22 Nisan 2017 Cumartesi

Ahmed Arif Anadoluyum ben…

Ahmed Arif Anadoluyum ben…

21 Nisan 1927 yılında Diyarbakır Hançepek semtinde dünyaya gözlerini açıp ilk çığlıklarını bıraktığında ailesi oğullarının Türkçeyi en iyi şekilde kullanan bir şair olacağını düşünemezdi…  o yaşadığı çevreden, gittiği okuldan aldığı öğrenim ile özgür düşünceyi ve hayal dünyasının sınırlarını sonsuz olduğunu farkına vardı. Nazım hikmet’in şiirlerini Halkevleri'nin dergilerinden okudu, sınıf bilincini öğretmenlerinin klasik Rus edebiyatının çeviri romanlarının ders olarak işlenmesinden anladı… Köy Enstitüleri öğrenime kazandırdığı çeviri kitaplar geri kalmış ilerlemek için çaba sarf ederken işbirlikçi sermeyenin devletinin yaratmış olduğu tüm çelişkiler Ahmed Arif’in bilincinde yeniden biçimlenmiş ve yorumlanmış…

Kürt halkının zalimin hükümdarlığı altında yaşamış olduğu acılar onun ezgilerinde ileriye taşınmış, acıların dile geldiğine ‘Otuzüç Kurşun’ şiirinde şahitlik eriz…

“  Baktı otuzüçten biri
   Karnında açlığın ağır boşluğu
   Saç, sakal bir karış
   Yakasında bit,
   Baktı kolları vurulu,
   Cehennem yürekli bir yiğit,
   Bir garip tavşana,
   Bir gerilere. “

Resmi tarihin yok saydıkları onun şiirinde hayat bulmuştur, kuşaktan kuşağa aktarılan o otuzüç yurtseverin hikayesi bugün tüm çıplaklığı ile bilinmektedir…

Şiirlerinde hep ezilen insandan yana oldu ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yaptı. Geldiği yeri unutmadan, sınıf mücadelesini örgütlü olacağını gözden uzak tutmadı. Öğrencilik yıllarında gözaltına alınışı yazmış olduğu bir şiirinden dolayıdır. O yazdığını inkar etmez savunur… Yarım ve henüz bitmemiş şiiri başına açmış olduğu bu felaket sırasında babasını kaybetmiştir, babası onun içeride olduğunu bilmeden aramızdan ayrılır…

Acılardan yorulmuş yaşantısının içine giren tüm diğer yaşamlar ile birlikte Metin Boran ozanın hayatını sahneye taşımıştır. Tek kişilik oyunda ozana hayat veren Murat Yılancı dönemin anlayışını ve ozanın vermek istediği mesajları sahnede başarılı bir şekilde yerine getirmektedir. Her bir cümlesi, vurgusu ve mimikleri ilmek ilmek işlenmiştir. Tek başına sahnede olmak hem avantaj hem de dezavantajdır, çünkü unuttuğunuzda size yardım edecek biri yoktur, o an ustalığın gereğini yerine getirmek ve seyirciye hissetmeden durumu kotarması gereklidir, ama canlandırdığı kişi büyük bir ozansa ve hem de doğum gününe gelen bir günde sahneye çıkmışsa omzuna aldığı yük daha fazladır… Murat Yılancı bu zorlu görevi başarılı ile sahnede gerçekleştirmiştir.

Sahne düzenlemesi, seyirciye göre sol tarafta bir çalışma masası vardır. Ozanın daktilosu, okuduğu kitaplar, karalamaları olan şiir notları olan kağıtlar… Anadolu’yu sembolize eden bir halının üzerinde durmaktadır…  Masanın sağında yerde yatan falaka için kullanılmış, gerek olduğunda savunma için barikat olan bir sandalye… Onun sağında ise koltuk… Oyuncu bir kişiliğe hayat verirken bu sahne düzenlemesi içinde rahat hareket edebilmektedir…

Işık, oyuncuyu takip etmez oyuncu ışığı ile buluşur… Özel tiyatrolar düşük bütçeli işler içinde olanı en iyi şekilde kullanmak zorundadır… var olan olanaklar içinde ışık oyunun ruhuna yakışır, oyuncunun mimiklerini öne çıkarak-n bir düzlemdedir… Seyirciyi sahneye bağlayabilmektedir… 

Metin Boran’ın yazıp yönettiği oyun hem büyük bir ozanı yeni kuşağa tanıtmakta hem de yeniden onun hayatını yorumlamaktadır…

Oyundan çıktığınızda hemen unutacağınız bir oyun değil, etkileyicidir… Balon ve para kazanmak amaçlı üretilmeyen oyunda yakın tarihimizin ozanın çevresinden bir kere daha yorumlandığına şahitlik etmekteyiz…

Rampa Tiyatro adına yapımcılığını Selin Ayık yaptığı oyunda;
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor: Ş. Fırat Çete
Kostüm: Melis Tamtaş
Türküler: Celal Güzelses
Asistanlar: Melis Tamtaş, Burcu Kurt, Sude Naz Çimen
Afiş: E. İpek Topal’ın emeği üzerine oturmuştur.

