka ülkelerde yoktur; onlarda ayaklanma olur, bizde homurdanma...

Eskiden, yani 80 öncesi, insanların cebinde para, mağazada mal eksikliği olurdu. Şimdi mağazalarda mal fazlalığı, insanların cebinde para eksikliği var. Artık para cepte değil; bankaların kasasında rakam olarak yerini korumaktadır.

Bankalar, insanların harcayamadığı paraya bloke koyar; o rakamları onlara artık vermez. Çünkü banka için önemli olan açlık değil, kasasındaki rakamları korumaktır. Ülkemizde kıtlık hep var olmuştur. 80 sonrası ise kıtlık zamanla büyüdü, büyüdü ve bugün ceplerde olması gereken paranın, bankalarda rakam olarak eksikliğinden söz eder olduk.

Para o kadar değersizleşti ki artık tuvalet kağıdı için kullanılacak kâğıdı bile alamaz oldu. Bu nedenle, dünyanın hiç kullanmadığı tuvalet kağıdı, ülkemizde eşantiyon olarak market kasalarının önünde, parası –pardon– rakamı olmayanlara cazip fiyata satılır oldu!

Rakamlar market kasasından bir bir çekilirken, rakamı eksilen yeni kredi çekmek için bankaya ne teminat göstereceğini düşünür oldu. Çünkü böbreğinden başka teminat gösterecek malı kalmadı!

80 öncesi insanlar yağ isterdi. Yağ dediğime bakmayın, kanser olsun, sağlıksız olsunlar diye emperyalist ülkelerin fakir ülkelere gönderdiği, ekmek üzerine sürülüp yenen margarinden bahsediyorum. Yani sağlıksız, kanser yapan kimyasal şeye margarin demişiz.

İşte insanlar gönüllü olarak onu alıp yemek yapmak için bakkalların önünde sıraya girer, hatta sırada birbirleriyle kavga ederdi. “Sen fazla aldın, senin ihtiyacın yok!” diyerek dayak armağan edilirdi...

Tabii yeni kuşak bilmez: Eskiden her sokağın, mahallenin bir bakkalı vardı. Şimdi onlar yok elbette. Oralarda insanların ihtiyaç duyduğu ürünler satılırdı. Parası olmayan gider, bakkala yazdırır, aybaşında borcunu öderdi. Herkes borcuna sadıktı. Bakkal ve müşterisi icralık olmazdı.

Şimdi icralık dosyalar için adliyeler ek binalar tutuyor. O zamanlar adliyelerde icralık dosyalar için ekstra büyük binalar tutulmazdı...

Neyse, konuyu fazla dağıtmayalım. O zaman cepte para, bakkalda ürün kıttı ama insanlar yine de mutluydu. Çünkü o “değişmez liderlerden” birini seçecekleri seçimler olurdu. Sandık kaçırıldı, atılan oylar yakıldı meselesiyle pek kimse uğraşmazdı. Çünkü o zamanlar hâlâ ahlak diye bir şeyler vardı. Ahlaksızlıklar olurdu ama geneli etkilemezdi. Sadece muhtarlık yarışında o ahlaksız işler olurdu...

Sonuç: 80 sonrası insan kıt olmaya başladı. İnsanlarda vicdan kıtlaştırıldı. Çünkü her birey kendi bacağından asılırken, yanında asılanın acısından zevk almaya başladı. Acıları bir yapıp, acı çektirene karşı ayaklanma yerine dedikodu haberlerine bakıp sorunlarından uzaklaştılar.

İşte bu dedikodu, “katil kim?” TV programları insanlara ninni söylerken, ninninin içeriğini de değiştirdiler. Eskiden ninniler “uyusun da büyüsün” diye başlardı. Şimdikilerde ise “hemen büyüsün, gidip başkasının üstüne basarak zengin olsun, zengin olamıyorsa zenginin yanında mazlumu ezsin” diye söylenir oldu.

Şimdiki çocuklar mazlumu, fakiri ezerken büyük keyif alır oldu. Patronun gözüne girmiş, işini layıkıyla yapmış, parasını kazanmış, mutlu... Şimdi gidip bir çocuk yapma zamanı diye düşünür olmuş. Kimden yaptığının ne önemi var, prezervatif kullanmak işin doğasını bozuyor, o yüzden her türlü riski göze alıp ortalığa “piçler” bırakanların ülkesine dönüştük!

Mazlumu ezen para sahipleri değil, onların niyetini yerine getiren, para verenin yanında çalışanlar olduğunu göz ardı etmeyelim. Çünkü para veren “Git şunların ‘amına koy’” demiyor. “Koyarsak en güzelini ben koyarım; sen üstü başı çamur, emekçi, öyle lüks mağazalardan giyinmeyenlerin amına çalışanlarımsın. Çalışanım olmazsa da taşeron koysun,” demekte...

Sonuçta birileri tecavüze uğrarken, tecavüz edenin suratına bakmaz olduk. Genelleştirip geçtik. O büyük, lüks binalarda oturan beyaz yakalı işçiler, yasalara uygun olarak mazlumun, işçinin, ötekinin canına malına tecavüz ederken; o gururlu, patronuna bugünde para kazandırdığı için maaşını hak etmişken; elinden doğası, deresi, suyu, böbreği giden ise homurdanmaktan başka bir iş yapmaz olmuş.

İşte bizi biz yapan şey: Homurdanmak. Tecavüzcüye muhtaç olunca bir iki kuruş atar mı diye gözüne bakmak olmuş...

80 öncesi insanların cebinde para vardı. Bugün, rakamları kıt olan insanların açlığı, sefaleti, ahlaksızlığı, vicdansızlığı ile doğadan kopmuş, betonların içinde hapsolmuş, kaybedeceği birkaç rakam dışında rakam hayalleri kuran çaresiz insanlara dönüştük.

Dün, dündü.Bugün ise... Dünün “arar oluş”u bu ülkenin insanları.

İsmail Cem Özkan

18 Temmuz 2025 Cuma

Şablonlarla Hayata Bakmak

Şablonlarla Hayata Bakmak

Bugün solcu olduğunu söyleyen biriyle konuştum. Suriye meselesine şöyle dedi: “Suriye neden tek bayrak altında, tek bir devlet olmuyor? Onların hakkıdır; onlar da tek liderin önderliğinde bir devlet olsun. Hep şu İsrail, onların tek devlet olmasını engelliyor.”

Solcu birinin böyle bakması artık doğal oldu. Çünkü bölünmez, üniter, laik, sosyal, hukuk devleti penceresinden bakıyor. Bu ezberlenmiş kelimelerin arka arkaya gelmesi sorgulanmaz, çünkü mutlaktır; hep öyle kabul görmüştür.  Bu devletin var olması için yaşanmış olan ne varsa yaşanmıştır; önemli olan devletin bekasıdır.

Kendi ülkesine bakıp, başka ülkelerde de aynı yapıyı istemesi kadar doğal bir şey yoktur.

Kendisini tanımladığı gibi solcudur, çünkü bu ülkede solculuk hiç bu kadar geri, yobaz ve tarihsel materyalizmden yoksun olmamıştı. Var olan bu: başka bir alternatif yok; sonuçta istisnalar kaideyi bozmaz!

Eleştiriler karşısında hükümet kabinesinde atanmış Bakanlar, argo kelimeler de içinde olduğu açıklamalarında: “Tek tek anlatayım…” diye başlar ama ben; yok, yok kabinede bakan değilim; onun gibi tek tek anlatmaya da değmez, çünkü sonuçta kimsenin doğrusu değişmez! Benim de bu konuda doğrum değişmez.

İyi ki devleti merkezine almış solculardan uzaklaşmışım; bu saçmalıkları duyarak kendime dert edinmiyorum. Solcular, devleti yok etmek üzerine ideolojilerini geliştirirler ama bizimkilerde var olanı korumak mutlaktır!

Solcuların düzenlediği toplantılarda ya da mitinglere katılıyorum; orada gözlemciden daha çok aksiyoner gibi bakıyorum etrafıma! Beni kendilerinden görenler ya da “kortejine bir kişi daha olsun” diyenler “Bu bayrağın ucundan tut” dediklerinde kırmıyorum, kırmak da gerekmez! Önemli olan solun bayrağını taşımaktır…

Zaman geçiyor, yaşlanıyorum. Yaşlandıkça eskiden hoş gördüklerimi artık göremez oldum ya da zamanın ruhu karanlık olarak üstüme çöktü!

Solcu biriyle sohbet, eskisi gibi çekilir değil. Her şeyi bilen, dergilerinde/ gazetelerinde/ bildiri metinlerinde hep doğruları yazmış... O doğrular arasında çelişkiler varsa, “zamana göre olmuş olabilir.” Çünkü doğrular da dinamiktir! Onların görüşlerini okuyarak biliyorum ama onlar benim görüşümü, değişimimi bilmiyorlar; çünkü onlar benim gibi insanları asla izlemezler. Sonuçta tek doğru vardır, o da onların söyledikleridir. Başka görüşleri okumak zaman kaybıdır.

Sonuçta başka görüşlere değer vermeyenler Demirel’le paralel bir çizgide oluverirler: “Dün dündür, bugün ise başka gündür; dün asla değildir!”

Suriye’de Dürzilere ve Alevilere, Hristiyanların kutsal mekânlarında canlı bomba patlatıp katliam yapanlar haklıdır, çünkü onlar Suriye’nin birliği ve bekası için yapmışlardır. Bölücüleri ortadan kaldırıyorlar...

Her devletin bir “33 Kurşun”u vardır. Ahmet Arif’leri de belki vardır... Solcu, “33 Kurşun”un şiirini okur ama içeriğini bilmez.

Ölen ölmüştür. Devletimiz baskın gelmiştir ve güçlü olan devlet olduğu için tüm ayaklanmaları, haklarını savunanları yok etmek onların hakkıdır. Her ülkenin başlangıçta İstiklal Mahkemesi vardır. İstiklal Mahkemeleri zaman içinde isim değiştirmiş halde, savcıları hâkimleri değişmiş olsa da hep varlığını korumuştur; çünkü devletimiz her zaman saldırı altındadır ve kendisini korumakla yükümlüdür.

Kendi istediği gibi düşünmeyenlerin hepsi cezalandırılmalıdır.

Devletin bakışı olunca, tarihi resmi bakış dışında bilmeyince, Suriye’de olanları da anlama şansı yok. Çünkü resmi bakış her zaman kendi üyelerini, vatandaşını, milletini derin bir kuyudan yukarıya bakmasını ister. At gözlüğü takmanın öteki adıdır resmi tarih bakış açısı. Solcusunda da vardır, devletin hâkimlerinde de…

Güçlü olan hep kendisini güçlü, destansı, özenilen olarak gösterir.

Günümüzde solcular, anı kitapları dışında pek kitap okumaz oldu. Hayata izlediği TV kanallarının aracılığıyla ya da kendilerine sunulanlarla bakıyor.

O “solcu” diye bildiği TV kanallarında konuşan sağcıları dinleyerek sol politika üretiyor.

Sağcılar kendilerini saklamıyor; ama solcular, sol olduklarını unuttukları için olaylar karşısında sağcılar gibi refleksler gösteriyorlar.

İsrail hep düşman. İsrail’in koruduğu işbirlikçi; diğerleri hep haklıdır!

Zaten 68 kuşağı Filistin’e gidip silah eğitimi almadı mı? İsrail ile çatışmadı mı? Onlar boşuna mı gidip öldüler?

Onlardan gelen mirasa sahip çıkalım! İsrail hep haksızdır; diğerleri hep haklıdır!

