11 Mayıs 2024 Cumartesi

Ortak üretemiyoruz ama ortak bir dünyayı hayal ediyoruz.

Ortak üretemiyoruz ama ortak bir dünyayı hayal ediyoruz.

Kendisine solcuyum, Marksist’im diyenlerin önemli bir bölümü ortak akıl ile yol almak yerine, kendi aklı ve kendi doğrusunun genel doğru kabul ederek, diğer insanların görüşünü alıyor gibi yapıp, feodal ilişkiler içinde, feodal davranışlar sergiliyor... Marksizm adına iktidara geçen liderlerin özlü sözleri bile nasıl bir ego, bireysellik ve kibir barındırdığını keşfedebilirsiniz. Hep devletin, ideolojinin, tek devletin bekası için kendi gibi düşünmeyenleri düşman, öteki ilan edip, kurulan mahkemeler ya da mahkeme kurmadan cephe önüne göndererek yok edilmesi…  Kısaca lider partidir, parti liderin bakış açısına sahiptir, toplanan kongreler alınan kararların onaylanması ve tartışmasını ortadan kaldırmak içindir. Fakat o tartışılmaz doğruyu savunan lider koltuğundan bir hastalık sonucu inmesi ile almış olduğu kararların tarih önünde hesaplaşması olur, özürler açıklanır ama bu arada hayatını kaybedenlere olmuştur…

Bir solcu ile ortak ne üretebilirsiniz ya da ne ürettiniz?

Aynı ortamda, aynı kültür birikimine sahip olanların ortak üretmiş olduğu, ortak akıl, ortak doğrular içinde buluşabileceği noktalar nedir? Sorular sorulur ama genelde yanıtsız kalır, çünkü tartışmak resmi tarihi bakışın sorgulanması gibi sonuç çıkarır, çıkarlar yalan söylemeyi meşru sayar!

Geçen günlerden birgün fiziki olarak aramızdan ayrılmış arkadaşımız anına yapılan bir toplantıdaydım, doğal olarak eski bir arkadaş üzerine anılarını dinliyorum… Fiziki olarak yok olmuş bireyin geriye anıları kalmıştır ve o anılar genelde o kişiyi yüceltir, ona doğru güzelleme yapılır, birlikte yaşanmış güzel ve komik anlar anlatılır... Peki diye düşündüm, ortak anılarda olmasına rağmen bir arada birlikte ne ürettiler ve bugüne ne kaldı?

Hiç düşündük mü, biz bir aradayken dahi eşit değildik, çünkü görev paylaşımı yapılmıştır, biri daha öne çıkar, diğeri onun gölgesinden gider… Eşit olma fikri yerine görev paylaşımı ve ona göre sınıflandırılması…

Bir yetkili olunca, yanında olan onun çalışanı olmuş, “müdürüm” mantığı içinde yaklaşım, ona biçtiği, onun kendisine biçtiği rol ortada... Biri isteklerini dillendiriyor, öteki çıkarına geldiği sürece yanına yer alıyor ve sonra o da kendi egosunu tatmin edeceği başka alana kayıyor...

Bir arada, birlikte ürettikleri bir şey yok...

Birlikte kurdukları inisiyatif, şirket, medya hepsi geçmişte kalmış bir anıdır ve genelde kötü olarak ve yermek için kullanılır... Geçmişte kurulan ve halen yaşayan birlikteliklere yeni bireyleri katamamış, bir işin elinden tutmak yerine üstten bakış ile akıl vermek, isteklerini yerine getiren sessiz bireyleri bulmak, kısaca biat edenler olduğu sürece ortak üretim yapılıyormuş gibi yapılmış...