İsmail Cem Özkan




18 Nisan 2017 Salı

Yeldeğirmeni'nden Yahudiler Geçti, Geriye Anıları Kaldı

Yeldeğirmeni'nden Yahudiler Geçti, Geriye Anıları Kaldı

Harun Niyego, Yeldeğirmeni’nde doğmuş, ilk gençlik yılları orada geçmiş Yahudi bir ailenin çocuğu. Çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı bir İstanbul’un Anadolu yakası çocukluğun geçtiği yerleri bize anlattı…

Çocukluk anılarının olduğu yerler, değişen şehir yaşantısı ve kültürü içinde yok olmaktadır, ayakta kalanlar ise bize geçmişten bir şeyler fısıldar, orada yaşanan acılar, mutluluklar, düğünler, bayramlar… İç içe geçmiş yaşamın zamanını anılar yaşatırken, anıları taze tutan ise o bölgede yaşanmış binalardır…

Sultan III.Mehmet'İn annesi Safiye Sultan'ın isteğiyle 1597 yılında isteği üzerine bir cami inşaatı başlamış, fakat caminin inşaatı oraya yerleşik olanları başka yere göç etmesi anlamına gelmektedir. İnşaat için uygun görülen yer bir yerleşim yeridir ve orada binlerce Yahudi ailesi yaşamaktadır… İstek emirdir ve o emir gereği inşaatın başlamasına aylar kala boşaltılması gerekmektedir ki Yahudiler oradan Anadolu yakasına doğru göç etmişlerdir. İlk olarak karşı kıyıya giderler. Karşı kıyı yani Kadıköy ve Üsküdar.  Varlıklı olanlar her dönem varlıklarına uygun rahat bir yaşam sürerken, orta gelirli olan esnaf olan ahalinin tercih şansı yoktur, bütçelerine uygun yerlere gitmek ile yükümlüdür. Ki gittikleri yerler o dönem arazi olan ve köy statüsünde olan yerlerdir. Kuzguncuk Yahudilere kucak açar… Yeldeğirmeni onlara Kuzguncuk yangınından (1872) sonra kucağını açar ve Yahudi aileleri rüzgarın sert estiği tepeye gelir yerleşirler… İşyerleri karşıdadır, yaşam alanları ve aileleri ise Anadolu yakasında… Havaların çok sisli ve denizin kabardığı günler Avrupa yakasında işyerlerinde geceyi geçirmek zorunda kalırlarmış, hava bozdu mu aileleri bilirmiş eşleri ya Üsküdar üzerinden onlara ulaşacak ya da işyerlerinde geceleyeceklerini… İki ayrı dünya, bir inşaatın parçaladığı yaşamların zamanın rüzgarı ile savrulmalarını ortaya çıkarmış olduğu yeni hayatlar ve anılar…

1800’lü yılların ikinci yarısında Yeldeğirmeni’ne Yahudilerin gelmesiyle semtte apartmanlaşmanın başladığı görülmektedir. 18.yüzyılın başlarında oluşmuş olan sokakların denize bakan yamaçlarında apartmanlar, üst düzlükte ise ahşap evler ağırlıklı olarak göze batmaktadır. Genellikle apartmanlar Yahudilere,  ahşap evler ise Türkler, Rumlar ve Ermenilere aitti. Bugün dahi birçok Yahudi apartmanı ev sahipleri değişmiş olsa da varlığını ve anılarını yaşatmaya devam ediyor…

II. Abdülhamit Haydarpaşa Sinagogu’nu yapmaları için Yel değirmeni Yahudilerine izin vermesi orada yaşayan cemaatler arasında tartışmaya neden oluyor. Bu tartışmaların Yıldız Sarayına kadar ulaşması üzerine Abdülhamit orada yaşayan ahaliyi rahatsız etmemeleri kaydı ile inşaata devam etmelerini buyurur… Bunun üzerine sahile getirilen taşlar omuzlar üzerinde sinagog inşaatının alanına taşınır ve ağır ağır inşaat kendisini sinagog olarak gösterir. Elbette burada da bir anı gizlidir, inşaat yapılırken bir sorun çıkmıştır ortaya, çünkü dini inançları taş oymacılığını yasakladığı için inşaatın kimin yapacağı ve kimin çizeceği üzerindedir… Burada şansları yaver gider. Planları Avusturyalı bir mimar tarafından çizilen ve iki bin altın liraya mal olan Haydarpaşa Hemdat İsrael (İsrailoğullarının Şefkati) Sinagogu 3 Eylül 1899 günü Roş Aşana bayramı arifesinde hizmete girmiş. Sinagogun giriş kitabesinde; “Ki Beti Bet Tefila, Yikare Lehol Aamim / Benim evim dua evidir, bütün milletlere açıktır.
Pithu Li Şaare Tsedek / Bana doğruluk kapısını açınız
Avo Vam Ode Ya / Oraya geleyim ve Tanrıya şükredeyim
Nigmor Abayit Be Sof Hodeş Rahamim. 5659 / Ev Ellul ayının sonunda tamamlandı.
 5659” yazmaktadır.

Sinagog açıldıktan sonra çok önemli ziyaretçileri ve bağış yapanlar olmuş… Onların bağışları sonucu bugün ki görünümüne kavuşmuş…

Yeldeğirmeni’nde yaşayan Yahudilerin Judeo-Espanyol (Ladino) dilini konuştuklarını ve çocukluğunda bu dilin sokaklarda yankılandığını ve hala kulaklarında olduğunu vurguladı Niyego.

Birinci ve ikinci dünya savaşı sırasında yaşananlar elbette burada yaşanan çok kültürlü yapının ağır ağır bir daha tekrar yaşanmasına olanak vermeyecek şekilde bozulmaya başlamış. Kendi aralarında ki küçük sürtüşmeler, aşklar anılarda kalırken gidenin yerini yeni ev sahipleri doldurmuş… En son Varlık Vergisi buranın Yahudi toplumun daha da fakirleşmesini, işyeri sahibi olanın işyerinde işçi olarak çalışmasına kadar dönüşüme sebep olmuştur. Cihan savaşına şehit düşmüş azınlık mensuplarının yok sayılması ve onları görmemezlikten gelinmesi cemaat üyesini bugün dahi üzmektedir. Örneğin Çanakkale savaşı sırasında ölen askerlerin hepsinin Müslüman’mış gibi sunulması ve sadece onlar için rahmet dilenirken Ermeni, Yahudi, Rum şehitler için ve onların dini adamlarının o anma toplantılarında olmaması yürekleri acıtmaya devam etmektedir. Yeni gelen nesil bu gerçeği bilmediği için içimizde ki azınlıklara karşı düşmanlık bilerek ve isteyerek devlet eli ile körüklenmeye devam etmektedir.

Bugün Yeldeğirmeni sokaklarında ne Ermenice, ne Ladino dili, ne de Rumca çocukların ağzında ve oyununda duyulmuyor. Yerlerini bugünlerde yabancı öğrencilerin geçici oturdukları evler ve Cafe’lerde İngilizce dilini duymaktayız ama onlarda geçicidir… Haydarpaşa garı inşaatı sırasında Almanlar buraya gelmiş yerleşmiş, çoğu Yahudilerin kiracısı olmuş, Alman lisesi bugün bina olarak varlığını koruyor olması onun geçmiş anılarını bugüne taşıdığı anlamına gelmiyor, çünkü yağmalanmış bir liseden geriye sadece konuşamayan duvarlar kalmış…

Yeldeğirmeni sokakları bugünlerde canlıdır, fakat geçmişin çok kültürlülüğünden, çok renkliliğinden çok şey kaybetmiş, yerini dolduranların sadece geçmişin anılarını yok etmekle kalmamış, geçmişi bugünden koparmıştır. Her ne kadar artık özel günlerde işlevsel olan sinagog kaybettiği cemaatini sessizce ağıdını yakmaya, kilise amacının dışında kaybettiği cemaatinin o coşku dolu Pazar ayinlerini, paskalya bayramının renkliliğini kaybetmiş, Ermenilerin, Almanların ve Laventenlerin yerleşim yeri betonlar ile kaplanmış, dar sokaklarından doldurulmuş denize doru bakan Haydarpaşa Garının yanmış haline göz yaşını dökmeye devam etmektedir.

Harun Niyego çocukluk anılarının yeniden gözlerinin önünde canlandırdığı, eskiden oturduğu apartmanın apartmanların arasında yok olduğu, kilise merdiveninde oturup Rum arkadaşı ile yaşadığı dostluğu, Ermeni arkadaşı ile Paskalya bayramında onların neşesine katıldığı, Yahudi gençler ile birlikte çimenlikte koşturdukları, papatyaların oluşturmuş olduğu beyaz bahçede piknik yaptıkları daha dün gibi gözünden geçerken, bugün artık dünden kalan anıların esintisine eski bir kilisenin bodrum katında ki salonda bizim yüzümüze hafif poyraz esintisi olarak ulaştı. Bir zamanlar ne güzel çok renkli, çok kültürlü, çok dilli olan bu yer nasıl çöl toprağının yakıcı havasına dönüştüğünü hissettik…

