30 Eylül 2016 Cuma

Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!

Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!

Sol üzerine birçok yazı okumuş ve hatta bir bölümünüz yazmıştır. Sol bir umudu simgelediği için konulara konu olur, çünkü solun dışında yer alanlar umutları söndürmek ve var olanın devamından yanadırlar. Sol yeniden yaratır, alın teri ile oluşturur, alın yeri her daim fabrikada, tarlada akacak değildir, yeri gelir barikatta, yer gelir omuz omuza kavga ederken. Solun sembolü alın teridir. Alınterisiz elde edilen şey sola yakışmaz, solcuya hiç yakışmaz! Ne yazık ki zaman değişti, liberal dünya da alın teri hoş görünmemeye başlandı, çalmak, yalan söylemek, dolandırmak genel geçer kabul gördü. Her şeye bir kulp bulundu, her şey yaratılan gerçeklikler ile anlatılır ve anlaşılır kılınmaya başlandı. Sol yeniden özüne dönmeli, yeniden işçi sınıfının elleri üzerinde yükselmeli, yeniden bütün ülkeleri işçileri birleşin, sizi yok etmeye çalışanlara karşı barikatlara diye haykırmalıdır. Sınırları ancak sol yok edecektir, sol en altakilerini birleştirir, sermayeyi değil!

Bütün ülkelerde ne yazık ki solcuların kafası çok karıştırıldı, elde ettikleri tüm değerler liberal ekonomin yarattığı yapay gündemler ve algılar ile ve sol içinde işbirlikçiler ile teker teker kaybedildi. O kadar karışıklı yaratıldı ki, işçi sınıfının eneği ile yarattığı sendikalar kağıttan bir yapıya dönüştürüldü, sermaye istediğini alırken, sendikalar işçi sınıfına akıl vermeye kalktı, ayağa kalkma dedi, çünkü devletin bekası için!

Dünyada ki solcular gibi Türkiye solcusunun da kafası çok karışık, çok karışık olduğu içinde birçok soruya net yanıt veremiyor, veriyormuş gibi yapıyor...

Ülkemizin öznel sorunu gibi duran bir adı konulmamış ama müzakere massı devrilen iç savaş vardır.Yaşadığımız iç savaştan dolayı en önemli mesele, yurtseverlik ya da vatanseverlik kavramı sürekli gündemde duruyor. Vatan sevgisini ülke birliği ve bütünlüğünü korumaya mecbur jandarmanın zihni ile karıştırılanlar, diğer kesim ise ben jandarma değilim birisi ayrılmak istiyorsa ayrılsın diyerek sorgusuz sualsiz destekleme ve hatta onların safında savaşma olarak algılıyor... Bunların dışında olan alternatifler genel kabul görmüyor, çünkü toplum baskısı ve de devlet baskısı diğer alternatiflerin yaşaması için ortam yaratmıyor.

Peki, solcu bu ortamda ne yapmalı?

“Ben komşularım ile sıfır sorunlu hatta sınırı olmayan bir dünya özlüyorum ve yaratacağım” iddiasında olmak zorunda… “Tek devlette ben kuracağım rejimimi/devleti yaşatacağım” demek iddiası artık gerçekçi değil...

Sesli düşünüyorum; “Bu teknoloji bilgisi ile ben kuracağım devlette ancak halkıma bugünden daha geri yaşam sunabilirim, o yüzden teknolojik olarak bağımlılık ilişkim olmak zorunda, çünkü teknoloji üretecek ne alt yapım var ne de ona uygun düşünce yapım... Şimdilik soyut özgürlük mücadelesi kavramım var elimde... Hala adına örgütlenme diyebildiğimiz ama saç ayakları eksik olan örgütlenmem, var olan teknoloji içinde bağımlılık ilişkisi... Yaratmış olduğum her hangi bir yazılımım ve aracım yok... Önce bir bağımsız olalım sonra bakarız diye içimizden geçirmekteyiz belki... Ona uygun belki uluslararası bir dayanışma örgütlenebilir...

Neden olmasın!

Ben bugünden geleceğe doğru bir sosyal düşünüce yapısı kuramazsam zaten ortada bir sorun var, geleceğin nüvelerini içinde bulunduğumuz ilişki ağı içinde ekmek ve büyütmek ile sorumluyum... Nasıl bir toplum istiyorum, ona göre örgütsel ilişkimi o isteğe uygun örgütlerim ki, ileride dün/bugün savaştığımız diktatörler içimizden çıkmasın...

