17 Temmuz 2010 Cumartesi

Güneşi görmeyenler, üretmeye devam ediyor!

Güneşi görmeyenler, üretmeye devam ediyor!

Güneşin yeryüzünü yaktığı bugünlerde, hayatları boyunca güneş görmeden yaşayan ve ölenler olduğunu biliyor musunuz?

Bir lambanın ışığı altında hayata çığlık atarak merhaba diyenler, hayatları boyunca bir gün dahi güneşi görmeden, bu hayatan göç edenlerin varlığından haberiniz var mı? Yaşadıkları günler ve çalıştıkları dönemde hep karanlıkta olanların varlığından, ekmeklerini karanlıkta lamba ışığı altında kazanmaya çalışanların var olduğunu, hiç düşündünüz mü? Güneş günü görmeden ve güneşin ne olduğunu bilmeden yaşayan ve yok olanlar. Hiç hayatta bir imzası dahi olmayanlar, belki de her yerde onların imzası var ama bizler, güneşin ışıkları altında yaşayanlar, pek farkında değiliz.

Lamba ışığı altında hayata merhaba diyenler, yine lamba ışığı altında hayata veda ediyorlar.

Onların güneşi lambadır. Lambanın kimin tarafından bulunduğunu bile bilmezler. Onlar, ekmeklerini kazandıkları için, karınlarını doyurdukları için dua ederler, ‘yarabbi şükür!’ demeden kendilerini alamazlar. Karanlığın, lambanın ışığını bile ortadan kaldırdığı anlarda bile, onların içinde yanan güneş değildir, çünkü onlar güneşi bilmezler, görmediler.

Modern yaşam, modern yaşamın gerekli tüketim maddelerinin en ucuza üretildiği yerlerde, çoluk, çocuk, yaşlı, genç farkı olmadan, her kes, yetiştirmesi gereken bir sipariş vardır. Ve her geçen dakika paradır, tabi orada çalışanlar, emeklerinin karşılığını aldığını düşünenler için değildir. Kuyudan dünyaya bakan kurbağanın dünyası kadardır dünyaları, çünkü onlar daha geniş bir evren ve değişik mücadelelerin olduğunu bilmezler. Onlar, tasarruf lambaları altında üretmek ile yükümlüdürler. Onlar için ne oyun oynayacak ne de misafir ağırlayacak zamanları vardır. Çünkü yaşanan çağın hızlı temposuna, ekmek ile karınlarını doyurmak için katılmak, katlanmak zorundadırlar. Birileri için; zamanın para olduğu an, onlar için ekmek anlamına gelir. Ağır çalışamazlar, çünkü kendilerinin yerini alacak biri mutlaka kapıda bekliyordur. Günümüzde emek, kalifiye işçilerin yapacağı alan olmaktan çıkarılmıştır. Bu sayede maliyetler en aşağıya düşürülmüş ve zaman ile yarışılır hale getirilmiştir. Maliyet de emek yönünden tasarruf edenler, lambaların altında binlerce, milyonlarca insanın yaşadığını önemsemezler. Güneş görmeyen insanlar varmış, kim düşünür? Güneş altında onların yarattıklarını tüket gitsin! Hatta ne kadar çabuk tüketiliyor diyerek şikayet bile ederiz. Ucuza alırken, nasıl ucuz oluştuğunu ve hangi koşullarda olduğunu sorgulamayız. Tüketiriz, tükettikçe birilerini lambaların altında yaşamaya mahkum ederiz.

Hiç düşündünüz mü, bu durumun tavuk üretimi ile paralel olduğunu?

