21 Aralık 2011 Çarşamba

Tarih; ilkleri yaşarken tekerrür mü eder?

Tarih; ilkleri yaşarken tekerrür mü eder?

Susurluk davasına konu olan yıllarda yapılan operasyonlar ve sonuçlarını yeniden düşündüm, acaba dedim kendi kendime; tarih tekerrür mü ediyor? Özneler değişik ama uygulama ve yapılanları düşününce karbon kağıdından geçmiş gibi.
Denenmiş operasyonları tekrar deniyorlar ama biryandan da geçmiş ile yüzleşmek adına bir takım soruşturmalarda / davalar da bu arada sürüyor. O dönemde yapılanları demektir ki başarılı görüyorlar ki, yeniden benzer bir senaryo yeniden uygulamaya konuluyor.
Susurluk davasına konu olan yıllarda “ilk kadın” başbakanımız yönetimdeydi. Onun emrini şak diye yerine getiren bir genelkurmay başkanı, emniyetin “ağır topları” o dönemde her şeyi yapacak konumdaydı. Birde bugün varlığı kabul edilmeyen JİTEM ve onun gözü kara yöneticileri de henüz sağ idi.
Mahkemelerde JİTEM henüz kabul görmüş değil ama fiili ve anılar içinde varlığını devam ettiriyor. PKK ile savaşan özel ve seçilmiş birlikler, o dönemde “Dağ Türkçesi” ile konuşan, yetiştirilmiş ve her şartta ayakta kalacak elemanlardan oluşturulmuştu. Dağ Türkçesi konuşan elemanlar; köylere baskınlar düzenleyip, PKK kıyafetleri ile önce propaganda yapıp, ardından kendi kimlikleri ile gelip o propagandaya sıcak bakanlara “bok yedirildiği” günlerdi. Yine o dönemde “bir liste” elden ele dolaştırılıyor ve “Kürt” olduğu söylenen işadamlarına, gazete dağıtıcılarına, muhabirlere yönelik suikastlar, saldırılar oluyordu.
Liste bir kere ele düştün mü artık gereği yerine getirilmesi gereklidir. O listede olduğunu düşünenler; ellerindeki olanaklar ile karar verenlerin kapsını arşınlıyor ve listeden isimlerinin çıkması için tüm mal varlıklarını ortaya koyuyorlardı.
Gerçekten dilden dile dolaşan, bizim görmediğimiz ama duyduğumuz o listede neler ve kimlerin isimleri vardı?
Sonuçta bir liste olduğu yaşanan ölümler ile hayatta karşılığını bulmuştu. Görevlerini yerine getirmek isteyenler için elde liste olması büyük kolaylıktır, çünkü ele verilen liste emir olarak kabul edilir ve gereği yerine getirilmesi zorunludur. Bu işin yasal olup olmadığı, prosedüre uyup uymadığı önemli değildir, emir verenler sonucunu elbette biliyorlardır.
Bugünlerde operasyonlar öncesi bir liste lafı ortaya atıldı. O dönemdeki gibi listede isimler alt alta sıralanmış, öncelik sırasına göre işlemler yapılmasının gereği uygun görülmüş. Sırası ile listedekilerin üstleri çizilmekte, uygun olan işlem, listeyi elinde bulunduran tarafından yerine getirilmiş olmakta olduğu anlaşılmaktadır. Bugünlerde yaşanan tutuklama operasyonları sözü edilen listenin varlığını kanıtlamaktadır.
Devlet içinde devlet olduğu kabul edilen bir yapılanmanın her meslek grubundan, her katmandan insanı içine alacağı beklentisi boşuna değildir. Çünkü devlet içinde devlet olduğu söylenen yapının devlet tarafından tek elden yok edilmesi gerekli olduğuna inanılmaktadır.
Susurluk kazası sonrası yaşananlarda da aynı mantık ile karşılaşırsınız. “Devlet için kurşun atan kahramandır” ve “bir çakıl taşı vermemek için her şey mubahtır”. Devletin bekası için gerekli olan işlemler yerine getirilmiştir.
O gün Türkiye tarihi içinde bir ilk yaşanıyordu, ilk kadın başbakan görevinin başında “Demir Leydi” konumunda sözünün arkasında, kendisinden istenen bütün operasyonlara gözü kapalı “evet” diyen biriydi. Bir çakıl taşı vermemek için binlerce insanın hayatına da mal olsa program yerine getirilecekti. Çakıl taşı vermedik ama Avrupa Birliği ile özel bir anlaşma yaparak gümrük kapılarımızın bir bölümü serbest ticaret için yeniden düzenlenmişti. Gümrük Birliği ile ağır sanayi fabrikalarımız el değiştirileceği günlerin kapısını açılmıştı, bugün o farikaların kapısı dahi yoktur, yıkılmış duvarlar altında geçmişin hayali oralarda hala durmaktadır.
Bugün “demir leydi’ye” danışmanlık yapan, konuşma metnini yazanlar bugünde görevlerinin başındalar ve yine aynı konumda olmasalar da akıl vermeye ve “yandaş medya” içinde konumlarını korumaktalar, var olan hükümete karşı yapılacak eleştirilere karşı akıl vermeye devam ediyorlar.
Bugünde bir ilk yaşanıyor, cumhuriyet tarihinde en uzun süre iktidarda kalan bir başbakan vardır. İlklerin yaşandığı süreçte tarih tekerrür mü ediyor?

