19 Mart 2022 Cumartesi

Reklamlarda tarih işlenir…

Reklamlarda tarih işlenir…

 

Çanakkale savaşı bir sanal yanılsama olarak reklamlarda sunuluyor...

 

Zafer olarak kabul edilen çatışmalar olduğu dönemde ülkenin adı Osmanlı Devleti, genelkurmay başkanı bir Alman / Osmanlı vatandaşı yani çift kimlik taşıyan vatandaş (Friedrich (Fritz) Bronsart von Schellendorf (1864 – 1950), meclisi İstanbul’da...

 

Osmanlı devleti çok kültürlü, çok dilli ve coğrafyası geniş bir ülke. Henüz ortada ne cumhuriyet, ne de Mîsâk-ı Millî gibi kavramlar var...

 

Osmanlı İngiliz cephe savaşında İngilizlerin kısa yoldan savaşı sonlandırıp; Osmanlıyı erkenden parçalara ayırıp, Rus, Fransız, İtalyan emperyalist devletler arasında paylaşımı...

 

Savaşın ruhunda var; paylaşım...

 

İngiliz dediğime bakmayın siz, o da Birleşik Krallık... İçinde Avustralya'dan, Yeni Zelanda, Hindistan’dan, İrlanda’ya... Birleşik krallık, Osmanlı devleti gibi içinde değişik halkları barındıran devlet yapısını var. Bugün Büyük Britanya denilen sınırlar içinde de halen halklar var...

 

Savaşta karşılıklı emperyalist devletler...

 

İngiliz emperyalizmi, Osmanlı emperyalist diyeceğim de ne sanayisi var, ne de öyle bir anlayışa sahip, gitmiş Yemen’e askerini kurban vermek dışında oradan ne kültür, ne zenginlik alıp gelmiş ülkemize. Bugün Yemen’den biz sadece türkü sözü kalmış, acı kalmış, hasretlik kalmış ama başka bir birikim yok... Ha diyeceksiniz ki kahve kahve! Yemende kavrulan kahvenin kokusu gelmiş ülkemize... Hadi emperyalist demeyelim de sömürge diyelim, değişen ne olur bilemedim!

 

Kısaca Çanakkale zaferi denilen kavram sadece Türklere ait bir kavram değildir, yenilgi de sadece İngilizlere ait bir kavram olmadığı gibi...

 

Çanakkale'nin en büyük nimeti Rus devrimidir…

 

Eğer İngilizler geçmiş olsaydı son Rus Çarı II-Nikolay bugün bir kahraman olarak anılmaya devam edilirdi...

 

Çanakkale savaşını kutlaması gereken devrimi savunan Ruslar olduğunu düşünüyorum!

 

Peki, biz neden kutlarız Çanakkale zaferini?

 

Çünkü, ulus devletimizin doğuş yeri olarak gösterilir, gerçi ulus devletimizin kuruluş süreci bir savaş ile başlamadı, İkinci Meşrutiyet’in ilanı (24 Temmuz 1908) ile İttihat ve Terakki Partisinin iktidara gelişiyle olur. Çanakkale savaşsının olduğu süreç bu partinin iktidarda olduğu süreçtir. Genç cumhuriyetimiz için yakın zamanda yaşanmış bir zaferin milli birlik için önemli olduğu fikri ağır basmış ve bu savaş ulus devleti fikriyatı topluma işlenmesi için kullanılmıştır. Tıpkı İstanbul Fatih tarafından fethi gibi yeni bayramın eklenmesi gibi…

 

Bayramlar eklenir ve çıkarılır, rejim neye ihtiyaç duyuyorsa… Yakın tarihimizde bir çok bayram eklendi ve çıkarıldı, üstelik sadece ulusal değil, dini bayramlarda da aynı süreci yaşadık…

 

Uluslaşma süreci, homojen toplum yaratma perspektifi ve milli duygu ve düşüncenin oluşturması tarihten kök bulması gerekliydi, öte yandan genç cumhuriyet Osmanlı imparatorluğunun devamı olduğu ve birden ortaya çıkmadığı vurgusu yapılmalıydı. İktidar ve rejim değişikliği elbette kendisine anlı şanlı bir geçmişte kök bulacaktı… Önemli olan gerçekler değil, ihtiyaçlara cevap verecek bir tarih okuması yapılacaktı, yapıldı da…

 

Bugün ülkemiz sürekli seçim atmosferi içindedir.

 

İktidar da muhalefette seçim atmosferi içinde eğitim ile verilen tarihi bilgileri kullanarak bir propaganda aracına dönüştürmüştür. Şirketler milli gözükmek uğruna, bir anlamda küresel firmaların bir taşeronu, temsilcisi olduğunu üstünü örtmek için ulusal bayramlarda reklam spotları hazırlayıp, tüketicisine yerli ve milli vurgusu yaparak ürününü pazarlama aracı olarak kullanmaktadır… Kısaca ulus devleti için oluşturulan tarih bugün ürün pazarlama ve tüketiciyi kendi ürününe yönlendirme, siyasi partiler açısından da yerli ve milli olduğu vurgusunu göstermek adına seçmenini kendi partisinin logosu üstüne evet damgasını basmasını sağlamak için kullanmaktadır…

 

Sonuçta dini bayramlarda yaşanan durum ulusal bayramlar içinde yaşanmaktadır…

 

Bir yandan dini bayramlarda kutsal günlerde sofralarımızdan eksik etmeyeceğimiz küresel markalar “helal” etiketi ile tüketiciye sunulurken, ulusal bayramlarda onurlu bir geçmiş, onurlu bir gelecek için “bizi tüketin” diyerek bilinçaltına işlenen reklam spotları ile bize sunulur…

 

Reklamlarda bir tarihi bilgi işleniyorsa, elbette reklam spotları gerçeği değil, tüketicinin duymak istediğini öne çıkaran sloganları ve bilgileri kullanacaktır, çünkü reklamcılar tarihi yazmaz ama tarihi tahrip ederek bilinçaltına seslenerek, yeni tarihin yazımına rejimin/iktidarın ihtiyacına uygun bir söylem geliştirir.

 

Kimse gerçekler ile yüzleşmek istemez, destanları gerçek olarak kabul eder ve onların gerçekliğini tüm dünyaya anlatmak ister. Bayrakları sarılıp, meşaleler ellerde gece yürüyüşü yaparak ulus devletin bir parçası olduğu için onur ve gurur duyarak gönül rahatlığı ile gece yatağına huzur ile başını kor ve uyur…

 

Okullarda okutulan tarih rejimin ihtiyaç duyduğu doğrulardır, gerçekler çok farklı olması eğitim için bir sorun teşkil etmez, çünkü sisteme uygun birey ancak eğitim ile başarılır…

 

Sadece reklamlar deyip geçmeyin, altında yatan gerçeklere iyi bakın!

 

Gerçekler var olmuş olanı ne büyütür ne de küçültür tarih içindeki konumunu… Biz gerçekler ile gerçekten yüzleşmeye ne kadar hazırız sorusu hep ortada durur, eğer geçmiş ile yüzleşilmiş olsaydı bugün toplum içinde yaşanan bir çok gerilimin çözülmüş olduğunu görürdük, fakat bilinçli bir şekilde geçmişimizi “yeniden yarattığımız”, oluşturduğumuz geçmişi hep gerçek ve doğru görme eğilimi içinde olduğumuz sürece ülke içinde nefret söylemi rejimin ihtiyacına göre söylemde değiştirilerek kullanılmaya devam etmektedir… Kısaca çatışma beslenir…

 

Çatışma bir siyasi ihtiyaca cevap verdiği sürece kullanılır, çünkü ülke içinde cepheleşme tüketir/çürütür ama bir yanda da var olanı korur!

 

İsmail Cem Özkan

 

Not: Gözden uzak tutulan bilgiyi de paylaşayım;

 

Çanakkale Savaşı sırasında Alman devleti tarafından şark cephesine atanan Osmanlı ordusunu denetleyen ve kontrol eden subaylar;

Osmanlı Genelkurmay Başkanı General Friedrich Bronsart von Schellendorff,

Osmanlı 1. Ordu Komutanı ve Gelibolu’da kurulan V. Ordu Kumandanı olan General Otto Liman vonSanders,

Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Akdeniz Filosu komutanı Tümamiral Souchon,

Çanakkale Boğaz Donanma Komutanı Amiral Von Usedom,

Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Koramiral Merten,

Karargahta görevli ve Çanakkale’deki V. Ordu Topçu Kumandanı Tümgeneral Gressman,