Şimdi yurtsever olduğumuzu iddia ediyorsak, o zaman ülke birliği içinde sorunu çözümü aramak diye bir sorun çıkıyor önümüze ama diğer yandan komşular ile sınırları ortadan kaldıracak bir ilişki de beni zorluyor...”

Solcu ne yapacak bu durumda?

Sıfır sorun ve iç savaş!

Bizim dışımızda zaten bir iç savaş yaşanıyor...

Bu iç savaşın tarafı olan halk aynı zamanda güney sınırımızı oluşturan halk...

Onlar ile sıfır sorun yaşamak için öncelikle ‘Kürt Sorununu’ çözmek zorundayız...

Peki, Kürt sorunu nasıl çözülür?

Direkt ayrışma ile mi?

Ayrışmayı savunursanız bu sever yurtseverlik konusu gündeme gelir. Peki, ayrışmayı savunmamak ama “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” diye bir ilkemiz var. Ne olacak? Sol işte bu ilkenin hayata geçirmesi için ortam hazırlamak ile yükümlü… Halk kendi kaderini kendisi bir referandum ile mi, başka yöntem ile demokratik koşullar içinde kararını açıklayacak ve ondan sonra ki ilişki çizgisi birlikte ya da ayrı şekilde ama sorunsuz devam edecek. Ayrışma demek batıda yer alanların ayrışan tarafa göçmesi anlamına geldiği gerçeğini göz ardı etmemek gerek, çünkü gönüllü ayrışanlar kendi ülkelerinde yaşama hakkına sahiptir, ayrıştık ama ben gitmiyorum deme hakkı ne yazık ki yok... Daha önce yaşanmış tarihi gerçeklerin de var olduğunu unutmamak gerek...

Bizim isteğimiz ve beklentilerimizin dışında tarih akar... Her olasılık ortada olmalı ve en kötü senaryoyu kendimize odak noktası almamız gereklidir...

Kürt sorunu çözülecek ve sıfır problem olacak... Nasıl olacak?

Sol bunu düşünürken aynı zamanda Ermeni sorunu var...

Ermeniler ile sıfır sorunlu, var olan bir devlet ilişkisi içinde ilişki kurmak zorundayız. Ama yan tarafında Azeriler... Onları da yok sayamayız, onlar da komşumuz... Komşular arası ilişki bizim sınır ilişkimizi belirler konumda... Bu sorunu nasıl ortadan kaldıracağız? Çünkü yurtseverlik içinde; komşular ile sıfır sorun ve hatta sınırların ortadan kalmasını savunmak var... Karşılıklı gidiş gelişlerde ve çalışma ve de yaşama hakkı konusunda tüm bireyler karşılıklı olarak hakka sahip olmak zorunda...

Bulgar sorunu ve de Yunan sorunu var... Her iki sorun üzeri tozlanmış rafta duruyor ama bugün yaşadığımız tüm tepkilerin ve reflekslerin temelinde Bulgar sorunu yatıyor dersem? Çünkü henüz yüzleşilememiş ve tartışılamamış bir Bulgar sorunu varlığını alttan alta yaşamaya devam ediyor. Birçoğumuz ‘İttihatçı Refleks’ diyor ama bu refleksin kaynağı Bulgar sorununda yatıyor... o Dönemde yaşanan olaylar ve büyük balkan göçü, yenilginin getirmiş olduğu travma… O travma İttihatçı bir yapıyı ortaya çıkardığı gerçeğini unutmayalım!

Solcular yukarıda anlattığım sorunlar içinde kendisini tanımlamak zorunda...

Soruları sormadan ve cevaplar verilmeden kendi kendine solcuyum demek ile solcu olunmuyor... Bugün örgütlerin her olay karşısında nasıl tavır alacağı konusu sorun olarak duruyorsa, nasıl bir gelecek istediği konusunda doğru tespitlerinin olmamasından yatıyor...

Ayrışmayı savunarak Türkiye sol hareketi kuramazsınız, çünkü ayrışma sizi bir cephenin tarafı yapar ve sadece savaşır ve onlara lojistik destek vermekten başka işlev bırakmaz... Savaşın tarafları hatalı da olsa savunmak ile yükümlü olursunuz... Savunmanız yüzünden ülkeyi kucaklama konusu engel olarak önünüze çıkar ve her saldırıya açık kapı bırakır... Çünkü ülkemizde tek bir halkın ayrışmasını savunmak olmaz, çünkü heterojen bir yapımız var ve her ayrışmak isteyene hadi ayrış demek ülkenin birliğini ve bir arada yaşama ilkesinin ortadan kalmasını savunmak anlamına gelir... Dayanışmak ayrı bir şeydir...

Devlet saldırıyor, mazlum bir halk kendisini var etme mücadelesi içinde. Onun ile dayanışır, onun temel haklarını alması için sen de kendi programını ortaya koyarsın...

Ortada Kürt sorunu var ve o sorun çözülmeden ülkede demokrasi adına bir adım atılamıyor, orada bir kilitlenme söz konusu... Öncelikle Kürt sorunu çözmek gereklidir, yoksa başka alanlarda ne yazık ki adım atılamıyor, savaş ekonomisi ve politikası birçok şeyin önünde engel ve kontrol edilemeyen kara paranın kaynağı olarak ortadadır.  Kara paranın hakim olduğu yerde her türlü hukuk dışı gelişme olağan sayılır.

Solun üstüne düşen görev ağırdır.  Bugün ki siyasi konjonktüre bakarak sanki sol çaresiz gibi gözükmektedir. Ülke gittikçe şeriat ister konuma gelmiş… Bu duruma gelmesine sebep olan şey ülkede yaşanan iç savaşın rolü olduğunu unutmamak gereklidir.

Şeriat bayrağı altında ümmet olarak birliği savunanlar sanki çözüm yolu gösteriyormuş gibi toplumda algı oluşturuyorlar... Şeriatın çözümsüzlük ve daha kanlı bir gelecek olduğunu artık hepimiz biliyor ve yaşıyoruz...

Sol kendisini yeniden ortaya koyabilmesi için siyasi hedefleri net olan bir program ile kamuoyunun önüne çıkmak zorundadır...

Yaşadığımız kaos ve girdaptan çıkmak için, siyasi hedefleri net olan bir program etrafında geleceğin nüvelerini yaşatabileceğimiz yeni bir yaşam biçimini ortaya koymak ve yaşatmaktan geçiyor... Kürt sorunu konusunda kafası net olan ve bu sorunu nasıl çözeceğini açıklayan ve şeriata karşı gerçek alternatifin bu program olduğunu açıklayacak bir proje...

Öyle soyut şekilde ben iktidara geldiğimde bütün sorunlar sihirli değnek ile çözeceğim masalına kimse inanmıyor... Şeriatçılar bakın kendi içlerinde ümmet çatısı altında Kürtler ile birlikte yaşamlarını kurmuşlar, yaşatıyorlar hatta IŞİD saflarına cihatçı ithal ediyorlar... Onlar için sorunun çözümü ortada... Devletin çözümü mutlak çatışma ve katliam... Onun çözümü de ortada... Bir grup solcunun çözümü de mutlak destek şeklinde tarafların bir yanında saflarda...

Peki, bu durum sorunu bugüne kadar çözdü mü?

Bakıyorum etrafıma, hala savaş var, hala iç savaş devam ediyor… Hala insanlar ölüyor, hala sınır komşularım ile sorunlar çözülmemiş, hatta gün geçtikçe karmaşıklaşıyor. Ermeniler başka yerden bir lobi için kaynak bulmuş, ülkemiz içinde bu lobicileri finans ediyor, kendileri için en doğru yöntem belki... Belki de olması gereken… Ortada kalmış birçok sorun sahipsiz ortada... Sol ortada, polis ile etrafı sıkıştırılmış, halktan kopuk sloganlar ile gerçek sorun ile uğraşmak yerine kendisince öncelikli olan eğitim alanında şeriat ile mücadeleyi öne almış, çünkü şeriat artık bu ülke için gerçekten yakın bir problem ve her an gelmesi muhtemel... Mutlaka mücadele edilmeli ama onları yaratan ortam ve devlet anlayışı ile nasıl ve hangi boyutta mücadele edilmesi gerektiği net değil... Sadece eğitim ile çözülecek iş değil, eğitim sadece görünen kısmı… Devletin her biriminde şeriatçılar örgütlenmiş konumda... Özel hareket polisleri bile artık “İstiklal Marşı” yerine “tekbir” getirmektedir...

Bu girdaptan sadece bizi örgütlü sol çıkarabilir ya da dış güçlerin çıkarları bize yeni bir rol verir ve biz de o rol içinde kendimize düşeni oynamaya devam ederiz...


İsmail Cem Özkan

26 Eylül 2016 Pazartesi

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?


Tarih bilimsel bir olgu değildir, yazanın duruş noktasına ve dünyaya bakış açsına göre değişen bir olgudur. Bilimsel olmadığı içinde tarih yazıcıları arasında çelişkiler her daim varlığını korur. Bir konuda uzlaşı varsa büyük olasılıkla o konu yakın tarihimizi ve bugünü etkilemiyordur… Tarih yazıcıları yakın tarihimizi yazarken ya da resmi tarih söylemini geliştirirken aslında bizlerden birçok gerçeği sakladığını, yaşadığımız olaylar ve sonucunda o olaya bakarken bir kere daha anlıyoruz. Aslında bize görmemiz gerekeni gösterip, algılamamız gerekeni sakladıkları yaşanan süreçlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Yaşadıklarımıza dönüp dönüp bakma ihtiyacı duyuyorsak bilelim ki bizlerden çok şey saklanmıştır. Saklanan gerçekler bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır diye umut ederiz ama ne yazık ki bazı gerçekler beklentilerimizin ötesinde dahi ortaya çıkmıyor, çünkü o beklenti içinde olanlar artık bu dünyada ne gölgesi kalmıştır ne de izi. Tarih en çok yakın tarih konusunda yalan söyler ya da gerçeklerin bazı şeylerini gösterir… Bizlere denir ki karşılaştırmalı tarih ile olayları inceleyin belki şansınız varsa gerçeklere yakın bir gerçek ile yüzleşebilirsiniz… Çünkü resmi tarihlerin hemen hepsi istisnasız propaganda amaçlı ve tamamı ile algılar ile oynayan söylemlere sahiptir. Tarih yazıcıları eğer resmi tarih yazıyorsa ister istemez yalan söylemek zorundadır, çünkü onu besleyen, kamuda ikame edenin söylemi ile paralel olmak zorundadır. Yalnızca tarih yazıcıları mı? Elbette değil, günlük olaylara bakan gazeteciler, onlara görüş bildiren akademisyenler bu propagandanın birer parçasıdır. Bağımsız, özgür olmayanlar ister istemez resmi söylemin sınırları içinde yaşamak zorundadır, çünkü kaybedecekleri; maaşları ve çocuklarının okul parasıdır…

Bugün, ülkemiz ve içinde bulunduğu coğrafya kaos ve bitmez tükenmez krizlerin içinde çatışmalı bir şekilde varlığını korumaya çalışıyor. Tek tanrılı dinlerin çıktığı, peygamberlerin bol olduğu bu coğrafyada sanki kader gibi yazılmış alınlarına; çatışın, öldürün, kan ile nesilleri büyütün ve sürekli nefret tohumu ekin denmiştir. Huzur aranmıştır, ama huzur bu coğrafyaya çok yabancıdır. Kim ki iktidarı tam eline geçirmiş, baskı ile huzuru yaratmış ama baskısı biraz ortadan kalktığında kendisi için olan huzur huzursuzluğa ve katliamlara dönüşmüş. Tek adamların, tek düşüncelerin, tek doğruların, tek tarih inancının hakim olduğu bu coğrafya bu teklere inat çoktur, karmaşık bir tarih çizgisi vardır ve tek adamları yıkan yine tek gibi gözüken tek olmayan güçler vardır. Kısaca tek diye savunulan şeyler tekler teker yıkılmış yerlerini karmaşık ve daha çatışmalı ortamlara bırakmış… 

Ortadoğu sürekli yeniden şekillenen bir coğrafyadır ve bizler bu coğrafyanın bir parçasıyız.

Birinci dünya savaşı sonrası ellerinde cetveller ile haritalar çizilmiş, sınırlar yaratılmış, her yaratılan sınır içinde yeni tarih söylemler geliştirilmiş, gururlar okşanmış, vicdanlar rahatlatılmıştır. Çöl ortasında kalan bir tren yolu ve çürümüş vagonlar birilerinin kahramanlığı olmuş, öteki tarafın yüz karası. Ellerinde cetvel olanlar ise başka bir tarih çizgisi içinde kendi vatandaşına daha fazla refah, daha konforlu hayat sağlamış. Bir yerde çöl üzerinde deve sidiği ile şifa arayanlar, öte yanda uzaya insan gönderenler… Tarih dengesiz akmaktadır, her ne kadar tek bir dünya atmosferi içinde olmuş olsak da… Yeni kurulan devletler ve o devletlerin bir biri ile ilişkileri ellerinde cetvel olanların çıkarlarına göre belirlenmiş. Gerek görüldüğünde bir biri ile çatıştırılmış, gerek gördüklerinde bir askeri darbe! Onların kaderi bu olmuş, alınlarına yazılan yazılar sürekli çıkarlara göre silinmiş yeninde yazılmış, kimse bu yazılanı ve silineni bilmemiş, çünkü resmi tarih bizden o gerçekleri hep saklamış her daim gururumuz okşayan şeyler anlatılmış, kahramanlıklar destanı içinde kendi içimizde ki ötekini ezmişiz. Sömürülenin sömürüleni olmuş, ezilenin ezileni olmuş… Ezilen kahraman, ezilenin yeni kahramanlarını yaratmış... Hepsinin üstünde elinde cetvel olanlar “bizim çocuklar” diyerek şampanya patlatmış…

“Yeşil Kuşak” süreci içinde değerlendirilir İran iktidar değişikliği… İran’da Şah’ın iktidarından Humeyni iktidarına dönüşüm konusunda her daim sorular varlığını korumuştur, çünkü bu değişiminde taraf olan Amerika, Tahran’da konsolosluğu basılıyor ve rehine krizi yaşıyordu. Fakat olayların sonucuna bakılınca ve arkasından Irak ile girilen savaşa ayrıntılı bir şekilde baktığımızda bütün bu olayların Humeyni rejiminin topluma içine tam yerleşmesi için neden olarak kullanıldığı ve algılar ile oynandığı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Amerika ve o dönemin Sovyet rejimi istemeden İran’da Humeyni İran devletinin başına gelip oturamazdı. Çünkü İran kuruluşu bizim gibi iki dünya arasında tampon olarak kurulmuş ve ikisinin çıkarına uygundur. Bugünden bakarak o güne dair kafamızda ki soruları sormaya başlarsak eğer, her soru başka yanıtı ortaya çıkardığı gerçeği ile karşı karşıya kalabiliriz ve en ilginci de o döneme ait tüm belgelerin hala gizli olduğu ve belirli kasalarda saklandığı gerçeği ile karşılaşırız.

Ortadoğu’da bugün yaşanan mezhepler savaşı için İran’da iktidar değişimi yapıldı ve acaba Şah o yüzden mi sürgüne gönderildi? Şah iktidarda kalsaydı acaba mezhepler savaşı bugün ki gibi keskin olabilir miydi? Lübnan’da bir Hizbullah örgütünden bahsedebilir miydik? Şah neden devrildi ve yerine Humeyni getirildi, Humeyni gelmesi İran’ın siyasi hedeflerinde nasıl bir sapma oldu ve kimler bu iktidar değişiminden karlı çıktı?

Bugün yaşanan kaos ve çatışmaların temelinde ‘yeşil kuşak’ filan şeylerden bahsediyoruz, o halde İran analiz edilmeden ülkemizin iç çatışması ve darbeler süreci anlaşılabilir mi? İran tıpkı Türkiye gibi iki kutup arasında geçiş ya da tampon ülke olarak kurulduysa -ki bana göre öyle- o halde neden rejim değişikliği önemliydi İran’da? Neden Pakistan ve ülkemizde bu olay gerçekleşmedi? Pakistan ile kader birliği yaşıyor muyuz? Onlar kadar iç çatışma keskin olmamasına rağmen neden ve nasıl bir İslam’ı merkezli canlı bombaların hedefi olduk?

‘Yeşil Kuşak’ ve onun takibi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ve onun eş başkanı konumuna getirilişimiz ellerinde cetveli olanların bir projesidir. Ve her projenin bir finans edeni ve çıkarı olanı vardır. Proje yapanlar ise o paraya verenin amacına uygun olarak çalışır ve onlar için bilgi toplar ve onlara gönüllü olarak ajanlık yaparlar. Her proje bir anlamda parası olana gönüllü olarak ajanlık yapmaktır… Proje yapmak ve proje üzerinden beslenmek soğuk savaş ve sonrasında ortaya çıkan ve çok daha ekonomik ve verimli bir olgudur ve o projeler tarihi yazıcıları gibi algılar ile oynamak ve kamuoyu oluşturulmak için kullanılan sivil inisiyatiflerdir. Ve ‘Sivil Toplum’ kavramı bu projenin bir ürünü olarak karşımızda durur… Aktivistler, sivil geçen kurumların birer gönüllüleridir… Devletlerde tıpkı birey ve dernekler/vakıflar gibi proje yaparlar ve o projelerde gönüllü olarak birçok şeyin lideri gibi gözükmek için canla başla çalışırlar ama ellerinde cetvel olanların sadece amaçlarına ve çıkarlarına uygun davranmak ile yükümlüler…

Tarih yazıcıları bu projelere bakarak bir şeyler yazıyorlar, elbette proje amacına ve sonucuna uygun söylemleri kullanarak…


İsmail Cem Özkan