Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı
Türkiye artık yalnızca yarı-sömürge değil; açık bir sömürge
düzeninin acı gerçekleriyle yüzleşiyor. Bu dönüşümün en çarpıcı göstergesi,
altın madeni bahanesiyle doğaya çöken emperyalist şirketler ve onların
arkasındaki küresel güçlerdir. “Altın arıyoruz” diye gelenler, dağları deliyor,
toprakları zehirliyor, suyu kirletiyor. Geride bıraktıkları şey yalnızca
siyanür gölleri, çökmüş dağlar ve yaşanmaz hale gelmiş köyler değil; yok olmuş
bir denge, susturulmuş bir yaşamdır.
Altın uğruna yok edilen doğanın feryadını duyan yurttaş,
“terörist” yaftasıyla susturuluyor. Hak arayan köylü, suyunu, toprağını,
yaşamını savunduğu için işkenceye uğruyor, mahkemelerde süründürülüyor. Sonunda
şehrin varoşlarına savruluyor; açlıkla, işsizlikle, unutulmayla baş başa
kalıyor. Kendi toprağında mülteciye dönüşüyor.
Bütün bu olanlar bir çevre sorunu değildir yalnızca; bu,
topyekûn bir yaşam katliamıdır.
Altın madenleri yalnızca dağları değil, vicdanları da
oyuyor. Maden ocaklarındaki patlamalar, siyanür sızmaları, toprak kaymaları
“doğal afet” değil, insan eliyle planlanmış cinayetlerdir. Yeraltı suları
zehirleniyor, binlerce yılın kurduğu denge birkaç yıl içinde çökertiliyor.
Ve bu felaketin en can alıcı yanı: Kimse duymuyormuş gibi
davranıyor.
Ben yalnızca hayvanların değil, insanların, doğanın,
çocukların, geleceğin öldürülmesine de karşıyım. “Hayvan katliamına hayır”
deyip savaş tezkerelerine destek verenlerin ikiyüzlülüğüyle artık
yüzleşmeliyiz. Savaş da bir katliamdır. Ormanları yerleşime açmak, orada
yaşayan bütün canlıları yok etmektir. “Enerji” bahanesiyle dağları delmek,
vadileri boğmak da öyledir.
Kaz Dağları örneğin...
O dağlar binlerce yıldır orada. Taş taş üstüne durmuş, bir insan eli değmeden
kendi dengesini kurmuş. O dağlara hiç çıkmayan biri, o taşların nasıl dengede
durduğunu da bilmez; nasıl da devrilmeye hazır durup yine milyonlarca yıldır
yerinden oynamadığını da. Dağlara çıkmayan, dağların ağladığını da duymaz.
Ve işte şimdi, o dağlarda siyanür gölleri kuruldu. Her yıl
artan sıcaklıklarla birlikte orman yangınları baş gösteriyor. Yangınlar
artacak; bu artık bilimsel bir uyarı değil, yaşanan bir gerçek. Peki o
yangınlar, çevredeki kurumuş derelerden su alınamayacaksa, o siyanürlü
göllerden mi söndürülüyor? Gökten yağan küllerin içinde siyanür var mıdır? Bu
soruyu sormak bile, içinde yaşadığımız felaketin boyutunu anlatmaya yeter.
Doğa bağırmaz, fısıldar.
Onu duymak için içimizdeki gürültüyü susturmamız gerekir.
Ama biz şehirdeki konforumuzu, ekran başındaki sessizliğimizi
bozmadan doğayı “izliyoruz.” Doğayı anlamak için onunla yaşamak gerekir.
Dağların sesini duymak için, şehir gürültüsünü susturmak gerekir.
Ve şimdi sıra zeytin ağaçlarında.
Zeytinliğin altını kazmak için yasa çıkarıyorlar. Sadece ağacı değil, toprağa
kök salmış bir tarihi, bir hafızayı, bir kültürü söküp atıyorlar. Zeytin
ağacının altına altın için inmek, köküne dinamit koymak demektir. O kök
söküldüğünde sadece bir ağaç değil, bir yaşam biçimi ölür.
Altın için toprağı, suyu, ağacı, insanı feda edemeyiz. Artık
dur demek zorundayız. Çünkü bu sadece bir doğa kıyımı değil; bir hafıza, bir
kültür, bir vicdan kıyımıdır.
Her türlü katliama, her türlü talana hayır!
Doğaya, insana, hayvana, geçmişe ve geleceğe yapılan her saldırıya hayır!
Çünkü bir dağın feryadı sustuğunda, çok geçmeden insanın felaketi başlar.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder