18 Mart 2011 Cuma

Silah tüketiyoruz

Silah tüketiyoruz

Silah ölüm demektir. Ölümün bir çok nedeni olabilir ama silah sonuçta ölümü insan eli ile yaygınlaştırmasıdır. Silah varsa eğer, orada mutlaka ölüm var demektir. Silahtan koleksiyon olmaz.

Silah üretimi ve tüketimi artan bir toplumuz ve silahtan ölümlerinde arttığı bir topraktayız, silah ile ölenlerin suladığı topraklarda çöz kumu birikirken, öç alma ve kendisini gösterme hevesinde olanlar kendilerini tatmin etmek için öldürmeye devam ediyor.

Öldürüyoruz, öldükçe öldürmeye devam edeceğiz, çünkü toprağa karışan canın karşılığı can almaktır. Bu geleneğimizde vardır, devlete bırakılmaz çoğu işler zaten devlette kendi üstüne düşeni özelleştirmiştir, özelleşme ile kanuni olarak silah taşıyan ruhsatlı insan sayısı da azımsanacak kadar değildir. Artık silah taşıma ruhsatı 18 yaşına inmiştir ama 24 yaşından önce içki içilen yerin kapsından girmesi yasaklanmıştır.

Aralarında bir nedenden dolayı husumet bulunanlar ve ellerinde silah varsa birinin katil, ötekinin ölü olmayacağı kim garanti eder? Husumet silaha sarılmanın ilk adımdır.

Tuttuğun takım, derbi de rakibini yenmiş, elinde silah varsa eğer, adam öldürmek içinde olmazsa, havaya ateş ettin. Kurşunların biri balkonda bayrak sallayan çocuğa gelmeyeceğini kim garanti edebilir. Katil olmak için değil, eğlenmek için atılan kurşun, silah taşıyanı katil yapabilir. Eğer bir insan silah taşıyorsa eğer, kullanmak için taşıyordur.

Belinde silah olan biri ormana gittiğini düşünelim, belinden silahı çıkarıp atış talimi yapmayı ister. Silah sadece belde taşınmaz, ara sıra kullanmak gerek. O sırada ormanda silahlı birinden habersiz olarak siz geziyor olabilirsiniz. Talim için atılan kurşunun sizi gelip bulmayacağını kim garanti edebilir?

Silah taşıyan biri potansiyel katildir.

Doğaya çıkmış biri, belinde silah alarak geziyorsa, doğa içinde bulunan bir tavşanı veya başka bir canlıyı avlamayacağını kim söyleyebilir. Avlanmak için yaş sınırı şimdilik 18 olmasına rağmen, silahı olan baba, çocuğuna silah kullanmayı erken yaşlarda öğretmek isteyebilir. Çocuk silahı alıp, heyecanlanarak namlunun ucunu babasına çevirmeyeceğini ya da kendisine doğru döndürmeyeceğini kim garanti edebilir. Çocuk bir anda katil olmuş olabilir.

Silah satan dükkanlar camekanlarında her türden silahı sergilemekteler. Ağır ve uzun namlulu silahtan tutun küçük silahlara kadar her türden silah bu dükkanlarda mevcuttur. Silahlar öyle sergileniyor ki, gel de alma. Ben alıcı halde sergilenen silahlar ve sağlığa zararlı ilan edilen sigara. Sigara bile silahlar gibi camekanlarda sergilenmiyor. O silahlara bakıp, kovboyculuk oynamak isteyen çocuk, bir anda kendisini mahallenin kahraman çete lideri olarak görmesine sebep olabilir.

Bir şekilde silah satın almak kolay, kolay olmasaydı, İbrahim Tatlıses’i vurmak için kalaşinkof silahı henüz cezaevinden çıkan biri nasıl oldu da ele geçirdi? Uzun namlulu silah ile şehrin en canlı yerinde ruhsatsız olarak gezip, soğukkanlılıkla ateşlenmesini nasıl açıklarsınız?

Silah, egosunu tatmin etmek isteyenlerin elinde kitle ölümlerine bile sebep olabilir. Düşünsenize bir gün İstiklal Caddesinde adamın biri cinnet geçirip sağa sola ateş ettiğini, kaç insan orada can verir?

Silah taşımanın coğrafyası olmaz, her yerde silah taşınabilinir. Ülkemizde silah taşımak hem yasal yolu var hem de karanlık yönü. Her ikisinde de sonuçta potansiyel katil var!

Konuk gelinen devlet adamlarına silah hediye edilir, hiç düşündünüz mü neden silah? Örneğin neden bir heykel hediye edilmez?

Tüketici toplumu, silah tüketmeye ve yeni kailler ve kurbanlar üretmeye devam ediyoruz. Tüketmek için, üret.

Şaka!

Şaka!

Şaka; güldürmek, eğlendirmek amacıyla karşısındakini kırmadan yapılan hareket veya söylenen söz, latife diye açıklar sözlükler. Burada amaç eğlenmek, eğlendirmek… Sonuç; kırılmamak…

İnsanlık beynini kullandığı günden beri vardır şaka, çünkü şaka yapmak ilerlemek ve medeniyet demektir. Her dönemin ve her dilin, kültürün kendisine özgü şakaları vardır ya da vardı demek daha doğru olur, çünkü globalizm sayesinde Amerikan şakalarını benimser olduk. Onların dizilerinde şaka yapıldığını belirtmek için gülme efekti konuyor, seyirci bak burada gülmen gerek, çünkü ince bir espri var ama anlamadıysan da gül, çünkü bu dizi şaka olsun diye değil, eğlenmen ve beynini yok etmek için üretilmiştir. Şaka eskisi gibi medeniyeti değil, başka şeyleri temsil eder oldu. Kelimeleri bir Amerikalı gibi düşünüp, onun kelimelerine uygun gülüyor gibi yapıyoruz. Bu gibi yapma durumu, bize özgü üretildiği söylenen dizlerde bile rastlar olduk. O kadar içimize sindi ki, fast yiyecek gibi anında tüketiyor ve karnımız doymuş gibi yapıp işimizin başına dönüyoruz.

Şakalar Amerikanlaşınca, yaşamımızın önemli bir birikimini yok ettiğimizin farkına bile varamıyoruz, çünkü artık beynimizi değil, efektlerden gelecek dürtülere göre hareket ediyoruz demektir. Kısaca aptallaştırıldık ve şaka gibi oldu! Eskiden şaka yapma vardı, şakalaştık haline döndük!

Güldürmek eskiden en zor işti, bugün sahneye çık, seyirciye küfür et, seyirci küfrüne gülsün. Çünkü aptallaştırılan seyirci ne söylenirse söylensin gülecektir. Küfürlerimiz bile Amerikan zihniyetinin yaratmış olduğu küfürler gibi oldu ama arada ağızdan kaçan “a.ına koyduğum” sözü hala varlığını korur, ama beyleeeer bu İngilizce halinde söylenemez ki, unutun bize ait olan küfür ve onların yerine “fuck you” kullanın! Her cümlenin sonuna da “shit” deyin geçsin... Ne anlama geldiğinin ne önemi var, olur olmaz yerde nasıl olsa güler gibi yapmaya alıştırıldık, buna da alışırız.

Yazdıklarımın hepsi şaka şaka, sakın üzerinize alınmayın, çünkü bunları okuyorsanız hala siz aptallaştırılamadıklardansınız…

17 Mart 2011 Perşembe

Zifiri karanlıkta tiyatro

Zifiri karanlıkta tiyatro

Türkiye topraklarında binlerce yıl tiyatro var oldu ama bir süre yasaklandı, yok sayıldı. O yasaklanan dönemde tiyatro halk oyunlarında, ritüellerde yaşadı, tiyatro hiçbir zaman bu toprakları terk etmedi. Üstü kapalı ve sahnesiz yaşadı ama sahneyi meydanda ad koymadan oluşturdu. Bizim toplumumuz içinde halk oyunları yaygındır, eskiden özel günlerde kahvelerde buluşup meddahlar tek kişilik hikayelerini canlandırdılar, seyirciyi kattılar oyunlarına. Profesyonel oyuncu yoktu ama seyircide yoktu, çünkü seyirci de aynı zamanda oyunun bir parçası oluyor, oynuyordu. Halk oyunları, halk eğlenceleri tiyatronun izlerini hep üzerlerinde taşıdılar.
Yüzlerce yıl sonra tiyatro sahnesini yeniden oluşturdu, gayr-ı Müslimler sahnede tiyatroya yeniden ses verdiler. Onlar batılı anlamda tiyatroyu yaşattılar, bize uyarladılar. Önceleri izleyici olanlar, sonra aşklarının etkisi ile kendilerini sahnede buldular. Sahne öyle bir çekici tarafı vardır ki, ona kapılan oraya bir şekilde düşer. Yasaklar, bir sanatı binlerce yıl olduğu yerde bırakabilir ama yok edemez. Ülkemiz topraklarında, toprak altında kalan yüzlerce tiyatro salonu birer birer canlanmaya başlandı.
Tiyatro yaşadığımız topluma çok geç yeniden merhaba dedi, hızlı bir gelişim göstermeye başladı. Sahneler, oyuncular yerlerini aldı. En önemlisi tiyatro eser üreten yazarlarımız oldu, üstelik evrensel anlamda eserler üretenler. Dünya sahnelerinde bizden yazarların eserleri sahnede canlandırıyor. Tiyatro evrenseldir ve evrensel bakar olaylara. Nerede yazıldığı değil, nerede oynandığı önemli olmuştur.
Siz hiç zifiri karanlıkta bu evrensel sanatı izlediniz mi?
Sahne, bizimi ve kuralları olan yer anlaşılır ve öyle algılatılır var olan eğitim sistemimizde. Eğitim var olan önyargılarımızı yaratır ve geliştirir, farklı düşünmeyi engeller. Bir anlamda gözümüze bağ çekilir. Düşünceler sistemimize edilirken, özgürlüğümüz, hayallerimiz ellerimizden alınır. Tiyatro işte bu önyargıyı ortadan kaldıran ve bizi başka dünyalara davet eden sanat dallarından biridir. Sahnenin zifiri karanlıkta olduğu, oyuncunun zifiri karanlıkta olduğu bir oyun izlediniz mi? İzleyemezsiniz, çünkü seyircide zifiri karanlıkta olacak. Kısaca zifiri karanlıkta hiçbir tiyatro eseri dinlediniz mi? Oyuncu sahnede, makyaj yapmış, oynuyor, siz makyajını göremiyorsunuz mimiklerini göremiyorsunuz ama hissetmeniz istenecek. Bunu hissedebilecek misiniz? Bir kör gibi olacaksınız ve onların gözünden tiyatroyu izleyeceksiniz.
İşte bir fırsat İstanbul için oluştu! Zifiri karanlıkta yemek etkinliklerden tanıdığımız Kör Fotoğrafçılar Projesi, tiyatroyu da zifiri karanlıkta sergiliyor.
Aşık Veysel daha önce oynanmıştı, izleyicisi bile oldum, çok farklı bir duyguydu. Aşık Veysel ölüm yıldönümünde yeniden sahnede olacak. İkinci bir alternatifiniz daha var, Goethe!
Goethe, zifiri karanlıkta size merhaba diyecek, Faust adlı tiyatro eseri ile.
Goethe, Alman dilini ve düşünce yapısını yeniden biçimlendirdiği ve yeniden yarattığı başyapıtıdır. O güne kadar alman dilini sadece “barbarlar” konuştuğu ve barbarların yazılı eser üretemeyeceği ve evrensel anlamda kendisini ortaya koyamayacağı düşünülüyordu, fakat bu barbar kavramını ortaya koyduğu ve yeniden biçimlendirdiği çalışması ile yıkmıştır. Avrupa dilleri içinde almanca Goethe ile girdi ve gelişti. Barbar olarak görülen ve küçümsenen almanlar kendilerini ifade etmeye başladılar. Almanların bir bölümü de evde almanca, sokakta Fransızca konuşuyordu. Fransızca konuşmak Avrupalı ve soylu anlamına geliyordu, küçümsüyorlardı ana dillerini, çünkü kendi dilerlinde sanat üretileceğine inanmıyorlardı. Kaba dilleri vardı ve kaba dil ile ancak kavga edilir, savaşılırdı! Goethe alman dili ile aşkı, sevgiyi anlatmıştı ve evrene bakış yeniden biçimlendirmiştir.
Dr. Faust’u zifiri karanlıkta http://vimeo.com/20705010 videosuna bakarak ön bilgi edinebilir ve bir yer şimdiden ayırtabilirsiniz. Faust, Haydar Zorlu’nun muhteşem performansıyla Zifiri Karanlıkta sahneleniyor. Haydar Zorlu, 80 dakikalık tek kişilik drama da Faust’u bölümler halinde izleyiciye sunar.
18 Mart Cuma, saat 20.00’da Galata’daki Kör Fotoğrafçılar Projesi merkezinde sınırlı sayıda izleyiciye sahnelenecek.
Aşık Veysel'in 38. ölüm yıldönümünde Zifiri Karanlıkta Tiyatro "DOST"
Aşık Veysel’in ölümünün 38. Yılında, 20 Mart Pazar, saat 17.00’da ve 21 Mart Pazartesi, saat 20.00’da çok özel bir oyun sahneleniyor.
“Dost”
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Galata Diyalog Derneği işbiriğiyle. Proje tasarımını Kazım Sinan DEMİRER Ve Tulga SERİM’in, kostüm tasarımını Meryem Yönlüer’in yaptığı, Kazım Sinan Demirer’in rol aldığı DOST adlı tek kişilik oyun, usta ozanın anısına Kör Fotoğrafçılar Projesi merkezinde oynanacak.
Bu oyunlar için rezervasyon:
Tel: 0212 252 51 61- 62
0532 342 25 38
Adres: Kör Fotoğrafçılar Projesi
Serdar-ı Ekrem Cd. No16D Galata- Beyoğlu

16 Mart 2011 Çarşamba

Yüzyılın Aşkı

Yüzyılın Aşkı

Yüzyılın Aşkı, Yeşim Özsoy Gülan tarafından kaleme alınan ve yaşadığımız çağın sekiz dönemine büyüteç ile bakan ve bir anlamda yazarın tasarımının sahnede canlandırılmasıdır.
Bir masa, iki sandalye ve iki oyuncu. Oyuna destek veren, ışık, video çalışması ve müzik. Sahne demek için artık hiçbir engel yoktur ve oyun sahne demiş. Masa oyunun merkezinde yer alır. Masaya öyle anlamlar yüklenir ki, her bölümde o anlamı kafanızda canlandırırsınız. Masa her tarihte farklı konumdadır, tıpkı saatteki göstergeler gibi. Akrep ve yelkovan oluyor bir anlamda. Zaman masa oluyor, masa zamana göre biçim ve anlam değiştiriyor.
İlk sahne, henüz yeni tanışma, ilk buluşmalar, nişanlılık süresi belki. Erkek ve kadın. İki sandalyedeler, seyirciye doğru oturuyorlar. Seyirci yer bulma telaşı içinde. Oyuncular sahnede ve ağır hareketler ile seyircinin yerini almasını bekliyor. Loş bir ışık, henüz ışık bir şey anlatmıyor. Yüzyılın aşkı, ilk buluşma ile başlar, ilk merhaba. Acaba aşk mı, korku mu? Bir adam ile birlikte olmak, kendi evini kurmak, o güne kadar taşıdığın kızlık soyadın yerini alacak olan bir başka isim. Henüz tam tanışmadan, huyunu suyunu bilmeden, töreler ve gelenekler öyle diyor diye. Üniversiteyi henüz bitirmiş, yaşı da o dönemlere göre evlilik yaşını çoktan aşmış bir kadın. Bir erkek. Erkek kendi dünyasında, başkaları ile ilgileniyor, henüz eşi olmayan nişanlısına bakmıyor bile. İlgi alanı başka yerde, belki töre ve gelenek öyle diyor. İki ayrı konuşma ve bir birinden bağımsız, aslında bir biri içine girmiş yaşamın iç konuşması ve dışarıdaki ses. Kadın iç konuşmasını yaparken, erkek mimikleri ve sesi ile olması gibi davranıyor, dönemine uygun. Her dönemin kıyafetleri var, daha sonra baktığımızda gülünç gelir, tıpkı davranışlara baktığımız andaki duygu gibi. Kim anımsar bundan uzun yıllar öncesi hareketlerini, konuşmalarını? Fotoğraflar konuşmaları saklamaz, kıyafetleri sakladığı gibi… Masa seyirciye paraleldir, başlama saatti seyirciye yöneliktir.