Tavuklarda lambaların altında yumurtadan çıkar, ana sıcaklığını görmeyen yumurtadaki cenin, yaşama lambanın altında merhaba der. İlk cıvıltıları, bulundukları kuluçka makinesini doldurur. Sonra onlar alınır, özel bir beslenme ile aylar ile olacak süre, günlere dönüştürülür. Yumurtalık ve kızartmalık olacakları onlar olmadan önce genleri ile oynayanlar karar vermiştir. Bu tavukların hiçbiri dünyayı göremez, onların dünyaları yaşadıkları kümeslerdir. Lambaların altında, ışıklar ile oynayarak yemek alışkanlıkları verilir. Onların, aylar sürmesi gereken büyüme süresi, günlere dönüştürülmüştür ve günlere dönüşen süreç para demektir. Çünkü en kısa zamanda mekandaki yerleri boşalacak, yenileri dolduracaktır. Mekan sorunu ortadan kalkacak ve hızlı bir tüketime girecektir. Tavukların hiçbir para kazanmaz, onlar için zaman para değildir. Onları büyüten ve pazarlayanlar için paradır. Tıpkı hiç güneş görmeyen insanlar gibi. Siz tükettiğiniz ve tadını alamadığınız ucuz tavukların güneş görmediğini düşündünüz mü?

Hayatlarında güneş görmeyenlerin olduğu bir topluluk olduğunu merak mı ediyorsunuz? Gidin uzaklara demeyeceğim, hemen yanı başınızda bir madene, bir kapalı çarşıya, bir alışveriş merkezine, orada güneş görmeden yaşayanları göreceksiniz. Yaşamlarını yer altında devam ettirenleri kitaplardan okuyordunuz, şimdi o yaşanların yanı başınızda olduğunu hiç düşündünüz mü? Onları görmüyoruz, göremiyoruz, çünkü bizler o insanları kendi dünyamızdan olduğunu dahi kabul etmiyoruz, onlar hizmet vermekle yükümlü sanki makineler gibi algılıyoruz, öyle davranıyoruz. Onları ilk fırsatta şikayet bile diyoruz.

Büyük şehirlerde tiner çeken çocukları hiç gördünüz mü? Onları oraya yaşamaya mahkum edenleri sorguladık mı? Onlardan nasıl kurtulacağımızı düşündük, onlar saldırdıkça, onarlın olduğu yerden korkarak geçtik, çünkü onlar bizden değildiler. Bizden olmayanların yaşamını merak etmeyiz! Vakit, paradır diye kafamıza bir şeyler işlenir ve her şeyi ama her şeyi tüketerek hızlı yaşarız…

Güneşi görmeyenler, üretmeye devam ediyor, bizlerde tüketmeye…

15 Temmuz 2010 Perşembe

Açılım, açılım…

Açılım, açılım…

Açılım lafı ortaya atıldı ya, günler geçtikten sonra açılım yapanların, açılımı yaptıkları şeyi bile tam olarak bilmedikleri ortaya çıktı. Onlar adına politika yapanlar ve sözcüler, açılım yapanların acizliğini ortadan kaldırmak için geliştirdikleri savunmaya bir baktım, ele güne karşı ancak bu kadar şeyler söylenebilir, onları bu savunmalarından dolayı kutlamadan geçemem, kutluyorum!

Şimdi bende onların yaptığı gibi yazımının başlığını açılım koydum ve altını siz doldurun!

Yazımın altını doldurmak zorundasınız, çünkü ben ne düşündüğümü en iyi siz bilirsiniz! Açılım politikasını savunan bazı uyanıklar diyorlar ki; “hükümet açılım yaptı, sivil toplum kuruluşları altını doldurmak ile yükümlüydüler. Hükümet ancak adını koyabilirdi, daha başka şey beklemek insafsızlık!” onlar öyle diyorlarsa, benim bu yazımın altını da ancak onlar doldurabilir!

Yazımın başlığını açılım yaptım ama açılımın önünde ve sonunda ne olduğunu açıklamadım. Niyetimi de belirtmedim. Çünkü niyet okuyucular benim niyetimi benden daha iyi bilecektir ve yeni bir şeyler uyduracaktır. Bende içlerinden birini beğenip, işte benim demek istediğim tam da buydu diye ortaya çıkacağım ve açılım yazımının bir güzel altı dolmuş olacak! Altı dolan açılımın altına gönül rahatlığı ile imzamı da atarım!