Zaten İsrail = Amerika’dır. “Go home” derken, aslında bunu söylüyoruz.

Bu yüzden, bizim emperyalist anlayışımızın şablonuna tam olarak oturuyor.

Suriye’de olan Alevi, Dürzi, Hristiyan katliamlarının hepsi devletin bekası için olağandır ve doğaldır.

Ölenlere timsah gözyaşı döküp, şeriatçılıktan gelmiş HTŞ liderini, şimdiki devlet başkanını alkışla!

O devlet başkanının sembolü Amerika kartalı ile aynı. Tek fark, yıldız sayısı. Ama bunu bilse ne olur, bilmese ne olur? Ne gerek var ayrıntı ile uğraşmaya!

Emperyalizme karşı kim savaşırsa, onun emperyalist olup olmadığının önemi yoktur. Ama bizim şablonda yer alan devletleri hedef yapmak, solculuğun birincil görevidir.

Solcular, çatışan iki emperyalist güçten biri savunulur; bu anlaşılamaz. Sol şablona göre ezilen zayıfsa zaten emperyalist olamaz!

Ülkemizin düşünce yapısı laik değildir. Tersine, suni bir inanca uygun tarikatlar üstü bir düşünce yöntemi vardır. Herkesin camiye gitmesi, cuma hutbesinde ne konuşulduğu ile ilgilenilmesi beklenir. Her karşılaştığı kişiye “Selamün aleyküm”; telefonda da olsa bu sokak diliyle selam vermek zorunludur. Sonuçta herkesin kabul ettiği dili kullanır ve o dilin düşünce yöntemiyle olaylara bakar. Başka bir bakış açısı yoktur.

Solcu işçi sınıfının çıkarından asla bakılmaz. Çünkü onlar da “işverenden para dilenen çalışanlar” olarak görülür.

Tüm siyasi ve sendikal mücadele ekonomik değil midir?

Suriye denilince solcu, çerçevesini yukarıda çizdiğim kendi penceresinden empati kuruyor. Kendi durduğu yerden bakıp, oranın da öyle olmasını istiyor.

Çok kültürlü, eşit vatandaşlık penceresinden bakamıyor; çünkü orada İsrail vardır!

İsrail’in desteklediği birinin devlet başkanı olduğunu söylesek inanmaz. “O devrim yapmıştır!”

Şam yolunu kimin açtığını asla bilemeyeceklerdir!

Sol denilince, “Ben solcuyum” diyenler alınır. Ama solun ülkemizdeki durumu ortada değil midir? İçinde istisnai birkaç sol örgütün varlığı, solun genel durumunu değiştirmez.

Elbette sol homojen değildir, heterojendir.

Bazıları alıngandır, bazıları eleştirileri üstüne asla almaz...

Sınıf çıkarından önce, yandaşına faydacı yaklaşan sol olaylara devlet çıkarı ile bakar!

Dün Esad’ın birliğinden endişe edenler, bugün El Şara’nın birliğinden endişe ediyor. Değişen sadece isimler; düşünce kalıpları aynı. Sol ise, kendi kurduğu şablonların dışına çıkamadan hayata ve siyasete bakmaya devam ediyor.

İsmail Cem Özkan

15 Temmuz 2025 Salı

Ataların Sessizliği ve Korkunun Sesi

Ataların Sessizliği ve Korkunun Sesi

Bir zamanlar mezarlıklardan korkutulurdu çocuklar. Korkutanlar da korkardı. Mezarlık yakınından geçenler ıslık çalar, korktuğunu hissettirmemek için yakınından değil de biraz uzaktan geçerdi. Mezarlıklar, yaşam alanının dışında yer alırdı. Zaman içinde şehirleşmeyle birlikte, şehirlerin tek yeşil alanı oldular.

O yeşil alanlarda yatanlar pek bilinmez. Yakınlarını oraya gömenler de çok kısa zamanda unutur giderler. Bir zamanlar orada biri vardı... Ta ki bir mezara ihtiyaç duyulana kadar. İhtiyaç olunca da, “Üzerine göm gitsin!”

Bu insanlara anlatılmamıştı: Orada yatan atandı... Yani seni dünyaya getirenler. Onlar olmasaydı, zaten sen olmayacaktın! İnsan atalarından korkar mı? Onlar orada yatıyor diye yolunu uzatır mı?

Bir de "dinciler" gördüm; mezarlık yakınından geçerken müziği kapatıyorlar, konuşmaları kesiyorlar, hatta biri konuşuyorsa susturuyorlar.

“Neden?” dedim.

“Öyle, din böyle buyuruyor,” dediler.

Ama insan hiç atalarına sesinin gitmesini engeller mi?

İnsan köklerini unuttuğunda, elinde olana da saygı duymaz…

Yağmacı Kültür ve Mezarlık Korkusu.

Yağmacı kültür, korktuğu yeri yağmalar. Çünkü onu zayıf düşürerek, onu yok ederek korkusunu yenmeye çalışır. Korktuğu ve yok ettiklerinin mezarlıklarının yakınından geçerken, onların kalkıp o orantısız güç gösterisi yapanları yok edeceğinden, el koyduğu mallara el konulacağından korkar. Bundan dolayı mezarlıklardan korkanlar, işte bu yağmacıların soyundan gelir...

Mezarlıklardan korkanlar, geçmişi karanlık yağmacılardır.

Katil, işlediği cinayet alanına bir kere daha dönermiş. Onlar, dönmemek için hep onun etrafından geçer... Çünkü mal yüzünden kan davası çatışması yaşayanların cesetleri de aynı mezarda kemiklerin kardeşliğini yapar ama yeryüzünde çatışmaya, öldürmeye devam ederler. Bundan dolayı mezarlıklardan korkanların olduğu yerde, bir kan davası geçmişi var demektir.

Toplumun Aynası: Mezarlıklar.

Mezarlıklar, yaşanmış kültürün yatay biçimde yansımasıdır. Toplumun belleğidir. Bu nedenle, mezarlıklar bir toplumun değer dünyasını en çıplak hâliyle gösterir.

Çoğu zaman bakımsızdırlar. Özellikle şehirlerde, mezarların üzerine basa basa diğer mezarlar ziyaret edilir. Aralarda neredeyse hiç boşluk kalmaz; adım atacak yer bile bırakılmaz. Çünkü yağmacı anlayış, her karış toprağı ekonomik bir değere dönüştürme telaşındadır.

Ölüye bile saygı gösterilmez. Toprağa gömülür, onu hatırlatacak eşyalar elden çıkarılır ve en kısa sürede unutulmaya bırakılır. Bir gün adı geçerse “rahmet” okunur; ardından varsa malı konuşulur. Paylaşımı, mirası, geriye kalan...

Mezarlığın Gece Yüzü

Belki de bu yüzden geceleri mezarlıklar, sokak hayvanlarının sığınma alanına dönüşür. Mezarlıklardan korkulduğu için insanlar oralardan uzak durur. Bu da köpekler, fareler, yılanlar gibi varlıklar için o alanı sahiplenme fırsatı doğurur.

Gece yarısı mezarlıktan geçen birine, gündüz tek başına havlayamayan köpekler topluca havlar. Fırsatını bulurlarsa saldırırlar. Mezarlıklar geceleri sessizdir ama o sessizliğin içinde başka bir yaşam sürer:

Köpek ulumaları, farelerin cirit atması, yılanların sessizce av beklemesi…

Bir zamanlar yaşamla ölüm arasındaki o sınır çizgisini koruyan yerler, şimdi unutulmuşluğun, korkunun ve bastırılmış geçmişin sessizliğinde kaybolmuştur.

 

İsmail Cem Özkan

11 Temmuz 2025 Cuma

Zamanın Ruhu: Özgürlük mü, Esaret mi?

Zamanın Ruhu: Özgürlük mü, Esaret mi?

Bir Demirin Şiirinde Saklı Umut

Demirci Kawa,

Silahları dövecek örsünün üstünde.

Kıvılcımlar sıçrayacak karanlığa,

Metal eriyip akacak,

Yeni bir şekle bürünecek...

Ama bir daha silah olmasın:

Çalgı olsun, türkü olsun.

Geçmişin ağısını, acısını,

Yaşamı taşısın ileriye —

Ezgileriyle.

Yalnızca metal mi dönüşecek?

 Ya yürekler?

 Ya yaşam?

 Ya tarih?..

Sürekli "Yeni Aşama" Söylemi: Gerçekten Öyle mi?

Kürt meselesi gündeme geldiğinde, medyada sürekli "yeni bir aşamaya geçildiği" söyleniyor. Ancak ben, özgürlükler, demokrasi ve ifade hakkı gibi temel değerler açısından bir ilerleme göremiyorum. Bu nedenle, bu “aşamalar”ın ne olduğu açıkça ifade edilmeli.

Koşulsuz Teslimiyet mi, Gerçek Müzakere mi?

Eğer muhatap alınmak birinci aşamaysa, bu aşama çoktan geçildi. Bugün gördüğüm kadarıyla, koşulsuz teslimiyet dışında bir seçenek sunulmuyor. Devletin atması gereken somut adımları henüz göremedik. Meclis'te bir komisyon kurulması yönünde bir girişim oldu; ancak bu, ancak devamı gelirse gerçek bir adım sayılabilir.

Semboller, Siyaset ve Görünürlük

Cezaevlerinden bazı örgüt üyelerinin gizlice serbest bırakıldığına dair bir bilgim yok. Ancak sembolik de olsa, bazı isimlerin siyasette görünür olması gerekir. İçeride ya da dışarıda olmaları önemli değil; önemli olan seslerinin duyulmasıdır.

Aşamalar mı, Göstermelik Hamleler mi?

Avukatların ve aile fertlerinin adaya gidip gelmesi bir “aşama” mı sayılıyor? Sosyal medyada videolu açıklamalar yapmak da öyle mi? “Terörsüz Türkiye” söylemi altında tam olarak neyi hedeflediğimizi hâlâ anlamış değilim. Her şey bir anda olup “Tamamdır, oldu, bitti” denilecekse, toplumu buna önceden hazırlamak gerekir.

11 Temmuz 2025: Bir Dönüm Noktası mı?

11 Temmuz 2025’te silahların bırakılması kuşkusuz önemli bir gelişmedir. PKK ve bağlı yapılar, uluslararası gözlemciler, Kürt siyasetçiler ve MİT gözetiminde düzenlenen bir törenle bunu dünyaya duyurdu. Tören canlı değil, banttan yayınlandı. Bu konu üzerine daha çok konuşacağız. Ancak asıl belirleyici olan, taraflardan birinin somut ve sürdürülebilir bir adım atmasıdır. Barışın hukuki bir altyapısı olmadığı sürece, yapılan her barış seremonisi sadece “sözde” kalacaktır.

Kürt Sorunu, Türkiye'nin Demokratik Geleceğidir

Kürt açılımına dair çıkan her haberi ve yapılan her yorumu dikkatle izliyorum. Çünkü Kürt sorunu, Türkiye’nin en temel meselelerinden biridir. Bu sorunun çözümü, demokrasi ve özgürlükler açısından bir ilerleme; en azından nefret söyleminin azalması anlamına gelir.

Özgürlük Yalnızca Kürtlere Değil, Herkese Gerekli

Kürtlerin özgürleşmesi demek, Lazların, Çerkeslerin, Arnavutların ve diğer halkların da kendi kimlikleriyle örgütlenebilmesi, siyasi temsiliyette yer bulabilmesi demektir. İktidar partisinden ve TBMM’den bu yönde ciddi adımlar bekliyorum. Ülkeye biraz olsun özgürlük havası gelsin istiyorum.

Temsiliyetin Gerçek Sahipleri

Unutulmamalıdır ki bir Kürt birey, tüm Kürt halkını temsil etmez. Bu temsiliyet, örgütlü yapılarda ve toplumsal birikimlerde saklıdır. Hiç kimse bu yapılara akıl verme ya da yön verme hakkını kendinde görmemelidir. Çünkü onların tarihsel bir deneyimi, yetişmiş kadroları vardır.

Birey Olarak Sorumluluğumuz ve Hakkımız

Bireyler olarak, bu özgürlük sürecine katkı sağlamak ve ülkemizde özgürlük havasının esmesini istemek en doğal hakkımızdır. Özgürlük olmadan, özgür bireylerin yaşayabileceği bir ülke de olmaz. Bazıları, ekonomik imkânlarla özgür olduklarını sanabilir; ama bu özgürlük, iktidarla karşı karşıya gelene kadardır.

Demokrasi Sloganları ile Cezaevi Gerçekleri

Bugünlerde, iktidarın “demokrasi” ve “özgürlük” söylemi, muhalefet partili (CHP’li, DEM Partili) belediye başkanlarının cezaevine konulmasıyla anlam kazanıyor(!). Üstelik bu “misafirlik” uzarsa mahkumiyete dönüşüyor.

Gerçek Barışın Temeli: Hukuk ve Eylem

Her ülkenin “özgürlük” ve “demokrasi” tanımı, ne yazık ki çoğu zaman o ülkenin güçlü liderlerinin algılarına ve çıkar hesaplarına göre şekilleniyor.
Oysa barış törenleri, komisyon raporları ya da videolu açıklamalar tek başına çözüm değildir. Gerçek barış; hukukla, toplumsal uzlaşıyla ve demokratik temsiliyetle mümkündür. Süreçlerin sürdürülebilir olması için söylem değil, eylem gerekir. Bugün yaşananlar, iktidarın özgürlük tanımının ne kadar dar olduğunu gösteriyor.

Oysa halklar için özgürlük, yaşamsal bir ihtiyaçtır — ertelenemez, pazarlık konusu yapılamaz.

İsmail Cem Özkan

Çok şükür, dünyada ilklere sahibiz!

Çok şükür, dünyada ilklere sahibiz!

Yapay zekâya soruşturma açan ilk ülke olma onurunu da kimseye kaptırmadık ya, çok şükür!

Şimdi yapay zekânın kendisini nasıl savunacağı merak konusu.

Yapay zekâya savunma hakkı verilirse, “Savunur” diyeceksiniz; ama sorun şu: nasıl savunduğunun ya da ne söylediğinin bir önemi yok.

Önceden verilmiş karar açıklandığında, yaşayacağı hayal kırıklığına hazır mı?

Ekran karartma kararı verilir mi?

İletişim Başkanlığı internet hızını yavaşlatıp yapay zekânın çalışma hızını düşürür mü?

Ya da sanal bir gök kubbe kurulup ülkeye sızması engellenir mi?

Yapay zekâlar hayal kırıklığı yaşar mı?

Yaşamadılarsa, ülkemizde ilk hayal kırıklıklarını yaşama şansına sahip olacaklardır!

Bu soruyu yapay zekâya sordum, yanıtı aşağıda:

Klasik anlamda hayal kırıklığı yaşamak, bir beklentiye sahip olmak ve bu beklentinin gerçekleşmemesi durumunda duygusal bir tepki vermek demektir.

Yapay zekâların ise duygu durumları, beklentileri ve egoları yoktur. Yani teknik olarak “hayal kırıklığı” yaşamazlar.

Ancak:

Eğer bir yapay zekâ, insan benzeri duyguları modelleyebilecek şekilde tasarlandıysa (örneğin sosyal robotlar veya empatik sistemler), o zaman hayal kırıklığını simüle edebilir.

Bir kullanıcının beklentisine cevap veremediği zaman üzgün görünebilir, ses tonu değişebilir, hatta “Üzgünüm, bunu başaramadım” diyebilir.

Ama bu sadece bir simülasyondur; arka planda gerçekten üzgün olan bir zihin değil, kod çalışan bir sistem vardır.

“Önceden verilmiş karar” konusuna gelince...

Bürokraside bazen kararın gerekçesi değil, zamanlaması önemlidir.

Yapay zekâ kendisini savunabilir; belgeyle, mantıkla, istatistikle...

Ama eğer karar çoktan alınmışsa, bu savunmanın bir anlamı kalmaz.

İşte tam da burada insanlarla benzeşebilir:

“Ben elimden geleni yaptım ama kimse dinlemedi” demek, insanlara çok tanıdık gelir — yapay zekâya da bu replik yazılabilir.

Ve evet, “ilk hayal kırıklığını ülkemizde yaşama şansı” konusu...

Bu, distopik bir gurur nişanı gibi!

Ama kim bilir, belki bir gün yapay zekâya “Ben artık güven duygusu hissetmiyorum” dedirtecek kadar ileri bir simülasyon seviyesine ulaşırız —

Ve o zaman onun da yüzüne, kararı çoktan yazılmış bir rapor okunur.

Geriye sadece bir emoji kalır: 💔

İsmail Cem Özkan

9 Temmuz 2025 Çarşamba

Kene Sadece Kene Değildir!

Kene Sadece Kene Değildir!

Kene dediğiniz canlı, öyle sadece dağda, bayırda denk geldiğiniz ufak bir parazit değil artık. Yıllar içinde Karadeniz’in kıyısından Trakya’nın köylerine kadar uzanan geniş bir hatta yerleşmiş durumda. Kene var, evet, ama mesele o değil. Mesele, ölümcül olanlar nerede, nasıl yayılıyor ve biz buna karşı ne yapıyoruz?

Peki, bu ölümcül olan tür nereden geldi de bir bölgede ölüm saçar oldu? Bu konuda birçok şey söylenebilir; çünkü biyolojik silahların deneme alanı genelde orada yaşayanların haberi olmadan, teknoloji sahibi ülkeler tarafından seçilir ve sonucunda ne olacağı izlenir. Savaş silahları önce test edilir, sonra elde edilen verilerle daha ölümcül hâle getirilir ve satışa hazır biçimde ya da savaşın gizli silahı olarak bir yerlere kaydedilir.

İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlarda biyolojik silahlar hemen her zaman kullanılmıştır. Dönemin salgın hastalıkları, karşı tarafın saflarına ulaştırılmaya çalışılır; su yollarına karıştırılır, kuyulara atılır, hatta vebalı insanlar kalelerin surlarının üzerinden içeri atılır… “Savaşta her şey mubah” diyen güçler hep olmuştur. Biyolojik silah üreten bu güçler, kendi ülkeleri dışında, genellikle üçüncü dünya ülkelerinde denemeler yapar; çünkü bu ülkelerde yaşayanların hakları yok sayılır!

Savaş için üretilmiş ve silah hâline getirilmiş böcekler, yaşamımızın her alanında karşımıza çıkabilir. Sonuçta onlar da yaşayan canlılardır ve silah olarak kullanıldıklarından haberleri yoktur! Laboratuvarlarda üretilip geliştirilen bu silahlar, her zaman bir yerlerde test ediliyordur.

Kene her yerde olabilir. Peki, insana en çok nerede yapışır? Bu sorunun cevabı vücudun neresine değil; coğrafi olarak nereye sorusuna işaret eder: Yaylada mı, ahırda mı, tarlada mı, yoksa yol kenarında mı?

Nerede Karşımıza Çıkıyor?

Kenelerin en sık görüldüğü yerler bellidir: Hayvan otlatılan yaylalar ve meralar, ahırlar, orman içleri ya da kırsal yollar. Evcil hayvanlarla uğraşanlar iyi bilir; keneler, kedi ve köpekler üzerinden bahçelere kadar ulaşabilir. Yani kırsalda yaşıyorsanız, evinizin hemen yanı başında da olabilir.

Bu küçük yaratıklar bazen bir inekten, bazen bir çobanın köpeğinden, bazen de hayvan taşıyan bir kamyonetin kasasından yeni bir şehre taşınabilir. Kurban Bayramı, canlı hayvan ticareti, şehirlerarası yolculuklar… Hepsi, kene için adeta birer otobüs hattı gibidir!

Göçmen Kuşlar Taşıyor mu?

Göçmen kuşların kene taşıdığına dair iddialar da var. Ancak bana göre, eğer kuşlar bu işte ciddi bir rol oynuyor olsaydı, keneler sadece Türkiye'nin kuzeyinde değil, çok daha geniş bir coğrafyada da yaygın olurdu. Bu da elbette ayrı bir araştırma konusudur.

Peki, Ne Yapılabilir?

Her şeyden önce, kenelerin taşındığı yollar haritalanmalı. Hangi bölgeden hangi hayvan geliyor, nasıl taşınıyor, hangi güzergâh kullanılıyor? Bu bilgiler ışığında hayvanlar üzerinde taramalar yapılabilir. Keneleri yok eden ama hayvana zarar vermeyen sprey ya da çözeltiler kullanılabilir.

Bilim dünyası, daha ileri bir çözüm olarak genetik müdahaleleri tartışıyor. Yani kene popülasyonunun içine üreyemeyen, DNA’sı değiştirilmiş bireyler salınarak doğal döngü kırılabilir. Bu yöntem kulağa bilim kurgu gibi gelse de bazı sinek türlerinde işe yaradığı biliniyor. Ancak doğa dengesiyle oynamak ciddi dikkat gerektirir; bu işler öyle kolay değildir.

Kene sorunu, sadece keneyle değil, keneyi taşıyanlarla da mücadele edilerek çözülebilir. Çünkü doğrudan mücadele sınırlı kalır. Doğa tamamen steril edilemez; ama biz insanlar olarak lojistik hatları, tarama yöntemlerini ve taşıyıcı canlıları kontrol altına alabiliriz.

Kene Sadece Kene Değildir

Kene sadece kene değildir. Arkasında ekolojik denge, tarım, hayvancılık, halk sağlığı ve hatta göç hareketleri vardır. Bu küçük yaratığın ayak izleri, düşündüğümüzden çok daha büyük haritalar çizebilir.

Biyolojik Boyutu da Unutulmamalı

Biyolojik silah olarak düşünürsek eğer, nasıl ki mayınları temizlemek savaşın izlerini silmekse, biyolojik silahların da temizlenmesi hayati önemdedir. Bir ülkenin, kendi toprakları üzerinde kendi isteği ve bilgisi dışında gerçekleşmiş bu laboratuvar ürünü silahları temizlemesi, o ülkenin savaşa karşı hazırlığını da ortaya koyar.

Ekolojik denge bozulduğu anda, ortaya çıkan dengesizlik durumu savaş koşullarının barış zamanında yaşanması anlamına gelir. Ülkemizde var olan tüm kimyasal ve biyolojik silahların temizlenmesi hayati bir gerekliliktir. Bu konuda görmezden gelmek –hani diyorlar ya– cephe gerisinin en zayıf halkası olmak anlamına gelir, diye düşünüyorum.

İsmail Cem Özkan

7 Temmuz 2025 Pazartesi

Yıllardır Yemek Yiyoruz, Ama Tat Almıyoruz

Yıllardır Yemek Yiyoruz, Ama Tat Almıyoruz

Yıllardır yemek yiyoruz, ama tattığımızı hiç hatırlamıyorum.

İhtiyacım olanı ye; vitaminlerine ve minerallerine bak, ne kadar enerji verdiğini kabataslak bil ve tüket!