Osmanlı Genelkurmay 1 nci Şube Müdürü Yarbay Kres von Kressenstein,

Güney Bölge Komutanı (Üç tümenin Komutanı) Albay Vbn Zodenstern,

Güney Bölge Kurmay Başkanı Süvari Binbaşı Cari Mühlmann,

Hamidiye Tabyası Komutanı Yüzbaşı Wasillo,

Erenköy Bölgesi Ağır Topçu Komutanı Yüzbaşı Werle,

9 ncu Tümen Komutanı; 16 ncı Kolordu Komutan Vekili Albay Kannengieser,

Güney Grubu Komutanı Tümgeneral, 15 nci Kolordu Komutanı Weber,

Güney Grubu Kurmay Başkanı Yarbay Thauvenay,

1 nci Kolordu (Sağ Kanat) Kur. Bşk. Binbaşı Eggert,

3 ncü Tümen Komutanı, 2 nci Kolordu Komutanı Albay Nicolai,

Güney Grubu Topçu Komutanı Yarbay. Binholt

14 ncü Kolordu Komutanı Tuğgeneral Trommer

5 nci Kolordu Kur. Bşk. Yarbay. Albrecht,

13 ncü Tümen Komutanı Albay. Hovik,

9 ncu Tümen Komutanı Yarbay. Pötrih,

Anafartalar Bölge (Müfreze) Komutanı Yarbay. Wilmer,

Ağır Topçu Grup Komutanı (Anafartalar) Binbaşı Lierau…

 

Tüm 1. dünya savaşa boyunca hem Osmanlı Ordusunun komuta ve kurmaylık kademesi dahil tüm cephelerde toplam 40.000 kadar Alman askeri savaşmıştır.

 

 

18 Mart 2022 Cuma

Destan yazdık!

Destan yazdık!

 

Destanlar yazıldı, olayın içinde olanların çoğu destanın bir parçası olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti…

 

Destanlar kötü koşullar zafere dönüştüğünde yazılır.

 

Çanakkale zaferi içinde Ermeniler de olmak istedi, gittiler cepheye, sonra bir kararname geldi, hepsini topladılar ve Suriye çöllerine sürgün edildi Ermeni Mehmetçikler... Yahudi Mehmetçikler ise levazım işlerinde çalışmaya devam ettiler...

 

Bitler ve pireler ile mücadele etti Mehmetçik, birleşik krallık askerlerinden daha çok...

 

Bir yandan İspanyol gribi, öte yandan bitler...

 

Ölenlerin çoğu İspanyol gribinden bile haberi yoktu, kaderdi onlar için, fakirin çocuğu ölmüş cephede, kim arayacak kim soracak. Kaydı tutulduysa şanslı, haber gider memleketine, bir de madalyon...

 

Bir de şehitler üzerine söylenen nutuklar...

 

Zafer ilan edildiğinde ölenlerin listesinde acaba kaçı süngü ile ölmüştü, kaçı yokluk sonucu korumasız bir şekilde gözlerini yumdu?

 

Zafer, zafer diye kutlama yapılırken, dönemin şartları, gerçekleri yok sayılıyor, gözden uzak tutuluyor, çünkü bizim anlı şanlı bir zafere ihtiyacımız vardı...

 

Balkanlardan kovulmuş, Kıbrıs’ı İngilizlere emanet etmişiz, kuzey Afrika’da kaybetmişiz, o kadar yenilgiden sonra bir zafere ihtiyacımız vardı, onu da Winston Churchill bize elleri ile sundu...

 

Churchill'in ellinde her türlü olanak vardı, provokasyon yaparak Osmanlıları kendi saflarında değil Almanların safında savaşa sürüklemişti... Osmanlı hangi taraftan savaşa girerse girsin, girdiği tarafa yük olacağını çok iyi biliyordu... Parasını aldığı gemileri bile vermedi Churchill...

 

Fakir, yenilmiş, morali çok düşmüş, ittihat ve terakki partisi idaresinde Osmanlının bir çok eksiği olduğunu almanlar da biliyordu. Garp cephesi kilitlenince şark cephesi açılması gerekliydi, o şark cephesi ne kadar geniş alanda açılırsa Almanların işine gelecekti. O yüzden Osmanlı ordusunun başına kendi ama tecrübesiz askerlerini atadı, bunu Osmanlı kabul etmek zorunda kaldı...

 

Osmanlı topraklarında yenilgiler garp cephesini zaferler ile süslenmesi anlamına geliyordu... Çünkü birleşik krallık kuvvetleri parçalanacak, zafer kısa yoldan Londra’da, Paris’te ilan edilecekti..

 

Osmanlının elinde silahtan ve teknolojiden daha çok iman vardı ve Almanların lehine cihat ilan edildi ama cihada karşılık bulamadı, çünkü halife biziz diyerek sadece kendi kendimize propaganda yaptığımız ortaya çıkmıştı. Kimse tanımamıştı, unvan olarak kullanılmıştı yıllar boyunca, sadece Mekke’de örtü değiştirme kurumu olarak kabul görmüştü...

 

Almanlar üzerilerine aldıkları yükü biliyordu, risklerini göze alarak geniş alana savaşa yayarak garp cephesinin tıkanıklığını aşmayı seçti...

 

İngilizlerin iteklediği Osmanlı ister istemez savaşın içine girdi...

 

O zamanlar hamburger pek bilinmezdi ama ilk hamburgerin içindeki köfte biz oluyorduk! Afiyet ile yenilecek, üzerine ketçap ile tatlandırılacak bir hamburger... Zaten köfteyi bizden öğrenmişlerdi, o halde ilk yenilecek olan da bizdik!

 

Zaferler hep üst rütbeliler ve siyasilerin hanesine yazılan pozitif işlerdir, yenilgiler ise beceriksiz alt kademedeki askerlerdir... Bir hesap sorulacaksa eğer siyasilerden daha çok cephede istenileni istediği gibi yapmayı bilmeyen hatta ölmeyi bilmeyen Mehmetçikten başkası olamazdı...

 

Çanakkale’de destan başlangıçta başka türlü yazıldı, suçlanacak birisi yerine kutlanacak birileri vardı... Otto Liman von Sanders'in resmini yaptılar kocaman! Yağlı boya resmi bugün bile İstanbul Alman Konsolosluğunun kutlama salonunda asılıdır...

 

Zafer kutlanacaktı ama gelecek olan devlet içinde bir zemin oluşturması gerekliydi, öyküler ihtiyaca göre değiştirecekti, çünkü görünmeyen küçük başarılar abartılarak ileride değiştirilip yeniden tarih yazıcılar tarafından yazılacaktı...

 

Destanlar olanı değil, gönülde olması gereken duygulara göre yazılır...

 

Tarihten bir zemin bulamayan devletlerin geleceği olmaz...

 

Bizim cumhuriyetin tarihteki zemini tek zaferin üzerine oturması gerekliydi, oturdu da! Eğer Sarıkamış’ta hezimet değil de zafer olsaydı, belki Sarıkamış olacaktı bizim destanımız temelinde! Enver paşa zaferi kolay yoldan edeceğini düşündü tıpkı Churchill gibi, sonu onun gibi oldu...

 

Bugün Enver Paşa'yı maceracı görenler, o günlerde kurtarıcı olarak görüyorlardı... Eğer Paşa aklında olanı gerçekleştirebilseydi ama o pek farkında değildi, soğuk, bit ve pirelerden... Bizi düşman yenmedi, bizi koynumuza alıp beslediğimiz bitler, pireler ve soğuk hava yenmişti... Kışlık kıyafeti olmayan Mehmetçik, ayaza karşı fazla dayanamadı, dondu!

 

Zaferi ne bir kişi kazanır ne de bir insanın iradesi zaferi belirler...

 

Olayları iyi yorumlayamayanlar süper kahramana ihtiyaç duyar ve süper kahraman gelir bir ulusu ayağa kaldırıp kurtarır... Hayatta böyle şey yoktur ama ileride yayınlanacak tüm süper kahraman çizgi romanlarda bu bol bol işlenecektir... O imgeler beynimize o kadar çok yer elde eder ki bugün bile Godot'u bekler olduk, gelecek ve bizi kurtaracak!

 

Godot gelmedi!

 

İspanyol gribinin yerini corona aldı, bizi bugün bit ve pire yemiyor ama başka şeylerin yediği kesin! Süper kahraman bekliyoruz, gelsin de bu acılar bitsin diye!

 

İsmail Cem Özkan

15 Mart 2022 Salı

İlkelerin suistimalı olmamalı…

İlkelerin suistimalı olmamalı…

 

İsrail devleti protesto konusunda sanırım bir kafa karışıklığı var. Filistin mücadelesi henüz sol olduğu dönemlerde antiemperyalist bakış açısına uygun olarak Filistin halkı ile dayanışma yapılıyordu. Dayanışmanın ikinci boyutu ise ileride ülke içinde yapılacak mücadele için pratik kazanma ve oradan elde edilen tecrübeleri ülkeye taşıma olarak belirlenmişti... 70'li yıllar bakış açısın 80 'li yıllarda değişti, çünkü ılımlı İslam Büyük Ortadoğu Projesi parçası olunca Filistin mücadelesi de İslam rengine büründü... Filistin halkının inanç bakımından Hıristiyan ve diğer dinlerden olan inananları bu mücadelenin dışına iteklendi...

 

Arap dünyası için Filistin kavramı Hamas ile özdeşleşen bir renge bürünürken, İran ve Suudi eksenli bir çatışma alanına döndü... Bu çatışma içinde 80'li yıllarda Ankara’da Filistin halkı ile dayanışma fotoğraf sergisinde Hamas'ın bir gövde gösterisine dönüştüğünü gördük...

 

İsrail protestosu Yahudilerin taktığı kipa, (İslam dininde biraz uzatılıp kafandaki yeri değişince takke oluyor... ) protestonun sembolü oluverdi... Din merkezli eleştiri yapan İslam tandanslı örgütler, cihatçı gruplar kipa üzerinden bir sembol üzerinden saldırırken, anti emperyalist mücadele etmedikleri ortada, çünkü sonuçta cihat'ta fetih üzerine kurulu ve saldırgandır...

Cihatçı yapıların savaştığı alanlar emperyalist devletlerin yeni pazar alanı. Cihatçı grupların geniş coğrafyada saldırılarında kullandığı araçlar, silahlar hepsi silah sanayicinin kasasına dolar olarak girerken, aynı cihatçı gruplar batı devletlerinin ihtiyaç duyduğu organ, uyuşturucu, köleleştirmiş konuma gelmiş mülteci iş gücü savaşın yan ürünü olarak batıya doğru yönelmiştir...

 

Ortadoğu yeniden düzenlenirken sadece İsrail devleti emperyalist olarak görüp, sadece onun konsolosluğunun önünde protesto etmek nasıl bir akıl anlamıyorum... Birleşik Arap Emiri, Katar Emiri gelip gidiyor ama soldan onlara karşı bir protesto olmuyor... Onlar ellerini kollarını sallayarak gelip ülkenin her parçasından toprak alıyor, ölü yatırım diyeceğim işler yapıyor ama ölü olandan bile yağ çıkarıp kasalar dolu parayı ülkelerine taşıyor ve biz fakirleşirken bu sonradan görme zenginleri protesto dahi edemiyoruz... Bu ülkede kendi vatandaşını konsoloslukta doğrayan, kıyma yapıp etini kendi ülkesine gönderen bir ülkenin bayrağı bu ülkede özgürce dalgalandırırken, onun parası ile ülkemizde medya yönlendirilirken ses çıkarmayanlar İsrail devleti işin içine girince birden konsolosluk önlerinde, köprüler üzerine afiş asar oluyorlar…

Bu protestolar İsrail devletini eleştiriyor gözükmesine rağmen ülke içinde Yahudi düşmanlığını da körüklediği ve bu düşmanlık üzerine benzin döktüklerinin de pek farkında değiller...

Ortadoğu değişmiş ama bizimkilerin kafası 70'li yıllarda kalmış semboller üzerinde kalmış durumda... Mahir Çayan bir İsrail çalışanı öldürdü, bu cinayet ne kadar anti emperyalisttir? Cinayet işlemek Filistin mücadelesine ne kadar katkı sundu? Filistin halkının mücadelesi içinde bu cinayet hiç anlatılır mı?

 

İsrail devleti düşmanlığı üzerinden yapılan Yahudi düşmanlığını besleyen eylemler bir arada yaşamaya ne kadar katkısı var? Cihatçı örgütler ile yan yana, omuz omuza gösterilen bu eylem biçimleri sola katısı gerçekten var mıdır?

 

Geçmişte yapılan ve sola hiçbir katkısı olmayan protesto eylemleri ve sembollerini bugüne taşımak ne kadar anlamlıdır? Bir halk ile dayanışmanın katmanları vardır, o halk içinde sizin ile ittifak içinde olan ve sizin dayanışmanıza ihtiyacı olan bir kesimin olması gerek... Dışarıdan gazel okuyarak bir halk ile dayanışmanın sembolik eylemlerinin hiçbir amacı yok, sadece kendi yandaşlarını ve kendi yandaşlarının içinde olan Yahudi düşmanlığını beslemek dışında...

 

Her devlet protesto edilmelidir, bazı devletleri protesto edip, bazılarına ses çıkarmamak iki yüzlü ve çirkin bir politik stratejidir...

 

İsrail devleti kadar her devletin eli temizdir...

 

İsrail devleti işgalci gören bir anlayış var ki, evet, adamlar saklamıyor ki işgalci olduklarını, hatta işgal bölgelerinde oluşturdukları yerleşim alanları ile zaten devlet içinde protesto yapan sol bir damar var, iki halkı, iki dilli bir devletin oluşumu için mücadele eden örgütler var... Onların bakışını bilmeden, onlar ile dayanışma içinde olmadan yapılan her şey sadece kendi yandaşına seslenen ve kendi duruşunu belirleyen bir tercihtir...

 

İsrail'e bakıp kendisini eleştirmeyen, görmezden gelmekte iki yüzlülüktür…

 

Ülkemizin askerleri nerede kimler ile birlikte ittifak halinde? Nerede ölüyor ve öldürüyor? Bu konuda açık şekilde tavır alınmış mı? Kısaca sözde anti emperyalist mücadele diyerek kendi ülkenin emperyalist eğilimlerini, politikaları karşısında görmezden gelmekte ne kadar stratejiktir?

 

Mücadele yönetiminde birden fazla tercih yapılabilinir... El yordamı ile yol almak dönemi çoktan geçti, sol büyük bir birikime sahiptir, o birikim ile olaylara ve olgulara nereden baktığını kesin ve net olarak belirlemelidir...

 

Eğer bir örgütsel yapı ve onu izleyenler nerede durduğunu ve kime karşı savaştığını net olarak ortaya koyamazsa ortada birden cihatçı guruplar ile omuz omuza yürüyen bir görüntü ortaya çıkarır...

 

Protestolarda birini görüp diğerini görmemezlik yapmak, ona karşı hoşgörü gösterip, diğerini hedefine koymak burada siyasetin içinde ilkelerin yerini keyfiyet aldığını gösterir... Keyfiyet ise nerede ne yapacağı belli olmayan bir başıboşluk ortaya çıkarır, atalarımızın deyimi ile "at izi it izine karıştı" ve hangisi senin olduğunu bilemez konumda olursun...

 

İsmail Cem Özkan

 

14 Mart 2022 Pazartesi

Kar fısıldadı…

Kar fısıldadı…

 

Karın rengi gece karanlığında gökyüzünde kızıl oluyormuş... Yer beyaz, gök kızıl. Karanlıktı gece, sessizdi sokaklar. Geceden kalma araba lastik izleri sokaklarda bir yaşam olduğunu kanıtlar gibi…

 

Hafiften esen rüzgar, karın üzerinde etkisi tipi olarak kendisini gösteriyor.

 

Saklanmış, sinmiş sokakta yaşayan canlılar, kimse onları beyazın içinde göremez, sadece ayak izleri var...

 

Sokaklar boş, sessiz, teslim almıştı karın amansız soğuğu...

 

Soğuk, insanın içine işlediği an don olur...

 

Don...

 

O andan itibaren zaman durur, zaman hareket etmez... Zamanı teslim alır ve don içinde kalan tüm canlılar artık hep dondukları andaki zamanda kalır...

 

Karanlıktı gece diyeceğim ama gece kızıl.

 

Kızıl bir gökyüzü altında sessizlik oluşturur kar.

 

Karın sesi mi olurmuş dedim, eğildim verdim kulağımı sessizliğe, dikkat kesildim...

 

Bir ses var belli belirsiz...

 

Kar sanki insan ile tozutma aracılığı ile konuşur...

 

Hafif bir rüzgar, hafif bir tanecik göğe yükselir, gökten aşağıya düşen tanecik ile buluşur, hangisi göğe çıkar, hangisi gökten aşağıya iner?

 

Sessizlik hakim şehrin bu tarafında, teslim alınmış hayatları düşündüm… "Kimse gönüllü teslim olmaz" dedim sessizliği bozarak, "kimse gönüllü teslim olmaz! "

 

Uzaktan gelen silahların bıraktığı acımtırak bir koku, binlerce kilometre öteye taşınan bir tat… Binlerce kilometreye kadar uzağa taşınan acı... Binlerce kilometreye kadar taşınan öfke, çaresizlik...

 

Savaş, karın içinde kızıla dönüşür...

 

Bir kurşun izi kalır bir de kan izi beyazın üzerinde, beyaza içten içe işler, işleyen sadece renk değildir, koku...

 

Karın tozutması içinde sesler karışır...

 

Sesleri taşır binlerce kilometre öteye, taşınan acıdır, son nefestir, çaresizliktir...

 

Savaşın rengi gökyüzüne kızıl olarak yansır...

 

Kızıl olan aslında kanın rengidir, düşüncelerim içinde, kulağıma bir ses gelir, karın taşıdığı... Kulağımı verdim kara, binlerce kilometre öteden gelen sesi işittim... Çaresizliği, yalnızlığı...

 

Ölüm yalnızdır, toplu oluyor orada ölüm, toplu geliyor sesleri, karışmış şekilde...

 

Kulağımı dayadım kara, üşüdüm, üşüyen sadece kulağım değil, kalbim!

 

Üşüdü acıdan, üşüdü çaresizlikten.. Üşüdü son nefeslerin bıraktığı sesten...

 

Balkonumdan manzara resmi çekmek istedim, elime aldım fotoğraf makinesini, karın bıraktığı ışık süzmesi içinde karanlık kızıldı, kızıl karanlıkta makineme baktım, gülümsedim.

 

Klick klick!

 

Sessizliği deklanşör sesi bozdu, acaba sessizliği mi?

 

Sesi dağıttı belki de üzerine yansıyan savaşın o kılcal damarlarımı çatlatan keskin kokusu ve son nefeslerin bıraktığı acının sesi... An durdu makinenin içinde, artık o an hiç yaşlanmayacak, tıpkı don içinde duran zaman gibi...

 

Zaman durdu, son nefes havada asılı kaldı, savaşın rengi gökyüzünde kızıdır...

 

“Neden savaşlar hep kışın olur” diye düşündüm, “neden savaşlar hep kışın olur ve kışta savaş çözülür?” Teslim olanda, ölende, vuran da vurulan da toprağa kavuşamadan kara karışır her şey?

 

Neden beyazın saf temiz haliniz bozarız? Neden hep bozan biz oluruz?

 

Kış uykusuna yatar derler ayılar için, kışın avlanmaz, beyazı kızıla boyamaz derler ayılar için ama gel gör ki pençe izi kalmış son nefeslerin üzerinde...

 

Ölümün haklılığı ya da haksızlığı olmaz, ölüm ölümdür. Öldürende, ölende aslında eşittir son anın bitiş noktasında, son nefeste kimse haklı öldü, haksız öldü demez. “Çok gençti, hep genç kalacak” diye yazar tarih kitabına, hep genç kalanların sayısı yaşayanlardan fazla olur...

 

Beyaz insanlığı trajedisini içinde taşır...

 

Toz zerreciği donmuş halde taşır yeryüzüne...

 

İnanmıyorsanız bana, kulağınızı verin kara, sesini dinleyin...

 

Belki bir çölden taşır kum taneciğini, belki dağların doruklarından, belki tusinami ile oluşmuş dalgalardan, muson yağmurlarından... Siz kulağınızı verin bir karın sesine, dünyanın neresinde yaşanan acıyı taşmıştır...

 

Taşınan hep acıdır, sevinçler yaşandığı yerde kalıyor...

 

Tarih hep acıları taşır...

 

Rüzgar acıları taşır...

 

Kulağınızı verin hak vereceksiniz bana...

 

İsmail Cem Özkan