6 Aralık 2019 Cuma

‘Söz’ yerinde ağırdır.


‘Söz’ yerinde ağırdır.

“Müslümandan, İslam’dan terörist olmaz. ‘İslami terör’ yaftasını kabul etmeyiz.”  demek, küresel olarak eylem yapan IŞİD, El Kaide, Hizbullah, İslami Cihad, Müslüman Kardeşler… gibi örgütlerin terörist olmadığını iddia etmek demektir, (onların içinden birini terörist olarak kabul edip diğerlerinin ismini ağzınıza almadığınızda sonuç aynı yere çıkıyor) onların canlı bomba, tarihi eseri yok etme, ibadethanelerin içine girip namaz kılanları/ ibadet edenleri öldürme gibi eylemlerini yok saymak veya bir anlamda desteklemek demektir...

Dini sembolleri ve isimleri kullanan yapıların her biri herhangi bir yerde eylem yaptığında ve eylem sonrasında masum insanlar öldüğünde / yaralandığında / zarar gördüğünde meydanlara çıkıp bu eylemi ‘zamanında’ ‘lanetlemek’ yerine ‘sessizlik’ içinde izlemiş olmak bile bu eylemi yapanları desteklemek anlamına gelir.

Henüz ortada küresel boyuta gelmemiş sizin siyasi hedefleriniz yönünde eylemler olurken yaşanan olaylara bakışınızı “öfkeli gençler” veya “öfkeli çocuklar” ile açıklamaya çalışmak da bir anlamda eylem yapanların neden eylem yaptığını anlamaya çalışıyoruz anlamındadır ve bu anlamın içinde destek verilmesini taşır…

Küresel cinayet işleyen yapılar küresel güçler tarafından operasyon ile yenilgi yaşadıklarından sonra militanları, üst yöneticileri, akrabaları ülkemizde tedavi görmüş oldukları ve yakınları ‘güvenli’ bir şekilde yaşam alanı bulmuşsa, örgüt yenilgisi sonrası yakınları ülkemizde gözaltına alınmışsa orada durup düşünmek gereklidir, nasıl bir mücadele yapıldığı konusunda.

Eğer dinde kaba gücü destekleyen inanç ve alt yapı olmasaydı bugün küresel olarak eylem yapan örgütlerin, cemaatlerin varlığı da söz konusu olmamış olurdu.

Sorunun temelinde ‘birileri besledi’ diye bir terör örgütü çıkmaz, onu desteleyen düşünsel ve ekonomik bir alt yapı mevcut olmalıdır.

Öncelikle din inancı içinde ‘kaba gücü’ meşru gören her türlü anlayışın tanrı tarafından gönderilen ‘emir’ olduğu düşüncesinden kurutulmak gereklidir.

‘Kaba gücü’ meşru gören her türlü anlayıştan kurtulmadığı sürece insanlık; köprüde yürürken biri ‘tekbir’ getirerek sizi bıçaklayabilir, üzerinize aracını sürebilir üstelik Londra, Berlin gibi bir güvenliğin yüksek olduğu yerlerde, Ankara gibi bir yerde “demokrasi” isteyen kitlenin tam ortasına gelir canlı bomba olarak patlar...

Katilleri besleyen devletler / güçler vardır, çünkü bu güçten/kaotik ortamdan destek alarak kendi içinde muhalefeti ya yok ediyor ya da destekliyor anlamına gelir...

Kısaca halklar terörden beslenmez.

Kaotik ortam yaratanların eyleminden güç sahipleri hem beslenir hem de istedikleri düzenin/sistemin kurulması için neden olarak kullanırlar...

Sorunun temelinde Hıristiyan, Yahudi, İslam yoktur, onun temelinde güce gösterilen “tavizsiz destek” ve “işine geldiği” için ‘kutsal’ olarak sayılan anlayıştır...

Bu anlayışlardan kurtulmak insanlığın elindedir, çünkü kutsal metinlerin içinden bir çok metnin çıkarıldığını tarih yazar.

Kutsal kitaplardan çıkarılan metinlerin ‘şeytan’ tarafından dile geldiği ifade edilir ve tek tanrılı dinlerde bugün dahi sürekli temizlik yapılır.

Bugün bile hala bir çok ifade didik didik edilir, çünkü hiç kimsenin elinde kutsal olarak kabul edilen metinlerin ilk halleri yoktur, sözün daha sonra yazıya dönüştürülmesinden kaynaklanan sorunlar vardır...

Terör sonuç olarak inancın bir aracı değil, güç kullananın bir aracı olur ve bir çok masum insan küresel güçlerin çıkarlarına uygun eylemlerde “cennete gideceğim” diyerek katil olur...

İnananın neden kaba güce ihtiyacı olsun ki, doğru, dürüst, ahlaklı olunca zaten çevresini etkileme gücüne sahiptir...

Bakın Osmanlı’nın kuruluş aşamasında Balkan yayılmasına, ‘dedeler’, ‘babalar’ eli ile yayılmıştır savaş olmadan...

Edirne savaş olmadan babalar, dedelerin inancı ve yol göstericiliği ile İslami bir başkent olmuştur, gidip biri canlı bomba olmamıştır...

İslam dini içinde Alamut Kalesi ve orada yaşayan Haşhaşiler yaşam biçimini “ret” ederek din gerçek konumuna gelebilir, aksi halde din kaba gücün esiri olduğunda; kadınlar köle, tarihi eserler ve heykellerin yıkıldığını, muhalif olanların içinde canlı bombaların patlamaya devam ettiğine şahit oluruz.

Kısaca dinden toleransı kaldırmak demek savaş demek, kaba güce ihtiyaç duyanlara hizmet etmek demektir...

“Müslümandan, İslam’dan terörist olmaz.” derken, o sözü doğrulayacak önlemler almaktan geçer, bugün Londra’da bir köprüde bir kişi “tekbir” getirerek birini bıçaklıyorsa sizin sözünüzün tarih içinde/ o olaydan etkilenen toplumlar nezrinde ne yazık ki bir ağırlığı yoktur...

İslam dini bugün yaşananlardan çok ağır yaralar almıştır, Hristiyanlık orta çağ karanlığında aldığı yara kadar ağırdır belki. Hristiyanlık devletten elini çektiği zaman insanlığın dini olmak için adım atabilmiştir, toleransı göreceli olarak yükselmiştir.

Din insanlığın ilerlemesi için ortaya çıkmıştır, zamanı durdurmak ve hayatı sonlandırmak için değil. Bugün insanlığın ilerleyişi ve bilimin önünde engel olmaya başlamışsa din asli görevini yapmıyor anlamındadır…

İsmail Cem Özkan


5 Aralık 2019 Perşembe

Hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz.


Hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz.

Oyun için salona girdiğimizde klasik Türk musikisi ezgileri bizi karşıladı. Radyoların hakim olduğu yıllarda daha fazla duyduğumuz ezgiler içinde yerimizi bulup salondan sahneye doğru bakıyoruz.  Dekor bize ilk selam veren oluyor. Bir salon, salona açılan kapılar, pencere, masa, koltuklar ve merdiven ile oyunun ilk fısıltısı çoktan kulağımıza gelmişti bile… Barış Dinçel elinden çıkan bir çok dekor gördüğümüzden olsa sanırım, eşim sahneye bakar bakmaz Barış Dinçel dedi.

Oyuna girmeden tanıtım broşürünü okumama alışkanlığım var, davet aldığımızda oyun çıkana kadar o oyun hakkında bir şey okumamaya özen gösteriyorum, bu sayede belki de oluşacak olan önyargımı baştan engelliyorum.

Öncelikle oyunu izlerken keyif almak ve o keyif ile özgürce oyunu izlemek istiyoruz… Bize eğitim ile içimizi, dışımızı önyargılar ile doldurdular, en azından oyunu izlerken - biraz da olsa - kendimi özgür hissetmek istiyorum…

1940’lı, 50’li yıllar…

İstanbul’da Osmanlı’dan kalma paşaların çocukları ve torunları, babalarından/dedelerinden kalan miras evlerde yaşamaya ve geçmişin şaşalı günlerin izlerini kültürel olarak üzerlerinde ve günlük hayatlarında taşımaktadır. Zaman geçtikçe, kuşaklar değiştikçe birikimlerin taşınacağı algısının da ne kadar subjektif olduğunu yaşayarak gördük.

Ölüm yabancı değildir, her yaşamın olduğu yerde ölüm vardır…

Oyunun atmosferi yazıldığı zamandan alınıp, 1940-50’li yıllara İstanbul’a taşınmıştır… Yazıldığı zamanda ki gibi bir zaman seçilmiştir; yokluktan çıkmış bir toplum, savaşın izlerini henüz üzerinden atamamıştır…

Cinayet, ölüm evrenseldir, küresel olan ilk şeydir belki de… Küresel savaşın yaşandığı dünyamızda ölüm de sınır tanımadan, ilk defa gittikleri topraklarda savaşanların kaderi olmuştur… Yazarın niyetlerine sadık kalarak mekan, zaman değişimi ve isimlerin yaşanan topluma uydurulması ile şahane bir oyun birazdan oyuncuların sahnede ki performansları ile birlikte bizi saracaktır…

Yazının hayat bulduğu alanlardır tiyatro…

Hekimoğlu ailesi babadan kalma bir yalıda yaşamaktadır. Halalar evlenmemiş iki dünya tatlısı yaşını almış Müşfike (sevecen, şefkatli) ile Mürşide (doğru yolu gösteren) adında kadınlardır. (İsimlerin seçimi bile oyun için ne kadar çok çalışıldığının kanıdır…) Onlar, Zeki, Halim ve Adnan adlı yeğenlerine bakmaktalar. Kardeşlerden Zeki hafif delidir. Adnan gazetede çalışan tiyatro eleştirileri yazmaktadır, Halim ise uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen bir cani/delidir.

Müşfike ve Mürşide için doğru yol ve şefkat ne anlama geldiğini oyunun başında anlıyoruz, ölüm! Birilerin iyiliğini düşünüyorlar, onları Çanakkale’ye gömüyorlar. Birinci dünya savaşında Çanakkale küresel mezarlık haline gelmiştir. Orada ölen askerlerin de iyiliğini birileri düşündü… (Bodrum katına yüklenen anlam isimler kadar düşünülmüş.)

Adnan’ın bir de sevgilisi vardır, komşu kızıdır. Onun ile evlenmeyi düşünmektedir ve zamanın ruhuna uygun bir platonik aşk söz konusudur.

Mahalleye yeni atanmış bir bekçi vardır, tiyatro eseri yazma heveslisidir. Yazdığı çalışmayı tiyatro eleştirisi yazan Adnan’a okumak niyetindedir. Karakoldan görevli olarak gelmiş ama bunu fırsat bilerek elinde dosyası ile birlikte. Mahalleli Zeki’nin zamansız çaldığı borazan sesinden şikayet etmektedir.

Zeki hafif delidir. Kendisini bir savaşın içinde sanmakta ve bakanlar kurulu ile sürekli toplantı halinde gibi göstermektedir. Halaları bu durumu kendi lehlerine çevirmiş, Çanakkale adını verdikleri bodrum katında ki sırlarının ortağı yapmışlardır…

Kara mizahın vermiş olduğu olanaklar, yazarın satırlarını uyarlayan Nedim Saban’ın elinde yeniden biçimlenirken, oyunu yöneten yine Nedim Saban olunca ortaya çok keyifli, alkışı bol, usta oyuncuların birbirini daha da büyüttüğü bir oyun çıkmış…

Nedim Saban, sıradanlığa düşmeden, her ayrıntıyı inceden inceye işleyerek bir oyuna hayat vermiş… Gülmece tekniğinin kolayına kaçmadan her sahnesinde, her satırında insanın beynine hitap eden, düşündürürken neden sonuç ilişkisini irdeleyen bir seyirci kitlesini de oyun boyunca yakalıyor ve yaratıyor…

Ölüme ve cesetlere gülüyoruz ve ortada bir cinayet olduğunu asla düşünmüyoruz.

Oyun ilerledikçe aileyi saran delilik halinin farklı taraflarına da tanık olacağızdır. Bu tanıklık ürpertici değil, aksine eğlendirici olacaktır. Ölüm o kadar eğlenceli olacak ki, salon kahkaha ile dolacak. Oyuncular rollerini o kadar iyi oynayacaklar ki, sözün yerini alkış, kahkaha alacak…

Oyunun çoğu sahnesinde yer alan Suna Keskin ile Melek Baykal’ın omuzunda oyunun ritmi yükselirken, diğer oyuncular bu iki ustanın yanında usta oyunculuklarını da gösterecekler. Çünkü oyunun kurgusu, sahnelenmesi ve oyunculara verilen replikler usta oyuncuların elleri ile yeniden yoğrulacak ve de izleyecek sunulacaktır… Kısaca söyleyeyim; “oyuncular rollerinin tadını çıkartıyorlar, o tat bizlere ulaşıyor”.

Kendi adıma söyleyeyim; o kadar çok gülmeye ihtiyacımız varmış ki, bu ihtiyacımızı bu oyun salonda bulunduğumuz sırada bol bol karşılandı.

“Komedi ciddi bir iştir, şakaya gelmez!”

Her kara mizah eser içinde inceden inceye eleştiri vardır, sözcüklerin arasına saklanan eleştiri her görselin içinde bize ağır ağır verilir. Balon karikatürler gibi şakaya getirilen ama bir saniye sonra unutacağımız esprilerin yerini eserin bütünlüğü içinde verilen mesaj ile komedinin ne kadar ciddi ve üzerinde çok çalışılması gerektiğini bir kere daha bu oyunda görüyoruz… Bu oyunun can alıcı noktası sıradanmış gibi sunulan bir akış içinde verilir; ülkeye pasaportsuz kaçak giren ve uzun zamandır aile ile bağlantısı olmayan kardeşin seyirci ile ilk karşılamasındadır bu an! Halim, yüzünü değiştirmiştir, o yüzden yeni kimliğe ihtiyacı vardır. Bir şekilde ele geçirmiş oldukları başkasına ait pasaport ellerindedir ve o pasaport resminde ki insana benzemek için yeni bir yüz estetik ameliyatına ihtiyacı vardır. Ameliyatı yapacak kişi bu işin simsarı olmuş doktor ile bir gün eve gelir ve yıllar öncesi kan lekesi bıraktığı perdeyi göstererek cümleyi söyleyiverir; “Eşyalar insanlardan daha onurlu, çünkü onlar lekelerini yıkanmadıkları sürece üzerlerinde taşır ama biz lekeleniyoruz, hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz."

Oyunun ruhu artık dillendirilmiştir…

Zamanımızın ruhunda olmayan bir şey sorgulanır bundan sonra,’adalet!’

Kendi küçük dünyalarında ‘birilerin iyiliğini’ düşünenler ve zorunlu olarak arkasında ‘delil bırakmamak’ adına işlenen cinayetler bir bodrumda birleşir…

Sorular oluşur…

Öldürmek aile fertlerinin yalnızlığını mı yok ediyor?

Soru varsa cevabı da olacaktır…

Her biri bir biri ile iletişim halinde ama aynı zamanda içlerinde koskocaman bir çöl vardır ve o çölde yalnızlardır…

Oyuncular üzerine çok şey söyledim sanırım, çünkü ustalar her zaman takdir görmeli ve alkış eksik edilmemelidir… Her oyun, sahneye çıkan her oyuncu tecrübesine tecrübe katarak sahneden iner. Ustalar sahnede olduğu sürece öğrenir ve de öğretir. Hem seyirciyi eğitir hem de birlikte rol aldığı arkadaşlarını. Sahneye bakan ve sahnenin arkasında yer alanlarda bu öğrenimden payını alır, dekor, kostüm, müzik, dans için çalışan koreograf hepsi bir bütün içinde olduğu sürece oyunun seyirliği artar ve seyirci ile daha rahat kucaklaşır, bunlardan birinin eksikliğini ustaların üzerine düşen gölgedir. Ahududu oyunda bu bütünselliği gördüm, her birinin emeğine sağlık…

Oyunun son perdesinde ışığın gücünü ve önemini bir kere daha gördüm, bölümler arasında sahnenin kararması ve zamanında aydınlanması komanda başında olan kişinin dikkatinin ve işini ne kadar keyifle yaptığını düşündüm…

Oyun üzerine daha kısa yazmak isterdim ama sahnede bana yansıyan çok şey olunca, elimde değil her birini dilendirme isteğini durduramıyorum… Kelimeler ekranın üzerine düşünce, ekrandan aşağıya doğru akıyor, kelimeler ve cümleler oluştukça yazının uzadığını ancak son noktayı koyduğumda görüyorum. Bu kusurumu da bana çok görmeyin lütfen! Kısada olsa zaten okuma alışkanlığı olmayan okumuyor, görsele bakıp geçiyor…

İyi ki bu oyunu izledim, imkanınız varsa ne zaman olursa olsun gidin izleyin…

Kahkaha ihtiyacımız var ve nitelikli bir kara mizah eserinin sahnede usta oyuncuların canlandırmasını kaçırmayın derim... Cümle uzun mu oldu, peki, kısaca yazayım; izleyin, alkışınız eksik olmayacak!...

İsmail Cem Özkan



Ahududu

Yazan: Joseph Kesselring
Yönetmen: Nedim Saban
Yard. Yönetmen: Erdinç Doğancı
Dekor: Barış Dinçel
Kostüm: Günnur Çaras
Işık: Yüksel Aymaz
Reji Asistanı: Mustafa Karasu
D. Kareografi: Murat Turhan
Fotoğraf: Emre Mollaoğlu
Oyuncular: Suna Keskin, Melek Baykal, Nedim Saban, Bülent Seyran, Cem Güler, Ender Gülçiçek, Aysuda Dalgıç, Birol Engeler, Özgür Yetkinoğlu