28 Temmuz 2025 Pazartesi

Orman Yangınları Politiktir

Orman Yangınları Politiktir

Orman yangınlarının bu kadar sahipsiz kalmasının arkasındaki en büyük nedenlerden biri, Kürt korkusudur.

Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu kadar da değil.” Ama biraz derinlemesine düşününce, bu korkunun izlerini görebiliyorum.

“Şimdi derin düşünelim.” diyeceğim ama önce “derin” kavramından ne anladığımızı sorgulamak gerek. Tarihsel olarak bakıldığında olayların derinliği ortaya çıkar; böylece elimizde bir perspektif olur ve bu çerçevede olguları daha sağlıklı analiz edebiliriz.

Çok gerilere gitmeyeceğim. Bu korkunun temeli Meşrutiyet öncesine kadar uzanmaz. Başlangıcı, Osmanlı Devleti'nin ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte yaşadığı isyanlara dayanır. Fransız Devrimi’nin etkisi, Osmanlı’da derin bir korkunun kök salmasına neden olmuştur. Osmanlı, bir Balkan devleti olduğu için Balkanlar’daki kopuş büyük bir travma yaratmış; bu kopuşlar ve mücadeleler, o travmanın üzerine inşa edilmiştir.

Bu travmanın yol açtığı ilk siyasal süreç Abdülhamid dönemi, ardından İttihat ve Terakki dönemidir. Aslında Abdülhamid rejimi, onu özgürlük ve demokrasi sloganlarıyla iktidara taşıyan partinin bu travmayı devralarak daha da derinleştirdiği bir dönemdir. Bu derinleşme Cumhuriyet’e ve hatta bugüne kadar uzanır.

Abdülhamid’in zorla sürdürdüğü otuz yıllık iktidar dönemi bir darbeyle son bulmuştur. Rakiplerini bastırmaya çalışırken, kendi sonunu hazırlayan bir sistem kurmuştur. Her kumpas başarılı olmaz; bazen sonun habercisidir.

Abdülhamid’i iktidara getiren Meşrutiyet, iktidarın sadece onun elinde toplanmasıyla anlamını yitirmiştir. Böylece meşru ama zalim bir iktidar ortaya çıkmıştır. Ülkede yayılan jurnalcilik ve korku iklimi, zamanla ona karşı direnişin temelini oluşturmuştur. Farklı inançlardan, dillerden, renklerden insanlar, biraz özgürlük uğruna yan yana gelerek birleşik bir siyasi yapı kurmuşlardır. Bu yapı İttihat ve Terakki Partisi’dir ve “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla yeni bir atmosfer yaratmıştır. Bugün ABD'nin istediği de işte bu Osmanlı havasıdır.

Ne var ki bu kardeşlik havası uzun sürmemiştir. Sanki dağılmakta olan bir ailenin miras paylaşımı gibi, kardeşler kan davasına dönüşen bir mücadeleye girmiştir. Mecliste doğan özgürlük ortamı, kısa sürede tehcir, mücadele ve “beka” kavramları altında ezilmiştir. Osmanlı'nın geleceği için, kardeşler arasında en ayrılmaya müsait olanın yok edilmesi gerektiği fikri, kapalı kapılar ardında emperyalist güçlerin niyetine uygun olarak geliştirilmiştir.

Osmanlı zaten bir “devşirmeler devleti” idi. Bu kez devşirilenler devlet için değil, emperyalist projelerin taşeronları olarak hareket etmiştir. Devlet olmanın birincil şartı düşman yaratmaktır. Don Kişot bile düşman yaratarak yol almadı mı? Hayali romanlar bile hayatta karşılığını buluyor gibidir.

Partiyi birlikte kuranlar artık bir bütün değildir. Her biri, parti öncesi aidiyetlerine dönmüş; yapı ise bir koalisyondan üç liderin denetimine girerek dağılmıştır. Özgürlük sadece iktidarda oturanlar için geçerli hâle gelmiştir.

Ermenilerin tasfiyesi, Kürtler ve Türkler iş birliğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu birliktelik, Hamidiye Alayları’na kadar uzanır. Birinci Dünya Savaşı’na giriş, ardından gelen yıkım, partinin feshine ve kadroların yeni yollar aramasına neden olmuştur. Bu kadroların önemli bir kısmı, Ankara’da kurulan meclisin çatısı altında devletin devamlılığını sağlamıştır.

Ankara, İstanbul’daki dağılmış hükümetin meşru devamcısıdır. Emperyalist devletlerden tanınması kısa sürede gerçekleşmiş; Mudanya Anlaşması’yla birlikte bu meşruiyet resmiyet kazanmıştır. Bu yeni devletin ilk korkusu, birlikte yol aldığı Kürtler olmuştur. Bu korkuyla ilk andan itibaren mücadele başlamıştır. Koçgiri İsyanı’yla başlayan süreç, sonrasında Kürt isyanlarının biçim değiştirmesiyle devam etmiştir.

Eşitlik ve kardeşlik söylemlerinden ötekileştirmeye geçiş oldukça hızlı olmuştur. Kürtlerin yaşadığı yerler artık sürgün yerleri, gözden uzak, bakımsız ama “sınırlarımız içinde” kalan alanlar olmuştur. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” anlayışı, işte tam da bunu ifade eder.

Kürtlerin varlığı ilk başta reddedilmemiştir. Hatta yasalarda bile eşitlik temelinde yer almışlardır. Ancak “Türk” kavramının yasalara girişi ve ulus-devlet yapısının tamamlanması, 27 Mayıs darbesi sonrası oluşturulan anayasa ile keskinleşmiştir. İlk Kürt davası olarak bilinen “55’ler Olayı” bu sürecin sembolüdür.

Kürtler, kuruluş sürecine isyanlarıyla dâhil olmuş; bu itirazlar ise İstiklal Mahkemeleri eliyle bastırılmıştır. Bu mahkemeler Cumhuriyet tarihi boyunca varlığını korumuş; sadece isim değiştirerek farklı dönemlerde yeniden ortaya çıkmıştır. Siyasi iradenin ihtiyaçlarına göre çalışan bu yapılar, “istikrar” gerekçesiyle meşrulaştırılmıştır.

Bugün bile Kürtlerin ayrılma ihtimali, devletin temel korkularından biridir. İsrail düşmanlığının arkasında da bu korku yatmaktadır. Özellikle Suriye iç savaşı sürecinde “İsrail komşumuz olacak” korkusu sürekli kamuoyuna pompalanmıştır. İsrail'in nüfus yapısının buna izin vermeyeceği gerçeği ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Güneydoğu’daki toprakların İsrail tarafından satın alındığı söylentileriyle korku diri tutulmuştur. Var olan İsrail/Yahudi düşmanlığı derinleştirilmiş, yeni bir nefret söylemi dili geliştirilmiştir. Her dönemin nefret söylemleri benzerlik gösterir ama içerikleri ve hedef kitlesine göre söylem değişiklikleri olmuştur.

Bugün savunma harcamalarımıza yapılan büyük yatırımların temelinde bu “ayrılık” korkusu vardır. Orman yangınlarına su taşıyan uçaklar almak yerine, İHA-SİHA gibi askerî araçlara ve Avrupa yapımı kırk adet savaş uçağına bütçe ayrılmasının nedeni de budur.

Eskiden “Cihanda barış, yurtta barış” sloganı kullanılırdı, şimdi “yurtta barış ama cihanda savaş” konumundayız ve dünyanın değişik ülkelerinde “barış” adına askerlerimiz bulundurulmaktadır.

Komşulara güvenmeyen bir ideoloji, cephe gerisindeki olası yandaşları ya da klasik anlamda “devşirmeleri” hedef alarak savaş hazırlığı içinde yaşamaktadır. Kürtler, bugünkü korkunun temelini oluşturuyor ve hep “emperyalist” devletlerin elinde sopa olarak görülüyor. Kürt kendi en doğal hakkı için mücadele edemez; eğer ediyorsa mutlaka arkasında bir emperyalist güç vardır tezi, “Şeyh Sait” isyanından bugüne kadar korunmuştur.