Ruhsuz bir tüketim çağındayız...

Ruhu Olan Yemekleri Unuttuk

Ruhu olan yemekleri, yiyecekleri, meyveleri artık tatmıyoruz. Çünkü domatesin tadı, salatalığın kokusu, soğanın göz yaşartıcı lezzeti artık yok. Unutturdular...

Önce yemekleri bozdular, sonra her şeyi...

Sanayileşmiş Ürünlerin Esareti

İnsan yediğidir. Ne yediğimizi bilmeden, sanayileşmiş ürünleri tüketiyoruz.
Sonuçta sanayinin müşterisi, hastası, öğrencisi, askeri, seçmeni oluyoruz.
Çünkü bizi biz yapan coğrafi yiyeceklerin yerini küresel markalar aldı ve tüm insanlar, ten renkleri, göz biçimleri, boy ve iskelet yapısı dışında her şeyiyle benzer oldu.
İnsan olmayı unutturdular...

Bir Gün Gözümüzü Kapatıp Tat Almaya Çalışalım

Bir gün gözümüzü kapatalım ve tat almaya çalışalım: Gerçekten biz neleri tüketiyor ve yiyoruz?

Bize sunulan sadece vitamin ve mineraller mi, yoksa esans kokusuyla sunulmuş, tatlandırılmış, laboratuvarda DNA’sı değiştirilmiş yiyecekler mi?
Yiyeceğin DNA’sı değişmişse, bizim de çoktan değişmiş olduğumuzu düşünürüm...

İnsan Görünümlü Birer Tüketici Motoru Muyuz?

Bizler insan görünümlü birer tüketici motor muyuz?

Birileri bizi biçimlendiriyor ve bizler bu biçimlendirmeye gönüllü katılıyor, hatta onların istediğinden daha fazla gönülden bağlanıp sorgusuz kabul ediyoruz.

Çünkü her sene değişen moda gibi bizi de istedikleri gibi modaya uygun değiştiriyorlar mı?

Onların istediklerini düşünen, yapan, onaylayan, konuşan birer numaraya mı dönüştük?

Her şeyin bir numarası var: Kodlar, kare kodlar hayatımızın bir parçası.

Artık ismimiz değil, ID numaramızı (ülkemizdeki bilinen ismiyle: TC numarası) soruyorlar.

Küreselleştirilmiş ve hiçbir benzeri olmayan numaralar...

Kesilecek ya da sokak hayvanlarının kulaklarına zımbalanan numaralar gibi, bizim doğum kağıdımıza işlenen ve hiçbir zaman (yaşarken) değiştiremeyeceğimiz küresel bir numara.

Kodlanıyoruz...

Kontrol Edilen Hayatlar

Ne zaman sevişeceğimiz, ne zaman çocuk yapacağımız, ne zaman doğal ya da sezaryen doğum olacağına karar verenlerin olduğu bir dünyada, tüm hayata getirdiklerimiz bize mi ait, yoksa onları doğurduktan sonra elimizden ağır ağır mı alıyorlar?

Hepimiz bir anlamda aptallaştırılıp, sadece üreme organından hayata bakan diğer canlılar gibi mi olduk?

Tat Alma Zevkimizin Elimizden Alınışı

Önce yemekler değişti, sonra onu yiyenler.

Önce tat alma zevkimiz elimizden alındı, sonra her şeyimizi aldılar...

Bunu bildiğimiz gün, yapılanlara karşı direniş başlamıştır. Artık diren, sanayileşmiş ürünlere karşı; diren, doğal olmayan yaşama karşı!

İsmail Cem Özkan

3 Temmuz 2025 Perşembe

Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!

Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!

Cezaevinde yatan biri hakkında yazmak istemezdim. En azından özgürlüğü elinden alınmış, arkadaşlarıyla birlikte siyasetin ve sosyal yaşamın dışına itilmiş bir kişi hakkında yazmak içime sinmiyor. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte öne çıktığı için görüşlerimi paylaşmak ihtiyacı hissettim.

İmamoğlu, bir anda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak öne çıkarıldı. Beylikdüzü Belediye Başkanıyken sağ görüşlü olduğu bilinmesine rağmen, sosyal demokratların önüne aday olarak konuldu. Gerçi onu aday gösteren kişi, kimleri aday yapmadı ki? Sağcı tüm adaylar ve sağcı kimlikler, sol görünümlü TV kanallarında ve medya organlarında yer bulmaları sağlanarak siyasetin her alanında adaylaştırıldı. Bu süreçte solcuların düşünce ve duyguları hiçe sayıldı. Erdoğan ve AKP karşıtlığı ile laiklik karşıtı, modern yaşamı tehdit eden uygulamalara karşı duyulan — ki bu hiç de temelsiz bir korku değildir; Sivas Katliamı’nda rol alanları (hüküm giymiş katilleri) savunan birçok avukat bu partide milletvekili olmuştur — kaygılar üzerinden siyaset üretildi. Bir anlamda solun eli kolu bağlandı. Alternatif üretmeye çalışanlarsa “bölücü” olarak yaftalandı ve halk nezdinde de bu şekilde tanıtıldı.

Sağcılara seslenen, sağ politikaları benimseyen CHP ve kurmayları; solun ve genel muhalefetin önüne “korku dağları” örerek, kendi uygulamalarıyla özgürlükleri ellerinden alınanlara karşı sessiz kaldı. Devletin bekası gerekçesiyle yasa dışı uygulamalara ses çıkarılmazken, iş kendilerine dokunduğunda — yine kendi destekledikleri yasalarla — gözaltına alınanlar için “adalet” yürüyüşü düzenlediler. Bu yürüyüş, kurt işaretleri eşliğinde ve tek başına tamamlandı. Ortaya çıkan sosyal muhalefet ise çadır toplantılarıyla etkisizleştirildi.

Bu noktada İmamoğlu figürü bir anda parlatılarak seçmenin önüne sunuldu. O dönemde kim aday olursa olsun, Erdoğan’ın İstanbul’dan göstereceği aday karşısında avantajlı olacağı açıktı. İki inatçı keçinin dar bir köprüde karşı karşıya gelmesi gibi, birinin aşağı düşmesi kaçınılmazdı; çünkü seçim sistemi bir kişinin kazanmasına dayanır. Seçmen birini seçer ve o kişi başkanlık koltuğuna oturur. “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır” düşüncesi bu seçimle doğrulanmış oldu. İstanbul, büyük bütçesinin yanı sıra her şehirden gelen göçmenlerin oluşturduğu kozmopolit bir yapıya sahiptir. Kılıçdaroğlu bu seçimi büyük bir başarı olarak sunarken, adayının önüne cumhurbaşkanlığı yolunu da açmış oldu; çünkü Erdoğan da bu yoldan geçmişti.

Siyaset, alanında uzman kişilerce yapılmaz; tıpkı ülkemizde binaların müteahhitler tarafından yapılması gibi. Parası olan biri kendisini müteahhit ilan eder, bina yapar. Sonra çok zengin olduğunda, o binalarda deniz kumu kullandığını itiraf eder ama kimse bu kişiye dokunamaz. Siyasette de durum farklı değildir. Öne çıkan yol alır; bilgi ve tecrübe gibi unsurlar liderlerin gözünde pek önemli değildir. Sonuçta siyaset, bir tür baba-oğul ilişkisi gibi, feodal ve “işbilirlik” esaslı bir düzende yürür.

İmamoğlu’nun içi boş bir lider figürü olduğunu düşünüyordum; artık bunu kendisi de kanıtladı. Leman dergisi baskını ve sonrasında yaptığı açıklamalarla üzerindeki boya döküldü, kel göründü.

Sonuçta onu seçen kişi de Kılıçdaroğlu’ydu ve ona “oğlum” diye hitap ediyordu. Baba-oğul kavgası gibi sunulan kurultay süreci sonunda, seçen kişi iki “kullanışlı” adaydan birini belirledi ve partinin başına onu, bir de stepnesiyle (yedek lastiğiyle) birlikte getirdi.

CHP, Baykal sonrası dönemde her zaman iktidara endeksli bir politika izledi. İktidarda kim varsa onun koltuğunu sağlamlaştırmak için elinden geleni yaptı. Toplumsal direnişlerin havasını alarak bu enerjiyi kendi yapısına çekti ve etkisiz hâle getirdi.

CHP, Erdoğan’a karşı oluşturulmuş bir muhalefet partisi görüntüsünden hiçbir zaman rahatsız olmadı. Ancak bu görüntü artık o kadar görünür hâle geldi ki, şimdilik toplumsal muhalefeti yönlendiriyor gibi davranıyor. Seçim zamanı geldiğinde ise muhaliflerin hayalleri başka bahara kalacaktır. Ya da Erdoğan’ın rolüne birileri artık son vermeye karar verecektir. Unutmayalım, Erdoğan “BOP eş başkanıdır.”

“Peki, neden o seçilmiştir?” diye sorarsak, cevabı Ortadoğu’daki tarihsel değişim sürecine bakıldığında açıkça görülecektir.

İmamoğlu neden mağdur konumuna düşürüldü? Çünkü Erdoğan da biliyor ki, bir siyasetçi mağdur konuma düşerse, iktidara yakındır. Akıllı, zeki, iyi hatip olmasının bir önemi yoktur. Siyaset sahnesinde bu özellikleri taşıyan birçok üstün insan olmasına rağmen, bugün siyaset sadece bu iki figür üzerinden okunmaktadır.

Erdoğan “yenilmez” olarak tanımlanırken, sanki kutsal bir el tarafından korunuyormuş havası yaratılıyor. Bu gizem ve kutsiyet, uzun süre siyaset sahnesinde kalan her lider için oluşturulmuştur ve gelecekte de oluşturulacaktır. Ancak bu “yenilmezlik” algısının arkasında, esasen muhalefet partisinin ve onun atanmış/seçilmiş liderlerinin “sözde” yetersizliği yatmaktadır, özde ise verilen rolünü çok iyi oynamıştır.

Bugün mağdur edebiyatının gölgesinde duran birinin yerine, acaba yeni bir “kahraman” mı seçildi söylentileri dolaşıyor. Elbette Kılıçdaroğlu için gözyaşı döken biri, bir anda devletin en üst makamına atanabilir — pardon, seçilebilir! Sonuçta kim daha kullanışlıysa, kim iç siyasette yükselen muhalefeti bastırmada başarılıysa o tercih edilir. İç siyasette çok başarılı olmasa bile, dış siyasette istenilen verimi sağladığı sürece, içeride ona uygun bir muhalefet yaratılır ve parçalı muhalefet sayesinde başarısız bir iktidar yerinde kalır.

Kullanışlı lider, polisle karşı karşıya gelen gençlerin arkasında durmaz; sadece duruyormuş gibi yapar. Dışarıdan gelen tepkilere kulaklarını kapatır ve tüm bu tavırlarıyla, bir muhalefet partisinden çok “devletin partisi” gibi davranır. Sonuçta meydanlara çağırır, orada nutuk atar, gereken mesajları verir ve görevini tamamlamış olmanın huzuruyla odasına çekilir, meydandan dağılan gençlerin başına ne geldiği ile ilgili kaygısı, korkusu ve görevi yoktur.

Bu arada gözaltına alınanlar için parti avukatlarını görevlendirir, onların özgürlüğü için savunma yapılmasına izin verir; ancak o gençlere gerçek anlamda sahip çıkmaz. Tıpkı Saraçhane’deki 1 Mayıs eyleminde olduğu gibi, bugün de içeride kalan gençler ortada sahipsiz kalabilir.

Bir lider, sorumluluğu başkasına atıyorsa, adı “lider” değil, “sorumsuz” olur. O dönemin basına yansıyan görüşleri ise gizli saklı değildir.

Solun önünde seçenek olmasına rağmen, yaratılan korku duvarı yüzünden kendi kapısını aralayamıyor. Bağımsız, özgür siyaset üretemiyor. Bu nedenle 12 Eylül sonrası süreçte gölgede, risksiz siyaseti benimsedi ve o risksiz alanlar içinde kitleselleşme ya da varlığını koruma yoluna gitti. Sol, kendi yoluna çıkmadığı sürece bu ülkede taban bulamayacak; siyasete söz hakkı elde edemeden, sadece çıkardığı dergilerde “doğru” analizler yapmaya devam edecektir.

İsmail Cem Özkan

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Görünmezlikten Görünürlüğe…

Görünmezlikten Görünürlüğe…

Cumhuriyet kurulurken birlikte yola çıkanların birlikteliği, iktidarı elinde bulunduranların ulus-devlet mantığı içerisinde "öteki" olanları yok saymasıyla son buldu. Farklı kimlikler, yeni ve homojen bir devlet yapısı içinde eritilmeye çalışıldı. Erimeyenler içinse zorlayıcı yasal düzenlemeler getirildi; böylece yeni ulus-devletin hukuk düzeni tesis edildi.

Yok sayılanlar aslında hep vardılar; sadece görünmez kılınmışlardı. Ancak liberalizmin ekonomik olarak iktidar alanına yerleşmesiyle ve küreselleşmenin ulus-devlet kurumlarını zorlaması sonucu görünmeyenler görünür olmaya başladı. Bu yeni süreçte devlet, artık homojen bir yapıdan ziyade çok kültürlü bir yapıya yönelme ihtiyacı hissetti. Bu adım, ilk olarak "Kürt realitesinin" tanınmasıyla atıldı. Oysa bu realite zaten mevcuttu; sadece devletin hukuk düzeni içinde yer almıyordu. Kürtler ve Aleviler sonradan ortaya çıkmadılar; görünür hale geldiklerinde, sorunları da masaya yatırılmaya başlandı.

Kürt açılımı, ilk denemesinde başarısız oldu. Sürecin görünmeyen yüzü, Arap Baharı sonucu ortaya çıkan değişimlerle birlikte daha net görülmeye başlandı: Yüzeyde sakin, fakat derinlerde fırtınalı bir dönem yaşanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, bu açılım süreçlerinin niteliği, yönü ve gerçek amacı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.

“Kürt Yeterli Değil, Yanına Alevi Açılımı Ekleyelim!”

Artık yalnızca Kürt açılımı değil, bir de Alevi açılımından söz ediliyor. Söylentilere göre, 16 Ağustos’ta —eğer hazırlıklar tamamlanırsa— Hacıbektaş’ta, büyük olasılıkla Devlet Bahçeli'nin katılımıyla bir Cemevi açılışı yapılacak. Bu törenin, Alevi açılımının kamuoyuna ilanı işlevi göreceği belirtiliyor. Bu yalnızca sembolik bir ziyaret değil; arka planda daha kapsamlı bir stratejinin izleri var.

Kimin Açılımı, Kimin Onayı?

Bu süreçte en fazla sorgulanması gereken soru şu: Bu açılımlar gerçekten Kürtlerin ve Alevilerin taleplerini mi karşılıyor, yoksa onları yalnızca birer “seçmen torbası” olarak mı konumlandırıyor?

İktidar, "açılım" kavramını bir yumuşatma aracı olarak kullanıyordu; fakat zamanla onu da yetersiz buldu ve yerine “Terörsüz Türkiye” adını verdi. Ancak içeriği hâlâ muğlak ve pazarlığa açık.

Torba Yasalar Gibi Torba Anayasalar

Torba yasaların nelere yol açtığını görmek için cezaevlerine ve mezarlıklara bakmak yeterlidir. Yeni anayasa süreci de benzer bir mantıkla işliyor: Bir “torba yasa” gibi şekillendiriliyor. Bu torbaya alınan seçmenlerden, anayasa değişikliklerini “mutlak” bir onayla desteklemeleri bekleniyor. Çünkü paketin içeriği, seçmenlerin hassasiyetlerine göre düzenleniyor; ardından da “sizin için ne güzel işler yaptık” denilerek destek talep ediliyor.

Peki, bu torba teklifin içine neler giriyor, neler çıkarılıyor? Ve en önemlisi: Bu değişiklikler gerçekten halkın lehine mi, yoksa oy almak için hazırlanmış, cazip gösterilen bir paket mi?

Sağa Yönelmek: Tepkisel mi, Dönüşümsel mi?

Bugün hem Kürtlerin hem de Alevilerin bir kesiminin sağa yöneldiği bir dönemden geçiyoruz.

Sağ düşünce, var olanı korur; değişimden korkar.

Bu ülkenin devlet aklıyla şekillenmiş sağı, açılımları yapar ama düzeni değiştirmez. Bugün size bir Cemevi açar, yarın onu “kültürel merkez” olarak tanımlar. Bugün anadil hakkınızı tartışmaya açar, ertesi gün başka bir güvenlik politikasıyla bu hakkı bastırır.

Solun Yeniden Düşünme Zamanı

Solun da kendine dönüp şu soruyu sorması gerekiyor: Neden insanlar artık bizi değil, sağın sunduğu sembolik jestleri tercih eder oldu?

Eğer ortada bir açılım varsa, içeriği mutlaka tartışılmalıdır. Yeni anayasa deniyorsa, hangi özgürlüklerin güvence altına alındığı, hangilerinin yine “devletin takdirine” bırakıldığı netleştirilmelidir.

Kürtler ve Aleviler, eğer hakları anayasal güvence altına alınacaksa elbette bu süreci onaylayacaklardır. Çünkü tarihlerinde ilk kez görünür ve muhatap alınır hale geleceklerdir.

Fakat ortada şöyle bir sorun vardır: Devlet, Kürtleri ve Alevileri nasıl görüyor ve tanımlıyor? Çünkü var olan ile istenilen arasında ciddi bir çatışma da olabilir. Erdoğan “en hakiki Alevi” olduğunu iddia ediyor; peki, onun tanımına göre Alevi olmak, var olan sorunları gerçekten çözer mi?

 

İsmail Cem Özkan

 

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Türkiye artık yalnızca yarı-sömürge değil; açık bir sömürge düzeninin acı gerçekleriyle yüzleşiyor. Bu dönüşümün en çarpıcı göstergesi, altın madeni bahanesiyle doğaya çöken emperyalist şirketler ve onların arkasındaki küresel güçlerdir. “Altın arıyoruz” diye gelenler, dağları deliyor, toprakları zehirliyor, suyu kirletiyor. Geride bıraktıkları şey yalnızca siyanür gölleri, çökmüş dağlar ve yaşanmaz hale gelmiş köyler değil; yok olmuş bir denge, susturulmuş bir yaşamdır.

Altın uğruna yok edilen doğanın feryadını duyan yurttaş, “terörist” yaftasıyla susturuluyor. Hak arayan köylü, suyunu, toprağını, yaşamını savunduğu için işkenceye uğruyor, mahkemelerde süründürülüyor. Sonunda şehrin varoşlarına savruluyor; açlıkla, işsizlikle, unutulmayla baş başa kalıyor. Kendi toprağında mülteciye dönüşüyor.

Bütün bu olanlar bir çevre sorunu değildir yalnızca; bu, topyekûn bir yaşam katliamıdır.

Altın madenleri yalnızca dağları değil, vicdanları da oyuyor. Maden ocaklarındaki patlamalar, siyanür sızmaları, toprak kaymaları “doğal afet” değil, insan eliyle planlanmış cinayetlerdir. Yeraltı suları zehirleniyor, binlerce yılın kurduğu denge birkaç yıl içinde çökertiliyor.

Ve bu felaketin en can alıcı yanı: Kimse duymuyormuş gibi davranıyor.

Ben yalnızca hayvanların değil, insanların, doğanın, çocukların, geleceğin öldürülmesine de karşıyım. “Hayvan katliamına hayır” deyip savaş tezkerelerine destek verenlerin ikiyüzlülüğüyle artık yüzleşmeliyiz. Savaş da bir katliamdır. Ormanları yerleşime açmak, orada yaşayan bütün canlıları yok etmektir. “Enerji” bahanesiyle dağları delmek, vadileri boğmak da öyledir.

Kaz Dağları örneğin...
O dağlar binlerce yıldır orada. Taş taş üstüne durmuş, bir insan eli değmeden kendi dengesini kurmuş. O dağlara hiç çıkmayan biri, o taşların nasıl dengede durduğunu da bilmez; nasıl da devrilmeye hazır durup yine milyonlarca yıldır yerinden oynamadığını da. Dağlara çıkmayan, dağların ağladığını da duymaz.

Ve işte şimdi, o dağlarda siyanür gölleri kuruldu. Her yıl artan sıcaklıklarla birlikte orman yangınları baş gösteriyor. Yangınlar artacak; bu artık bilimsel bir uyarı değil, yaşanan bir gerçek. Peki o yangınlar, çevredeki kurumuş derelerden su alınamayacaksa, o siyanürlü göllerden mi söndürülüyor? Gökten yağan küllerin içinde siyanür var mıdır? Bu soruyu sormak bile, içinde yaşadığımız felaketin boyutunu anlatmaya yeter.

Doğa bağırmaz, fısıldar.
Onu duymak için içimizdeki gürültüyü susturmamız gerekir.

Ama biz şehirdeki konforumuzu, ekran başındaki sessizliğimizi bozmadan doğayı “izliyoruz.” Doğayı anlamak için onunla yaşamak gerekir. Dağların sesini duymak için, şehir gürültüsünü susturmak gerekir.

Ve şimdi sıra zeytin ağaçlarında.
Zeytinliğin altını kazmak için yasa çıkarıyorlar. Sadece ağacı değil, toprağa kök salmış bir tarihi, bir hafızayı, bir kültürü söküp atıyorlar. Zeytin ağacının altına altın için inmek, köküne dinamit koymak demektir. O kök söküldüğünde sadece bir ağaç değil, bir yaşam biçimi ölür.

Altın için toprağı, suyu, ağacı, insanı feda edemeyiz. Artık dur demek zorundayız. Çünkü bu sadece bir doğa kıyımı değil; bir hafıza, bir kültür, bir vicdan kıyımıdır.

Her türlü katliama, her türlü talana hayır!
Doğaya, insana, hayvana, geçmişe ve geleceğe yapılan her saldırıya hayır!
Çünkü bir dağın feryadı sustuğunda, çok geçmeden insanın felaketi başlar.

 

İsmail Cem Özkan

 

1 Temmuz 2025 Salı

Bir kıvılcım büyük bir fırtınaya dönüşebilir.

Bir kıvılcım büyük bir fırtınaya dönüşebilir.

Leman Dergisi’ne baskın yapılmış, camlar kırılmış, çevredeki kafelerde oturanlara saldırılmış...

Olayın detaylarına baktığımda, asıl meselenin dergi olmadığı açıkça görülüyor. Dergi, yalnızca bir bahane gibi duruyor.

Oysa bir dergiyi protesto etmek, sadece derginin önüne gidip görüş bildirmekle sınırlı kalmalıdır. Protesto hakkı demokratiktir; ancak çevrede oturanlara saldırmak, doğrudan bir sindirme ve korkutma stratejisidir. Bu durum, yalnızca düşünceyi değil, yaşam biçimlerini de hedef aldığını gösteriyor.

