14 Şubat 2019 Perşembe

Pencere


Pencere

Tiyatro salonuna ilk girdiğimizde perde kapalıydı, henüz oyunun başlama anonsu yapılmamıştı. Koltuklarımıza doğru yürüdük Metin Boran ile birlikte. Oturduk, oyunun başlamasını bekledik kapalı perdenin önünde… Günlük olayların kısa yorumları henüz bitmemişti, bir söz bitiyor, öteki başlıyor, atlayarak konuşulan konular, konular arasında bağlantı kurmadan yeni konular konuşmanın seyrini salonda ışığın kararıp, perdenin açımına kadar sürecekti… Perde kapalıydı ve bizler perdenin önünde usta oyuncuların performansını ve oyunun seyrini dört göz ile bekliyoruz. İçimizde oluşan merak, kısa bir heyecana dönüşüyor, çünkü usta oyuncuları sahnede görmek, onların oyunun içine seyirci olarak da katılmak bir ayrıcalıktır. O ayrıcalıktan seyirciler oyunu dördüncü sezonda da doldurmuş, bilet bulmak şans işi, biraz da çaba işidir…

Ve ışıklar ağır ağır kararırken geçiş müziği olarak kullanılan müzik kulaklarımıza doğru hafiften ilk cümlelerini nota olarak kuruyordu…

Londra banliyölerinde yaşam zordur, o yaşamın yoksulluğu yüzüme çarpıyor, perde açılır açılmaz. Şofben yanıyor mutfağın salona bakan tarafında, pencere salona bakan duvarda, pencerenin dışında karşı binaların silueti gözüküyor.

Londra, yoksul mahallerinden birinde yaşayan bir kadın. Tek kişinin yaşaması için inşaat edilmiş evler. İşçi evleri… Eski, çünkü kalorifer sistemi yok… Bir oda, odanın içinde mutfak, yemek odası, salon, kısaca banyo ve yatak odası dışında küçük bir yaşam alanı.

Tiyatro’da seyirciye ilk sözü dekor söyler… Sonra müzik, ışık ve sonunda da oyuncular. Oyuncular ellerinde ki öyküye ve kahramanlara hayat verirken yönetmenin vermek istediği ve yazarından ödünç aldığı duyguları yansıtır. Bir tiyatro eseri üzerine yorum yazarken olaya bereden baktığınız da önemlidir. Eğer elinizde teksti yorumluyorsanız orada ilk cümledir sizi kucaklayan ya da itekleyen… Ama seyirci koltuğundan ve yaratılmış bir çalışamaya bakacaksanız o zaman oturduğunuz koltuktan gördükleriniz ve size yansıyanlardan bahsetmeye başlanmalıdır. Tiyatro tüm sanat dallarının harmanlaştırıldığı ve sınırlarının sürekli geliştiren, sabit olmayan yaşayan bir organizmadır, o yüzden sahne her daim sıcak ve yaşayan olarak varlığını korur.

Kapıdan bir kadın giriyor, acele içinde… Eşyalarını sandalyenin üzerine bırakıp doğru banyo olarak algılayacağımız tarafa doğru gidiyor… Kapı henüz tam kapanmamıştır… Londra kenar mahallesinde hala komşulara güven vardır, kapının açık olması sorun teşkil etmiyordur… Arkasından genç bir delikanlı giriyor… Kapı açıktır, çekinerek içeridedir artık. Zil sesini duyan kadın salona geldiğinde şaşkındır…

Şaşkınlık, beklenmeye durumdur. Beklenmeye girmiştir geçmişin izlerini üzerinde taşıyan ama ürkek. Kanadı kırılmış bir güvercindir belki, belki de avına sinsice yakalaşan. Oyuncu bu duyguları hem mimikleri, hem vücut dili hem de o an tiyatro salonunda önceden hazırlanmış ışık ve müziğin yaratmış olduğu atmosfer içinde seyirciye sessizce bir şeyler anlatır ama henüz cümle ağızdan çıkmamıştır… Tiyatronun büyüsü işte böyledir. Böyle başlar büyü ve gizem. O gizemin içinde seyirci oyunun sonuna kadar ilgi ile olayları izlerken, kişilere kendisi bir çok anlam yükleyecek ve her yükseldiği zaman içinde parçalanıp yenileri yüklenecektir, çünkü her şey baştan açık verildiğinde artık o öykünün sonunu kimse merak etmeyecektir… Bir sihirdir belki ilk adım, ilk cümle, bizi yani seyirciyi etkisine alan ve dışarıda yaşanmışlıkları bir an öteleyendir. Salona, oyuna davettir.

Londra’da yaşayan otuz yaşlarında öğretmen Kyra Hollis’in evinde bir gece boyunca yaşananların, genç Edward Sergeant’in gelmesiyle başlayan, peşinden Edward’ın babası Tom Sergeant’ın gelişiyle devam eden olayların öyküsü. Eğer kısaca anlatılsa öykü böyledir.. ama o uzun bir gecenin ve sabahın içinde yaşananlar, geçmiş ile yüzleşilme, söylenmeyen sözlerin söylendiği, yeniden yeniden sorgulandığı, savcının, hakimin, suçlunun küçük bir salon içinde canlanırken jüri üyeleri olan seyircinin tepkisi…

Salonda trajedi yaşanırken, salondan kahkahalar eksik olmadı. Birilerin dramı ötekilerin eğlencesi oldu.

Bir adam evlidir, evlilik yaşarken yanlarında çalışmaya gelen tutkulu ve güzel bir kadına aşık olur ve onun ile birlikte yaşamaya başlar ama yaşadığı ev kendi evidir. Çocuğu vardır ve de eşi… Aynı ortamda uzun süre gizli yaşarlar ilişkilerini. Bir gün Kyra Hollis tatildeyken yazmış olduğu tutkulu aşk mektubu onların sonların başlangıcı olacağını hiç bilmez. O mektup Tom’a yazılmıştır ama eşinin eline geçmemesi gereklidir. Ve bir gün Tom bilerek ya da bilmeyerek mektubu mutfak masasının üzerine unutur ya da unutmuş gibi yapar ve mektup ele geçer ve Tom’un eşi aynı evde yaşanan ikili bir ilişkiden haberi olur, ki Tom’un eşi eski bir mankendir… Tom ona tutulmuştur ve o dönemde açmış olduğu restaurantlar yüzünden de popülerdir. Soyu öyle köklü, zengin ve unvanı olan bir aile mensubu değildir. Ona rağmen beni satın almazsın diyen manken kadın ile evlenir. Kyra ilişkisi ortaya çıkar çıkmaz evi aniden tek eder… Tom’un kendisi ve eşi ile baş başa kalır. Üç yıl içinde de eşini kaybeder. Eşi için şehir dışında ev alır ve ona en güzel günlerini yaşaması için elinden geleni yapar ama artık ne eski güzellik vardır ne de aşk… Kırmızı güller gönderir evine ama aşksız kırmızı gülün de anlamı yoktur… Eşini kaybeden Tom, yıllar sonra Kyra’nın evine gelir ve o geçmiş salonda yüzleşilmesidir.

Kyra, evden kaçmış ve yeni yaşam kurmuştur. Babası ölmüştür ve tüm zenginliği artık yoktur. O yeni bir zenginlik yaratmıştır hayatında. Londra dış mahallerinde yaşamakta ve orada toplum dışına düşmüş gençler ile çalışmaktadır… Kısaca çürümüş toplumun kokmaya yüz tutmuş sorunlarına elini atmış ve orada her türlü zorluğa karşın çalışmakta ve o gençleri topluma kazandırmaya uğraşmaktadır. Aristokrat bir geçmişten yoksulluğun içinde yaratmış olduğu zenginlik içindedir… Odası o zenginliğin bir yansımasıdır sanki sefalet içinde zengin bir yaşam!

Esra Bezen Bilgin’in Kyra’sı naif, kırılgan aynı zamanda ilkeleri var olan biri. O kadar ilkelerine bağlıdır ki, Tom’a sevgisi açığa çıkınca hiç kimseye haber vermeden evden gidecek ve iş yerini terk edecek kadar onurludur. Rahat bir yaşamı ret etmiştir, aşkın saflığına ve kutsallığına inanıyordur belki ama Tom onun gözünde sevgili olması yanında babası konumundadır. O babasına karşı tutkusu Tom’da aşka dönüşmüştür… Zaman zaman içindeki öfkeyi dışarıya kusmaktan da çekinmiyor, zaman zaman göz yaşlarını içine akıtma yerine dışarıya akıtmaktan da çekinmiyor. Zayıflık olarak görmüyor göz yaşlarını, samimi ve temiz duygunun ifadesidir.  Haluk Bilginer’de Kyra’nın duygusal geçişine Tom olarak giyinmiş olduğu rolü gereği göz yaşlarını tutmaması gereken yerde göz yaşını akıtırken, alaycı, yukarıdan, küçümseyen ve de kıskanç tarafını üstü kapalı, gerektiğinde açık olarak göstermektedir… Esra Bezen Bilgin’in atışlarını ustaca karşılayarak sahneyi daha da yükseltiyor. Açılış ve kapanış sahnelerinde Esra Bezen Bilgin’e eşlik eden Kürşat Demir de keyifli bir performans ortaya koydu. Özellikle ilk sahnede göstermiş olduğu performans ve babası ile  kavgasını, okulu terk etmiş olmasını ve babasının eski sevgilisi ile yüzleşmesi sahnelerinde muhteşemdi…

Dekor oyunun atmosferini yaratmaktadır ve önemini bu oyunda bir kere daha ortaya çıktı, yerleşik sahnede oyun oynamak ve oyunu sahnelemek çok önemli olduğunu bir daha gördüm. Seyirci ve oyuncuyu da öykünün içine alan ve yönlendiren konumundadır. Penceren yansıyan kar yağması, kardan yolların kapanması sahnesinde dekorun ve eşyaların yerleşimi bir kere daha önemini anlıyoruz. Elbette dekora eşlik eden ışık… Muhteşem uyum içindeydi hepsi… Abartıya kaçmadan gerekli alanın ışıklandırılması ile oyuncuyu yönlendirirken seyirciye de buraya odaklan demektedir… Trajedini ve dramın akışı seyircide kahkaha dönüşürken ışığın taşıyıcılığını bir kere daha gördüm…

Tiyatro bir bütündür demiştik, işte o bütünü sahneye taşıyan da yönetmendir. Oyuncuları, dekoru, ışığı ve de müziği yönlendiren ve bir sahnede buluşturandır. Oyunun başarısı yönetmenindir ama o başarı hepsinin emeği ile olmaktadır. Emeği geçen kapıda bilet satandan, yer gösterene kadar, oyuncusundan, teknik sorunları ortadan kaldıranlara kadar kimin emeği geçmişse hepsine teşekkür ediyorum, muhteşem bir oyuna beni dahil edip ağırladıkları için… Onlar sayesinde yeniden bir kere daha işte tiyatro bu deme fırsatını yakaladım...

“Sen ki, şu anda haklı olarak içinde yaşadığın ortamda olup bitenleri çözümlemek ve yargılamak peşindesin, hiç kendine o pencerelerden bakabildin mi? Kendinle hesaplaşmalarında dürüst olabildin mi?” 
Sorunun ucu açık, benim de yazımın sonunda elbette bu soruya yanıt verecek konumda değilim ama yine de fısıldamadan edemedim, evet kendime karşı dürüstüm, en azından kendime dair yaratılan gerçeği ben yarattım!


İsmail Cem Özkan


Pencere
Orijinal Adı: Skylight
Yazan: David Hare
Çeviren: Haluk Bilginer
Yöneten: Birkan Uz
Sahne Tasarımı: Gamze Kuş
Müzik: Çağrı Beklen
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Afiş Tasarımı: Ethem Onur Bilgiç
Oynayanlar
Kyra: Esra Bezen Bilgin
Tom: Haluk Bilginer
Edward: Kürşat Demir
Yönetmen Asistanı: Melih Pamukçu
Yönetmen Asistanı: Aynur Güçlü
Sahne Tasarımı Asistanı: Efe Soykaraman
Oyun Fotoğrafları: Emre Mollaoğlu
Oyun Fotoğrafları: Ali Karatuna
Oyun Fotoğrafları: Banu Kaplancalı

11 Şubat 2019 Pazartesi

Konuşulmayan geçmişimiz!


Konuşulmayan geçmişimiz!

Koçgiri olmasaydı Dersim olmayacaktı, arada İzmir belki hiç yanmayacaktı...

Yeni cumhuriyet aslında yeni olmadığını Ankara’da açtığı meclis ilan ediyordu, çünkü eski meclisi yeni yerine taşımıştı. İstanbul'da ki son meclis kaldığı yerden Ankara’da devam ediyordu.

Peki bu ne anlama geliyordu?

Çünkü devam ediyordu, Osmanlı hanedanından yetkileri alan Birinci Meşrutiyet'i sembolize ediyordu. O gün yetki, yürütme hanedan yani Osmanlı ailesinden alınmış halka verilmiştir. O gün ülkemizde bağımsızlık bayramı olarak kutlanıyordu ve meclis (Meclis-i Mebusan) bağımsızlığımızın sembolüydü.

Batının verdiği ismi benimsedik yeni cumhuriyete.

Osmanlı ismi siliniyor ve yerine batının bize yıllardır dediği ismi benimsiyorduk. Türkiye ismi batının vermiş olduğu isimdi, bize kalsa belki Yeni Türkistan ismini kullanırdık, belki başka bir şey ama batı bize ne demişse biz onu kabul ettik ve resmileştirdik, çünkü Osmanlı hanedanı henüz ortadan kalmadığı halde Türkiye ismi batıda resmi yazışmaların birçoğunda kullanır olmuştur.

Resmi yazışmalarda Osmanlı ama sözlü sohbetlerde Türkiye...

Yeni devlet homojen toplumu savunuyordu, ulus devleti kuruyordu.

Ötekilerin ayrıştığı ama azınlık kavramı içinde kalanların yaşadığı bir homojen devlet!

Azınlık ve çoğunluk kavramını batı bize dikte etmişti, biz de kabul ettik.

Batı bize demişti ki; ötekilerinizi yok edebilirsiniz, ulus devletinin hakkı ama biz azınlık olarak gördüğümüzü koruyun! İşte bu bakış açısı içinde bizim ötekilerimiz Koçgiri'de ayaklanmadan sonra bastırılmış, Koçgiri halkı ateşler içinde bırakılarak ya göçe zorlanmış ya da öldürülmüştür...

Bir katliam, dersim katliamının ya da soykırımının ayak izi olacaktı. Öteki olan Kürt, Alevi, Süryani kısaca batının azınlık gördükleri dışında kalanların hepsi yeni devlet anlayışı içinde tehlikeli görülüyor ve onlar devlet terörü tehlikesi altındaydı...

Devletin varlığı ve devamlılığı için potansiyel olanların yeni devlet düzenine uyum sağlaması ve içinde erimesi gerekiyordu. O katı bakış açısı içinde öteki görülenlerin üzerinde baskı artmış ve yer yer küçük, orta ölçekli ayaklanmaların da nedeni olmuştu. Batı bize önerdiğini saklamadan ve bağıra bağıra ilan etmişti ve o ilanı sadece devlet okumuyordu, öteki olanlarda okumuş ve duymuştu. Gelmekte olanın karşısında geçmişte Balkanlarda olduğu gibi bağımsızlık ateşi yakılmalıydı. Yakıldı da, ağrı dağının zirvesinde. Doğu sınırımızı değiştiren bir ayaklanmada, toprak işgal edilmeden satın alınarak isyanın ateşi söndürülmüştür. Her isyan başka isyanın da ateşini yakacaktı, çünkü homojen devlet anlayışı isyan için zaten zemin hazırlıyordu. Ulus devleti kendi Sibiryasını yaratmıştır, sürgün diyarı. Sürgün diyarına medeniyetin batıya uzanan ellerinin kesilmesi anlamına geliyordu. Atının kürek mahkumlarına uyguladığı yöntem biz sürgün diyarlarımıza da uyguladık. Her sürgün yerinde olduğu gibi otorite sadece dipçik ile olacaktır, dipçik olan yerde isyan kaçınılmazdır, çünkü ekmekten, özgürlükten ve her türlü teknolojik gelişmeden yoksun bırakılanların eline silahı vermektir ve devlet kendi Sibiryasında buna olanak sundu. Batıda gelişmesi muhtemel her türlü özgürlük, daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi istemi bu oluşturulan Sibirya’da ki uygulamalar ve ayaklanmalar bahane edilerek batı yeniden oluşturulmuştur. Kürdün ezilmesi homojen devletin batıda yerleşmesi için kullanılan bir araca döndürülmüştü. Dersim soykırımı/katliamı olarak kabul edilen uygulama, önce öldür, sonra sürgün dönemin tüm medyasında başlığa çekilerek, gerçek olmayan öyküler varmış gibi yazdırılarak halk içinde bir korku yayılmıştır. Bölgesine gelen sürgün Dersimliler, onlar Alevi ve Kürt olmaları yüzünden batı toplumu içine kaynaşmaları engellenmiştir. Sürgündekilerin evlere dönüş izni artık yeteri kadar batıdakiler korktuğuna inanıldığı zaman kaldırılmış ve geri dönüşler yaşanmıştır ama geri dönenlerin hakları bugüne kadar tam verilmemiştir, sürgünden dönenlerin hala arazi sorunu varlığı koruyordu… Dersim olayında bir ilk yaşanmış, ilk defa sürgünler batıya yapılmıştır, bugün bile sürgünler hala doğuya yapılır…

Homojen devlet için devletin hakimi olan parti devamlılık sağlamış, sadece lider kadrosunda bazı isimler değiştirilmiştir, çünkü yeni devlet eskisinin devamıydı, bütün borçlar da o yüzden yeni devlet üstlenmişti. Kadro hareketiydi ve kadrolar ancak devlet içinde yetişmiş bir ideolojinin etrafında ki insanlardan oluşuyordu. İmparatorluktan cumhuriyete geçiş savaş sırasında ve sonrasında anlaşmalar ile batı tarafından bize sunulan bir ortamdı. Batı istediği ortamı yaratmıştı, bırakacağı alanı, yeni devletin hakimiyet alanını masa başında belirlemişti.

Her şey masa başında planlandığı gibi olmaz, toplumların gelişimi tek bir merkezin çıkarı üzerine oturmaz. Yeni bir devlet kuruluyordu ve o devlet savaşı kazanan devletin çıkarları ile örtüşmesi gerekliydi. Stratejik kavramı bu devletin üzerine çıkarlar ile oluşturulmuş bir kavramdır. Stratejik önem kim için önemliydi? Elbette o dönem sermayenin yayılma ihtiyacı karşılayacak bir kavram içinde yer alıyordu.

Ülkemizin kuzeyinde savaşı kaybeden Almanya'nın çıkarına uygun yeni bir devlet doğmuştu ama ideolojisi batının en çok korktuğu işçi sınıfı iktidarına dayanıyordu. Belirsizlik hakimdi, kuzeyde kurulan devletin güneye açılması önlenmeliydi, çünkü güney o dönem ve bugün dahi geçerliliğini koruyan enerji yatağıydı. Türkiye işte bu çıkar çatışması sonucunda kuzeyde kurulan yeni devlet ve güç ile emperyalist kapitalist devletlerin çıkar çatışmasının ortasında kuruluyordu. Çıkar çatışması yeni devletin hakimlerinin önüne Fırsatlar yarattı ve o fırsatlar yeni ulus devleti adına değerlendirildi. Şansları vardı, her birinin tecrübesi vardı. Her bir yetişmiş kadro bu fırsatı Türk ulusu adına değerlendirdi ve bu geçiş bölgesinde bağımsız bir devlet kurdu ama bağımsızlığı çok kısa sürdü, çünkü kuzey ülkesine karşı tutumunu İzmir’de toplanan iktisat kongresinde ilan ederek yeni ulus devletinin nerede duracağı ilan edilmiş oldu. 

Gerek görülürse komünist partiyi biz kurarız!

Kuzeyden gelen yardımları ve teknoloji transferini sekteye uğratmamak adına gerek görülen her adım atılırken, gerçekten sosyalizm mücadelesi yapanların öldürüldüğü bir süreç yaşadık. Bir yandan yasaklanan ama öte yandan resmi olarak adlarının kullanılmasına izin verilen bir süreç. Bu süreçte bir çok insan hayatını kaybedecektir. Ve ülkemizin sol muhalefet çizgisi bu çatışmanın ortasında kuruldu. Muhalefet kuruluşundan itibaren yer altına iteklenmiş, öteki görülenler ise ülkenin Sibiryası olarak kabul edilen yerde unutulmaya bırakılmıştır, bir daha ki ayaklanmaya kadar.

Kurucu babalar, gerek gördüklerinde ötekileri kucaklamışlar, en güzel yerde ağırlamışlar, fotoğraf çektirmişler ama zamanı gelince üç ayak üstüne asılan ipte de asmayı ihmal etmemişler. Aleviler, Kürtler ve diğer ötekiler yeni devletin içinde erimesi gereken ‘çıban başları’ydı ve çıban başlarına zaman zaman ‘neşter’ vuruldu ve ‘irin’ akıtılarak güya “sağlıklı toplum” yaratıldı. O kadar sağlıklı toplum yaratıldı ki, tüm tarih uydurma ve yaratılan yeni gerçekler üzerine oturdu. Yeni devletin tarihi geçmişe ihtiyacı vardı ve o geçmiş bayramlar ve kutlamalar ile yaratılarak tüm topluma inandırıldı.

Eğitim bu yeni devletin silahsız ama en önemli savunma arcı oldu. Eğitimden geçen bireyler yaratılan gerçekler üzerinden geleceklerini ve geçmişlerini yorumlamaya çalıştılar. Bireylerin ve toplumun elinden bilgi alındı ve verilen bilgiler ile karşılaştırmasız ve tek doğrunun hakim olduğu bir yeni toplum düzeni kuruldu. Karşılaştırmalı tarih öğrenmeyelim diye, başka dil eğitimi veriliyormuş gibi yapılıp bireylerin dil öğrenme becerilerini geniş toplum üzerinde imkansız hale getirdiler. Ölü dil eğitimi sayesinde dil öğrenmiş gibi yapılan bir kesim oluştu, elbette özel kolejlerde eğitim görenler devlet için yetiştirildikleri için onlara dil eğitimi verilmiş ve yurt dışında ülkemizi layığı ile temsil etmişlerdir. O küçük azınlık içinde olan gençler 68 kuşağının nüveleri olacaktı. Onlarında bilgi hazineleri çok geniş değildi, onlara verilen bilgi kadar ülkemizi yorumladılar ve teoriler ürettiler. Sol legal zeminde geniş kesimlere yayılması bu dönemde olmuştur.

Sürekli yer altında kendisine yaşam alanı arayanların rahat nefes aldığı süreç bir askeri darbe sonrasında gerçekleşiyordu.

27 Mayıs darbesi, Nato’nun ülkemize resmi olarak müdahalesidir ve bu müdahale kuzey komşumuzun bilgisi ve onayı ile yapılmıştır.  Kuzey ülkemizin çıkarları kuruluş aşamasında zaten anlaşmalar ile belirlenmiştir. Her ne kadar demir perde, soğuk savaş koşulları olsa da ülkemizde solun gelişimi ve solun kendisini ifade etmesinde müdahil olmuşlardır. Onların onayı olmadan sol adım atamaz konumdayken, 27 Mayıs sonrası oluşan atmosferde 68 rüzgarının ülkemizde farklı esmesi sayesinde kuzeyden gelen denetimin dışına çıkmış bir sol yaratıldı. O sol ezilmeliydi ve ezildi de. 12 Mart ve sonra yok elden liderler bu sürecin devamıydı.

Kontrol dışı solun kontrol altına alınması ancak 12 Eylül ile gerçekleşecekti. Panzerler altına kalan sol, dışarıya çıktıklarında projelerin parçası haline getirilerek onları pasifsize edildi. Üstelik sol bu işe gönüllü katıldı diyebiliriz. Projeler, inisiyatifler ve arayışlar solun bugün ki krizin içinde etkisiz halde durmasın kapısını açtı.

Ülkemizin kuruluşundan bugüne kadar görmezden gelinen sorunları artık halı altına süpürülecek boyuttan çıkmıştır. Ulus devleti bakış açısı iflas etmiş ve yerine liberal düşünce hakim kılınmış ama yeni devlet küresel boyutta olduğu gibi kurulamamıştır. Şu anda geçmekte olduğumuz zaman dilimi kırılma ve yeniden oluma sürecidir.

Zeminin hareket ettiği yerde ayakta durmak bile maharet işidir.

Ulus devleti artık yoktur, yerini alan liberal anlayış geçmiş ile yüzleşme adına karşılaştırmalı tarih ve 12 Eylül sürgünün yaratmış olduğu ortamda başka dillerin öğrenilmesi ve kaynakların bizim dilimize aktarılması ile bugüne kadar eğitimin dayattığı resmi tarih çökmüştür… çöküntü bir çok gerçek ile karşılaşmamızı sağladı. Sol bugün dahi geniş bölümü ulus devlet anlayışı ile olayları yorumlamaya çalışıyor ve elinde ki bilgiler ile bunu da başaramıyor, çünkü eline verilen bilgiler yaratılmış yeni bilgilerdir.

Devletin çarkından uzaklaştırılanlar devleti ancak eline geçirdiği bilgiler ile yorumlar ve değişimi için fikir üretebilir…

Solun elinden bir çok şey alınmıştır. En önemlisi değiştirme fikriyatı (devrim) ortadan kalkmış, sadece yorumlamak ile kalmıştır. Her ne kadar geçmişin nostaljik söylemlerinde devrim kelimesi geçmiş olsa da ona göre örgütsel bir güç değildir. Öncelikler ve dayanışma kavramı içinde devrim başka bir ortama kadar ertelenmiştir…

Bugünü geçmişin ideolojik kırpıntıları ile yorumlanamaz, bugün artık dün değildir. Değişim kaçınılmazdır ve değişimi uygun yeni görüşler ve örgütlenme modeli çıkarılmalıdır. Solun elinde durağan ve değişmeyen teorileri yoktur, olmazda çünkü sol değişim üzerine somut durumun somut tahlili üzerine kendisini var eder ve ona göre değişim için mücadele edecek yapıları oluşturur.

Liberalizmin yaratmış olduğu ortamın tahribatı kaçınılmazdı, hem ulus devleti çökertti hem de bugüne kadar yaratılan sol birikimin yeni zemin üzerine oluşması için ortam hazırladı.

Sol, kısa tarih ile yeniden yüzleşmelidir. Kürt sorunu, Alevi sorunu, azınlıklar ve ötekiler kabul edilen tüm sorunlar üzerine yeni bilgiler ışığı altında kendisini konumlamalıdır.

Söylemiş gibi yapmak yerine söylemeli…

Dersim, Ermeni soykırımı/tehciri geçmişin kanayan yarasıdır, katliamlar faili meçhul cinayetler, devlet çıkarı için sol içinde öldürmeler ve solun devlete benzer yönleri yeniden yeniden eleştirel göz ile gözden geçirilmelidir.

Biz yıkıntılar içinde kalmış ve sıkışmış konumdayız.

Bize sunulan tüm algoritmaları elimizin tersi ile iteleyip, yeni bir sistem ve devletin oluşması için düşünce üretmekle kalmamız gereklidir…

İsmail Cem Özkan