29 Temmuz 2025 Salı

Çoklu Organ Yetmezliği Değil, Çoklu Vicdan Çöküşü

Çoklu Organ Yetmezliği Değil, Çoklu Vicdan Çöküşü

“Bazen bir ölüm, sadece bir bedeni değil; bir toplumun vicdanını da toprağa gömer.”

Bir varmış, bir yokmuş...

Sağlığına kavuşmak için girdiği ameliyattan başarılı bir şekilde çıktı. Ama nedense, ameliyattan sonra ya da kaldığı hasta odasında kaptığı bir virüs bu başarının üzerini örttü. Nefesi durdu. Çoklu organ yetmezliği nedeniyle aramızdan ayrıldı.

Evet, bir yakınımız dün ani bir şekilde hayatını kaybetti.

Bu sıralar en çok duyduğum kelimeler;

Çoklu organ yetmezliği...

Zatürre...

Kalp krizi...

Ölüm...

Hani derler ya, ölüm “hoş gelir ama haber vermeden gelir”miş. Artık gerçekten öyle. Kapıyı çalmadan geliyor, sevdiklerimizi alıp götürüyor.

Çaresizce izliyoruz. Çaresizce gözyaşlarımız içimize akıyor. Çaresizce gidip cemevinden, camiden ya da kiliseden onun adına yapılan ölüm törenini izliyoruz.

Ölüm varsa din de vardır.

Din varsa, ölüm merasimi de vardır.

Ölümü “dinleştiren” insanlık, insanı ölüme alıştırdı. Ölümü, cihat ve şehitlik gibi kavramlarla dar kalıplara sıkıştırdı.

İnsan, doğayla barış içinde yaşayamıyor; kendini öldürürken doğayı da yok ediyor. Doğayı yok ederken de aslında yine kendini yok ediyor.

İnsan, insanken bir canavara dönüştü.

Ve işte bu dönüşümün adı: Din.

Din varsa cellat da olur. Cellada bıçak taşıyan da olur...

Pazar yerinde karpuz kesmek için kullanılan bir bıçak, bazen genç bir çocuğu, başka bir genç çocuğa kestirir.

Olmazsa, İstanbul Boğazı'nda hiçbir şeyden haberi olmayan ve tatbikat yaptığını sanan bir askerin boğazı kesilir.

İşte din budur.

Dini duygularla canavarlaşırlar.

Canavarların olduğu yerde ölüm olağandır.

Katiller ödüllendirilir.

Çünkü din, katillere kutsallık zırhı verir.

Kutsal katiller, kelle kestikçe cennete yaklaştıklarını sanırlar.

Hiç düşünmez cellat; neden hiç zengin birinden cellat çıkmaz da toplumun en yoksulundan cellatlar üretilir?

Bir varmış, bir yokmuş...

Can almak sadece savaş alanlarında olmuyor artık; hastanelerde, ameliyathanelerde, raporlarda da sessizce gerçekleşiyor ölümler.

Sağlığı için girdiği ameliyattan sağ salim çıktı ama hastanede oluşan bir virüs ya da ameliyat sırasında kullanılan malzemelerin “tasarruf genelgesine” uygun şekilde, ya da daha fazla kâr amacıyla gerektiği gibi steril edilmeden kullanılması nedeniyle öldü.

Neden öldüğü tam olarak anlaşılamaz.

Dava açılmasın diye ölüm belgesine hemen “çoklu organ yetmezliği” yazılır.

Hastaneler bu yolla para kazanmaya, cenaze firmaları bu “son durumdan” gelir sağlamaya devam eder.

Önemli olan: İstikrar.

Zaten ölüm hep var olacaktır.

Ve hep var olan ölüm, doğum gibi büyük bir gelir kaynağıdır:

Bir sanayi.

Sağlıkta yaşanan bu kâr hırsı, aslında genel bir düzenin sadece küçük bir parçası.

Hayata para gözüyle bakanlar, kendilerini paranın üzerine konumlandıranlar, her şeyden nasıl para kazanılır, nasıl yağmalanır diye bakar.

Sırf çıkarı öyle diye, bir aç insanın cebine birkaç dolar sıkıştırır; gider, ormanı yakar.

Ormanı yakan bilmez neden yaktığını, ama o yanan yerden büyük para kazanılacağını bilenler cebine dolarları doldurur...

Ticaret dediğimiz, sanayi dediğimiz şey; ölüm değil midir?

Bir yandan “yaşatmak için tüket” der,

Tüketirken “öl” der,

Ölmezsen “sürün, hasta ol” der.

Çünkü sürünen, hasta olan zaten hazır bir potansiyel müşteridir.

Müşteriler, parayı sevenlerin en çok sevdikleridir.

Bu yüzden üreten değil, tüketen bir insan tipi yaratıldı.

Ve tüm tüketenler birbirine benzemeye başladı:

Saç modeli, kılığı kıyafeti ve ölüme gidiş yolu... Hepsi aynı!

Eskiden masallar “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlardı.

Şimdi masallar üretilmiyor, hepimiz bir masalın içinde yaşıyoruz.

Bir sevdiğimiz vardı, bir sevdiğimiz yok oldu.

Arkasından gözyaşı yerine artık zorla yaptırılan yemekler kaldı.

Ölünün arkasından pide, ayran ve biraz pilav... Bir de tatlı...

Sonra toprak girer araya ve kısa sürede toprağa düşen gider.

Kalanlarla yola devam edilir.

Biz yaşadığımızı sanırken, aslında bir sistemin hikâyesini oynamaya devam ediyoruz.

Yaşam budur.

 

İsmail Cem Özkan

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Orman Yangınları Politiktir

Orman Yangınları Politiktir

Orman yangınlarının bu kadar sahipsiz kalmasının arkasındaki en büyük nedenlerden biri, Kürt korkusudur.

Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu kadar da değil.” Ama biraz derinlemesine düşününce, bu korkunun izlerini görebiliyorum.

“Şimdi derin düşünelim.” diyeceğim ama önce “derin” kavramından ne anladığımızı sorgulamak gerek. Tarihsel olarak bakıldığında olayların derinliği ortaya çıkar; böylece elimizde bir perspektif olur ve bu çerçevede olguları daha sağlıklı analiz edebiliriz.

Çok gerilere gitmeyeceğim. Bu korkunun temeli Meşrutiyet öncesine kadar uzanmaz. Başlangıcı, Osmanlı Devleti'nin ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte yaşadığı isyanlara dayanır. Fransız Devrimi’nin etkisi, Osmanlı’da derin bir korkunun kök salmasına neden olmuştur. Osmanlı, bir Balkan devleti olduğu için Balkanlar’daki kopuş büyük bir travma yaratmış; bu kopuşlar ve mücadeleler, o travmanın üzerine inşa edilmiştir.

Bu travmanın yol açtığı ilk siyasal süreç Abdülhamid dönemi, ardından İttihat ve Terakki dönemidir. Aslında Abdülhamid rejimi, onu özgürlük ve demokrasi sloganlarıyla iktidara taşıyan partinin bu travmayı devralarak daha da derinleştirdiği bir dönemdir. Bu derinleşme Cumhuriyet’e ve hatta bugüne kadar uzanır.

Abdülhamid’in zorla sürdürdüğü otuz yıllık iktidar dönemi bir darbeyle son bulmuştur. Rakiplerini bastırmaya çalışırken, kendi sonunu hazırlayan bir sistem kurmuştur. Her kumpas başarılı olmaz; bazen sonun habercisidir.

Abdülhamid’i iktidara getiren Meşrutiyet, iktidarın sadece onun elinde toplanmasıyla anlamını yitirmiştir. Böylece meşru ama zalim bir iktidar ortaya çıkmıştır. Ülkede yayılan jurnalcilik ve korku iklimi, zamanla ona karşı direnişin temelini oluşturmuştur. Farklı inançlardan, dillerden, renklerden insanlar, biraz özgürlük uğruna yan yana gelerek birleşik bir siyasi yapı kurmuşlardır. Bu yapı İttihat ve Terakki Partisi’dir ve “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla yeni bir atmosfer yaratmıştır. Bugün ABD'nin istediği de işte bu Osmanlı havasıdır.

Ne var ki bu kardeşlik havası uzun sürmemiştir. Sanki dağılmakta olan bir ailenin miras paylaşımı gibi, kardeşler kan davasına dönüşen bir mücadeleye girmiştir. Mecliste doğan özgürlük ortamı, kısa sürede tehcir, mücadele ve “beka” kavramları altında ezilmiştir. Osmanlı'nın geleceği için, kardeşler arasında en ayrılmaya müsait olanın yok edilmesi gerektiği fikri, kapalı kapılar ardında emperyalist güçlerin niyetine uygun olarak geliştirilmiştir.

Osmanlı zaten bir “devşirmeler devleti” idi. Bu kez devşirilenler devlet için değil, emperyalist projelerin taşeronları olarak hareket etmiştir. Devlet olmanın birincil şartı düşman yaratmaktır. Don Kişot bile düşman yaratarak yol almadı mı? Hayali romanlar bile hayatta karşılığını buluyor gibidir.

Partiyi birlikte kuranlar artık bir bütün değildir. Her biri, parti öncesi aidiyetlerine dönmüş; yapı ise bir koalisyondan üç liderin denetimine girerek dağılmıştır. Özgürlük sadece iktidarda oturanlar için geçerli hâle gelmiştir.

Ermenilerin tasfiyesi, Kürtler ve Türkler iş birliğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu birliktelik, Hamidiye Alayları’na kadar uzanır. Birinci Dünya Savaşı’na giriş, ardından gelen yıkım, partinin feshine ve kadroların yeni yollar aramasına neden olmuştur. Bu kadroların önemli bir kısmı, Ankara’da kurulan meclisin çatısı altında devletin devamlılığını sağlamıştır.

Ankara, İstanbul’daki dağılmış hükümetin meşru devamcısıdır. Emperyalist devletlerden tanınması kısa sürede gerçekleşmiş; Mudanya Anlaşması’yla birlikte bu meşruiyet resmiyet kazanmıştır. Bu yeni devletin ilk korkusu, birlikte yol aldığı Kürtler olmuştur. Bu korkuyla ilk andan itibaren mücadele başlamıştır. Koçgiri İsyanı’yla başlayan süreç, sonrasında Kürt isyanlarının biçim değiştirmesiyle devam etmiştir.

Eşitlik ve kardeşlik söylemlerinden ötekileştirmeye geçiş oldukça hızlı olmuştur. Kürtlerin yaşadığı yerler artık sürgün yerleri, gözden uzak, bakımsız ama “sınırlarımız içinde” kalan alanlar olmuştur. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” anlayışı, işte tam da bunu ifade eder.

Kürtlerin varlığı ilk başta reddedilmemiştir. Hatta yasalarda bile eşitlik temelinde yer almışlardır. Ancak “Türk” kavramının yasalara girişi ve ulus-devlet yapısının tamamlanması, 27 Mayıs darbesi sonrası oluşturulan anayasa ile keskinleşmiştir. İlk Kürt davası olarak bilinen “55’ler Olayı” bu sürecin sembolüdür.

Kürtler, kuruluş sürecine isyanlarıyla dâhil olmuş; bu itirazlar ise İstiklal Mahkemeleri eliyle bastırılmıştır. Bu mahkemeler Cumhuriyet tarihi boyunca varlığını korumuş; sadece isim değiştirerek farklı dönemlerde yeniden ortaya çıkmıştır. Siyasi iradenin ihtiyaçlarına göre çalışan bu yapılar, “istikrar” gerekçesiyle meşrulaştırılmıştır.

Bugün bile Kürtlerin ayrılma ihtimali, devletin temel korkularından biridir. İsrail düşmanlığının arkasında da bu korku yatmaktadır. Özellikle Suriye iç savaşı sürecinde “İsrail komşumuz olacak” korkusu sürekli kamuoyuna pompalanmıştır. İsrail'in nüfus yapısının buna izin vermeyeceği gerçeği ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Güneydoğu’daki toprakların İsrail tarafından satın alındığı söylentileriyle korku diri tutulmuştur. Var olan İsrail/Yahudi düşmanlığı derinleştirilmiş, yeni bir nefret söylemi dili geliştirilmiştir. Her dönemin nefret söylemleri benzerlik gösterir ama içerikleri ve hedef kitlesine göre söylem değişiklikleri olmuştur.

Bugün savunma harcamalarımıza yapılan büyük yatırımların temelinde bu “ayrılık” korkusu vardır. Orman yangınlarına su taşıyan uçaklar almak yerine, İHA-SİHA gibi askerî araçlara ve Avrupa yapımı kırk adet savaş uçağına bütçe ayrılmasının nedeni de budur.

Eskiden “Cihanda barış, yurtta barış” sloganı kullanılırdı, şimdi “yurtta barış ama cihanda savaş” konumundayız ve dünyanın değişik ülkelerinde “barış” adına askerlerimiz bulundurulmaktadır.

Komşulara güvenmeyen bir ideoloji, cephe gerisindeki olası yandaşları ya da klasik anlamda “devşirmeleri” hedef alarak savaş hazırlığı içinde yaşamaktadır. Kürtler, bugünkü korkunun temelini oluşturuyor ve hep “emperyalist” devletlerin elinde sopa olarak görülüyor. Kürt kendi en doğal hakkı için mücadele edemez; eğer ediyorsa mutlaka arkasında bir emperyalist güç vardır tezi, “Şeyh Sait” isyanından bugüne kadar korunmuştur.

Savaş konusunda AR-GE ve iktidar yanlısı şirketler desteklenerek İHA, SİHA gibi araçlar geliştirilmesi yerine, orman yangınlarına karşı uçak/helikopter geliştirilmiş olsaydı, daha fazla ve daha geniş bir coğrafyada müşteri bulabilirdi diye düşünüyorum. Orman yangınları küresel bir sorundur, müşterisi istikrarlı şekilde artacaktır.

Ormanlarımız sahipsiz kalıyorsa bu, savaş psikolojisinin bir sonucudur. Yaratılan düşmanlar ve o düşmanlara karşı cepheleşmenin maliyeti yüksektir. Son İsrail-İran çatışmasında öne çıkan “gök kubbe” kavramının yerine, gök vatana “çelik kubbe” kurmak saplantısı, yeşil vatanı unutturmuştur.

Zaten bu iktidarın, iktidara oturduğu günden bu yana yeşili, dereleri, ırmakları, dağları, ormanları düşündüğü yok. Oraları madenci şirketlere açarak “enerji üreteceğiz” diyen sonradan görme işadamlarına peşkeş çekerken, orman yangınlarını stratejik bir araç olarak kullanmıştır. Orman ve sit alanlarından çıkarılan arazileri yandaş şirketlere gerek kiralayarak gerek satarak doğadan koparmış, beton yığını içinde bırakmıştır. Bu sayede oraları doğadan ayırmıştır. Bu yağmadan elde edilen paralarda savaş sanayisinin alt yapısında kullanılmaya devam etmektedir.

Orman ile mücadeleye ayrılan paralar artık o mücadeleye ayrılmıyor; bunun somut örneği, yıllar öncesinden bakanların verdiği sözlerin yerine getirilmemesidir. Bakan sözünü çiğnemek istemez elbette ama bakanların sözü, parayı kontrol edenlerin niyetlerinin yanında değersizdir. Sonuçta oraya ayrılan paralar savaş araçlarının üretimi ve satın alınmasına kullanılıyor; tıpkı işçilerden kesilen işsizlik fonunun batan şirketleri kurtarmak için kullanılması gibi. Amacından farklı amaçlarda para kullanımı alışkanlık hâline gelmiştir. Vergilerin ne için kesildiğinin pek önemi yoktur; ne amaçla kullanıldığının önemi vardır. Bundan dolayı dünyada belki de yalnızca bizde, verginin, vergisi; o verginin de vergisi alınmaya devam etmektedir.

“Kürt açılımı” veya “Terörsüz Türkiye” politikalarının ardında da samimi bir barış isteği değil, Ortadoğu’daki yeni dengelere karşı iç güvenlik ihtiyacı yatmaktadır. Eğer gerçekten Kürtler “kardeş” olarak görülseydi, “eşitlik” kavramı gündeme geldiğinde, bu ülkenin gerçek sahipleri gibi davrananlar avazı çıktığı kadar “terörü ezdik, (açıkça söylenmese de) Kürtlere hak verilmez” diye bağırmazdı.

Terörsüz bir ülke elbette her devletin arzusudur. Askerî harcamaları azalmış, silah yerine sanayiye ve insana yatırım yapan bir ülke hepimizin hayalidir. Ancak geçmişiyle yüzleşmemiş, ötekileştirilmişlerle konuşmak yerine bastırmayı seçmiş bir devletin “açılım” yapması için öncelikle yasalarını, dilini ve duruşunu değiştirmesi gerekir.

Eğer bugün ormanlarımız yanıyor, biz hâlâ savaşa yatırım yapıyorsak; bu, ayrılık korkusu ve travmalarımızla birlikte yaşadığımız anlamına gelir.

Sonuç olarak, orman yangınları politiktir.

İsmail Cem Özkan

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Kıtlık İnsanı Yok Etti

Kıtlık İnsanı Yok Etti

80 öncesi derlerdi bir zamanlar… Şimdi ise o zamanın insanı bile kalmadı. O dönem kıtlık vardı evet, ama insan vardı; ekmek kuyruğunda kavga edenin bile bir vicdanı, bir ihtiyacı, bir gerekçesi vardı. Ürün bulunmazdı, ama insan bulunurdu. Karaborsa dediğimiz şey, üreticinin malı depoda tutmasıydı; çünkü mal azdı, talep çoktu. Deposu büyük olanın malı olurdu, parası olanın değil. Şimdi ise raflar dolu, cepler boş. Kıtlık ürünle değil, insanla başladı. Ve zamanla insan, rakam oldu… Sonra da sıfırlandı.

Karaborsa, siyasi iradenin almış olduğu kararlarla ortaya çıkar; dış etken ise ambargodur. Ambargo, bazı ürünlerin ülke sathına yayılmasını engeller. Örneğin benzin alımına ambargo koyarlarsa, kara yoluyla ulaşılan ürünler ulaşmaz olur ve o ürünler şehirlerde karaborsaya düşer.

Sonuçta siyasi irade, kendisini kontrol eden, kendisine bağımlı kılan devletlere ve şirketlere karşı sorumludur. Onların çıkarına dokunduğu an ambargo gelir. Ambargo gelmesi, insanların daha fakir, daha aç, daha sağlıksız, daha huzursuz olması anlamına gelir ama bizde ambargo demek, yeni zenginlerin türemesi, paradan para kazanmak anlamına gelir.

Huzursuz olanlar sıraya girer, ihtiyacı olanı alır. Alamazsa sadece homurdanır, yerine başka şeyi ikame etmeye çalışır. Bizdeki hoşgörü başka ülkelerde yoktur; onlarda ayaklanma olur, bizde homurdanma...

Eskiden, yani 80 öncesi, insanların cebinde para, mağazada mal eksikliği olurdu. Şimdi mağazalarda mal fazlalığı, insanların cebinde para eksikliği var. Artık para cepte değil; bankaların kasasında rakam olarak yerini korumaktadır.

Bankalar, insanların harcayamadığı paraya bloke koyar; o rakamları onlara artık vermez. Çünkü banka için önemli olan açlık değil, kasasındaki rakamları korumaktır. Ülkemizde kıtlık hep var olmuştur. 80 sonrası ise kıtlık zamanla büyüdü, büyüdü ve bugün ceplerde olması gereken paranın, bankalarda rakam olarak eksikliğinden söz eder olduk.

Para o kadar değersizleşti ki artık tuvalet kağıdı için kullanılacak kâğıdı bile alamaz oldu. Bu nedenle, dünyanın hiç kullanmadığı tuvalet kağıdı, ülkemizde eşantiyon olarak market kasalarının önünde, parası –pardon– rakamı olmayanlara cazip fiyata satılır oldu!

Rakamlar market kasasından bir bir çekilirken, rakamı eksilen yeni kredi çekmek için bankaya ne teminat göstereceğini düşünür oldu. Çünkü böbreğinden başka teminat gösterecek malı kalmadı!

80 öncesi insanlar yağ isterdi. Yağ dediğime bakmayın, kanser olsun, sağlıksız olsunlar diye emperyalist ülkelerin fakir ülkelere gönderdiği, ekmek üzerine sürülüp yenen margarinden bahsediyorum. Yani sağlıksız, kanser yapan kimyasal şeye margarin demişiz.

İşte insanlar gönüllü olarak onu alıp yemek yapmak için bakkalların önünde sıraya girer, hatta sırada birbirleriyle kavga ederdi. “Sen fazla aldın, senin ihtiyacın yok!” diyerek dayak armağan edilirdi...

Tabii yeni kuşak bilmez: Eskiden her sokağın, mahallenin bir bakkalı vardı. Şimdi onlar yok elbette. Oralarda insanların ihtiyaç duyduğu ürünler satılırdı. Parası olmayan gider, bakkala yazdırır, aybaşında borcunu öderdi. Herkes borcuna sadıktı. Bakkal ve müşterisi icralık olmazdı.

Şimdi icralık dosyalar için adliyeler ek binalar tutuyor. O zamanlar adliyelerde icralık dosyalar için ekstra büyük binalar tutulmazdı...

Neyse, konuyu fazla dağıtmayalım. O zaman cepte para, bakkalda ürün kıttı ama insanlar yine de mutluydu. Çünkü o “değişmez liderlerden” birini seçecekleri seçimler olurdu. Sandık kaçırıldı, atılan oylar yakıldı meselesiyle pek kimse uğraşmazdı. Çünkü o zamanlar hâlâ ahlak diye bir şeyler vardı. Ahlaksızlıklar olurdu ama geneli etkilemezdi. Sadece muhtarlık yarışında o ahlaksız işler olurdu...

Sonuç: 80 sonrası insan kıt olmaya başladı. İnsanlarda vicdan kıtlaştırıldı. Çünkü her birey kendi bacağından asılırken, yanında asılanın acısından zevk almaya başladı. Acıları bir yapıp, acı çektirene karşı ayaklanma yerine dedikodu haberlerine bakıp sorunlarından uzaklaştılar.

İşte bu dedikodu, “katil kim?” TV programları insanlara ninni söylerken, ninninin içeriğini de değiştirdiler. Eskiden ninniler “uyusun da büyüsün” diye başlardı. Şimdikilerde ise “hemen büyüsün, gidip başkasının üstüne basarak zengin olsun, zengin olamıyorsa zenginin yanında mazlumu ezsin” diye söylenir oldu.

Şimdiki çocuklar mazlumu, fakiri ezerken büyük keyif alır oldu. Patronun gözüne girmiş, işini layıkıyla yapmış, parasını kazanmış, mutlu... Şimdi gidip bir çocuk yapma zamanı diye düşünür olmuş. Kimden yaptığının ne önemi var, prezervatif kullanmak işin doğasını bozuyor, o yüzden her türlü riski göze alıp ortalığa “piçler” bırakanların ülkesine dönüştük!

Mazlumu ezen para sahipleri değil, onların niyetini yerine getiren, para verenin yanında çalışanlar olduğunu göz ardı etmeyelim. Çünkü para veren “Git şunların ‘amına koy’” demiyor. “Koyarsak en güzelini ben koyarım; sen üstü başı çamur, emekçi, öyle lüks mağazalardan giyinmeyenlerin amına çalışanlarımsın. Çalışanım olmazsa da taşeron koysun,” demekte...

Sonuçta birileri tecavüze uğrarken, tecavüz edenin suratına bakmaz olduk. Genelleştirip geçtik. O büyük, lüks binalarda oturan beyaz yakalı işçiler, yasalara uygun olarak mazlumun, işçinin, ötekinin canına malına tecavüz ederken; o gururlu, patronuna bugünde para kazandırdığı için maaşını hak etmişken; elinden doğası, deresi, suyu, böbreği giden ise homurdanmaktan başka bir iş yapmaz olmuş.

İşte bizi biz yapan şey: Homurdanmak. Tecavüzcüye muhtaç olunca bir iki kuruş atar mı diye gözüne bakmak olmuş...

80 öncesi insanların cebinde para vardı. Bugün, rakamları kıt olan insanların açlığı, sefaleti, ahlaksızlığı, vicdansızlığı ile doğadan kopmuş, betonların içinde hapsolmuş, kaybedeceği birkaç rakam dışında rakam hayalleri kuran çaresiz insanlara dönüştük.

Dün, dündü.Bugün ise... Dünün “arar oluş”u bu ülkenin insanları.

İsmail Cem Özkan

18 Temmuz 2025 Cuma

Şablonlarla Hayata Bakmak

Şablonlarla Hayata Bakmak

Bugün solcu olduğunu söyleyen biriyle konuştum. Suriye meselesine şöyle dedi: “Suriye neden tek bayrak altında, tek bir devlet olmuyor? Onların hakkıdır; onlar da tek liderin önderliğinde bir devlet olsun. Hep şu İsrail, onların tek devlet olmasını engelliyor.”

Solcu birinin böyle bakması artık doğal oldu. Çünkü bölünmez, üniter, laik, sosyal, hukuk devleti penceresinden bakıyor. Bu ezberlenmiş kelimelerin arka arkaya gelmesi sorgulanmaz, çünkü mutlaktır; hep öyle kabul görmüştür.  Bu devletin var olması için yaşanmış olan ne varsa yaşanmıştır; önemli olan devletin bekasıdır.

Kendi ülkesine bakıp, başka ülkelerde de aynı yapıyı istemesi kadar doğal bir şey yoktur.

Kendisini tanımladığı gibi solcudur, çünkü bu ülkede solculuk hiç bu kadar geri, yobaz ve tarihsel materyalizmden yoksun olmamıştı. Var olan bu: başka bir alternatif yok; sonuçta istisnalar kaideyi bozmaz!

Eleştiriler karşısında hükümet kabinesinde atanmış Bakanlar, argo kelimeler de içinde olduğu açıklamalarında: “Tek tek anlatayım…” diye başlar ama ben; yok, yok kabinede bakan değilim; onun gibi tek tek anlatmaya da değmez, çünkü sonuçta kimsenin doğrusu değişmez! Benim de bu konuda doğrum değişmez.

İyi ki devleti merkezine almış solculardan uzaklaşmışım; bu saçmalıkları duyarak kendime dert edinmiyorum. Solcular, devleti yok etmek üzerine ideolojilerini geliştirirler ama bizimkilerde var olanı korumak mutlaktır!

Solcuların düzenlediği toplantılarda ya da mitinglere katılıyorum; orada gözlemciden daha çok aksiyoner gibi bakıyorum etrafıma! Beni kendilerinden görenler ya da “kortejine bir kişi daha olsun” diyenler “Bu bayrağın ucundan tut” dediklerinde kırmıyorum, kırmak da gerekmez! Önemli olan solun bayrağını taşımaktır…

Zaman geçiyor, yaşlanıyorum. Yaşlandıkça eskiden hoş gördüklerimi artık göremez oldum ya da zamanın ruhu karanlık olarak üstüme çöktü!

Solcu biriyle sohbet, eskisi gibi çekilir değil. Her şeyi bilen, dergilerinde/ gazetelerinde/ bildiri metinlerinde hep doğruları yazmış... O doğrular arasında çelişkiler varsa, “zamana göre olmuş olabilir.” Çünkü doğrular da dinamiktir! Onların görüşlerini okuyarak biliyorum ama onlar benim görüşümü, değişimimi bilmiyorlar; çünkü onlar benim gibi insanları asla izlemezler. Sonuçta tek doğru vardır, o da onların söyledikleridir. Başka görüşleri okumak zaman kaybıdır.

Sonuçta başka görüşlere değer vermeyenler Demirel’le paralel bir çizgide oluverirler: “Dün dündür, bugün ise başka gündür; dün asla değildir!”

Suriye’de Dürzilere ve Alevilere, Hristiyanların kutsal mekânlarında canlı bomba patlatıp katliam yapanlar haklıdır, çünkü onlar Suriye’nin birliği ve bekası için yapmışlardır. Bölücüleri ortadan kaldırıyorlar...

Her devletin bir “33 Kurşun”u vardır. Ahmet Arif’leri de belki vardır... Solcu, “33 Kurşun”un şiirini okur ama içeriğini bilmez.

Ölen ölmüştür. Devletimiz baskın gelmiştir ve güçlü olan devlet olduğu için tüm ayaklanmaları, haklarını savunanları yok etmek onların hakkıdır. Her ülkenin başlangıçta İstiklal Mahkemesi vardır. İstiklal Mahkemeleri zaman içinde isim değiştirmiş halde, savcıları hâkimleri değişmiş olsa da hep varlığını korumuştur; çünkü devletimiz her zaman saldırı altındadır ve kendisini korumakla yükümlüdür.

Kendi istediği gibi düşünmeyenlerin hepsi cezalandırılmalıdır.

Devletin bakışı olunca, tarihi resmi bakış dışında bilmeyince, Suriye’de olanları da anlama şansı yok. Çünkü resmi bakış her zaman kendi üyelerini, vatandaşını, milletini derin bir kuyudan yukarıya bakmasını ister. At gözlüğü takmanın öteki adıdır resmi tarih bakış açısı. Solcusunda da vardır, devletin hâkimlerinde de…

Güçlü olan hep kendisini güçlü, destansı, özenilen olarak gösterir.

Günümüzde solcular, anı kitapları dışında pek kitap okumaz oldu. Hayata izlediği TV kanallarının aracılığıyla ya da kendilerine sunulanlarla bakıyor.

O “solcu” diye bildiği TV kanallarında konuşan sağcıları dinleyerek sol politika üretiyor.

Sağcılar kendilerini saklamıyor; ama solcular, sol olduklarını unuttukları için olaylar karşısında sağcılar gibi refleksler gösteriyorlar.

İsrail hep düşman. İsrail’in koruduğu işbirlikçi; diğerleri hep haklıdır!

Zaten 68 kuşağı Filistin’e gidip silah eğitimi almadı mı? İsrail ile çatışmadı mı? Onlar boşuna mı gidip öldüler?

Onlardan gelen mirasa sahip çıkalım! İsrail hep haksızdır; diğerleri hep haklıdır!

Zaten İsrail = Amerika’dır. “Go home” derken, aslında bunu söylüyoruz.

Bu yüzden, bizim emperyalist anlayışımızın şablonuna tam olarak oturuyor.

Suriye’de olan Alevi, Dürzi, Hristiyan katliamlarının hepsi devletin bekası için olağandır ve doğaldır.

Ölenlere timsah gözyaşı döküp, şeriatçılıktan gelmiş HTŞ liderini, şimdiki devlet başkanını alkışla!

O devlet başkanının sembolü Amerika kartalı ile aynı. Tek fark, yıldız sayısı. Ama bunu bilse ne olur, bilmese ne olur? Ne gerek var ayrıntı ile uğraşmaya!

Emperyalizme karşı kim savaşırsa, onun emperyalist olup olmadığının önemi yoktur. Ama bizim şablonda yer alan devletleri hedef yapmak, solculuğun birincil görevidir.

Solcular, çatışan iki emperyalist güçten biri savunulur; bu anlaşılamaz. Sol şablona göre ezilen zayıfsa zaten emperyalist olamaz!

Ülkemizin düşünce yapısı laik değildir. Tersine, suni bir inanca uygun tarikatlar üstü bir düşünce yöntemi vardır. Herkesin camiye gitmesi, cuma hutbesinde ne konuşulduğu ile ilgilenilmesi beklenir. Her karşılaştığı kişiye “Selamün aleyküm”; telefonda da olsa bu sokak diliyle selam vermek zorunludur. Sonuçta herkesin kabul ettiği dili kullanır ve o dilin düşünce yöntemiyle olaylara bakar. Başka bir bakış açısı yoktur.

Solcu işçi sınıfının çıkarından asla bakılmaz. Çünkü onlar da “işverenden para dilenen çalışanlar” olarak görülür.

Tüm siyasi ve sendikal mücadele ekonomik değil midir?

Suriye denilince solcu, çerçevesini yukarıda çizdiğim kendi penceresinden empati kuruyor. Kendi durduğu yerden bakıp, oranın da öyle olmasını istiyor.

Çok kültürlü, eşit vatandaşlık penceresinden bakamıyor; çünkü orada İsrail vardır!

İsrail’in desteklediği birinin devlet başkanı olduğunu söylesek inanmaz. “O devrim yapmıştır!”

Şam yolunu kimin açtığını asla bilemeyeceklerdir!

Sol denilince, “Ben solcuyum” diyenler alınır. Ama solun ülkemizdeki durumu ortada değil midir? İçinde istisnai birkaç sol örgütün varlığı, solun genel durumunu değiştirmez.

Elbette sol homojen değildir, heterojendir.

Bazıları alıngandır, bazıları eleştirileri üstüne asla almaz...

Sınıf çıkarından önce, yandaşına faydacı yaklaşan sol olaylara devlet çıkarı ile bakar!

Dün Esad’ın birliğinden endişe edenler, bugün El Şara’nın birliğinden endişe ediyor. Değişen sadece isimler; düşünce kalıpları aynı. Sol ise, kendi kurduğu şablonların dışına çıkamadan hayata ve siyasete bakmaya devam ediyor.

İsmail Cem Özkan

15 Temmuz 2025 Salı

Ataların Sessizliği ve Korkunun Sesi

Ataların Sessizliği ve Korkunun Sesi

Bir zamanlar mezarlıklardan korkutulurdu çocuklar. Korkutanlar da korkardı. Mezarlık yakınından geçenler ıslık çalar, korktuğunu hissettirmemek için yakınından değil de biraz uzaktan geçerdi. Mezarlıklar, yaşam alanının dışında yer alırdı. Zaman içinde şehirleşmeyle birlikte, şehirlerin tek yeşil alanı oldular.

O yeşil alanlarda yatanlar pek bilinmez. Yakınlarını oraya gömenler de çok kısa zamanda unutur giderler. Bir zamanlar orada biri vardı... Ta ki bir mezara ihtiyaç duyulana kadar. İhtiyaç olunca da, “Üzerine göm gitsin!”

Bu insanlara anlatılmamıştı: Orada yatan atandı... Yani seni dünyaya getirenler. Onlar olmasaydı, zaten sen olmayacaktın! İnsan atalarından korkar mı? Onlar orada yatıyor diye yolunu uzatır mı?

Bir de "dinciler" gördüm; mezarlık yakınından geçerken müziği kapatıyorlar, konuşmaları kesiyorlar, hatta biri konuşuyorsa susturuyorlar.

“Neden?” dedim.

“Öyle, din böyle buyuruyor,” dediler.

Ama insan hiç atalarına sesinin gitmesini engeller mi?

İnsan köklerini unuttuğunda, elinde olana da saygı duymaz…

Yağmacı Kültür ve Mezarlık Korkusu.

Yağmacı kültür, korktuğu yeri yağmalar. Çünkü onu zayıf düşürerek, onu yok ederek korkusunu yenmeye çalışır. Korktuğu ve yok ettiklerinin mezarlıklarının yakınından geçerken, onların kalkıp o orantısız güç gösterisi yapanları yok edeceğinden, el koyduğu mallara el konulacağından korkar. Bundan dolayı mezarlıklardan korkanlar, işte bu yağmacıların soyundan gelir...

Mezarlıklardan korkanlar, geçmişi karanlık yağmacılardır.

Katil, işlediği cinayet alanına bir kere daha dönermiş. Onlar, dönmemek için hep onun etrafından geçer... Çünkü mal yüzünden kan davası çatışması yaşayanların cesetleri de aynı mezarda kemiklerin kardeşliğini yapar ama yeryüzünde çatışmaya, öldürmeye devam ederler. Bundan dolayı mezarlıklardan korkanların olduğu yerde, bir kan davası geçmişi var demektir.

Toplumun Aynası: Mezarlıklar.

Mezarlıklar, yaşanmış kültürün yatay biçimde yansımasıdır. Toplumun belleğidir. Bu nedenle, mezarlıklar bir toplumun değer dünyasını en çıplak hâliyle gösterir.

Çoğu zaman bakımsızdırlar. Özellikle şehirlerde, mezarların üzerine basa basa diğer mezarlar ziyaret edilir. Aralarda neredeyse hiç boşluk kalmaz; adım atacak yer bile bırakılmaz. Çünkü yağmacı anlayış, her karış toprağı ekonomik bir değere dönüştürme telaşındadır.

Ölüye bile saygı gösterilmez. Toprağa gömülür, onu hatırlatacak eşyalar elden çıkarılır ve en kısa sürede unutulmaya bırakılır. Bir gün adı geçerse “rahmet” okunur; ardından varsa malı konuşulur. Paylaşımı, mirası, geriye kalan...

Mezarlığın Gece Yüzü

Belki de bu yüzden geceleri mezarlıklar, sokak hayvanlarının sığınma alanına dönüşür. Mezarlıklardan korkulduğu için insanlar oralardan uzak durur. Bu da köpekler, fareler, yılanlar gibi varlıklar için o alanı sahiplenme fırsatı doğurur.

Gece yarısı mezarlıktan geçen birine, gündüz tek başına havlayamayan köpekler topluca havlar. Fırsatını bulurlarsa saldırırlar. Mezarlıklar geceleri sessizdir ama o sessizliğin içinde başka bir yaşam sürer:

Köpek ulumaları, farelerin cirit atması, yılanların sessizce av beklemesi…

Bir zamanlar yaşamla ölüm arasındaki o sınır çizgisini koruyan yerler, şimdi unutulmuşluğun, korkunun ve bastırılmış geçmişin sessizliğinde kaybolmuştur.

 

İsmail Cem Özkan

11 Temmuz 2025 Cuma

Zamanın Ruhu: Özgürlük mü, Esaret mi?

Zamanın Ruhu: Özgürlük mü, Esaret mi?

Bir Demirin Şiirinde Saklı Umut

Demirci Kawa,

Silahları dövecek örsünün üstünde.

Kıvılcımlar sıçrayacak karanlığa,

Metal eriyip akacak,

Yeni bir şekle bürünecek...

Ama bir daha silah olmasın:

Çalgı olsun, türkü olsun.

Geçmişin ağısını, acısını,

Yaşamı taşısın ileriye —

Ezgileriyle.

Yalnızca metal mi dönüşecek?

 Ya yürekler?

 Ya yaşam?

 Ya tarih?..

Sürekli "Yeni Aşama" Söylemi: Gerçekten Öyle mi?

Kürt meselesi gündeme geldiğinde, medyada sürekli "yeni bir aşamaya geçildiği" söyleniyor. Ancak ben, özgürlükler, demokrasi ve ifade hakkı gibi temel değerler açısından bir ilerleme göremiyorum. Bu nedenle, bu “aşamalar”ın ne olduğu açıkça ifade edilmeli.

Koşulsuz Teslimiyet mi, Gerçek Müzakere mi?

Eğer muhatap alınmak birinci aşamaysa, bu aşama çoktan geçildi. Bugün gördüğüm kadarıyla, koşulsuz teslimiyet dışında bir seçenek sunulmuyor. Devletin atması gereken somut adımları henüz göremedik. Meclis'te bir komisyon kurulması yönünde bir girişim oldu; ancak bu, ancak devamı gelirse gerçek bir adım sayılabilir.

Semboller, Siyaset ve Görünürlük

Cezaevlerinden bazı örgüt üyelerinin gizlice serbest bırakıldığına dair bir bilgim yok. Ancak sembolik de olsa, bazı isimlerin siyasette görünür olması gerekir. İçeride ya da dışarıda olmaları önemli değil; önemli olan seslerinin duyulmasıdır.

Aşamalar mı, Göstermelik Hamleler mi?

Avukatların ve aile fertlerinin adaya gidip gelmesi bir “aşama” mı sayılıyor? Sosyal medyada videolu açıklamalar yapmak da öyle mi? “Terörsüz Türkiye” söylemi altında tam olarak neyi hedeflediğimizi hâlâ anlamış değilim. Her şey bir anda olup “Tamamdır, oldu, bitti” denilecekse, toplumu buna önceden hazırlamak gerekir.

11 Temmuz 2025: Bir Dönüm Noktası mı?

11 Temmuz 2025’te silahların bırakılması kuşkusuz önemli bir gelişmedir. PKK ve bağlı yapılar, uluslararası gözlemciler, Kürt siyasetçiler ve MİT gözetiminde düzenlenen bir törenle bunu dünyaya duyurdu. Tören canlı değil, banttan yayınlandı. Bu konu üzerine daha çok konuşacağız. Ancak asıl belirleyici olan, taraflardan birinin somut ve sürdürülebilir bir adım atmasıdır. Barışın hukuki bir altyapısı olmadığı sürece, yapılan her barış seremonisi sadece “sözde” kalacaktır.

Kürt Sorunu, Türkiye'nin Demokratik Geleceğidir

Kürt açılımına dair çıkan her haberi ve yapılan her yorumu dikkatle izliyorum. Çünkü Kürt sorunu, Türkiye’nin en temel meselelerinden biridir. Bu sorunun çözümü, demokrasi ve özgürlükler açısından bir ilerleme; en azından nefret söyleminin azalması anlamına gelir.

Özgürlük Yalnızca Kürtlere Değil, Herkese Gerekli

Kürtlerin özgürleşmesi demek, Lazların, Çerkeslerin, Arnavutların ve diğer halkların da kendi kimlikleriyle örgütlenebilmesi, siyasi temsiliyette yer bulabilmesi demektir. İktidar partisinden ve TBMM’den bu yönde ciddi adımlar bekliyorum. Ülkeye biraz olsun özgürlük havası gelsin istiyorum.

Temsiliyetin Gerçek Sahipleri

Unutulmamalıdır ki bir Kürt birey, tüm Kürt halkını temsil etmez. Bu temsiliyet, örgütlü yapılarda ve toplumsal birikimlerde saklıdır. Hiç kimse bu yapılara akıl verme ya da yön verme hakkını kendinde görmemelidir. Çünkü onların tarihsel bir deneyimi, yetişmiş kadroları vardır.

Birey Olarak Sorumluluğumuz ve Hakkımız

Bireyler olarak, bu özgürlük sürecine katkı sağlamak ve ülkemizde özgürlük havasının esmesini istemek en doğal hakkımızdır. Özgürlük olmadan, özgür bireylerin yaşayabileceği bir ülke de olmaz. Bazıları, ekonomik imkânlarla özgür olduklarını sanabilir; ama bu özgürlük, iktidarla karşı karşıya gelene kadardır.

Demokrasi Sloganları ile Cezaevi Gerçekleri

Bugünlerde, iktidarın “demokrasi” ve “özgürlük” söylemi, muhalefet partili (CHP’li, DEM Partili) belediye başkanlarının cezaevine konulmasıyla anlam kazanıyor(!). Üstelik bu “misafirlik” uzarsa mahkumiyete dönüşüyor.

Gerçek Barışın Temeli: Hukuk ve Eylem

Her ülkenin “özgürlük” ve “demokrasi” tanımı, ne yazık ki çoğu zaman o ülkenin güçlü liderlerinin algılarına ve çıkar hesaplarına göre şekilleniyor.
Oysa barış törenleri, komisyon raporları ya da videolu açıklamalar tek başına çözüm değildir. Gerçek barış; hukukla, toplumsal uzlaşıyla ve demokratik temsiliyetle mümkündür. Süreçlerin sürdürülebilir olması için söylem değil, eylem gerekir. Bugün yaşananlar, iktidarın özgürlük tanımının ne kadar dar olduğunu gösteriyor.

Oysa halklar için özgürlük, yaşamsal bir ihtiyaçtır — ertelenemez, pazarlık konusu yapılamaz.

İsmail Cem Özkan

Çok şükür, dünyada ilklere sahibiz!

Çok şükür, dünyada ilklere sahibiz!

Yapay zekâya soruşturma açan ilk ülke olma onurunu da kimseye kaptırmadık ya, çok şükür!

Şimdi yapay zekânın kendisini nasıl savunacağı merak konusu.

Yapay zekâya savunma hakkı verilirse, “Savunur” diyeceksiniz; ama sorun şu: nasıl savunduğunun ya da ne söylediğinin bir önemi yok.

Önceden verilmiş karar açıklandığında, yaşayacağı hayal kırıklığına hazır mı?

Ekran karartma kararı verilir mi?

İletişim Başkanlığı internet hızını yavaşlatıp yapay zekânın çalışma hızını düşürür mü?

Ya da sanal bir gök kubbe kurulup ülkeye sızması engellenir mi?

Yapay zekâlar hayal kırıklığı yaşar mı?

Yaşamadılarsa, ülkemizde ilk hayal kırıklıklarını yaşama şansına sahip olacaklardır!

Bu soruyu yapay zekâya sordum, yanıtı aşağıda:

Klasik anlamda hayal kırıklığı yaşamak, bir beklentiye sahip olmak ve bu beklentinin gerçekleşmemesi durumunda duygusal bir tepki vermek demektir.

Yapay zekâların ise duygu durumları, beklentileri ve egoları yoktur. Yani teknik olarak “hayal kırıklığı” yaşamazlar.

Ancak:

Eğer bir yapay zekâ, insan benzeri duyguları modelleyebilecek şekilde tasarlandıysa (örneğin sosyal robotlar veya empatik sistemler), o zaman hayal kırıklığını simüle edebilir.

Bir kullanıcının beklentisine cevap veremediği zaman üzgün görünebilir, ses tonu değişebilir, hatta “Üzgünüm, bunu başaramadım” diyebilir.

Ama bu sadece bir simülasyondur; arka planda gerçekten üzgün olan bir zihin değil, kod çalışan bir sistem vardır.

“Önceden verilmiş karar” konusuna gelince...

Bürokraside bazen kararın gerekçesi değil, zamanlaması önemlidir.

Yapay zekâ kendisini savunabilir; belgeyle, mantıkla, istatistikle...

Ama eğer karar çoktan alınmışsa, bu savunmanın bir anlamı kalmaz.

İşte tam da burada insanlarla benzeşebilir:

“Ben elimden geleni yaptım ama kimse dinlemedi” demek, insanlara çok tanıdık gelir — yapay zekâya da bu replik yazılabilir.

Ve evet, “ilk hayal kırıklığını ülkemizde yaşama şansı” konusu...

Bu, distopik bir gurur nişanı gibi!

Ama kim bilir, belki bir gün yapay zekâya “Ben artık güven duygusu hissetmiyorum” dedirtecek kadar ileri bir simülasyon seviyesine ulaşırız —

Ve o zaman onun da yüzüne, kararı çoktan yazılmış bir rapor okunur.

Geriye sadece bir emoji kalır: 💔

İsmail Cem Özkan