Savaş konusunda AR-GE ve iktidar yanlısı şirketler desteklenerek İHA, SİHA gibi araçlar geliştirilmesi yerine, orman yangınlarına karşı uçak/helikopter geliştirilmiş olsaydı, daha fazla ve daha geniş bir coğrafyada müşteri bulabilirdi diye düşünüyorum. Orman yangınları küresel bir sorundur, müşterisi istikrarlı şekilde artacaktır.

Ormanlarımız sahipsiz kalıyorsa bu, savaş psikolojisinin bir sonucudur. Yaratılan düşmanlar ve o düşmanlara karşı cepheleşmenin maliyeti yüksektir. Son İsrail-İran çatışmasında öne çıkan “gök kubbe” kavramının yerine, gök vatana “çelik kubbe” kurmak saplantısı, yeşil vatanı unutturmuştur.

Zaten bu iktidarın, iktidara oturduğu günden bu yana yeşili, dereleri, ırmakları, dağları, ormanları düşündüğü yok. Oraları madenci şirketlere açarak “enerji üreteceğiz” diyen sonradan görme işadamlarına peşkeş çekerken, orman yangınlarını stratejik bir araç olarak kullanmıştır. Orman ve sit alanlarından çıkarılan arazileri yandaş şirketlere gerek kiralayarak gerek satarak doğadan koparmış, beton yığını içinde bırakmıştır. Bu sayede oraları doğadan ayırmıştır. Bu yağmadan elde edilen paralarda savaş sanayisinin alt yapısında kullanılmaya devam etmektedir.

Orman ile mücadeleye ayrılan paralar artık o mücadeleye ayrılmıyor; bunun somut örneği, yıllar öncesinden bakanların verdiği sözlerin yerine getirilmemesidir. Bakan sözünü çiğnemek istemez elbette ama bakanların sözü, parayı kontrol edenlerin niyetlerinin yanında değersizdir. Sonuçta oraya ayrılan paralar savaş araçlarının üretimi ve satın alınmasına kullanılıyor; tıpkı işçilerden kesilen işsizlik fonunun batan şirketleri kurtarmak için kullanılması gibi. Amacından farklı amaçlarda para kullanımı alışkanlık hâline gelmiştir. Vergilerin ne için kesildiğinin pek önemi yoktur; ne amaçla kullanıldığının önemi vardır. Bundan dolayı dünyada belki de yalnızca bizde, verginin, vergisi; o verginin de vergisi alınmaya devam etmektedir.

“Kürt açılımı” veya “Terörsüz Türkiye” politikalarının ardında da samimi bir barış isteği değil, Ortadoğu’daki yeni dengelere karşı iç güvenlik ihtiyacı yatmaktadır. Eğer gerçekten Kürtler “kardeş” olarak görülseydi, “eşitlik” kavramı gündeme geldiğinde, bu ülkenin gerçek sahipleri gibi davrananlar avazı çıktığı kadar “terörü ezdik, (açıkça söylenmese de) Kürtlere hak verilmez” diye bağırmazdı.

Terörsüz bir ülke elbette her devletin arzusudur. Askerî harcamaları azalmış, silah yerine sanayiye ve insana yatırım yapan bir ülke hepimizin hayalidir. Ancak geçmişiyle yüzleşmemiş, ötekileştirilmişlerle konuşmak yerine bastırmayı seçmiş bir devletin “açılım” yapması için öncelikle yasalarını, dilini ve duruşunu değiştirmesi gerekir.

Eğer bugün ormanlarımız yanıyor, biz hâlâ savaşa yatırım yapıyorsak; bu, ayrılık korkusu ve travmalarımızla birlikte yaşadığımız anlamına gelir.

Sonuç olarak, orman yangınları politiktir.

İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok: