30 Nisan 2024 Salı

Taksim yeni fetih edilmesi ve korunması gereken alandır!

Taksim yeni fetih edilmesi  ve korunması gereken alandır!

Polis üstüne görevi yapmış, bariyerleri Taksim meydanı ve Atatürk heykeli etrafına dizilmiş ve giriş ve çıkışlar şimdiden kontrol edilir hale gelmiş... İşçi sınıfı bu sene meydanda sahnesi olan ve halaylar ile kutlayacağı bir alanı olmayacak! Alanı olmayacak çünkü alan işgal edilmiş durumda...

Taksim inadını bir yasal düzenlemeye bağlıyorlar ama ortada yasaları tanımayan bir iktidar ve ona bağlı kurumlar var. "önce yap eylemini yasa/ kanun/ hukuk arkadan gelir" anlayışı ile tüm haklar kendileri için var ama öteki gördükleri için yok...

Geçmişte yaşadık, düzenleme komitesi yasağa ve verilmemiş izne rağmen meydana doğru sefer düzenler ama her seferinde gaz bulutu altında kısa bir direniş ve düzenleme komitesi çıktıkları sendika binasına girerek sonlandırır, onlar sonlandırır ama kitle sokaklarda, caddelerdedir... Bu da polis ile 1 Mayıs kutlaması yapmak isteyen tüm sol, devrimci, işçi kitlesi ile karşı karşıya kalması ve sonunda can kaybına varacak kadar birkaç saatin yaşanması anlamına geliyor...

Bu çatışmada kayıpların gerçek sorumlusu kim olacak?

Bir çağrı yapmak kolay ama o çağrının sonucunu da katlanacak, hiç bir can kaybı olmadan sonlandıracak ve çağrıya uygun meydana çıkıp halaylarla kutlayacak bir irade var mı?

Bu sorunun yanıtını olumlu veremiyorum...

İstek ile irade arasında fark vardır...

İrade olmasının temel koşulu güçtür...

Güçlü, kitlesi olan bir demokratik kitle örgütleri var mı?

Bu sorunun yanıtı da açık, bir cemaatin kitlesinden daha az, seçim sonucunu bile etkileyemeyecek konumda...

Disk eskiden başkanlarını vekil çıkarırdı, bir iki seçimde onlara bir vekillik önerisi bile gitmemiş olacak ki, iki seçimdir başkanlarını vekil seçtirmedi..
Kısaca vekillik istemi gidecek kadar bile göstermelik güçleri yok...

Diğer kitle örgütlerinin adı var ama kitlesi yok, her ne kadar haklı istekleri olmuş olsa da, haklılıklarını anlatacak kadar kendi çevresini saracak güçleri yok... TMMOB seçimlerini bir bölümünü sağcıların kazanması tesadüfi değildir...

Polis üstüne düşeni yaptı, Taksim meydanı kızıl elma olarak duruyor ve etrafını korumaya aldı, çünkü siyasi irade oraya işçiler çıkamaz dedi.. Diğer zamanlarda çıkılan meydan birden yasaklı alan oluverdi...

Kalesini fethetmek isteyenler ise etrafta oraya açılacak tüm yolları zorlayacak...

Geçmişte bazı uyanık siyasi yapılar otele bir gün önceden girip, bariyerin arkasında kalan otel girişinden meydana girip bir kaç saatliğine heyecanı yaşadı. Bu etkinlikte olur mu?

Bu meydana çıkarmayacağım irade ile çıkacağım arasında kalacak bu mücadele kime ne faydası olacak?

Orası 1977 yılından bu yana yüklenmiş anlamı olan bir alan, fakat en büyük alan Sultanahmet meydanıdır, orada işgal altında bile 1 Mayıs anmaları yapılırdı, geleneksel meydanımız Sultanahmet meydanıdır... Beyazıt meydanıdır, orada katliamlar gerçekleşti, ama şehrin ülkenin kalbi konumunda olan Taksim meydanı 1 Mayıs alanı olmasının en büyük nedeni işçi sınıfının burjuvazinin alışveriş caddesinin ucundaki alanı alması tesadüfi değildir...

Ulus devletinin sembolik çelenk bırakma alanı Taksim’dir...

Kısaca Taksim alanın birçok anlamı ulus devleti sonunda yüklenmiş olduğu için o meydana işçi sınıfı çıkıp, burjuvaziye gücünü göstermek ister...

Fakat, işçi sınıfının kitlesel gösterileri kazanımlardır...

İşçi sınıfı küçük de olsa kazanımlar elde etmiştir ama 12 Eylül öncesi kazanımlarına hiç bir zaman ulaşmamıştır... Kaybettiğini yeniden kazanma mücadelesi de çok zayıf konumda...

Tüm iş yerleri direniş alanı, tüm meydanlar Taksim meydanı olmalıdır...

İki taraflı inatlaşmalı çatışmalar işçi sınıfına kazanım vermiyor, sadece sembolik bir anlamı vardır... O sembolik restleşmede kimin kazandığının gerçek anlamda pek anlamı yok...

Son kararı tarih verecek ve iktidar kimin ise o kazanmış olur...

İsmail Cem Özkan

 

29 Nisan 2024 Pazartesi

Ve şiir düştü payımıza…

Ve şiir düştü payımıza…

Hasan Seçkin kitabını elime aldım, elime aldım dediğime bakmayın, sanki almadım da yapıştı...” Ve ... İsyan Düştü Payımıza” adını verdiği kitap yüksek ses ile okunacak, coşkulu, bir yandan sanki Hasan Hüseyin Kormazgil şiiri okuyor tadında, diğer yanda bir halk ozanın sazının eşliğinde sesimi yükseltip okuyorum dizelerini... Bir yandan tarihin dehlizlerinde yaşanmışlıklar üzerine, diğer yandan özel duyguları içinde, bir bakmışsınız şiirden şiire geçerken farklı zamanlara savruluyorsunuz...

Hasan Seçkin’i bana sorarsanız: asıl işi karikatür çizmek, ama Hasan dostun aslı işi sanki ileride tarih onu “notçu” diye yeni bir meslek dalına alacak. O tarihe notlar bırakıyor, kendisine yansıyanları çizgiye, dizelere aktarıyor. Onun şiirinde, resmi tarihin yazılmamış olan kısmına doğru yolculuk yapıyorsunuz...

Yıllar öncesinde Adnan Yücel ile Ankara'da bir masa etrafında oturup sohbet ederdik. Sohbetimizin daimi konuğu karikatürcü Sivas'ta sıkışmış, çaresiz olanlara  moral vermek için armonika çalan Asaf Koçak... Aslında o masaya sonradan eklenen bendim ama olayı ben anlattığım için merkezine kendimi koydum! O masamız Mülkiyeliler Birliği bahçesinde genellikle girişe en yakın masa olurdu... Neden hep aniden kalkacak gibi o masada otururduk bilmiyorum ama her zaman yan masamızda Mülkiyeliler Birliğinde yapılan konuşmaları dinleyip not eden sivil birileri de olurdu. Bizim sohbetlerimizi başlarda not ederlerdi belki ama zaman içinde bizi duymaz, görmez olmuşlardı... İşimiz gücümüz şiir, karikatür, sanat ve sanatın gücü filan... Kısaca şiirdi konunun merkezinde yer alan, arkasından şairler ve karikatürcüleri ortak kılan güzelliklerden bahsetmek olurdu. Karikatür şiirin en yakın sanat dalıydı, o yakınlık şairleri karikatürcüleri hep dost yapmıştır... O yüzden şairler ile karikatürcüler yan yana gelince ikisinin kesişme noktasından imgelerden bahsedilir, her imgenin neyi anlatması, nasıl çağrışım yapması ve nasıl vurgulanması konuşulur ve konu daldan dala, zamandan zamana atlayarak yayılır gider… Ve içtiğimiz biranın bıraktığı o hoş kokusu ve hafiften Ankara havasının çarpması ile kafaların biraz bulutlar içinde dolaşması ile keyifli, "Angara daşlı" sohbetler zamanı ortadan kaldırır ve yaşadığımız çağın acı gerçeklikleri ile yüzleşirdik... O gerçeklikler şiire, karikatüre yansıdı, ne yazık ki Sivas’taki Madımak otelinin odalarında, koridoruna da yapışık olarak kaldı…

Hasan Seçkin'in kitabını okurken beni Ankara zamanlarına götürdü... O iki güzel dostumun anıları ile baş başa bıraktı...

Diğer yandan Hasan Hüseyin Korkamzgil şiiri, coşkusu, inancı... Sanki arka fonda bir Ali Ekber Çiçek’in sazı ve Haydar Haydar ezgisi, diğer yandan bozkırın tezenesinin (Neşet Ertaş) sesi... Bozlak havasını ne güzel söylerlerdi... Ne güzel sesler biriktirmiş Hasan Seçkin şiirinde...

Gezi süreci, Silopi, Roboski, Amed, 1 Mayıs bayramı... Zamanın çetelesini düşmüş şiirlerine belki de şiir ile günlük... Zamanın akışını izledim şiirlerinde, zamanın ruhunu, zamanın acıları… Tek tek düşmüş şiirlerinin kelimelerinin arasına, beni zamanda yolculuğa çıkardı kitabı...

Günlükler okunur mu bilmiyorum, çok özeldir derler ama kitap haline gelince günlüklerde okunuyor, günlükler şiir ve yüksek ses ile okunduğunda kişiye yani okuyana coşku, bilinç veriyorsa...

Bir kitap kaç saatte okunur bilemem ama ben kitapların okuyuşunu saate göre değil, günlere yayarım, günlerdir elimde düşürmem, çünkü yazana saygımdandır, hızlı tüket diye vermedi, sindire sindire tüket ama tüketirken de bilinçlen diye vermiş. Bilinçlendim, arkadaşımın, dostumun başka yönünü gördüm bu kitapta...

“Taybet Ana, yedi gündür Silopi'de

upuzun yatıyor sokak ortasında

gündüz güneşe, gece yıldızlara dönük yüzü

ve sırtından -tse damgalı bir kurşunla- vurulmuş

usulca toprağa sızıyor kanı

avuçlarında gül ve hatmi kokusuyla

Diyarbekir de düştü… yıkıldı Sur

ve yeniden kurtardılar vatanı!…

ağzımda bir avuç cam kırığı

devamlı çiğneyip duruyorum, devamlı

nasıl da lezzetli, kanımın tadı…

Aralık 2015 - Ağustos 2021”

Olanağınız varsa kitabı alıp okuyun, bakalım sizde hangi duyguları açığa çıkaracak?

İsmail Cem Özkan

 

Hasan Seçkin

Ve… İsyan Düştü payımıza

Hasat Sanat Atölyesi Yayınları

Ekim 2023, istanbul

İSBN: 978-605-67473-4-2

28 Nisan 2024 Pazar

Zapping derken mankurt olmuşuz!

Zapping derken mankurt olmuşuz!

Günlerden bir gün, yapacak bir şey olmayınca, çözülen, çöken, çürüyen biri olarak “bugün de hadi TV bakalım” dedik, kanal kanal dolaştık, bir program bulamadık.

Kanaldan kanala zıplarken haber kanalları benzer tartışma programları ile halkın zekası ile “dalga geçiliyor” olduğu gerçeği ile karşılaştık. Akıl veriyorlar, güya “yorum” yapıyorlar ama sahibinin sesi bile olamıyor yorumcular… Parayı veren istediği konuğu ekranına alıp, onu meşhur ederken,  kanalda bedavadan zamanını dolduruyor, bu sayede en ucuz program ekranda en çok zamanı doldurmuş oluyor. Ekrana çıkmak “kazan kazan” modeline uyar. Hem ekran sahibi kazanır, hem de konuk. Konuk meşhur oldukça sağdan soldan bilgileri toplayıp, kesyap şekline getirdiği kitabının satışını garantili hale getirmiş olur, diğer yandan bir kamu, vakıf ya da özel üniversitede kürsü kapması olasılığını yükseltir, olmazsa bir partiden vekil oluverir. Vekil olmak için aday aday olursa eğer, o parti kazandığı bir belediyede, eğer iktidar olursa bakanlıkta ona uygun bir danışmanlık ayarlar ve o da “huzur” maaşını hak eder. Ekranlar huzuru sağlarken, diğer yandan da huzur maaşlarını ayarlamasına dolaylı rol oynar… Hadi onların işi bu, her yorumcuya bir de unvan verilmiş, Prof. Dr. … yahu her unvan sahibi gerçekten o unvana hak ederek sahip mi, demek ki sahip diyoruz, o kadar okul açarsanız o kadar saçma sapana unvan verirsiniz!

Tartışma programlarını es geçip normal kanallarındaki dizilere bakalım dedik… Hepsi birbirini çağrıştıran oyuncular ile halkın beğenisi ile dalga geçiyorlar, halkın kültürünü yukarıya çekmek yerine kavgayı belden aşağıya indirmek için çaba sarf etmişler. Bağırtı, çığırtı, kibir, üç kağıt, arkadan oyun oynama, yüzüne gülüp kuyu kazan... Neyse halkın çaresizliği ile dalga geçiyorlar, halkın ekmek sorunu varken onlar yalılarda, villalarda, lüks konutlarda seks yapacağı erkek ve kadını nasıl tongaya düşüreceği belden altı oyunlar ve sefil bir dil, konuşulan dili örnek alan varsa mutlaka dayak yer bir yerde! Belinde silahı olan efeleniyor… Bireysel silahlandırmayı, dayak atmayı özendirip duruyorlar…

Dizileri geçtik, bir de “mizah” adı altında bir program var, güldür güldür show ama güldürme yerine halkın şivesi ile dalga geçen, belden aşağı, hiç mizah ile ilişkisi olmayan, gülme efektleri ile masada oturanın gülmesi ile “hadi gülün” denilen seviyesi çok aşağıda espri adını verilen saçmalık...

Bu ülkenin mizahı bu kadar ayak altına düşmüşken, hadi biz de bir tekme atalım programı olmuş... Mizahı mezara koymuşlar, üzerinde tepiniyorlar...

TV kanalları ne yazık ki çaresiz insanların bilincinin aşağıya düştüğünü bildiği için daha aşağıya çeken, aşağılayan, kendi seyircisi ile dalga geçen kanalların istilasına uğramış... Ekranlara bakan gün geçtikçe ekranlarda parlatanlara benziyor, yüksek sesler ile konuşup, karşısındakini aşağılayan, küçümseyen, gücü yeterse döven, olmazsa trafik magandası olarak karşımıza çıkıyor ve gazetelerin 3. Sayfası haberleri sıradanlaşıyor…

Bu ülkenin insanına çok yazık, hem de çok...

Bu kadar aşağılama, bu kadar üstten bakış ile yapılan programları seyrederken, insanların var olan kültürlerinin de yok olduğunu, sadece tüketen ama ne tükettiğini bilmeyen mankurt olmuş...

Etrafımıza bir bakın, anlamsız nedenler ile kavga edenler, dilenen, cep telefonundan başını kaldırmayan, tik-tok tipler her yeri istila etmiş olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Para kazanmanın her yolu mubah olursa o ülkede ahlak ayaklar altına, din başın üstüne konur…  İnsanlık tarihi boyunca din kisvesi altında hiç çalışmadan para kazananlar, onun adına ölüm ilanı verenler, o dokunulmazlık adı altında şatafatlı yaşamlar halkın göremediği duvarlar arasında olurdu, şimdi aleni ortada olmaya devam ediyor… Düşünebiliyor musunuz İslam dininde bir kast sistemi yok deniliyor, diyenlerin kendisi kast sistemi içinde şatafatlı yaşarken İslam dinini Arapça ibadete sıkıştıranlar Arapça bilmiyor…

Yazık, çok yazık diye içimden geçirirken acaba diyorum çok mu geç kaldık hayıflanmak için…

İsmail Cem Özkan