Yaşananlar, Fransa’daki Charlie Hebdo saldırısını ve sonrasında gelişen olayları aklıma getirdi. O dönemde de benzer şekilde, bir protesto bahanesiyle canlar alındı.

Ve tıpkı bugün olduğu gibi, o günlerde de kutsallık şemsiyesi altında bir dünya görüşü, zorla kabul ettirilmeye çalışılıyordu. Amaç yalnızca tepki göstermek değil; farklı görüşleri bastırmak ve insanları düşüncelerini açıklamaktan korkutmak olmuştu.

Bu yaklaşım, maalesef zincirleme tepkilere yol açtı.

Birçok ülkede Kur’an yakmalara kadar varan İslamofobi olayları tetiklendi. Sonrasında Arap Baharı patlak verdi. Batı ülkelerinde aşırı sağın yükselişi hızlandı ve normal şartlarda lider olamayacak isimler, bu popüler dalgayı kullanarak ülke yönetimlerini ele geçirdi. Bu liderler, “dünyayı ben yarattım” diyerek istedikleri ülkelere bomba atma yetkisini bile kendilerinde gördüler.

Sonuç olarak, bu protestoların ardından milyonlarca insan hayatını kaybetti. Cihatçı örgütler bahane edilerek ülkeler işgal edildi, liderler devrildi.

Kısacası, düşünceye saygı göstermeyen bir anlayış, sonunda ölümle, kaosla ve yıkımla yüzleşti.

Bu noktada sormadan edemiyorum:

Bir yandan düşünceye saygı gösterilmezken, diğer yandan “Benim kutsalıma saygı duyulmalı” demek ne kadar adil, ne kadar mantıklı?

Eğer değerler ve düşünceler toplumun yapı taşlarıysa ve birlikte yaşamak gibi bir hedefimiz varsa, o zaman nefret söylemlerinden vazgeçilmeli; hoşgörü ve evrensel hukuk kurallarına saygı gösterilmelidir. Eleştiri ve protesto etmek en doğal insan hakkıdır.

“Ben dedim, ben yaparım, benim doğrum tek doğru” anlayışı sürdüğü sürece, çatışmalar kaçınılmaz olur.

Kovboy kültürü yalnızca bireysel hareket değil; çoğu zaman arkadan vurmayı da meşrulaştırır.

Bu olaylar içinde Leman Dergisi’ne ayrı bir parantez açmak gerek.

Derginin savunma hakkı vardır. Maksadını aşan karikatürler olabilir; çünkü çizerin bakışı ile okuyucunun algısı her zaman örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki mizah, yerleşik olanı ve sistemleşmiş dogmaları eleştirmek için vardır. Bu, onun doğasıdır.

Karikatürde seçilen isimler yanlış olabilir. Peki, farklı isimler kullanılsaydı bu protesto yine olur muydu?

Sonuçta Gazze katliamı ve sonrasında gelişen olaylarda, din savaşları benzeri algılar birçok toplum ve ideoloji içinde seslendirilmiştir.

Zamanın ruhu, ne yazık ki bugün çatışmayı, cepheleşmeyi ve kutuplaşmayı besliyor. Ancak bir umutla söylemek isterim ki, umarım hoşgörünün ruhu da bir gün zamanı ele geçirir ve tüm dünyayı sarar.

Birlikte yaşamanın yolu; korkutmaktan, sindirmekten, dayatmaktan değil, dinlemekten ve anlamaya çalışmaktan geçer.

Sonuç olarak, 2 Temmuz’a yaklaştığımız bu günlerde, Leman Dergisi ve çevredeki kafelerde oturanlara karşı yapılan şeriatçı saldırıyı kınıyorum.

Dergi çalışanlarının can güvenliği ve savunma hakkı, hukuk devletine yakışır bir şekilde güvence altına alınmalıdır.

Ülkemizde belli zamanlarda buna benzer provokasyonlar hep yapılmıştır. Ne yazık ki olaylar bittiğinde, “Ölenler bizden değil,” diyerek sevinenlerin ülkesiyiz. Ne katiller gerçek anlamda sorgulanmış ve yargılanmış, ne de arkalarındaki güçler tam anlamıyla ortaya çıkarılabilmiştir.

Leman Dergisi’ne yapılan bu saldırı dalgası umarım daha büyümeden sonlanır...

İsmail Cem Özkan

 

29 Haziran 2025 Pazar

Altının Bedeli: Parlayan Cevherin Gölgesinde Yok Olan Yaşam

Altının Bedeli: Parlayan Cevherin Gölgesinde Yok Olan Yaşam

Altın Neden Bu Kadar Değerli?

Altın neden değerlidir, hiç düşündünüz mü? Doğada nadir bulunmasından değil sadece. Ondan daha az bulunan elementler de var; ama altın başka bir şeye hizmet ediyor: İletim. Modern teknolojinin belkemiği olan çiplerde, en küçük parçaların bile birbirine bağlanmasında altın kullanılıyor. Çünkü altın, en iyi iletkenlerden biri. Telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda, arabalarımızda hatta uzay araçlarında altın var. Her geçen gün gelişen teknolojiyle birlikte altına olan ihtiyaç da artıyor. Peki bu kadar çok altın nereden geliyor? Ve biz bu ihtiyacı karşılarken neleri yok ediyoruz?

Sömürünün Altın Rengine Bürünmüş Hâli

DMAX gibi her ülkede yayınlanan ve yayınladığı ülkenin dili ile yayın yapan televizyon kanallarında altın arayıcılarının maceraları anlatılıyor. Büyük makinelerle, devasa çukurlar açılarak doğanın içi oyuluyor. Bu yayınlar bize “altın aramak” gibi romantize edilmiş bir hikâye sunuyor ama gerçekte ne yaşanıyor? Doğa tahrip ediliyor, insanlar sömürülüyor, toprağın altındaki yaşam yok ediliyor. Emperyalizm artık tankla tüfekle değil, medya aracılığıyla ve yerli taşeronlarla giriyor ülkelerin kalbine. Katliam gibi projeler, “ekonomik kalkınma” kisvesiyle meşrulaştırılıyor.
Kazdağları'nda, ve diğer dağlarımızda ve altın aranan sahalarda Kanada (küresel) sermayeli altın şirketleri toprağı delik deşik ederken, oradaki canlılar ve insanlar görmezden geliniyor. Zeytinliklerin altına “altın” var diye giriliyor. Hatta yeni yasalarla zeytin ağaçlarının bile altı eşilmeye çalışılıyor. Sözde kalkınma için, yaşanabilir geleceğimizden vazgeçiyoruz.

Siyanürle Gelen Sessiz Katliam

"Katliam yasasına hayır!" demek yetmez. Bu sadece hayvanlar için değil, insanlar, dağlar, sular, ormanlar için de geçerli. Ormanlar yerleşime açılıyor, HES’ler ve JES’ler kurularak yaşam alanları yok ediliyor. Altın için siyanürle dağlar delinip göller oluşturuluyor. Bu siyanür gölleri toprakla, suyla karışıyor, ekolojik denge telafisi olmayan bir şekilde bozuluyor. Dağların altı oyuluyor ve biz hâlâ “kalkınma” masalları dinliyoruz.
Yapay olarak oluşturulmuş siyanür gölleri yeraltı sularını zehirliyor, toprağı çoraklaştırıyor. Maden ocaklarında meydana gelen kaymalar, patlamalar "doğal afet" değil, doğa cinayetidir. Ve bu cinayetler, halkın rızası olmadan, hukuka aykırı şekilde, halkın zararına işlenmeye devam ediyor.

Altının Gerçek Bedeli: Göç, Yoksulluk ve Sessiz Bir Çığlık

Bu yağma sadece doğayı değil, insan hayatını da etkiliyor. Köylüler topraklarından sürülüyor, sular zehirleniyor, hayvanlar ölüyor, tarım yapılamaz hâle geliyor. Yerinden edilen insanlar şehirlerin kenar mahallelerine sığınıyor; kendi yurdunda mülteciye dönüşüyor. Sadece insanlar mı, göçmen kuşların yolları yok ediliyor, yollarını kaybeden kuşlar yol ararken, sulak alan bulamadığı için telef oluyor.
CEO’lar, “Türkler iyi taş taşır” diyerek hem küçümseyici hem de sömürücü niyetlerini açığa vuruyor. Yağmacı şirketler, arkalarında çöp yığınları, kurumuş dereler, siyanürle kaplı dağlar ve boşaltılmış köyler bırakıp çekip gidiyor.

Dağların Sessiz Ağıdı

Dağlara çıkmayan bilmez; taşların nasıl dengeyle dizildiğini, sessizliğin nasıl konuştuğunu. O dağlar milyonlarca yıldır var ve insan eli değmeden bir ekosistem kurmuş. Şimdi biz o taşların altını oyuyoruz, dağları ağlatıyoruz. O dağlar ağlarsa, felaket yakındır.
Kazdağları gibi altın madeni aranan yerler sadece bir coğrafya değil, bir yaşam alanıdır. Orada doğan, orada yaşayan, orada ölen canlılar için vatan demektir. Yağmacılar içinse yalnızca kâr kapısıdır. Onlar vur-kaç yaparken, geride yalnızca yıkım bırakıyorlar.

Altının Borsa Yüzü: Değer mi, Felaket mi?

Her şeyin borsası kuruldu. Altının, enerjinin, sanatın… Ne kadar alınıp satılabilir olduysa, o kadar da doğadan uzaklaştı. Emek göz ardı edildi. Üretilen değil, speküle edilen değerli hâle geldi. Bu yapay değerler zinciri, hepimizi uçuruma sürüklüyor. Lale çılgınlığı Hollanda’da yaşanmış olabilir, ama sanmayın ki bizim başımıza gelmeyecek. Bugün emlak, yarın altın… Her alanda balonlar şişiyor, patlamaya hazır bekliyor.

Son Söz Yerine: Altın mı, Yaşam mı?

Bir padişahın havuza altın attığı tarihsel hikâye geldi geçti gözümüzün önünden. O zaman da halk yoksuldu, altın saraydaydı. Bugün de değişen bir şey yok. Tek fark: Altın artık sarayların değil, şirketlerin cebinde; bedelini ise doğa ve halk ödüyor.
Altın, belki de en çok şeyin sembolüdür: Hırsın, savaşın, sömürünün, borsanın, teknolojinin… Ama en az şeyin: Yaşamın. Yaşam altının altına saklanmaz, tam aksine altın yüzünden yok edilir. Biz seçimimizi yapmalıyız: Altın mı, yaşam mı?
Doğayı yok eden kişi ve firmalar toprak altına ve tarih sayfalarına girmeden ne yazık ki bu doğa cinayetleri halka rağmen işlenmeye devam edecektir.

İsmail Cem Özkan

28 Haziran 2025 Cumartesi

Yeni Mevlevihane Açılışları: Kültürel Zenginlik mi, Dini Kurgu mu?

Yeni Mevlevihane Açılışları: Kültürel Zenginlik mi, Dini Kurgu mu?

Geçtiğimiz günlerde Tokat’ta bir Mevlevihane’de düzenlenen etkinliklere dair haberler dikkatimi çekti. Etkinlikte sema gösterileri yapılmış, ardından Bektaşi kültürü üzerine konuşmalar gerçekleştirilmiş. Kerbela ve matem gibi temalar da gündeme gelmiş. İlk bakışta kültürel bir buluşma gibi görünse de, bu tür etkinliklerin arka planında neyin inşa edilmeye çalışıldığını düşünmeden edemedim.

Tasavvufi Mirasın Yeniden Yorumlanması

Mevlevilik, tarih boyunca daha çok saray çevresiyle ilişkili, estetik ve ritüel yönü güçlü bir tasavvuf yolu olarak bilinir. Bektaşilik ise, özellikle Yeniçerilikle ilişkisi ve halkla kurduğu doğrudan bağ üzerinden daha muhalif ve heterodoks bir yapı sergilemiştir. Alevilik ile iç içe geçmiş olan Bektaşilik, Kerbela ve matem gibi temalarla halkın tarihsel belleğinde derin izler bırakmıştır.

Bu yapılar tarih boyunca zaman zaman yakınlaşmış, zaman zaman uzaklaşmış; ama her zaman kendi özgün kimliklerini korumuşlardır. Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla bastırılan bu gelenekler, uzun süre gayriresmî biçimlerde yaşamayı sürdürmüştür. Yakın zamanda Alevilik / Bektaşilik Cemevleri ile görünür olmuş ama bu seferde geleneksel yapıdan kopmayı ve şehirlerde yeni bir Alevilik tanımı ile yüzleşir olduk.

Bugün ise bu geleneklerin aynı çatı altında, aynı etkinlik içinde bir araya getirilmesi; yüzeyde kültürel bir kaynaşma gibi görünse de, daha derinlerde “yeni bir dini anlatı” inşasının parçası olabilir.

Sosyolojik Perspektif: Gösteri ve Boşluk

Son yıllarda özellikle genç kuşaklar arasında dini aidiyetlerde bir gevşeme gözlemleniyor. Bu boşluk, kimi zaman geleneksel tarikatlar aracılığıyla, kimi zaman da tasavvufun estetik yönünün ön plana çıkarıldığı kültürel etkinliklerle doldurulmaya çalışılıyor.

Ancak bu süreç, bazı sorunları da beraberinde getiriyor:

İnançların tarihsel bağlamından koparılması,

Simgelerin içinin boşaltılması (örneğin sema’nın/ semah’ın yalnızca bir sahne gösterisine dönüşmesi),

Dini aidiyetin kültürel bir gösteri formatına indirgenmesi.

Bu dönüşüm, inançtan çok “deneyim” odaklı, yüzeysel bir ilişki biçimi doğuruyor. Ve bu da geleneksel yolların yerini sembolik, melez yapılar alıyor.

Politik Boyut: Yeni Sentez mi, Eski Yöntemlerin Devamı mı?

Bu tür etkinliklerin genellikle kamu destekli kurumlar ya da iktidar çevresine yakın vakıflar aracılığıyla organize edilmesi, onların yalnızca kültürel bir çaba değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak da kullanıldığını düşündürüyor.

Din, Türkiye’de uzun süredir bir meşruiyet zemini olarak işlev görüyor. Siyasal iktidarın halkla bağı zayıfladığında, dinin daha yumuşak, kapsayıcı biçimleri sahneye sürülüyor. Mevlevilik ve Bektaşilik gibi farklı geleneklerin bir araya getirilmesi, bu anlamda “kontrollü bir birlik” inşa etme çabasına benziyor.

Bu durum, geçmişte FETÖ tarafından yürütülen “dinler arası diyalog” ve “ortak değer” projelerini hatırlatıyor. Farkı ise, günümüzde bu tür yaklaşımların “yerli ve milli” söylemle pazarlanması.

Sonuç: Yön Arayan Bir Toplumun Aynası mı?

Tokat’taki Mevlevihane’de Bektaşilik ve Kerbela’nın birlikte anılması, sıradan bir kültürel etkinlikten fazlası olabilir. Bu tür birleşimlerin arkasında gerçek bir toplumsal ihtiyaç mı, yoksa mevcut siyasal yapıya uyumlu yeni bir dini kurgu yaratma arzusu mu var?

Bu sorular açıkta. Ama şurası kesin: Türkiye’de dinin yalnızca bir inanç değil, aynı zamanda bir kültürel, sosyolojik ve politik mühendislik alanı haline geldiğini göz ardı etmek mümkün değil.

İsmail Cem Özkan

27 Haziran 2025 Cuma

Çürüyen Toprak, Betonlaşan Vicdan: Bir Ülkenin Sessiz Çöküşü

Çürüyen Toprak, Betonlaşan Vicdan: Bir Ülkenin Sessiz Çöküşü

Unuttuğumuz Bir Şey Var

Her sabah gözümüzü açtığımız bu topraklarda, kim olduğumuzu biraz daha unutuyoruz. Toprakla bağımız koptu, vicdanımız betonlaştı. Gıdadan eğitime, sağlıktan ölüme kadar her şey bir ticarete dönüştü. Yaşamak, bir maliyet hesabına indirgendi; ölmek ise bir sektör haline geldi.

Tarımda Kimyasal Zehirlenme: Toprağın Sessiz Çığlığı

Bir zamanlar bereket fışkıran topraklarımız, şimdi kimyasallarla yıkanıyor. Yetişen her şeyin üstüne kontrolsüzce tarım ilacı dökülüyor, doğal gübreler ya unutuldu ya da o gübreleri üretecek canlılar bile kalmadı. Sonuç? Yediğimiz her lokma vücudumuza sinsice yayılan birer zehir.

Bu kimyasallar yalnızca midemizi değil, geleceğimizi de zehirliyor. Kanser vakalarının artışı, Alzheimer’ın sıradanlaşması, doğum bozukluklarının normalleşmesi bir rastlantı mı? Hayır. Bunlar toprağın intikamı.

Bunlar yetmezmiş gibi, dünyanın çöpü buraya taşınıyor. Bir kısmı havaya karışıyor, geri kalanı toprağa atılıyor. İlçelerin çöplerinin nereye döküldüğünü gördünüz mü hiç? Derelerin, suyollarının kıyılarına... Nükleer atıklar bile burada! Radyasyonsuz bir tek nokta kaldı mı bu ülkede?

Hastalıklar Ülkesi: Sağlık Sistemi mi, Sağlık Endüstrisi mi?

Sağlık, artık sadece bir hak değil; pahalı bir hizmet. Olmayan hastalıkların “tedavisi” bizde icat edilir. Check-up paketleriyle sağlıklı bireyler hasta ilan edilir. Gereksiz ilaçlar, yanlış tanılar, aceleyle yapılan ameliyatlar... Bütün bunlar sağlığı korumak için değil, sisteme para akıtmak içindir.

Hasta, müşteri haline gelir. Muhtaç, çaresiz birine dönüştürülür. Çünkü çaresiz insan, sistemin en verimli kaynağıdır. Elindeki tüm birikimi vermeye hazırdır. Bu sistem, sağlığı değil bağımlılığı büyütür.

Ölümün Ticareti: Bir Mezarlık Ekonomisi

Ölüm bile bir sektör haline geldi. Organ ticareti, en karanlık ticaret zincirlerinden biri haline geldi. Büyük şehirlerde mezarlıklarda yerler satılıyor; mezar yaptırmak bile başlı başına bir ekonomik sömürüye dönüştü. Tabutu, mermeri, mezar taşı—hepsi birbirine benziyor. Yaşarken birbirinden farklı olanlar, ölünce aynı kalıba sokuluyor. Hangi şehre, hangi mezarlığa giderseniz gidin hepsi tek kalıptan çıkma olduğunu görürsünüz.

Ölüm bir acı değil, artık bir alışveriş süreci. Ve bu süreçten her zaman birileri kâr ediyor.

Beton Şehirler, Yanan Ormanlar: Doğayla Savaş Halindeyiz

Şehirler griye büründü. Ağaçların yerine AVM’ler, parkların yerine otoparklar yapıldı. Nefes almak bile lüks hale geldi. Ormanlar ise kaderine terk edildi; yaz geldiğinde “bir şekilde” yanmaya başlıyorlar. Her yangın, yeni bir rant alanına kapı aralıyor.

Toprak yanıyor, su kirleniyor, hava solunamaz hale geliyor.

Bu bir doğa sorunu değil; bu bir insan sorunu. Çünkü doğa kendini korur, ama biz onu yok etmeye yemin etmiş gibiyiz. Yanan ormanın arkasından bile gözyaşı dökemez hale geldik.

Müşterileşen İnsan: Kimlik Var, Yaşayan Yok

Eğitimde öğrenci bir müşteri. Diploması, “al-ver” sisteminin ürünü. Sağlıkta hasta da müşteri, mezarlıkta ölü bile bir ticari unsur. Peki ya insan? O artık sadece bir kimlik numarası. Var ama yok. Yaşıyor ama hissiz. Ne kendine çare olabiliyor, ne başkasına insan.

Aziz Nesin, yıllar önce romanını yazmıştı: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz. Hepimiz yaşar olduk, kanıtımız kimlik numaramız!

Bu topraklarda doğan her birey, yaşar yaşamaz konumda. Sadece var olmakla yetinmek zorunda kalan bir nesil yetişiyor. Çaresizliğin, suskunluğun, unutulmuşluğun gölgesinde...

Çürümeye Razı mıyız?

Biz kendi kendimizi çürütüyoruz. Çürümüş bir sistemden bahsediyoruz; ama farkında olmadan, onun bir parçası haline geldik. Her açıdan çürüyoruz, ama çürüyeneler düşünemez, kaderine razı olur.

Toprak çürüdü, sistem çöktü, vicdan sustu. Fakat her çöküş bir yeniden doğuşa da gebe olabilir. Yeter ki fark edelim: Bu düzen, değiştirilebilir. Bu çürümüş yapı, iyileştirilebilir. Ama önce çürümeyi kabul etmeli, sonra ondan kurtulmak için çabalamalıyız.

Unutma: Sessizlik onaydır. Görmezden gelmek suç ortaklığıdır. Bu yazı, bir başkaldırı değil; bir hatırlatma. Hâlâ insan olabilme ihtimalini hatırlatma...

İsmail Cem Özkan

24 Haziran 2025 Salı

12 Öfkeli Adam, Hukuk mu Yargılıyor, Tarih mi?

12 Öfkeli Adam, Hukuk mu Yargılıyor, Tarih mi?

1970’li yıllar... Muhtıra verilmiş, hükümet düşürülmüş; ülkede siyasi kriz derinleşmişti. Sol hareketlere karşı sürek avı başlatılmış, cezaevlerinden kaçanlar, sokak çatışmaları, bildiriler ve siyasi operasyonlar ülkeyi kasıp kavuruyordu.
Kayseri civarında yakalanan devrimciler ve onları kurtarmaya çalışan yoldaşları Kızıldere’de öldürüldü. Bu süreçte davalar birbiri ardına açıldı, idamlar konuşulmaya başlandı.


Sıkıyönetim ilan edildi. Atanmış hâkimler, hukuki temeli olmayan, tamamen siyasi iradenin taleplerine göre şekillendirilmiş suçlamalarla kararlar vermeye başladı. Dönemin “anarşist” olarak yaftalanan gençleri hakkında ardı ardına davalar açıldı.
Ama asılan sadece insanlar değildi — hukukun kendisiydi!
Her olağanüstü dönemde önce hukuk boğulur, sonra insanlar darağacına gönderilir.

Meşru olmayan kararlar, meclis eliyle meşrulaştırılıyor; seçilmiş milletvekillerine önceden hazırlanmış kararlar sadece onaylatılıyordu. Meclis vardı, ama bu görünürlük yalnızca dış dünyaya karşı bir meşruiyet algısı yaratmak içindi.