Ne güzel savunma geliştirdiler, adı olan ama altı boş olan açılımın, neden battığı konusunda gerekçelendirilirken. Bu açılımın tek suçlusu var, altını doldurmayan sivil toplum kuruluşlardır. Onlar art niyetli oldukları için, doldurmadılar! Onların görevleri arasında; niyet okuma ve başbakanın bütün söylediklerini düzeltme ve verilen görevi yapma olmalıdır! Görevini tam yapamayan kurumları halka şikayet etmek gereklidir! Üstelik, açılıma neden olan sorunlardan nemalananlar varken. Nemalananlar yüzünden açılım, elbette başarıya ulaşamayacaktı. “Açıkla git, kimler nemalanıyorsa bu işten” diye düşünmüş açılımı yapan kişi ve açıklayıvermiş! Altını boş bıraktığı açılımı halka anlatırken… Olmayan açılımın yenilgisini yaşıyoruz. (açılım yapanlar neden kapı kapı dolaşıp, fikir sorduklarını şimdi daha iyi anlıyoruz, çünkü adı olup içi boş olan bir dosya ile yola çıkmışlar. Her kapısını çaldıkları bir şey anlatır diye umut etmişler, ama kapıyı açan her kişide gelenin niyetini bilemez ki!)

Başbakan, her şeyi bilen ve görendir! Onun yanında bulunanlar ise, niyeti en iyi okuyanlardır…

Açılım yapıldı. Açılım adına bir çok toplantı yapıldı, peki yapılan bu harcamaların hesabını kim verecek? Çünkü açılım boşa düştü. Yani açılmadan bitti. Aslında bittiğini kabul edilmiyor, zorlarsa sivil toplum kuruluşları, bu içi boş olan dosyanın içi doldurulabilinir. Peki, hangi sivil toplum kuruluşuna ne gibi rol biçilmişti? Niyet okuyanlar bunu gayet iyi bilirler ve her şey kendilerinde saklıdır! O kadar saklı ve gizemlidir ki, bir türlü ortaya çıkıp gelin şu kapağın altında şu vardır diye açıkça konuşmazlar. Sadece imalarda bulunuluyor. Ama imaları kimse üzerine almıyor. Üzerine almayanda suçludur!

Açılım, açılım derken, sandık görüldü, sandığa oy olarak yansımayan hiçbir açılımın devamının anlamı yoktur. Açılım yapılırken, Roman vatandaşların yerlerinden olmuş önemli mi, çünkü o boşalan yerleri yandaşlar bir güzel tapulamışlar. Olur o kadar, iktidarın eteğini tutan, bal yalar! Daha ileri gidilir, huzur köyü kurulur! Köy kurulurda orada bir dam yeri bulunmaz mı? Devleti giydirenler, köyü de giydirecektir elbette. Açılım giydirmece üzerine oturmuş oluyor, kim kime nasıl giydirdiyse…

Açılım yapıyorum sayfamda ama altını yine boş bırakamamışım. Demek ki açılım yapanlar gibi boş sayfa bırakmıyorum, niyetimi açıkça ortaya koyuyorum. O yüzden benden açılımcı olamaz, olsa olsa sorunları olduğu gibi tartışmak için bilgi toplayıcı olur!

Açılım yapmak için bilgiye gerek yoktur, kulaktan dolma bilgiler ile ortaya çık ve bağır, ben bu konuda açılım yapıyorum, hadi altını doldurun!

Bir de açılım adını duyan ve bu işten nemalanacağını düşünenler, açılım toplantıları için otel localarına, tatil köylerine, açılımın önemine göre polis lojmanlarına kamp kurmuşlar ve davet almak için her türlü yolu denemişler. Dün küfrettiklerine bir davet için methiye dizenleri de bu ülkenin vatandaşı açıkça göremedi ama hissetti. Her açılım toplantısı gürültülü ve çok lafın dönüğü alanda oldu. Sözler verildi, sözler açıklandı ve sözler ile peynir gemisi yürütüldüğü sanıldı ama bir arkalarına dönüp bakmışlar ki, maslardaki gibi bir arpa boyu yol gitmemişler. Gitmemişler ama önemli olan ilk adım atılmış oldu. Binlerce kilometre sürecek yok bir adım ile başlar! Onlarda bir adım atmışlar. Açılımdan geri yok, çünkü başlıklar belirlenmiş durumdadır. Ama açılımı yapan açılımın başında kalır mı bilemem, bu açılımlara kim sahip çıkacak ve kim altını dolduracak?

14 Temmuz 2010 Çarşamba


Adnan Yücel’i bir şair olarak tanıdım. Ankara Mülkiyeliler Birliği bahçesinde Asaf Koçak ve benimde ortak olduğum karikatür ve şiir dostluğu ve kardeşliğini bir birimize anlatırken, aynı zamanda gündemin yakıcı olayları hakkında imgeler ile nasıl anlamlar yüklerizi de tartışırdık.

Karikatür ve şiir en yakın sanat dalıdır. Çünkü her ikisinin dili imgelerdir.

Adanan Yücel’i en son olarak Dortmund’ta gördüm. Mehmet Celal'in gitarı onun imgelerine nota vermiş, onun sesi eşliğinde şiirin dünyasının gündemin acı gerçekliğine şahitlik yaptık...

O şairliği yanında öğretmendi, şiirini yazarken, anlatırken öğretmeyi ve açıklamayı da severdi...

Bu dünyadan erken gitti dediğim şairi, ölüm günü yaklaşırken anmak istedim...

Adanan Yücel benim karikatüre bakış açımın içinde önemli bir noktanın oluşmasına katkı sunmuş bir dosttu… Onu bir kardeşi olarak hep şiirleri ile anacağım… “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” üretmeye ve şiirleri okumaya devam edeceğim… o her çizgimin içinde farkında olmazsanız da vardır…

Asaf Koçak, Behçet Aysan, Adnan Yücel, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Ferruh Doğan, Mustafa Uykusuz, Turhan Selçuk, Sabahattin Ali … sonsuz bir liste yazabilirim, hepsi ürettiğim her yazıda, grafikte, karikatürde, yaşamım içinde vardırlar, var olmaya devam edeceklerdir…

13 Temmuz 2010 Salı

Gençler askere giderken…

Gençler askere giderken…

Ülkemizde askerlik zorunludur. Zorunlu olduğu içinde yaslarda belirtilen koşulları yerine getiren erkekler, askerlik için kendilerini askerlik ocaklarına teslim ederler. Teslim etmeyenler ise zorla alınır ve oraya yani kışlaya bir süreliğine yasalarda yer verilen görevleri yerine getirmesi beklenir ve zorla yaptırılır, yapmayanları ise askeri cezaevinde yatma karşılığında vermiş kabul edilir.

Askerilik, erkek çocuklarını zorunlu kılmıştır ve gönüllü değildir, fakat bu zorunluluk karşısında gönüllü gibi davranabilmeleri için değişik destanlar yaratılmıştır ve bu destanlar ile erkek çocukları, bu zorunlu göreve hazırlanır. Her erkeğin askerlik anısı olması, aslında bu anıların kendi erkek çocuklarının zorunlu göreve hazırlık taşıdığını düşünebiliriz. Genelde anılar askerlik öncesi çocukların bulunduğu ortamda anlatılarak, zorunluluk duygusunu gönüllük duygusuna yardım etmesi sağlanır. Devlet, kendi kontrolü altında yaşayan bir kesimi, askerlik hizmeti altına alarak homojen toplumun yaratılmasına hizmet eder. (Eğitimin başaramadığını askerde başarılır.)

Askere giden çocuklar, otogarlarda yolcu edilir. Son yıllarda geliştirilen seremonilerde ise ‘kınalı kuzular’ olarak lanse edilir. Kına, ölüme gidene yakılır. Dönüşü olmayana yani… Ülke, çocuklarını ölüme gönderir gibi gönderir konuma gelmiş ise, o gidenlerinde ölüme hazır şekilde gitmesi doğaldır. Yapılan seremonilerde ve seremoni öncesi gara giden yolda, atılan sloganlar ve yolda yaratılan tehlikeler bu gidişe hazırlıktır. Otomobilin camına oturup eli ile işaret yapıp slogan atması, bayrak sallaması bu gidişin ön hazırlığıdır ve en üst nokta garda yapılan halaylar ve bayrak gösterileri ile sonlanıp, otobüs ile yola çıkmaktır. Yola çıkan erin arkasından dökülen gözyaşıdır. Gözyaşının neyi anlattığı açıktır. Tarih, bize neyi anlattığını ve anlamlandırdığını çıplak olarak söyler.

Değişimin, yeni kurbanlarıdır bu zorunlu göreve giden gençler. Gençler, kışlaya giderken, bayrak ile sarılmış tabutların içinde olma duygusunu taşımaktalar. Göreve gittikleri yerinde elbette önemi vardır, çatışma bölgesine gidenler artık tek bir duygu içinde hareket etmek zorunadır, çünkü başka çıkış yolları yoktur. Otogarda attıkları sloganlar ve verdikleri demeçlerde çocuklar; “ölmeye gidiyoruz vatan için, korksunlar bizden, öldüreceğiz onları” demekteler. Daha önce hiç adam öldürmemiş, yaralamamış gençler. Sözler ne kadar rahat dillendirilir, sorgulamazlar, çünkü bulundukları atmosfer buna uygundur. O cesaret ile yola çıkarlar.

Çatışmalarda orantısız bir güç mevcuttur. Orantısız gücün olduğu yerde ise tehlike kavramı görecelidir. Çatışma yeni bir ekonomi yaratmıştır. Bu ekonomik düzenden beslenen büyük bir kesim vardır. Bu beslenme durumu devam ettiği sürece çatışma kaçınılmaz olarak devam edecektir. Bu yola çıkan masum gençler, bu çatışmanın bir anlamda kurbanıdırlar.

Eğer gerçek anlamda oradaki ölümler sorgulanmış olsaydı ve bağımsız göz ile bakabilmiş olsaydı (duygusallığı ortadan kaldırıp) bugünkü yaşanan sürece daha rahat isimler verebilirdik. Kirli savaş, kirli ilişkiler, derin devlet, kontrgerilla ve en son olarak dolaylı olarak Ergenekon isimleri verilen bu çarkın, gerçek boyutu ve sonuçları daha çıplak ortaya serilebilinirdi. Fakat bizler, 12 Eylül ile yüzleşemediğimiz için, yaşanan sürece de bir anlamda yüzleşme imkanımız yoktur. Henüz bitmemiş süreçler bir birinin devam konumdadır ve gün geçtikçe daha da değişik kollara ayrılarak bizi bir bütün olarak yutmaktadır.

Otogarlardan çocukları kınalı olarak yolculamaya devam ediyoruz. Çaresiz aileler durumu kabul etmiş konumdalar. Çocuklarını bir anlamda ölüme ve öldürmeye gönderirken, gözyaşlarını içlerine akıtmaktadırlar. “Vatan sağ olsun!” derken çaresizliklerini ortaya sermektedirler. Zorunlu görev ve zorunlu hizmet bir anlamda orada öldürme ve öldürülme sanatının öğretildiği yerler olmaktadır. Bu kadar eğitimin olduğu yerde ise, cinayetler de patlamanın yaşaması, yeni mafya ilişkilerin ortaya çıkması kaçınılmazdır, çünkü bu durum; yeni ekonomi ilişkileri beraberinde getirecek ve bu ilişkiler kolay para kazanma yolu yönünde olacaktır. Toplum intihar etmektedir, bu intiharın gözyaşları otogarlarda açıkça görülmektedir. Bu ülkenin insanı imkanı olduğunda, çocuğunu nerede askerlik yaptıracağını bilir ama imkanı olmayan büyük çoğunluk girdaba girmek zorundadır.

Silahlı çatışma, sonuç olarak iki tarafı bir birine düşman ederken, bu düşmanlık ilişkileri üzerinden birileri para kazanmaya ve yeni ilişkiler geliştirmeye devam edecektir. Aynı aileden iki kardeş biri dağda, biri zorunlu hizmet içinde bir birine kurşun sıkarken, aslında ne için savaştıklarını ve ne için çatıştıklarını bile kendilerine açıkça söyleyememektedir, çünkü atılan sloganlar ile bir birini yok etmiş gibidir. Her iki tarafın çocuğunun elinde kına vardır.

Kınayı gerçekten kim satar?

Değişim yaşanırken…

Değişim yaşanırken…

Devlet, kendi kontrolü altında yaşayan bir kesimi askerlik hizmeti adı altına bünyesine alarak homojen toplumun yaratılmasına hizmet eder. Eğer devlet yapısını homojenlikten heterojen yapıya dönüştürülürse, bu hizmete gerek var mıdır?

Askeri yapının; askerlerin, cephe savaşında olduğu gibi, cepheye sürülüp, düşman ile süngü savaşı yapmayacağı kabul ederek, eski geleneksel yapının değişmiş olduğunu peşinen kabul etmek gerek, çünkü süngü savaşının eğitim sistemi artık modern ordu içinde yapılmamaktadır. Askeri alanda gelişen teknolojiye, devletin istemlerine uygun -bu zorunlu dönem içinde-, bünye içine alınan erlere devletin belirlediği program uygulanır.

Erlerin, cephe savaşı olmadan, cephe savaşı düzenine göre uygulanmış yasaların altında, zorunlu olarak bir arada bulundurulması, elbette gelişen ülke ekonomisi için büyük bir yük getirmektedir. Bugünkü koşullar altında, tüketime yönelik yapısından dolayı ordu; ülke ekonomisinin bütçe açıklarının en önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Çünkü ordunun modernizasyonu için gerekli yatırıma da ihtiyaç vardır. Yetişmiş, alanında bilgili ve silahları kullanmaya ve onlara sahiplik duygusunu taşıyan elemanların olması bugünkü ordu için önemlidir. Klasik süngü sistemine uygun örgütlenen ordular ise; bu gibi profesyonel elemanların kışla içinde istihdam edilmesi daha zordur, çünkü belirli bütçesi olan bir örgütlenmenin, doğal olarak bütçesini aşması anlamına gelir.

Orduların yeniden yapılanması, elbette her dönem güç olur, çünkü alışılmış yapının bozulup yeniden yapılanması bir takım alışkanlıkların ve akan paranın yönünü değişmesi anlamına gelir. Ordu içinde yapılan harcamaların büyük bir bölümü kayıt altına alınacağından, askeriyede profesyonel olarak çalışanların dışarıda aldıkları yazlıkların, arabaların, tatillerinin, ordu dışı harcamaların kaynağının nereden geldiği sorusunun cevabı rahatlıkla kontrol edilir hale gelecektir. Bugünkü sistem içinde, zorunlu hizmetin olduğu yerde, sürekli değişen rakamlar altında bir çok kalemde kontrol edilme şansı yoktur. Yapılmış olsa da bu alanda yapılan harcamalar için mutlaka bir geçerli açıklaması yapılabilinir.

Ordunun modern ihtiyaca göre yeniden düzenlenmesi demek, zorunlu askerlik süresinin yeniden belirlenmesi anlamını içinde taşır. Süngü savaşı olmadığı içinde, gereğinden fazla gencin ordu içinde istihdam edilmesi bütçe açıklarının nedenlerinden olmaktadır, bu bütçe açıklarını ortadan kaldıracak bir geliri olmayan ülkelerde (Yunanistan bu sorunu canlı olarak yaşamaktadır) zorunlu olarak kısıtlamaya gidilecektir, ordu içinde kıdemli ihtiyaç dışı olanların ise emekliliği zorunludur.

Değişim, çatışmaların içinde olur. Ordu içinde değişim, reformistler ile çatışmasının kaçınılmazlığı ortadadır. Genelde reform isteyenlerin başarısı ile sonuçlanmıştır. Tarih, çatışmaların bir indeksi gibidir.

Bugün yaşanan süreç (bana göre); ordunun yeniden ihtiyaca göre yapılanma sürecidir. Bu yapılanma süreci içinde bazı harcamaların kayıt altına alınması ise, var olan düzenlerinin bozulanlarının rahatsızlığıdır. Bu rahatsızlığın başka şekilde dışa yansıması ise, toplum içinde başka bakış açılarının oluşmasına neden olmuştur. Bugün, iktidar ile ordu arasında bir çatışma olmamasına rağmen, sanki varmış gibi bir algının oluşmasına neden olmuştur. Bu durumdan yararlandığı içinde iktidar, bu algının değiştirilmesi için bir şey yapmamaktadır. Rahatsızlıklar başka şekilde gün yüzüne çıkmaktadır, direnişler başka anlamlar yüklenerek kamuya sunulmaktadır. Bugünkü değişimin sancıları, iktidar ordu çatışmasının sonucu değildir. Dünyadaki değişimin bizim ordunun ve devletin üzerine bıraktığı yeni görevler sonucudur. Hangi iktidar gelirse gelsin bugünkü sancı yaşanacaktır.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

her şey izafi


12 eylül sürecinde toplu tutuklanmalar doğal karşılandı. bugün de sabah erken saatlerde basılan evler ve toplu tutuklanmalar ve toplu davalar doğal karşılanır konumda... 12 eylül'den bugüne kadar ne değişti? kaç anayasa maddesi delindi, kaç yeni madde eklendi? bu son yapılacak değişiklikte bize neler getirecek? orman arazilerin daha rahat peşkeş çekilmesini mi? ihale yasalarında düzenleme mi? biliyorsunuz anaysa maddeleri diğer alt maddeleride direkt etkiler... bizim başımıza nasıl çorap örülüyor? anayasadaki değişiklikler bizim demokrasimizi ve yaşam kalitemizi artırmaycaksa, o zaman her şey kandırmacadır... kandırılmaktan artık usandım, yeter diyorum ve hayır oyumu ilan ediyorum...

bu arada meclisin 'tek' sosyalist temsilcisi sanırım evet demek zorunda, çünkü meclis oylamasında akp ile yan yana gelmişti... 'tek' sosyalist temsilci, meclisi ve ceylan dersini eğer çok sevdiyse, seçilebileceği bir partiden aday olması doğaldır, nasıl olsa bir daha 'tek' sosyalist aday olarak bağımsız seçilemeyecektir diye düşünüyorum... bu adını andığım 'tek ' temsilcinin başbakan ile birlikte meydanlarda evet diye bağırmasını 'garip' karşılmayacağımı ve eleştirmeyeceğimi şimdiden ilan ederim... yeni oluşacak mecliste akp milletvekili olarak girerse eğer, kesinlikle eleştirmeyceğim... o benim için 'tek' sosyalist temsici olmaya devam edecektir!... eee adam boşuna hoca olmadı, bir bildiği mutlaka vardır... hala öğrenci yetiştiriyor, tıpklı yök gibi... yök başkanıda hoca, adamlar boşuna prof ön adını almıyorlar, bir bildikleri mutalaka vardır. 2 oy alanı rektör atamak için bile matametiğin içinde çözüm yolu bulan prof'larımız bize özgüdür ve sanırım bu hareketleri ile dünyada ilklere imza atıyorlardır... izafiyet teorisi gereği, oylar da bükülebilir... her şey izafi zaten, bu yazıda pek izafi oldu!