2 Temmuz 2025 Çarşamba

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Türkiye artık yalnızca yarı-sömürge değil; açık bir sömürge düzeninin acı gerçekleriyle yüzleşiyor. Bu dönüşümün en çarpıcı göstergesi, altın madeni bahanesiyle doğaya çöken emperyalist şirketler ve onların arkasındaki küresel güçlerdir. “Altın arıyoruz” diye gelenler, dağları deliyor, toprakları zehirliyor, suyu kirletiyor. Geride bıraktıkları şey yalnızca siyanür gölleri, çökmüş dağlar ve yaşanmaz hale gelmiş köyler değil; yok olmuş bir denge, susturulmuş bir yaşamdır.

Altın uğruna yok edilen doğanın feryadını duyan yurttaş, “terörist” yaftasıyla susturuluyor. Hak arayan köylü, suyunu, toprağını, yaşamını savunduğu için işkenceye uğruyor, mahkemelerde süründürülüyor. Sonunda şehrin varoşlarına savruluyor; açlıkla, işsizlikle, unutulmayla baş başa kalıyor. Kendi toprağında mülteciye dönüşüyor.

Bütün bu olanlar bir çevre sorunu değildir yalnızca; bu, topyekûn bir yaşam katliamıdır.

Altın madenleri yalnızca dağları değil, vicdanları da oyuyor. Maden ocaklarındaki patlamalar, siyanür sızmaları, toprak kaymaları “doğal afet” değil, insan eliyle planlanmış cinayetlerdir. Yeraltı suları zehirleniyor, binlerce yılın kurduğu denge birkaç yıl içinde çökertiliyor.

Ve bu felaketin en can alıcı yanı: Kimse duymuyormuş gibi davranıyor.

Ben yalnızca hayvanların değil, insanların, doğanın, çocukların, geleceğin öldürülmesine de karşıyım. “Hayvan katliamına hayır” deyip savaş tezkerelerine destek verenlerin ikiyüzlülüğüyle artık yüzleşmeliyiz. Savaş da bir katliamdır. Ormanları yerleşime açmak, orada yaşayan bütün canlıları yok etmektir. “Enerji” bahanesiyle dağları delmek, vadileri boğmak da öyledir.

Kaz Dağları örneğin...
O dağlar binlerce yıldır orada. Taş taş üstüne durmuş, bir insan eli değmeden kendi dengesini kurmuş. O dağlara hiç çıkmayan biri, o taşların nasıl dengede durduğunu da bilmez; nasıl da devrilmeye hazır durup yine milyonlarca yıldır yerinden oynamadığını da. Dağlara çıkmayan, dağların ağladığını da duymaz.

Ve işte şimdi, o dağlarda siyanür gölleri kuruldu. Her yıl artan sıcaklıklarla birlikte orman yangınları baş gösteriyor. Yangınlar artacak; bu artık bilimsel bir uyarı değil, yaşanan bir gerçek. Peki o yangınlar, çevredeki kurumuş derelerden su alınamayacaksa, o siyanürlü göllerden mi söndürülüyor? Gökten yağan küllerin içinde siyanür var mıdır? Bu soruyu sormak bile, içinde yaşadığımız felaketin boyutunu anlatmaya yeter.

Doğa bağırmaz, fısıldar.
Onu duymak için içimizdeki gürültüyü susturmamız gerekir.

Ama biz şehirdeki konforumuzu, ekran başındaki sessizliğimizi bozmadan doğayı “izliyoruz.” Doğayı anlamak için onunla yaşamak gerekir. Dağların sesini duymak için, şehir gürültüsünü susturmak gerekir.

Ve şimdi sıra zeytin ağaçlarında.
Zeytinliğin altını kazmak için yasa çıkarıyorlar. Sadece ağacı değil, toprağa kök salmış bir tarihi, bir hafızayı, bir kültürü söküp atıyorlar. Zeytin ağacının altına altın için inmek, köküne dinamit koymak demektir. O kök söküldüğünde sadece bir ağaç değil, bir yaşam biçimi ölür.

Altın için toprağı, suyu, ağacı, insanı feda edemeyiz. Artık dur demek zorundayız. Çünkü bu sadece bir doğa kıyımı değil; bir hafıza, bir kültür, bir vicdan kıyımıdır.

Her türlü katliama, her türlü talana hayır!
Doğaya, insana, hayvana, geçmişe ve geleceğe yapılan her saldırıya hayır!
Çünkü bir dağın feryadı sustuğunda, çok geçmeden insanın felaketi başlar.

 

İsmail Cem Özkan

 

Hiç yorum yok: