25 Haziran 2011 Cumartesi

Kirlilik kavramı ve Aleviliğin asimilasyonu

Kirlilik kavramı ve Aleviliğin asimilasyonu

Mevlüt Özben tarafından kaleme alınan kitap, resmi Sünni bakış açısı içinde kirlilik kavramı ve Alevilik üzerine yansıması olarak inceleme yapılmış ve görüşmeler ile kitap için sürülen tezlere dayanak bulunmuş olduğunu gördük.
Ayrıntı yayınları içinde çıkan kitap, Burhan Sönmez editörlüğünde yayına hazırlanmış. Mevlüt Özben, Erzurum Atatürk Üniversitesinde Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Okuduğumuz bu kitap anladığım kadarı ile adı anılan üniversite çatısı altında bilimsel yollar gözetilerek hazırlanmış.
Araştırmanın amacı olarak; “Kültürel kimlik temelli farklılaşmalar ve bunların neden olduğu toplumsal sorunlar… (…) kültürel farklılığa dayalı söylem pratiklerinin ve önyargıları bir sosyal anormalite dairesi içerisine yerleştirdiği Aleviliği incelemeye çalıştık.” demektedir. (s.14)
Alevilik, Sünni bakış açısı içinde öteki ve kirlilik kavramı incelenmektedir.
Kitap, kirlilik tanımları ile konuya adım atmış ve sonuçta Sünni bakış açısından Alevilik; kirlilik kavramları temelinde Alevi gençleri ile yapılan görüşmeler ile tezlere yanıt aranmıştır. Kirlilik kavramı ve Sünni bakış açısının Alevileri nasıl rahatsız ettiği, ne kadar içselleştirdiği konusunda alevi gençlerin görüşleri ilerleyen sayfalarda yerini almaktadır.
Bu kitapta ne yapmak istediğini yazar şu şekilde belirtmektedir; “bilimsel akademik usullerin dışına çıkmadan, dinsel bakımından toplumun çoğunluğundan farklı bir özellik gösteren bir toplum kemsinin (Alevilik) sadece bu farklılığın kendisini başkalaştıran ve bütünlüklü bir eşitsizliğe mahkum eden yapısını gözler önüne sermektir.” (S.15)
Boy abdesti kirlik kavramının temelini oluşturmaktadır, suniler boy abdesti aldığı için temiz, Aleviler almadıkları için kirlidir. Bu kirlilik kavramı içinde Alevilerin varlık sebebi, Sünni iktidar için gerek görüldüğünde “korku” için bir temeldir. Sünni iktidar gerek gördüğünde, (Maraş, Çorum, Sivas’ta olduğu gibi) kitlesel katliamlar için ortam hazırlamakta ve o ortam içinde kendi iktidarını pekiştirmektedir.
Alevilik bir sorun olarak ortada durmaktadır, bu sorunun çözüm yolu olarak ne yapılmalıdır sorusuna Sünni iktidarın cevabı hazırdır, korkutarak sindirmek ve asimile etmektir. Asimilasyon için en önemli araç Diyanet İşleri Başkanlığı bir kurum olarak Alevilerin önünde durmaktadır. (s.93) Çünkü Alevilik İslam dini içinde ya da tartışması yerine yok etmek üzerine ortada durmaktadır. Devlet mekanizması Alevileri Sünni inancı içinde eritmek ve bireylerini kendilerini kirli hissettirmek ve karşısında bir duvar örerek onları kalıp değiştirerek toplum içine kaynaşmasını yani asimile olmasını sağlamak için elindeki her türlü olanağını kullanmaktadır. Görüşmeler içinde bunun yansımalarını görmekteyiz. Alevi gençler kendilerini Sünni arkadaşlarının çok olduğu yerde saklamakta ve onlara göre daha temiz olmak için ayrıca çaba sarf ettiklerini söylemektedirler. Peki, bu durumda Sünni arkadaşların görüşleri nedir? Sünniler Alevi bir genci ile arkadaşlık kurmak istediğinde ne yapmaktadır? Evliliklerde nasıl sorunlar yaşanmaktadır? Bu konuda alevi gençlerin gözleri ile yansıtılmaktadır ve onların sözlerini doğru kabul etmektedir, çünkü sürülen hipoteze göre söyledikleri doğrudur. Kitap baştan belirlenen hipotezlere doğrulayan bir kurgu içinde yol almıştır. Bu çalışmanın baştan belirtildiği gibi bilimsel değil, taraflı, önyargılara göre hazırlandığına şahit oluruz. Devlet mekanizmasının bakış açısı ile yazarın bakış açısı arasında bir paralellik görmekteyiz, bu çalışma Türk üniversitelerin bakış açısını da yansıtması açısından ilginç bir çalışmadır.
Yazar son bölümde; Sünni “çoğunluk kültürünün “kirlilik” üzerinden gerçekleştirdiği ötekileştirme ile de asimilasyonun nesnesi haline getirilmektedir.” (s.95) denmektedir. “Liberal politikaların ve açılım vaatlerin çıkmaz sokak olduğu, tüm azınlık gruplar gibi aleviler içinde geçerlidir. Çünkü liberal vizyon, kirlettiklerini temizleyemeyecek kadar mağrurdur.”(s.96)
Yazar sorunun çözümü için yapmış olduğu öneri; “empati geliştirebiliriz. Empati ye dayalı imgeleme, kişinin kendi kendisini başkasının bedeninde ya da koşullarında tasavvur etmesiyle ulaşabilir… toplumsal sorunların çözümü için politik yol göstermelere değil, vicdanlarımızın yol göstericiliğine daha çok güvenebiliriz.” (s.97) demektedir. Kısaca kişilerin vicdanı ile bu sorunun çözülebileceğine, siyasi çözümlerin aslında çözüm üretmeyeceğine, alevi örgütlerin varlığı, iktidarın elini güçlendirildiğine vurgu yapmaktadır.
Mevlüt Özben sonuç olarak bu çalışmasında pek bir şey söylememektedir, Alevilerin kirli olduğu inancının hala devam ettiği ve bunun değişmesi için nasıl bir yol izleneceği konusunda bir önerisi yoktur. Akademik çalışma olması açısından belki bir ilk olması nedeniyle dikkati çekmesine rağmen, resmi söylemin bilimsel şekilde tekrarlanmasından öteye bir anlam ifade etmemektedir.
Kitap, tartışmaya kapı aralamak amacıyla yazıldığını söylemektedir, aslında resmi söylemin başka açıdan tekrarından öte ve onların tezlerinin elini güçlendirici bir vurgudan öte anlam ifade etmemektedir. Bilimsel çalışmaların bu seviyede olması elbette yazarın sorunu değildir, üniversitelerin eğitim seviyesini de göstermektedir. Eğitim en büyük asimilasyon aracı olmaya devam etmektedir, Alevileri ilk eğitimden son eğitime kadar her alanda asimilasyon yapmak için müfredat hala yürürlükte ve Aleviler negatif olarak ayrıma uğramaya devam etmektedir. Alevilerin bu durumdan kurtulmasının tek bir çıkış yolu vardır, yasalar ile pozitif ayrımcılık yapılması ve Alevileri küçümseyen, alçaltan ve gururları ile oynanan demeçlerin ortadan kalkması için yasal düzenlemelerin yapılması şarttır. Vicdanlara kalırsak eğer, Alevilik inancı tamamı ile yok olacaktır, çünkü devlet her türlü baskı aracı ile Alevilerin karşısında durmaktadır. Hükümetin başkanı halkı Alevilere karşı kışkırtmaktan çekinmemektedir, hükümet taraftarı gazetelerde komşu ülkede olan gelişmeler karşısında tüm Alevilerin öldürülmesi ya da sürülmesi yönünde açıkça görüş bildirilebilmektedir. Yaşanan süreç bir kırılma sürecidir, tarihin bu kırılma noktasında Aleviler düşman olarak gösterilmekte ve daha da dışlanmaktadırlar. Alevilerin yapmış olduğu bir etkinlikte ölenler suçlu, öldürenler ise zaman aşımından dışarıda bırakılmak istenmektedir. Mahkum olanların ise birer kader kurbanı olduğu için af edilmesi konusunda görüşler açıkça söylenmektedir.
Sosyolojik olarak incelenen bir kavramın bir çok yönü eksik bırakılmış, sonuç itibarı ile Aleviler kirli oldukları veya kirli olarak gösterildikleri için düşman değil, devletin "bakası" için düşman bırakıldıklarına şahitlik ediyoruz. Alevilere tek seçim hakkı tanınmaktadır, “inancını terk et ve Sünnileş” denmektedir. Şehirleşen Aleviliğin önündeki en büyük tehlike işte bu bakış açısı içinde yatmaktadır. Aleviler homojen bir yapıya kavuşturularak, devletin inanç açısından %99 içinde yeri alması beklenmektedir. Devlet idare eden sağ, sol iktidarların temel düşüncesinde de bu görüş yatmaktadır. İktidarların değişmesi devlet politikasının değişmesi anlamına gelmez, Aleviler devlet için kirlidir, bir kirlik ancak asimilasyon veya katliamlar ile sindirilerek yok edilmesi politikası hep varlığını korumaktadır. Kitap var olan gerçekleri geniş açıdan görmek yerine ayrıntısına bakmış, tartışmanın boyutunu bir yere kanalize ederek sorunun temel felsefesinden uzaklaşmasını sağlamaktadır, vicdanlara bırakarak sorun çözülür diye de önerme bulunarak nereden baktığını saklamamaktadır.
İsmail Cem Özkan
Mevlüt Özben, Kirlilik kavramı ve Aleviliğin asimilasyonu, Ayrıntı Yayınları, 2011

23 Haziran 2011 Perşembe

Çalındı yaşamımız…

“Ben yazı yazamıyorum” dedi, “yazmak istiyorum ama başaramıyorum”…
“Senin suçun değil” dedim, “çünkü senin hayallerini çaldılar”…
“Anlamadım” dedi…
Anlatayım kısaca;
“Okula başladığında aslında hayallerini çalmaya başladılar, ilk sıraya oturduğunda, sana ödevler vermeye başladılar.
Tekrarlattılar harfleri ve kalıp cümleleri.
Binlerce çocuk ile birlikte farklı sınıflarda aynı şeyi bağırdın.
“Ali topu tut!”
Öğretmenlerin sesleri değişti ama çıkardıkları ifadeler hep aynı oldu. Tek tip ve aynı zamanda bütün çocukların hayallerini çalmaya başladılar.
Çocuklara, okula başlamadan önceki hayalleri sorulmadı, onları geliştirmeleri için fırsat tanınmadı, aksine devletin belirlediği kalıplar içinde eğitim “a” ile başladı…
Sonra sınavlar başladı, sınavlarda çocukların durumları ölçüldüğünü sandın, elbette görünen ile gerçek arasında fark hep var olmuştur, sen görünene inandın, tıpkı annen ve babanın inandığı gibi.
Arada öğretmeni kontrol eden müfettişler geldi, sizlere soru sordular, heyecan ile parmak kaldırdın, onların istedikleri yanıtı verdin. Onların istediği cevabı verdiğinde mutlu oldular, öğretmen “aferim” aldı…
Sen, öğretmen mutlu oldukça mutlu oldun…
Öğretmeni kontrol için sınavlar koydular, ama sen öğretileni sınadıklarını sandın, sınanan sen değildin, öğretmenindi, çünkü onlar profesyoneldir ve profesyonellerin başarı düzeyi ölçülüyordu.
Sınıf ortalamasının belirli düzeyde olması önemlidir, sınıfta başarılı, orta ve başarısız öğrencilerin olması kadar doğal bir şey yoktur. Her karne seni kontrol etmek amacı ile verilmezdi ama sen kendi başarın olarak algıladın, çünkü hayalin çalınmıştı, karnenin ne için verildiğini bile düşünemeyecek konuma gelmiştin.
Başardın, mutlu oldun, kurdele aldın, arkadaşların içinde itibarın oldu.
Gerçekler çarpıtılmıştı ve sen onların hayallerini göreceğin bir ortam içinde yaşama adım atıyordun.
Halüsinasyonlar için artık ortam hazırdı, onların gerçeklerini ‘gerçek’ olarak algılamaya başladın ve onlar için, iyi bir yurttaş olmak için bütün gücün ile çabaladın.
Enerjini bitirdiler; sınavlar arasında, şıklar arasında yaşadın.
O yüzden hep sınavlara girdin. Onların istediği cevapları aradın, bulunca geçtin ödül olarak sınıfı ve sen okulu bitirdiğinde onların istediği birey oldun.
Hayalsiz, kuru ve şehir çocuğu olarak, onların yarattığı bireydin ama hayallerin yoktu, onların hayalleri vardı, onların gerçekleri ve tarih bilgisi ile dünyaya bakıyordun.
Okula başlamadan önce gördüğün hayallerin, oyunlarda kullandığın fantezilerin yok olmuştu. Çalışan ve birilerine hizmet etmek ile yükümlü bir canlı oldun, o yüzden yazı yazamadın, çünkü yazı yazmak kurgudur. Kurgu ise, hayaldir. Hayalleri çalınan çocuğun kurgusu olmaz, o yüzden makale yazmakta zorlandın…
Bugün makale yazanlara bakıyorsun, nasıl yazdıklarını düşünüyorsun, çünkü sen de yazı yazmak istiyorsun ama başarmıyorsun, çünkü senin hayallerini çaldılar. Yazanlarda zaten onların hayallerini yazıyorlar, dikkat edersen kendi hayalini yazan insan yok gibi…
Gazetelerde okuyorsundur, akıl veriyorlar, soru dahi sormadan var olan sorulara yanıt arayan bir çok yazı ile karşılaşıyorsun. Senin düşünmek istediğini dillendirmiş olarak görüyorsun, bazılarına yakınlık duyuyorsun, işte bu yakınlık duymak senin ne kadar toplum için yetiştirilmiş birey olman ile iletilidir. Toplum için yetiştirilen bireyler, doğal olmayan hastalıkların pençesi içinde psikiyatristlerin kapsında sıraya girmiş durumdalar, girmeyenler ise toplumsal hastalığın içinde yaşadıklarının farkında olmadan bir birlerini boğazlamaya devam ediyorlar.
Yazı yazmak kurgu işidir, kurgu ise hayal ile bire bir bağlantısı vardır. iyi eğitim görmüş toplumlardan büyük yazarlar çıkmaz, çünkü o iyi eğitim görmüş toplumların bireylerinin özgün hayalleri yoktur...
Sanayi toplumlarında çocukların oyuncakları bile tek tiptir, bir çok değişik fabrika ürünü oyuncak görürsün mağazalarda ama aslında hepsi tek tiptir. Hamburger yanında verilen oyuncak çocuğun hayalini çalar…
Senin hayalini sadece okulda çalmadılar, fast food ürünü yerken, tv dizilerini seyrederken, sinemada film izlerken çalındığının farkına bile varmazsın…
Suç senin değil, senin hayallerini çalanlar senin yazı yazmanı ve görüşünü paylaşmanı engellediler, çünkü onlar senin emeğinden, enerjinden kar etmeyi düşünüyorlar. Hayali olmayan bireylerin oluşturduğu toplumlarda ise yönetmek ve yönetilmek için karmaşık sistemler kurmaya gerek yoktur, kapı kulu olur hayali olmayanlar…
Hayali olmayan bireyleriz sokaklarda dolaşan …”
Sessizlik içinde bir birimizin gözüne baktık… Sessizce konuştuk;
“Çalınan sadece hayallerimiz mi?”
İsmail Cem Özkan

22 Haziran 2011 Çarşamba

Bütün insanlar aptaldır…

Bütün insanlar aptaldır…

Evet, yanlış okumadınız, bütün insanlar aptaldır, buna ben de dahil… Aptal olduğumuz için doğayı yok ediyoruz, çünkü ancak aptallar bindiği dalı keser… Aptallar doğru ve yanlışı ayırt edemez. Bugün yaşadığımız aptallar çağında, hangi insan doğruyu ve yanlışı gerçekten ayırt edebiliyor? Yaratılan halüsinasyonlar ve gerçek olmayan gerçekler içinde yaşayan insan, acaba en son ne zaman ayağını doğal bir toprağa bastı?
Bütün insanlar aptaldır, çünkü yaşadığı doğayı yok ediyor. Doğadan koparak kendi yaşam alanını kuran ve doğaya karşı yapmış olduğu savaşta zafer ile çıkma şansı olmayan insan, bu sonu olmayan savaşta her geliştirdiği teknoloji ile hem doğayı hem de kendisini yok etmektedir. Doğaya karşı yapılan savaş aptalların işidir, çünkü aptal bindiği dalı kesmeye devam ediyor…
İnsan düşünmeye başladı ve ilk düşündüğü şey yaşadığı yeri değiştirmek ve daha rahat ve güvenli bir yaşam alanı kurmak olarak tasarladı, o yüzden bitkileri, hayvanları evcilleştirdi. Evcileştirdi ama kendisini de biçimlendirdi, evcileştirdi, doğadan koptu. Doğadan kopan insan şehri kurdu, daha rahat ticaret ve çalışmadan para kazanmak için… Başkasının emeği üzerine rahat yaşam kurmak isteyen insan, yanında çalışan hemcinslerini köle yaptı, evcilleştirdiği hayvanlar gibi. Evcil hayvanlar başka insanları da (para karşılığında satın aldığı ya da zor ile köle yaptığı insanları) gibi kapı kulu yaptı, kendisine hizmet etsin diye ve onları aptallaştırdı, kendisine sadık kalsınlar diye. O yüzden okullar kurdu, okula giden her çocuğun aptal olacağını bilerek kurguladı, çünkü çocuk doğaya ait duyguları ve hayalleri vardır ve bütün dünyanın çocukları aynı şekilde güler, acıları ise farklı sesler ile ifade ederler. Aynı şekilde gülen çocukların seslerine biçim ve sistem verdiler ve onları aptallaştırdı insan.
Kapı kulu olan, ev sahibine hırlamaz, kapıdan geçen her hangi bir gölgeye hırlayan canlı yarattı, gücü elinde bulunduran insan ve onların yaratmış olduğu sistem. Dostu yok dedi, insanın insandan başka… Bazen insan kelimesi yerine bir isim uydurdu, millet adı dedi uydurduğa isime…
İnsan aklını kullanmaya başladı ama aptallaştı, çünkü doğaya karşı açtığı savaşta doğadan koptu. Doğadan kopan insan kendi sonunu hazırlarken doğayı da yok etmeye başladı. İnsan yer yüzüne hakim olduğu günden bu yana, kaç canlı türü yeryüzünden doğal olmayan şekilde soyu kurudu, kaç yeni virüs üretti? Virüs üretti çünkü savaşta kullanılmak üzere bir silah olarak düşündü, kaç insanı, kaç canlıyı yok eder diye ürettiği virüsü hiç çekinmeden ve haber vermeden insanlar ve doğa üzerinde denedi. Kendi ürettiği atom silahlarını yeryüzüne değmeden patlayacak şekilde planladı ve uyguladı, bir şehri ve içindekileri ile birlikte yok ederken, bütün dünyayı radyasyon ile etkiledi ve bu etkiyi yıllarca bütün insanlardan sakladı. O kadar büyük aptal ki, temiz enerji diye radyasyon üreten santraller üretti ama çöplüğünü ne yapacağını bilemedi. Çöp üretenler kendilerinin yaşamadıkları topraklara çöplerini gömdüler, o topraklardan sızan radyasyonun sadece orayı etkileyeceğini düşündüler ama gök kubbenin tek olduğunu, doğanın bir bütün olduğunu ve bir yerde gelen felaketin bütün evreni kucaklayacağını düşünemedi. İnsan; gözü dönmüş, para hırsı içinde, egosuna teslim olmuş aptal olduğunu farkına varamadı, çünkü aptallar kendilerine ayna karşısında bakmaz, hedeflediği amaca ulaşır ve onu elde etmek için her aracı meşru sayar.
İnsan aptaldır, çünkü bindiği dalı kesmeye devam ediyor, yarattığı doğadan kopuk evreninde, doğanın bir parçası olduğunu unutarak, her yeri ama her yeri kirletmeye devam ediyor... Doğayı doğal olmayan nesnelerle kirleten insan aslında kendisini kirletiyor, yok ediyor. Bunu görmek istemediği içinde kirletmeye ve katlanarak kirletmeye devam ediyor. Ve yeni teknoloji diye insanın yaşamını yok eden, insanı düşünmeyen canlı haline getiren ürünler yaratmaya ve üretmeye devam ediyor. Kısaca insanı kapı kulu yapmaya yarayan yaşam düzeni geliştirmeye devam ediyor.
Yeni sistemler, yeni sosyal ilişkiler kurmaya ve geliştirmeye devam eden insan, aslında doğanın bir parçası olduğunu unutarak, doğa içine para kazanmak için turlar düzenliyor ve para kazanacağı bir dere gördüğünde hemen oraya set kurup, diğer canlıları düşünmeden yok ediyor. Göçmen kuşları kurulan o barajın üstünde dönerek gidecekleri yolarlını kaybediyor ve bir canlı türü de bu sayede yok oluyor, çünkü göçmen kuşlara yönünü kaybettirirseniz, onlarda gitmeleri gereken yere gidemeyerek yok olacaktır… Kısa süreliğine bir yere bereket getirseler de, üreyemeyen kuşlar bir daha mavilikler içinde göremeyeceğiz, onların aşıladığı ne çiçeği, ne ağacı bir daha göremeyeceğiz doğa içinde… yok ediyoruz, doğayı, dereleri, kuşları ve ağaçları, çiçekleri ve de kendimizi…
İnsan aptaldır bütün diğer hayvanlara ve canlılara göre, çünkü onlar en azından doğal olan karşısında ve doğa yasası karşısında boyun büküyor, insan isyan ediyor ve isyanı onun sonu olduğunu görmüyor. Doğadan kopuk yaşayan her hayvan aptaldır, çünkü doğruyu ve yanlışı ayırt edemez.
İsmail Cem Özkan