Masa ikinci sahneden itibaren “çeyiz sandığı” gibi olduğunu görürsünüz. Eskiden çeyiz sandıkları vardı, kızlar evlenmeden önce, çocukluk yaşlarından itibaren anneleri göz nuru emeklerini sandık içine bırakır, düğünde ele güne, komşuya sergilenmek için kullanılmadan saklanırdı. Naftalin kokardı bir anlamda sandık içleri. Masa naftalin kokmuyordu ama öyle bir planlama yapılmış ki, bölümler için ayrı bölümler oluşturulmuş, o oluşturulan alandan her sahnenin kostümü durmaktadır. Tıpkı “advance takvimi” gibi, her gün bir bölüm açılır ve o bölümde o güne ait bir şeyler söylenir. Masa bir anlamda takvimdir. Her takvim yaprağının kostümü ayrıdır.
Cumhuriyetin ilk yılları içinde geçer bazı sahneler, bazıları daha yakına gelir. Her dönem bir geçişi anlatır, özel yaşam toplumsal yaşam ile bağ kurulur. Kore savaşı sırasında İstanbul’a gelen asker ölüleri ve onlar için yapılan resmi törenler. Neden savaşmıştık gerçekten? Kore dağlarına kanımızı NATO’ya girmek için mi bıraktık, ülkemize süt tozunu gönderen, Marshall yardımını esirgemeyen Amerika’nın çıkarları için… cenaze sahipleri çevrelerine boş gözler ile bakarlar. Kadın toplumsal olayların dışında kendi iç dünyasındadır. İç dünyasının fırtınasını, çelişkilerini, duygularını seyrederiz. Karartma gecelerinde, erkeğin bencilliği ve kendi evinde misafir olan bir zaman komşumuz, bugün “yabancı” olanlar. Nasıl oldu da komşumuz yabancı oldu? Hangi koşullar komşumuzu öteki yaptı? Ötekileştirilen kadın ve kadının erkek yakınlarının Erzurum Aşkale günleri. Müslümanlara göre beş katı ödenen vergiler. Dünya savaş içindedir ve komşumuz işgal altındadır. Faşizm kapımızı çalmakta ve savaşın dışındaymışız gibi anlatılan dönemde, aslında bizler savaşın içindeydik ve taraftık. Taraf, sahnede erkek bakış içinde çıplak olarak sunulur. Kadın zorunludur, erkeğin kadını olmak konusunda. Aşk yoktur. Masa yerini değiştirmiştir. Yelkovan ve akrep nerede duruyor?
Daha yakın zaman, Deniz Gezmiş idam edilmiş ve henüz dört gün olmuş. Deniz toprağın altındadır. Yaşadıklarını düşünüyor. Deniz’in sevgilisi ise toprağın üzerinde, Deniz’den kalmış olan kaban. Kabana sarılmış, toprak altı ve üstü. Masanın altı toprağın altı, üstü… Deniz, Rodrigo’nun Gitar Konçertosunu dinlemek istiyor ama başka sesler duyuyor. Deniz idama giderken aldığı kokuyu anımsıyor, sevgilisi onun için o çiçeği bahçesine ekmiş, kokusu ve anıları Deniz ile birlikte yaşasın diye. Birlikte yaşlanmayı, yaşlandıklarında el ele denize karşı yeni sevgililer gibi oturmayı hayal ediyor. Zaman imkansızı yaratmış, devrim imkansızı istemektir bir anlamda ve deniz ve sevgilisi imkansızı istiyor. Bu duruş evrensele yayılıyor. Masa toprak oluyor, zaman sonsuzluk…
Bölümler bir kronolojik olarak oluşturulmamış, kronolojik olarak tarih çizgisi izlemez. Bir ileri, bir geri. Her toplumun bir yükselişi olduğu gibi çöküşü de olur ve çöküşü daha iyi anlamak için geriye doğru bakmak önemlidir. Çünkü çöküşün izleri geçmişte saklıdır. Oyun bize bugünü anlatır, bugünün sorunlarının geçmişin izleri içinde varlığını fısıldar. Zaman fısıldamaktadır. Fısıltının içinde geçmiş yaşam vardır.
Video ve ses ile desteklenen oyun, oyuncuları bir anda mim tiyatrosu oyuncusu yapar. Mimikler ve hareketler ile anlatırlar, konuşma dışarıdadır. Işık konuşmaya uygun olarak seyirciye bir şeyler anlatır. Her çalan müzik, her metin bir şey anlatır. Çoğul hali ile oyun bir şeyler anlatır. Anlatılan aslında senin hikayendir. Bir aşk hikayesi, yüzyılın aşk hikayesi içinde acılarda saklıdır. 12 Eylül veya başka darbe. İşkence. Zaman yoktur işkence görmüş vatandaş için. Çünkü işkence insanda zaman ve mekan duygusunu yok eder. İşkenceden çıkan biri uyum sağlayamaz yaşama, çünkü o karanlıkta, hücrede yaşadıkları ile dışarıda yaşamaktadır. İşkence ömür boyu izini bırakan bir travmadır ve o travma yüzleşildikçe ortadan kalkar. 15 gündür evde ve eşini de hapis hayatı yaşatan bir sevgili, bir koca. Korkuları ile yüzleşmeye korkan bir adam. Kadın onu anlamaya ve yüzleşmesine yardım etmek istemektedir. İşkence gören, bir anlamda eşine işkence yapmaktadır. Korku sokaklara hakimdir ama evin içine de hakimdir. Korku ile pencereden dışarıya bakar ama aslında korku ile odaya bakmaktadır. Korku başının ucundadır, hayat arkadaşındadır. Yaşam korkular ile yüzleşmeyi getirir, eğer yüzleşmez isen, hep sinik olarak kalacaksındır. İlk adım atmak gibidir, yaşama. İlk adımı atarsın ve yürürsün, atamazsan hep birilerine bağlı kalırsın. Darbeler, işkenceler hep yara bırakıp da gitti. Masa sadece zamanı gösterir…
Çağın insanı, tüketen. Anını yaşayan. Bir anlık için zevk alan ve yarının olmayacağını düşünen. Bir an için sevişen, bir an için eğlenen ve bir an için buluşulan ve eve giren nasıl bir sonucu bilen bir çağdır yaşadığımız. Sevişme, uyuşturucu kullanma, cool olma durumları.. yan yana konuşamadığını, internet ortamında konuşan bir insanlar topluluğu. Diskoteklerde, cafelerde, İstiklal Caddesinde anı yaşayan milyonlarca insandan biridir kadın ve erkek ve o an sevişmek ister çünkü on dakika sonra başka bir kadın ya da erkek ile sevişmek istemeyeceğini kimse bilemez. İlişkiler, anlık ve tüketime açıktır. Tüket, sorgulamadan tüket ve sadece tüket… Zaman tüketim çağıdır ve masa diskotek olur.
***
Kısa tarihimiz içinde gezdik oyun içinde, bir ileri bir geri. Kendi tarihimize yazarın gözünden oyuncuların performansı ile baktık. İki oyuncu; müthiş. İki oyuncunun mimikleri, ses tonları, hareketleri. Hiç abartıya yer vermeden ve bir biri içine girmiş sahnelerden çok farklı zamanları aynı zaman dilimi içinde canlandırdılar. Masa saati gösterirken, oyuncularda sahnede devleştiler. Masayı bir sandık gibi kullanan ve her bölümünden ayrı kostümleri giyerken, ayrı rollere hemen uyum sağlamak gibi zor işi çok doğal olarak yaptılar. Sanem Öge ve Deniz Celiloğlu müthiş performansı ile bu oyuna hayat verdiler, ayakta alkışlanmayı ve alkışlar ile selamlanmayı çoktan hak ettiler.
Kostüm bir insanı ne kadar çok değiştirdiğini, bu sahne geçişleri ile bir kere daha gördüm. Kostümler, ışık, ses ve video çalışma ile bir bütün oluşturmuşlar. Her biri birini tamamlıyor.
Oyunu görme imkanı olanların kaçırmaması gerek bir oyun olarak görmekteyim.
***
Özel bir not yazayım; özel tiyatrolarda politik mesaj veren oyun çok az. Daha çok ilişkileri sorgulayan oyunlar izledim. Bu oyun hem özel ilişkiyi hem de politik mesajı net veren bir oyun olarak karşıma çıktı. Özel tiyatrolarda eğer isterlerse bu tarzda oyunlar sahneye koyabilirler. Kültür bakanlığından yardım almak için, yaşadığı çağa sadece seyirci kalan bir çok özel tiyatro emekçisi bu oyuna gelip oyunu izlemelerinde yarar olduğunu düşünüyorum. Elbette para çok önemli, elbette politik olmayan oyunlar sahnelenmeli, fakat yaşadığımız bu geçiş sürecinde topluma karşı bir sorumlulukta paylaşılmalı diye düşünüyorum. Bana dokunmayan yılan diye başlayan cümle gibi bakılırsa, bugün alınan yardımın yarın alınacağı garantisini kimse vermez. Sessiz kalmak veya görmemezlikten gelmek bir anlamda onaylamaktır.
Her şeyin bir zamanı var diyorsanız, evet, her şeyin bir zamanı var, zamanında yapılmadığında bir anlam ifade etmez.
Yazan-Yöneten: Yeşim Özsoy Gülan
Sahne ve kostüm Tasarımı: Başak Özdoğan
Ses Tasarımı: Korhan Erel
Fotoğraf: Genco Gülan
Video Çekimleri: Melisa Önel
Oyuncular
Deniz Celiloğlu
Sanem Öge