Örneğin tiyatro. Tiyatro ortak emek ile ayakta durabilen ve tek başına yapılamayacak bir iştir... Ödenekli tiyatrolar hariç, orada patron bellidir, roller bellidir ama özel olanlardan bahsediyorum. Tiyatro kişi üzerine kuruludur. Kişi yanında çalışanlarına para verdiği sürece o tiyatro yaşar, para veremediği an dağılır... Yani tiyatro sahibi tiyatrosunu yaşatmak için kazanmak zorunda ve diğerlerinden daha üstün olduğunu, yönetici olduğunu göstermek zorunda, aksi halde ortak üretecekleri bir şey yoktur, fakat bu durum tiyatronun ruhuna aykırıdır, çünkü tiyatro ortak üretilen en doğal iştir...

Yaşadığımız şehirde binlerce tiyatro kurulur, yüzlercesi sahneye çıkar, onlarcası oyuncu popüler ve ilişkilerini kurduğu tiyatro yaşasın diye kullananların ki yaşar... Kısaca çok az tiyatro ortak davranış sergilediği sürece, ortak ürünleri sahneye taşıyabilir, fakat büyük çoğunluğu oyuncusu, yöneticisi öldüğü an yok olur, dağılır gider... Zamanın en popüler tiyatroları bugün yerinde hiç bir şey yok, bir kaç geriye kalmış fotoğraf, çekilmiş ise filmi... Neden ortak üretmez, ortaklaşa, ortak emek üzerine bir şeyler kurulamaz? Neden ürettiklerini ileriye taşımak yerine anı yaşa, güzel yaşa ve aramızdan sessizce ayrıl! Bu içinde bulunduğumuz eğitim ve bakış açımızın yansıması değil midir? Sivil kıyafetler içinde resmi askeri kıyafet, ayaktan hiç çıkmayan askeri bot!

Hani çok sevdiğimiz kelimeler var ya, “hepimiz sosyalistiz”, “komünistiz”... Ama hepsi sözde çünkü lider olduğu sürece, liderin arkasında giden klasik burjuva partiler gibidir. Birisi işverenleri açıkça savunur ve oluşumunu öyle kurar, diğer işçi sınıfını ya da çalışanı savunur ama çalışanın yönetici olmasını hiçbir zaman gerçekleştirmek istemez! Parası ve güç sahibi olan söz sahibidir ve parası kadar konuşur, kazandırdığı sürece işçisi vardır, para kazandırmayan işçisi hemen atılır, zarar kavramı ortaya çıkınca ilk yapılan şey işçiyi çıkarmaktır... Her zaman verimlilik kuralı çalışan üzerine uygulanır!

Düşünelim hep beraber, tiyatro sahibi, bellidir... Egosunu tatmin eden yanında hep asistanı, işini takip edecek çalışanı vardır ve hiç onlara akıl sormaz, ortak fikir tealisi yoktur, istekleri vardır, istekleri yerine gelmeyince sözleri yüksek çıkar, kendisini kontrol edemeyen sinir patlaması! Sonuç, oyununa aldığı oyuncusu değişir, başkası gelir, süreklilik arz eder ama hiç bir geriye dönük öz eleştiri yoktur, çünkü hep haklı olanlar, hep haklı olmaya devam eder! Çünkü o her şeyi bilen ve görendir...

Solcular her şeyi çok iyi biliyor ve görüyorlarsa neden bir arada yaşamın gerekliliklerini lidersiz yerine getiremiyor. Sürekli bir lider arayışı vardır kurdukları partide... Ortak akıl yerini lider, perde arkasında abi, önünde dayısı olan sol yapılar... Parti başkanlığı yerine yetkilendirilmiş parti sekreterliği... Sonuçta tek adam, tek fikir, tek doğru değil midir? Var olan diğer partiler arasında farkı nedir?

Dün bir toplantıya katıldım, hepsi solcuydu, geneli kibirliydi, geneli kendisini anılarda öne çıkarıyordu, hepsi bir işin bir ucundan tutmuş ama devam ettirememiş... Tek ortaklaştıkları yer içki masası ve sohbetler olmuş... İçki masasında yakalanan ortak duygular hayat içinde yerini bulamamış... Kendisinden daha yetenekli gördüğü solcuyu yok saymış, yetki eline geçer geçmez o solcuyu ezmeye ya da yok etmeye çalışmıştır... Onun yeteneğinden yararlanmaya, ortak üretmek yerine, kendi doğrusunu, yaşam biçimini dayatmış ve tek ortak anı noktası rakı masası kalmış, orada başlayan ve biten dostluklar...

Kendisine solcuyum, Marksist’im diyenler toplumu değiştirmesi, yeni bir toplum yaratması bu ilişkiler içinde hayaldir. Bu ilişki biçimi var olduğu sürece hiç şansı yoktur, sadece bir darbe ile iktidarı ele geçirmek kalır, ortak mücadele ve akıl olmayacağı için darbecilerin iktidarda uzun sürmez, yüzyıllık tarihi içinde kısa sürede çürüyüp, bir glasnost (açıklık) diyen tarafından da sönümlendirilecektir...

Kimse kendi iktidarını paylaşmak niyeti yok, kendi iktidarını daha uzun sürdürmek için yanında olanları ya kendine hayran bırakacak ya da biat etmesini bekleyip, boyun eğenlerden oluşması için ortam oluşturacak... Ortak akıl, ortak hareket, ortak gelecek hayalleri ne yazık ki bu sistem içinde çok gerçekçi görünmüyor, sistemden kopmuş bireylerin yarattığı dünyada sistemin çok kötü ya kopyası ya da karikatürize edilmiş halidir...

Sol örgütler sürekli "dayanışma" kelimesini tekrarlar, fakat sol örgütün üst yönetimi üyelerinden sürekli bir şey ister ama örgüt o üyelere örgüt kimliği hariç hiç bir şey vermez... O kimliği taşıyanlar bir arada oldukları için, yetkin, her şeyi gören ve bilen örgütleri olduğu için şükrederler ve başka bir dünyanın mümkün olmadığını düşünerek, o yapı içinde her türlü rahatsızlıklarına rağmen kalırlar...

Alan memnun, satan memnun, bana ne oluyor?

Biat sanki bireylerin hücresine işlemiş, düşünme, nasıl olsa senin yerine biri düşünmüştür, sana verilen görevi yerine getir, gerisi seni ilgilendirmez. Sakın hesap sorma, yap ve unut!

Ortak üretemiyoruz ama ortak bir dünyayı hayal ediyoruz. Sosyalizm ve komünizm kelimesi neyi anlattığını çoğu insan bilmediğini görüyorum, çünkü lidersiz hiçbir şey yapamayacaklarını düşünen ve sürekli bir lider arayışı içindeler… Ortak akıl, ortak üretimin olduğu yerde yani üretenin yönetici olduğu yerde lider olmaz, yeni bir ilişki ağı ve kültürü yaratılmış demektir. 

Geleceğin nüvesini yaratamayanlar, geleceği oluşturamazlar…

İsmail Cem Özkan

 

10 Mayıs 2024 Cuma

Eskiden gazetelere anlam yüklenirdi…

Eskiden gazetelere anlam yüklenirdi…

Cumhuriyet Gazetesi 100 yaşına basmış, şimdiki sahipleri de bir kültür merkezinde kutlama yapmış... Bir yerlerde gördüm sadece, çünkü ben orada değildim, gözlemimi yazayım, çektiğim fotoğrafları paylaşayım ama uzaktan da olsa gazete tarihi üzerine kısaca görüşümü paylaşmak istedim.

Etkinlikte Cumhuriyet Gazetesini nasıl tanıttılar, ne anlamlar yüklendi bilemiyorum ama benim kafamda Cumhuriyet Gazetesi bir tane değil, çok savrulan, her savruluşunda uçlara kadar gidip sonra orta bir yol bulandır... Cumhuriyet Gazetesi bir iktidarın propaganda ihtiyacına cevap vermek için ortaya çıkmış, iktidarın bir anlamda sesi olmuştur. Yunus Nadi basın dünyasına yabancı değildir, ittihat ve terakki parti üyesi ve İstanbul’da başladığı yayıncılık ve gazeteciliğini Ankara’ya taşımıştır...

İlk başlarda Mustafa Kemal ne derse ona uygun siyasi tavır almış, Türkiye devletinin ilk yasal siyasi partisi Türkiye Komünist Partisinin kurucusu olmuştur.. Elbette bu kurulan parti kısa sürede kendisini fesih edecek, çünkü Komintern üyesi olamayacaktır. Üyesi olmadığı için işlevsiz kalan parti hayatını sessizce sonlandırılacaktır. Arkasından aynı kadro daha sonra Nazi Almanya’sının sesi olacak ve hatta Berlin’den gelen paralar ve imajlar ile Türk kamuoyunu yönlendirecek haberler yapılır. Yahudi düşmanlığını karikatürlerinde, yazılarında bol bol görülecek, dersim yasası ve Dersim'e yapılacak sefer öncesi Dersimliler hakkında dizi yazılar yazılacaktır... Kuyruklu insanlar diye uydurulan haberler, yazılar sayfalarında bol bol yer bulacaktır... O süreçte Yunus Nadi’nin ismini Yunus Nazi olarak telaffuz edilir olur... Hatta sağcıların solculara saldırdığı bir alandır, oradan her türlü provakatif yazıyı bulabilirsiniz…  o döneme ait tüm solcuların anılarında Cumhuriyet Gazetesi imgesini bulursunuz, bu yazının içinden sadece teğet geçti, fakat teğet geçen her kelime dönemin acısını içinde barındırır…

Cumhuriyet, devletin gazetesidir...

Saraçoğlu iktidarı, varlık vergisi, Türkçe konuş propagandaları gazetenin sayfasında iktidarın niyetine uygun olarak yer bulur... Yunus Nadi'nin ölümü üzerine gazete yönetimine geçen Nadir Nadi ise dönemin iktidarının görüşleri içinde kendisine yer bulur, hatta milletvekili bile seçilir. 

Nadir Nadi’nin gazetenin yönetimine geçişi 2. Dünya savaşının sonudur ve dünyada Nazi Almanya’sının mahkum edildiği günlerdir. Elbette gazetenin politikası da gözden geçirilmiş ve CHP içinden çıkan eski İttihat ve Tarikat partisinin kadrolarının öncü olduğu yeni siyasi bir partinin içinde kendisini ifade etmeye başlar.  Özgürlük, demokrasi, tek parti iktidarına karşı duruş, tek vatan içinde hakim görüşün içinde çok sesliliği savunur. Kısaca o dönemin devlet politikasına uygun görüşler gazetesinde yerini bulur.

Demokrat Parti içinde başlayan tek adam tartışmalarında “demokrasi” tarafında kendisini ifade etmeye başlar ve parti içinden ayrılarak bağımsız milletvekili olarak parlamentoda bulunur. Darbe sonrası ise Demokrat Parti’den ayrılmış vekillerin bir bölümü CHP içinde politika yapmaları ve özgürlükler, demokrasi gibi kavramları “ortanın solu” kavramının içinde kullanmaları ile CHP içinde değişimin taraftarları olur.  Nadir Nadi’de ortanın solu söylemine sıkı sıkıya sarılır ve gazeteyi yenilmiş, gözden düşmüş ırkçı Nazi çizgisinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Bu aynı zamanda CHP içinde değişimi de yansıtır. Gazete dolaylı olarak CHP'nin yayın organı gibidir ama CHP'yi bağlayacak bir kurumsal yapısı yoktur...

Ortanın solu, ilhan Selçuk’ların gazeteye ağırlığını koyması ile birlikte geçmiş algısının dışında yeni bir algı oluşturmuştur... Solcu kabul edilen yazarlar oradadır, 27 Mayıs darbesi ve onun anayasasını yazanlar Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarlarıdır... 12 Mart süreci ve 12 Eylül sürecinde devam eden yanlış bir algı hep var olmuştur, “cumhuriyet sol gazetedir!”...

Gazete zamanın ruhuna uygun muhalefet gazeteciliği yapmıştır ama içinde solcuların olduğu bir devlet gazetesi özelliğini hiç yitirmemiştir. Ara ara kapatılmış olmasına rağmen devlete bakışını değiştirmemiş, devletin çıkarları güncel olandan daha önceliklidir. Devlet içinde kötü adamlara karşı mücadele etmiştir, her zaman iyi adamların iktidara geleceği umudunu korumuştur.

Cumhuriyet Gazetesinin İstanbul merkezinin olduğu bina İttihat ve Terakki Partisinin genel merkeziydi, orası Babıali’den taşınana kadar merkez olarak varlığını korudu ama Nadir Nadi'nin ölümü sonrası Cumhuriyet Gazetesi bir dağılma, yalpalama süreci yaşamıştır... Değişen yayın yönetmenleri, onların tercihi, Özallı yıllar ve liberalizm... Siyah beyaz gazetenin renklenmesi ve klasik devlet gazetesi çizgisinden çıkması, solcu gibi algının yerini liberal sağ çizginin alması...

İlhan Selçuklu yıllar, gazete içinde iktidar kavgaları, köşe başı olan gazetecilerin gazete sayfalarına sokulmaması, sonra onların direnişi, tiraj sorunu ve yeniden gazetenin fetih süreci, arkasından Fetö kumpasları, İlhan Selçuk Ergenekon Davasından içeriye alınması ve ölümüne giden süreç...

Mallarını bu sırada satışı, elden çıkarılması, borçlar... Muhtaç durumda kalması ve okuyucu desteği... Yayın yönetmenlerin değişimi gazete içinde yaşanan savaşın dışa yansıması... İşten çıkarılanlar, işte kalanlar, birbirlerinin hakkında yazılar yazılması...

Bugün gazete Şişli'de bir binada...

Tarihi arşivi ile orada duruyor...

Gazete devlet gazetesi değil, çünkü bu arada devlette değişmiştir. Devletin yeni sahipleri kendilerine ait gazeteleri "devlet / parti gazetesi" yapmıştır... Yaşanacak operasyonları önceden haber veren muhabirler, gazeteler... Algı operasyonları... Cumhuriyet bu süreçte CHP'nin gazetesi algısına oturması...

Sokakta satılan gazete artık yoktur, belediyelerin aldıkları gazeteler tiraj raporunu belirler oldu... Kısaca CHP tarihi yakın tarihimizin karikatürize edilmiş hali olarak da görebilirsiniz, devletin tarihi olarak da okuyabilirsiniz... Cumhuriyet bugünlerde 100 yaşına basmış, elbette kutlamalar için bana davetiye gelecek değildi, gerçi içinde çalışan arkadaşlarım mutlaka vardır ama birbirimize sanırım çok uzağız...

Devletini arayan gazete özelliğini ve refleksini gösteriyor bugün elimize ya da ekranımıza aldığımız Cumhuriyet Gazetesi. Kaybettiği devletine kavuşabilecek mi?

İsmail Cem Özkan

9 Mayıs 2024 Perşembe

Bir Mayıs'tan bugüne ne kaldı?

Bir Mayıs'tan bugüne ne kaldı?

1 Mayıs günü saraçhane'de yapılan etkinlik, miting ve "Taksim'e gireceğiz, tek yol budur" diye açıklamada bulunanların büyük yenilgisidir, bozgunudur... O gün polise "mukavemet" (direnmek) dedikleri şey aslında sözünde durmak isteyen hareketlerin müdahalesidir, çünkü düzenleme kurulu o miting alanına çağırdığı kitleyi yüz üstü bırakıp gitmiştir... Açıkla kalan kitle çağrı amacına uygun olarak etten örülmüş polis duvarını aşmak istedi...

Beşiktaş'ta ve Saraçhane'de direniş olması kaçınılmazdı...

Kitlenin az geleceği hesaplanarak Beşiktaş iptal edilmiş tek koldan Taksim'e çıkılacak! Hepsi elbette sözde kalacağını geçmişi inceleyen her birey bilir... Nitekim sözde de kaldı, düzenleme kurulu istediği siyasi desteği görmedi, güçlü olan "benim sorunum değil, çağrıcı ben değilim, ben sadece destek verir ve giderim" dedi... Düzenleme komitesi ne yaptı, "madem onlar gitti, biz artık meşru değiliz" diyerek o da göstermelik polis ile sohbet ve çekilme kararı... Geçmişten tecrübe var, başına geleceğini biliyor: tutuklama, gözaltı, gaz, plastik mermi ve tomalar...

İş işten geçmişti, meydanı dolduran, bağımsız, sol, otonom gruplar çağrılan meydana gelmişti, ne yapacaklardı: inandıkları şey için yola devam... Bayrak /flama taşımak için kullandıkları ellerindeki plastik sopalar ile polis kalkanına vurdu, bir iki tekme savurdu...

Polis zaten eğitimini buna göre yapmış, hazırlıklı...

Polis eğitiminde kullanılan sloganlar atılmış ve barikattan delik açtırmamak için her türlü önlemini almış... Arkasında bir de teknoloji var. Yani yapay zeka kullanan kameralar... Tek tek kişileri tespit ediyor, henüz tekmesini yukarıya kaldırmış vatandaşın ev adresi, TC numarası ekranda!

Polis kendisine göre "terörist" olarak kabul ettiği hareketleri ve bireyleri sahada olmasa dahi akşama doğru, sabaha karşı evden aldı. Polis bilerek ev baskını yapar, çünkü evi basılan bireyin çevresine teşhir edilmesidir... Çevreye denir ki, "bu kişi, bu ev bir muhalif evidir, dikkatli olun, onlar ile iletişime geçerseniz başınız belada!" kısaca kişinin yaşadığı alandan uzaklaşmasını sağlamak için baskı aracıdır, her evden almak…

Sonuç, gözaltılar ve tutuklamalar...

Gözaltına alınanlar, tutuklananlar aslında suçlu değildir...

Onları suçlu gibi gösteren "tek yol 1 Mayıs alanı Taksim'dir" diye açıklama yapanlardır...

O gençlerin avukatları meydanı terk eden kurumlar olacağını mı düşünüyorsunuz, sanmam... Onlarda üzerilerine düşen görevi yaptı, iktidara: "sen güçlüsün" demek için böyle bir tiyatro oynadılar...

Olan gençlere oldu... Şimdi onların tutukluluk halleri, mahkemeleri, gönüllü avukatların savunması, gösteri / yürüyüş yasası… Uzayıp giden mahkeme koridorları ve bir süre sonra eğer iktidar isterse kapalı alanda bırakır, isterse evde, isterse koşullu salıverilme, istediği uygulamaya uygun maddeler uygulanır ve en sonunda zaten olması gereken olur ve özgür olurlar…

Kısa bir süre sonra tarihte olduğu gibi unutulacak gidecek, bazı göstericiler için kişisel travma olacak, belki ömür boyu üzerinde taşıyacak, birileri için onur kaynağı olacak ileride anlatacak, belki birisi de bak nasıl direndik diye örnek göstereceği bir araca dönüşecek…

Bugüne kadar yapılan ve benzer sonuçlar doğuranların özeleştirisi yapıldı mı? Benim bildiğim hiç yapılmadı, ders alındı mı, alınmadığı geçen eylemden belli değil mi?

Zaman akar gider, kuşaklar değişir ve değişmeyen şeyler hep kalır, sadece özneler değişir…

İsmail Cem Özkan

 

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Nereden bakıyoruz?

Nereden bakıyoruz?

Ölmüş olan tüm devrimciler ortak hafızamızdır ve onurumuzdur... Bu konuda sıkıntı yok ama kendisini devrimci kabul edip, Kemalizm’in yaratmış olduğu krizler içinde ulusal bayramları kutlanması garip bir durumdur…

Ulusal bayramları kutlayıp Deniz Gezmiş ve Mahirleri anmak garip geliyor bana... Dönemin gençlik liderleri Marksist, onların ideolojisi ölüme giderken nettir, öyle muğlak filan değil, “kurtuluş devrimde” demekteler ve “devrimden” ne anladıkları nettir, işçi sınıfının iktidar olacağı bir sosyalizm özlemi içindeler... Ortada ne burjuvaziyi savunmak vardır, ne de sistemin simgelerine methiye düzmek vardır... Denizler Marksist’tir ve o çocukların çok iyi bildikleri bir şeyler vardır, onları da son nefeslerini verirken anlatmışlardır...

 Kemalizm lideri işçi sınıfının lideri ve onun yolunda adım atmış bir birey değildir, üstelik o yaşarken antikomünist dalgaya izin vermiş, birçok komünist işkencelerden geçirilmiş, haksız yere sürgün edilmiş, mahpusluk komünistler için üniversiteye döndürülmüş... Tüm bunların şahitliği ise siyasi şube ve onun hücreleridir...

Neden işine geleni görüp, işine gelmeyeni yok sayma alışkanlığımız var. Tarih bir bütündür, parçala, hücrelere ayır ve o hücrelerde işine gelen kelimeleri cımbızla ve kendini haklı çıkarma, çok zorlama gerek yok…

Kemalistler elbette ulusal bayramlarını kutlayacak, o bayramların ortaya çıkmasında rol almış mağdurlar ise katliam, sürgün, soykırım adı altında o günleri yad edeceklerdir, bu doğaldır, çünkü tarihe nereden baktığınız ile ilgili bir sorundur...

Bırakın Kemalistler istedikleri gibi bayramlarını kutlasın, altını istedikleri gibi doldursun. Onların bayramını kendi bayramı yapmak yerine kendi tarihinize ve gerçekliğinize sahip çıkın...

İşçi sınıfının tarihi Kemalistlerin tarihi ile paralel değildir, farkı zeminlerde farklı kulvarda ve hayata farklı noktalardan bakar ve öncelikleri farklıdır…

Hiç bir ulusal bayram tesadüfen çıkmaz, mutlaka mağduru ile ortaya çıkar ve madalyonun iki yönünün bir yüzünü temsil eder...

Hadi bugün ulusal bayram ilan edelim diye bir gün yoktur...

Ulus devleti mantığı içinde homojen toplum yaratmak adına ötekini ezmek, sindirmek, en nihai hedef olarak asimilasyon edip yok etmektir...

Fizikken yok etmeye kalkılırsa o durumda holokost, tertele, safo, tehcir, soykırım adı verilir, kelimenin ne zaman ilk söylendiği ya da çıktığının önemi yoktur, sonuçta bir halkın kökü fizikken yok edilmişse, yok edilmiş denir, efendim onlar aslında bizi kışkırtı, o yüzden fizikken yok ettik savunması olmaz...

Tarihi her olay siyasaldır, siyaset üstü tarih olmaz...

Hem mağdurun günü kutla hem de ulusal bayram kutla çelişkinin açıklanacak tarafı yoktur.

Kendisine solcuyum diyenler burjuva bayramlarına sahip çıkarsa, onlarda gelir sol değerin altını boşaltarak sahip çıkar... CHP, AKP vb... yakın tarihine bakarsanız eğer, işlerine gelince tüm değerlerimize içi boşaltılmış halde sahip çıkmış ama arkasından sol / devrimcilere yönelik operasyon yapmaktan çekinmemişlerdir...

Popüler siyaset ve liderleri için her yol mübahtır ama sol için her yol mübah değildir. Amacını, yolunu sahte yıldızlı sözler ile halka açıklamaz, gerçekleri olduğu gibi anlatmak için yol arar ve bu konuda olabildiğince açıktır...

Bugün içinde bulunduğumuz toplumda ne yazık ki ortak duygular, ortak beklentilerin en aza indirildiği süreci yaşıyoruz, kısaca birçok konuda ortaklaşacak zemin yok edilmiş durumda, o da siyasi bir tercihin sonucu... Elbette bu suç tek başına bugün iktidarda bulunan parti ve liderinin değildir, geçmişten gelen ve halen devam eden ve bugün ki iktidarda geleneksel olanı takip ederken, kendi önceliğini öne koyarak Kemalizm ile “yüzleşme” adı altında yapmış olduğu içtihatlar ile tarihte ayrı bir yere sahiptir...

Bugün yaşadığımız sorunların temelinde kapitalizm uygulamasının liberal yorumlanmasından başka izahı yoktur.

Ulus devlet yerini “küreselleşme” adı verilen tercihlerin alınması, ki paranın global olarak hareket etmesi kapitalist sistemin varlık sebebidir. Ulus devletlerin oluşturmuş olduğu gümrük duvarlarının yıkılması sadece paranın özgür hareket alanını genişletmemiş, resmi tarihi anlayışında parçalanması anlamına gelmiştir, çünkü sınırları ortadan kaldırılmış paranın hareketi kültürlerin daha iç içe geçmesini ve göç hareketinin ortaya çıkardığı ve ulus devletlerin de istemediği tarih ile yüzleşmeyi ortaya çıkarmıştır...

Sovyet sistemin yıkılması, Renkli Devrimler ve en sonunda Arap Baharı’nın oluşturmuş olduğu tarih yeniden yorumlanması var olan tüm ulusal değerlerin yeniden sorgulanmasını ve gerçek olarak kabul edilenlerin aslında gerçek olmadığı gerçeği ile yüzleşilmesidir. Küreselleşme ulus devletinin yerine küresel kültürü inşa edememiş, sadece tüketimi ikame etmiştir... Ulusal olarak ortaya çıkan ne varsa onun hızlı, hesapsız özelleştirilmesi, tüketilmesi ile karşı karşıya kaldık, bu da ahlak / etik kavramının yok olması ve yerinin dinin doldurmasıdır...

Bugün yaşanan çelişkilerin temelinde tarihe nereden baktığımızı net olarak ifade edemezizdir. Kısa vadeli ve iktidarın uygulamasına tepki olarak ortaya konan tarihi anlayış, yıkılmış ulus devletinin tarih anlayışının dillendirilmesinden başka şey değildir... Yanlışta daha fazla istekli olmak, solcuların duruşunu, algılayışını ve gelecek projelerinin muğlaklaşmasını ve düzen içinde düzeni korumayı savunan tutucu politikaya yönelmesi anlamına gelir...

Kısaca sol diye kabul edilenlerin sol olmadığı gerçeği ile karşılaşırız...

Sözün başında söylediğimiz cümleye tekrar dönersek, ölmüş olan tüm devrimcilerimiz onurumuz ve hafızamızdır. Onların mirası önümüzü aydınlatmaya devam etsin, burjuva ilericileri/ liderleri bizim liderimiz olmadığı gibi, bizim önümüzde karanlık noktalar yaratarak bizleri gittiğimiz yolun daha çetrefilli olmasına neden olmaya devam ederler...

İsmail Cem Özkan