19 Aralık 2011 Pazartesi

Beklenen ama beklenmeyen zamanda geldi!

Beklenen ama beklenmeyen zamanda geldi!

Felaket, beklenmedik zamanda başımıza gelen şey diye tarif etsek yetersiz kalır o yüzden biraz daha açalım bu kelimeyi. Büyük zarar, üzüntülere yol açan olaylar. Kazalar genelde beklenendir, felaketler ise beklenmeyen büyük olaylardır. Fakat son otuz yıldır felaketler beklenir oldu. Çünkü daha önceden fark ediliyor ve uyarılmasına rağmen felaketler olmaya devam ediyor.
Kazalar önceden tedbir alınarak ortadan kaldırılabilinir olmasına rağmen, trafik kazaları konusunda bir adım öteye atılamamıştır. Her bayramda yollar kazalar yüzünden kan gölüne döner ama bunu önlemek için ne bir çaba sarf edilir, ne de araştırma yapılır. Pardon, araştırma yapılır, istatistiki olarak! “Bu seneki bayramda şu kadar kişi hayatını kaybetti, geçen seneye göre bilmem ne kadar artış olmuştur ya da azalmıştır” denir.
Doğada olan olaylara felaket deme alışkanlığımız vardır, belirli zamanlarda kazalar gibi gelmiş olmasına rağmen, doğal olduğu için felaket deriz ve ona göre yardım yapılması düşünülür, fakat bizim ülkemizde felaket ile kaza arasında sıkı bağ olduğu unutulur! Kazalar karşısında ne kadar önlem alıyorsak, felaketler karşısında da o kadar önlem almaktayız. Dış ülkelerin baskısı olmazsa eğer, hiçbir şey yapmayız, unutmaya bırakırız, çünkü o kadar çok gündem değiştiririz ki, artık ne zaman ne olduğunu unuturuz!
İstanbul ve diğer büyük şehirlerimizi her an felaket gelecekmiş gibi beklemeye devam ederiz ama önlem alır gibi gözüküp, dış görünüm ile ilgileniriz. Parklara, bahçelere, yol kenarlarına lale ekimi alt yapı çalışmasından daha önemlidir, onlar için festivaller bile yaparız. Alt yapı dediğiniz gözle gözükmez, elle tutulmaz şeydir ama şehir alt yapı üzerine kurulu olduğunu bir çukura düştüğümüzde aklımıza gelir.
Büyük şehirler yerleşim olarak ısı üretir. Şehirleşme ile birlikte doğanın o bölgedeki dengesi yok olur ve yeni bir dengeye kavuşur. Eğer şehir oturmuş ve alt yapı sorununu çözmüş ise…
Şehirler betonlaştıkça ve alt yapı sorununu çözülmediği sürece doğada dengelerin oluşması her zaman sorun olarak kalır, çünkü doğa gün geçtikçe genişleyen şehirleşmenin karşısında acizdir, toprağın üstü betonlar ile örtülür, gökyüzüne doğu beton binalar yükselir. Bu gökyüzünde havanın hareket alanını değiştirdiği gibi, kuşların ve diğer canlıların yaşam alanını ve göç yollarını yok eder. Bugün şehirler üzerinden geçen göçmen kuşları gün geçtikçe azaltmaktadır. Hatta havalimanı yakınlarında hiç kuş uçmaması uçak güvenliği için şarttır.
Havaların değişimi, toprak için gerekli olan ve binlerce yıldır devam eden düzenin dışında, hızla değişen yeni eko sisteme uyum sağlamaya çalışan dünyamız içinde felaketler sayısında bir artış söz konusu oluyor mu bilmiyorum ama her felaket sonucunda etkilenen insan sayısı arttığı kesindir.
İstanbul şehri bu felaketlerden kendisine düşeni elbette almaktadır. İstanbul şehir olarak gün be gün yatay olarak genişlemektedir. Yarım ada artık İstanbul için küçük bir semt olma özelliğini taşır konuma gelmiştir. İstanbul sınırını bugün itibarı ile takip eden harita mühendisleri ve şehir planlamacıları olmasına rağmen, planların dışında hareket ettiği gerçeği de iki de bir çıkarılan orman arazilerinin yerleşime açan af kanunları ya da kararnameleridir.
İstanbul geçen seneler içinde susuzluk ile karşı karşıya kalmış, barajların altında yer alan tarihi dokunun çıktığına şahitlik etmiştik. Felaket bir akarsuyun yönünün değiştirilmesi ile geçici olarak çözülmüştü. O sene susuzluktan kaynaklanan büyük bir felaket yaşamadık, fakat suların iki de bir kesilmesi ile birlikte yer altındaki boruların ne kadar sağlıklı olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün dahi yer altında borular üst üste olmuş olmasına rağmen, düzenden ve sistemden bahsetmek çok zordur.
İstanbul, modern şehir yapısından çok uzakta olmasına rağmen, görünüm ile modern bir yapıdaymış gibi izlenim vermeye devam ediyor.
2013 yılında İstanbul’u bir felaket beklediğine dair haberler bugünlerde gazetelerde yer almaya başladı. Yani geçici çözümler çözüm olmamış, barajlarda su oranı gün geçtikçe düşmeye devam etmektedir. Normal yağması gereken yağmur artık yağmıyor. Hava kapalı olarak kalıyor ve gerekli yağmur yeryüzü ile kucaklaşmadan gidiyor. Şehir dokusu içine yağan az yağmur ise derelerin taşmasına sebep olabiliyor, çünkü yer altında artık suyu taşıyacak yeterli büyüklükte kanal sistemimiz yok.
İstanbul felaket bekliyor. Beklenen şey bir gün mutlaka olacaktır, bugün o felaket anının ve sonrası için elimizde somut senaryonun olmadığını yer altına bakarak söyleyebiliriz. Şehir üzerine enerji yığmaya devam ediyor, enerji ısı yaratıyor. Yaratılan ısı dünyanın dokusunu bozmaya devam ederken, bizler hiçbir şey olmamış gibi, Aralık ayını günlük güneşlik şeklinde geçirmeye devam ediyoruz.
Felaketlerden ders çıkamayan ve bir daha olmaması için araştırma yapmayan şehir ve devlet yönetimi beklenen felaketler karşısında anlık çözümler ile işi ertelemeye devam ediyor.
İsmail Cem Özkan

18 Aralık 2011 Pazar

Savaşa doğru…

Savaşa doğru…

"Kafirleri öldürmek cinayet değildir, cennete giden yoldur!" tapınak şövalyeleri bu sözü söylemiş, size yabancı gelmiyor değil mi bu söylem, bugünde başkaları diyor...
Binlerce yıldır İbrahim dininden olanlar (Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) milyonlarca insan öldürdü, öldürmeye de devam ediyorlar...
Üç din aslında din mi yoksa mezhep mi tartışması dahi yapılmadı, sadece bize din dediler ve bizde din olarak algıladık ve öyle kabul ettik. Bugünkü bilgi birikimim içinde ben bu üç dinin aslında İbrahim dinin mezhebi olduğunu düşünüyorum. Birbirlerinden bağımsız değiller, kök ve düşünce olarak aynı zemin üzerinde ve söylemleri büyük fark gözetmeyen benzerlikler taşımaktadır, sadece ritüellerinde değişiklikler bulunmaktadır. O halde bunları ayrı ayrı bir din değil de mezhep olarak görmek bana daha mantıklı geliyor.
İtaat etmek, bütün dinlerin olmazsa olmazıdır. İtaat etmek ve soru sormamak dinlerin en önemeli temel taşlarıdır. Bunları yok sayan biri, her hangi bir dinden olamaz, cemaat dışına düşer. Toplum mühendisliği de itaat etmek ve emirlerin yerine getirilmesi yönünde var olan toplumu düzenlemek ile sorumludur. Bugün toplumu düzenleyenler; dinlerin birikiminden yararlanarak onların söylemlerini “maddi çıkarlar” üzerine yeniden biçimlendirmekteler. Toplumların yeniden düzenlenmesinin temelinde hangi dinden geldiğine göre değil, hangi ürünün ne kadar boyutta tüketileceği üzerine kurgulanmıştır.
Bugün dünyanın her hangi bir ülkesinde, dinler yükselen değer gözüktürtmesine karşın, aslında din sadece cephelerin kurulaması için araçtır. Yeni tüketim alışkanlıkların kazandırılması için bir reklam aracı olarak kullanılmaktadır.
Kriz içinde olan sanayi ülkelerin krizden kurtulması için yeni pazar alanlarının yaratılması ve tüketici alışkanlıklarının değiştirildiği bir global dünya yaratılma sürecini uzun süredir yaşamaktayız. Geri bıraktırılmış ülkeler yeni “tüketici” pazar yerleridir, orada yaşayanların dini duyguları beslenirken, global dünyanın tüketim alışkanlıkları da empoze edilmeye devam ediliyor. Kahire’de, İstanbul’da Starbucks Cafe’de kahvesini yudumlarken, GAP marka bir elbise ile Marlboro paketini masa üzerine dururken ülkenin siyasi gelişmeleri konusunda o ülkenin münevver ya da aydınları arasında ateşli bir tartışmaya şahitlik yapabilirsiniz.
Pazarlama yöntemi olarak dini söylemler; geleneksel olarak var olduğundan ötekileştirilerek (başkalaştırılarak) yeni pazara uygun tüketici tipin yaratılmasıdır. Yeni tüketici tip; global ürünlerin tüketmesi ve bu ürünlerinin kazandırmış olduğu alışkanlıkları sağlıklı görme eğilimindedir. (türban, eşarp üretici global firmaların yeni pazar alanıdır, eskiden beri ürettiklerini yeni tüketici kesme uygun pazarlama araçları ile kendi ürünlerini temsilci yandaş firmalar aracılığı ile pazarlamaya ve sermaye biriktirmeye devam ediyorlar.)
Yeni tüketici toplumun bir bölümünde silah ve türevlerini tüketmek daha önem kazanmıştır, çünkü savaş var olan krizin çıkış kapısı olarak durmaktadır. Son yüzyıl içinde yaşanan iki büyük dünya savaşı temelinde yaşanan krizler ve o krizlerden çıkış yolu olarak global savaşlar çözüm olarak uygulanmıştır. Her iki savaşta; krizin bir anlamda çıkış kapısı olmuş, kapitalist ilişkilerin yeniden biçimlendiği süreçlerin başlangıcı olarak miladi öneme sahiptir. Üçüncü bir dünya savaşı için ise bugün her iki savaşta olduğu gibi güç dengeleri ve cepheleri henüz yoktur. O yüzden üçüncü dünya ülkesinin en zayıf halkası olan Müslüman ülkelerden bir cephe yaratılma sürecini yaşamaktayız. Bu üçüncü cephe savaş alanını ve boyutunu savaş başlamadan sonucunu ortaya çıkarmıştır. Elbette toplum mühendisliliğinin öngörüleri her zaman beklendiği gibi sonuçlanmaz.
Bugün piyasaların belirlenmesi ve cephelerin oluşturulması bu üç mezhebin içinde cereyan etmektedir. Dünyaya hükmetmeye çalışan İbrahim dini mezhepleri kendi içlerinde rekabet varmış gibi bir algı oluşturmuşlardır ve mezhepler birbirine güvensiz ve düşmanca duyguları gün geçtikçe büyütmekteler. Yeni ırkçı örgütlenmeler mezhepler üzerinden düşmanlığı körüklemekte ve hınç beslemekteler. Hınç biriktirenler geçmişi asla unutmazlar ve öç alacakları günü sabır ile beklerler. Hıristiyanlık Yahudilikten hıncını 2. dünya savaşı sırasında aldı. Bugün iki mezhep birbirlerine karşı hınç büyütmekte ve değişik zamanlar içinde birbirlerine karşı açıkça saldırmaktalar.
‎"Kafirleri öldürmek cinayet değildir, cennete giden yoldur!" anlayışı biçim ve zaman değiştirerek varlığını korumaktadır ve bugün kafirleri öldürdüğünü düşünen yeni kahramanların destanları yazılmaktadır. Bütün bu hınç ve birikimler; var olan kapitalist krizin çıkış kapısı olarak görülmektedir.