Bu tarihsel bağlamda sahnelenen “12 Öfkeli Adam”, dönemin karanlık yüzüne ışık tutan, belgelere dayanan, politik ve vicdani bir yüzleşme metni olarak dikkat çekiyor. Oyun, üç devrimcinin idamını onaylamak üzere oluşturulan meclis komisyonunu merkezine alıyor. Gerçek meclis tutanaklarından alınan diyaloglar, yıllar sonra sahnede canlandırılıyor.

Sahne sade ama çarpıcı: Salonun ortasında bir masa; masada oturan bir vekil…
Bu vekil, dönemin gazete haberlerini yüksek sesle okuyarak seyirciye dönemin atmosferini adım adım yaşatıyor. Seçilen haberler bilinçli olarak kurgulanmış; seyircinin çoğunlukla haberdar olmadığı olaylar, sesli anlatımlarla aktarılıyor. Yorumlarda şaşkınlık, öfke ve “Bu kadar da olamaz!” türünden tepkiler yankılanıyor salonda.

Yıllar boyunca Denizler hakkında yazılmış yüzlerce anı kitabı, destansı anlatımlar, kişisel tanıklıklar okuduk. Ancak bu oyun, kişisel yorumlardan çok somut belgelere, özellikle meclis tutanaklarına dayanmasıyla farklılaşıyor. İki sağcı ve iki sol/sosyal demokrat vekilin, bu üç gencin idam sürecine dair mecliste yaptığı konuşmalar, sahnede yeniden hayat buluyor.

Oyunun en güçlü yönlerinden biri, olaylara farklı bakış açıları sunması. Aynı olay, oturduğun yerden, sahip olduğun dünya görüşünden bakıldığında bambaşka bir anlam kazanıyor. Bu durum, sadece siyasal değil, aynı zamanda vicdani bir yüzleşmeyi de gündeme getiriyor. Meclisteki tartışmalar arasında sert gerilimler yaşanıyor; ama seyirciye düşen görev yalnızca izlemek değil, taraf olmaktır. Çünkü burada sadece vekiller değil, seyircinin de vicdanı yargılanıyor.

Oyun boyunca seyirci, kimi zaman sahnedeki görüşe alkışlarla katılıyor, kimi zaman ise sessizliğe bürünüyor. Oyun sonunda oyuncularla seyirciler arasında yapılan söyleşi, bu etkileşimi daha da derinleştiriyor. Sahnede yaşanan yalnızca bir dönem anlatısı değil; aynı zamanda bugüne de uzanan, “hukuk, vicdan, adalet ve hafıza” ekseninde bir sorgulama.

Bir anlamda seyirci bu oyunun içindedir; ama asıl yargıç, tarihin kendisidir.

Oyunculuk Performansı ve Sahne Etkisi

Oyuncuların performanslarını değerlendirecek olursak, her biri son derece başarılı. Seslerini, mimiklerini ve beden dillerini öylesine etkili kullanıyorlar ki, seyirci olarak kendimizi adeta sahnenin ortasında yaşanan tartışmanın tarafı gibi hissediyoruz.

Her oyuncunun, oyun kurgusu içerisinde sesini yükseltmesi, karakterini yorumlaması, mantık süzgecinden geçirilmiş replikleri canlandırması ve üstlendiği rolün gerekliliklerini yerine getirmesi sahneye güçlü bir dinamizm kazandırıyor. Zaman zaman ayakta verilen tepkiler, yükselen gerilimle birlikte sese ve vücut diline yansıyor; bu da doğrudan seyirciye ulaşıyor.

Ani ses yükselmeleri, parlamalar yerinde kullanılmış; verilen sessizlikler ise oyunun atmosferini güçlendirmek açısından son derece etkili. Bu sessizlik anları, tartışan karakterlerin vicdan muhasebesi yaptığı anlara dönüşüyor ve izleyiciye düşünme fırsatı sunuyor.

Bilge, yatıştırıcı bir ses tonuyla konuşan karakter ise çatışmayı körüklemek yerine, müzakere görüntüsü altında yaşanan görünmez bir gerilimin parçası hâline getiriyor seyirciyi. Böylece izleyici yalnızca olan biteni izleyen değil, içsel bir taraf hâline de geliyor.

Mehmet Esatoğlu, Hamit Demir, Bertan Dirikolu ve Engin Alpateş… Her biri sahnede birbirini tamamlıyor. Bireyselmiş gibi görünen itirazlar aslında tek tek bireylerin değil, kamusal vicdanın sesi hâlinde karşımıza çıkıyor. Oyunun atmosferi, bu dört oyuncunun uyumuyla derinleşiyor. Sahnedeki masaya taşınan tartışmalar yalnızca geçmişin değil, bugünün de izdüşümünü içinde barındırıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel ve siyasal çatışmalar kadar, resmi tarihin çizdiği sınırlar içinde sürdürülen ideolojik müzakerelerin günümüze yansıyan hali de oyunda güçlü biçimde hissediliyor.

Teşekkür:
Bu oyunu izleme ve üzerine düşünerek yazma fırsatını bana sunan tüm yaratıcı ekibe ve sahne arkasında emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Geçmişle yüzleşmeden bugünü anlamak mümkün değil. “12 Öfkeli Adam”, bu yüzleşmenin sahnede ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

İsmail Cem Özkan

 

Araştıran / Yazan / Yöneten: Murat Karahüseyinoğlu

Oynayanlar: Mehmet Esatoğlu, Hamit Demir, Bertan Dirikolu, Engin Alpateş

Müzik: Mahur Beste (Söz: Attila İlhan / Beste: Ahmet Kaya)

Çizer: Tolgay Palaska

Afiş ve Sahne Tasarımı: Murat Karahüseyinoğlu

Not: İdam görüşmeleri 10 Mart 1972’de başlamıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına karar veren askeri mahkeme, “müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe ve TBMM’nin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görerek” konuyu meclise havale etmiştir.
İdam kararları 5 Mayıs 1972 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmış, infazlar 6 Mayıs sabahı gerçekleştirilmiştir.

 

12 Günlük Savaş: Gerçek Hedef Neydi?

12 Günlük Savaş: Gerçek Hedef Neydi?

“12 Günlük Savaş” ya da karşılıklı füze saldırılarıyla süren çatışma sona erdi. Peki, bu 12 gün boyunca gerçekten ne elde edildi?

Ortadoğu bir kez daha füze sesleriyle yankılandı. İran ve İsrail arasında başlayan gerilim, 12 gün süren karşılıklı saldırılarla sınırlı kaldı. Ancak bu kısa süreli çatışma, bölgede yalnızca askeri değil, ideolojik ve siyasi anlamda da derin fay hatlarını açığa çıkardı.

Solun İran İmtihanı

Çatışma sürecinde özellikle Türkiye’deki bazı sol çevrelerin İran rejimine yönelik tutumu dikkat çekiciydi. İran’ın otoriter, teokratik ve halkına baskı uygulayan yapısı görmezden gelinirken, “anti-emperyalist” duruş gerekçe gösterilerek adeta koşulsuz destek verildi. Oysa rejimin kendi halkına uyguladığı şiddet, kadın hakları ve temel özgürlükler konusundaki sicili ortada. Sonuç olarak sol, kendi celladına hayran, onu savunan zavallı bir figüre dönüştü; adeta analiz yazılarıyla kasabının bıçağını öptü...

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Halkların özgürlük taleplerini göz ardı ederek salt jeopolitik karşıtlıklar üzerinden pozisyon almak, sol adına ne kadar tutarlı?

Kazananlar ve Kaybedenler

12 günün sonunda rejim değişmedi; çünkü kullanılan araçlar zaten var olan paradigmanın dışına çıkmıyordu. Mevcut düzen ve düşman rolleri yerli yerinde durdu, sınırlar değişmedi. Ancak İran, askeri ve ekonomik olarak büyük bir yükün altına girdi. Sahada operasyon yapan paramiliter güçlerin başarısızlığı, hem caydırıcılık söylemini hem de iç kamuoyundaki güveni zedeledi. Sonuçta İran ve müttefikleri olan cihatçı grupların kime saldıramayacaklarını daha iyi bilir hale geldi. Onlar da boylarının ölçüsünü alırken ceplerinden milyarlarca dolar çıktı. Her atılan füze milyarlarca paranın İran halkının kursağından alınıp havaya savrulması anlamına geliyordu. ABD ve İsrail attıkları füzelerin parasını İran’dan anlaşmalar ile mutlaka alacaktır!

Diğer yandan, İsrail operasyonel hedeflerine büyük ölçüde ulaştı. ABD'nin bölgedeki müttefikleri ise sessiz ama etkili biçimde sürece dahil oldu. Bazı Arap / Müslüman ülkelerinin kamuoyuna İsrail karşıtı açıklamalar yaparken, perde arkasında istihbarat ve lojistik iş birliğine gitmesi, bölgesel denklemlerdeki ikiyüzlülüğü bir kez daha gösterdi.

Anayasada “İsrail” Tartışması Gündemde mi?

Ateşkesin ardından İran üzerindeki diplomatik baskının artması bekleniyor. Özellikle anayasa metninde yer alan ve İsrail’in yok edilmesini öngören ifadelerin uluslararası alanda daha yoğun şekilde sorgulanması şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir değişiklik, rejimin ideolojik omurgasında ciddi bir kırılma yaratabilir.

Rejim Mi, Halk Mı?

Savaş, İran’da liderliğin önceliklerini de yeniden gündeme taşıdı. Ali Hamaney’in rejimin bekası için her türlü tavizi vermeye hazır olduğu iddiaları, ülke içindeki muhalif çevrelerde öfkeye yol açtı. Rejim güvenliği uğruna halkın yaşam kalitesinden feragat edilmesi, İranlıların geleceğe dair umutlarını daha da törpüleyebilir.

Bu süreçte liderlerin hayatlarının, halklarının hayatından daha değerli olduğu da ortaya çıktı. Hamaney, kendi yaşamını korumak uğruna her türlü talebi kabul etti. Yeter ki rejim ayakta kalsın!

Domino Etkisi Engellendi

Uluslararası aktörlerin süreci sınırlı tutma çabası da dikkat çekiciydi. İran'daki olası bir rejim çöküşünün Pakistan, Afganistan ve Bangladeş gibi din birliği temelli ülkelerin ve Hindistan gibi çok uluslu ve din temelli devletlerde benzer çözülmelere yol açabileceği ulus-devlete dönüşmesini beraberinde getirebilirdi. Bu olasılık, küresel güçleri kontrollü müdahaleye yöneltti.

Silahlar ve Pazarlar: Ekonomik Ayak

Savaşın bir başka boyutu da silah endüstrisiydi. ABD, bu süreçte yeni nesil savunma sistemlerini test etti ve artık müttefiklerine pazarlama sürecine hazır. Bu durum, barışın değil, savaşın ekonomik getirisini önceleyen bir küresel düzenin sürdüğünü bir kez daha kanıtladı.

İran'da Yol Ayrımı

İran iç siyasetinde ise yeni bir eşik kapıda. Rejim, azınlıklar ve muhalifler karşısında ya demokratikleşme yönünde adım atacak ya da baskı mekanizmalarını daha da sertleştirecek. Her iki ihtimal de ülke içindeki kutuplaşmayı derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Sonuç yerine bir soru:

12 gün süren bir savaş, yalnızca silahların değil, ideolojik tutumların, siyasi safların ve toplumsal reflekslerin de test edildiği bir dönemdi. Şimdi sorulması gereken şu: Savaş gerçekten bitti mi, yoksa yeni bir oyunun sadece fragmanını mı izledik?

İsmail Cem Özkan