Erguvan ağaçlarını açtığı bugünlerde ne kadar az ağaç kalmış boğazda diye düşündüm… Bahar ayları boğaz erguvan ağaçlarının rengine bürünürken esen rüzgarın etkisi ile tüm sokaklar erguvan ağacının çiçeğinin yaprakları ile dolduğu geçmiş artık yok, yerlerini beton binaların aldığı, boğaz çakılan kazıklar üzerine oturtulmuş yolların olduğu ve sürekli doldurulan bir deniz konumuna dönüştü. Ne küçük kayıklar var, ne de yunus sürülerin boğazı geçerken yaptıkları dansları… geçmiş ayağımızın altından kayarken anılarda Alzheimer hastalığın pençesinde ağır ağır yok olmaktadır…

Değişen, savaştan savaşa koşan, yok olan ulus devletinin yerini dolduramayan liberalizm yaratmış olduğu kaos ortamında teknolojinin imkanları ile benliğimizi, anılarımız elimizden alan, çocuklarımızı bizden koparan bir dünyada, liderler birer birer diktatöre dönüştüğü zamanın ruhunda kendimi Stefan Zweig ruh halinde hissettiğim bu günlerde anıların sıcaklığı yaşadığım anı bir an olsa da dışına çıkıp bakmama sebep oldu… “über alles… “ diyen liderlerin dünyada yerlerini alırken, yok olan renklere bir daha bakmak önemlidir… “Bir daha asla” dememiz için geçmişimizi bilmek ve çocukluk anılarımız ve yaşadığımız alana sahip çıkmak zorundayız, aksi halde geçmiş bir savaş oyununda eğlence olarak anlaşılır ki, savaşa gülen nesillerin olduğu zamandan korkuyorum…

Anıların anlatıldığı her toplantı burada ne güzellikler yaşanmış demek için bir fırsattır… Keşke o güzellikleri bende yaşayabilseydim… Belki sırf o yüzden ana dili farklı olan bu toprağın güzel bir kadını ile evlendim… Farklıklar ile birlikte yaşamak işte benim geleceğim budur…


İsmail Cem Özkan



Beklentiler soğuk suya düştü…

Beklentiler soğuk suya düştü…

Şimşek gri havanın buğusu altında çaktı, bulutların arsından fırlayan ışık kıvılcımını gök gürültüsünün takip etmesi gerekli, ama ne gök gürledi ne de başka şimşek...

Hava kapalı ve griydi, yağmur yağacak diye bekledik, bekledik, ne çiçek açtı, ne de güneş…

Gri olmuştu yaşantımız...

Ne tam zifiri karanlık ne de aydınlık, gölgesi olmayanların ülkesinde gölgesiz dolaşan insanlardık her birimiz...

Beklentilerimiz boşa düşmüştü...

Ortada kazanan yok aldatanlar var, aldanmış gibi yapanlar…

Maaş bordrosu dışında hiç bir şeye sadık olmayanlar her şeyi para karşılığında satabilir. Parayı verenin düdüğünü “pardon” zaferini ilan ettiği günleri yaşamaktayız…

Ben yaptım oldu sürecindeyiz... Rejim tartışması bitmiştir...

16 Nisan referandum sonucu ulus devletinin resmi olarak ortadan kalktığının ilanından başka bir şey değildir...

Şirketlerin çıkarları halkın çıkarının üstündedir... Artık şirketler devletten almış oldukları ihaleler ile doğayı, insanı yağmalamaya devam edeceklerdir. Doğa için kavga edenlerin mahkeme önlerinde her zaman yenilgi ile ayrılacakları günler doğal karşılayacağımız günler olacaktır, çünkü tek iradenin her şeye karar verdiği yerde, karar verecekler tek iradenden gelecek işarete göre görüşlerini biçimlendireceklerdir…

Tarih bize solcuların tahminlerinin genelde tutmadığını ilan eder, sistem o kadar kıvrak ki, solcuların tarih çizgisi yönünde ki tahminlerini boşa çıkardı gibi gözüküyor… Ama bu algı sadece kavgada taraf olanların geniş kitleleri yanıltmak adına kullandıkları bir psikolojik stratejinin sonucudur… Solcular doğru tahmin yaptı ama hile ile baş edemedi ve açıklanan ‘resmi sonuç’ onları yalancı çıkardı...

16 Nisan ülkemiz tarihi içinde önemli kırılma noktalarından sadece biridir. 12 Eylül kırılmasından sonra ülkemize biçilen role uygun olarak yeniden devlet denen mekanizmamız yapılandırılacak... Liberal ekonominin son noktası kaçınılmaz diktatörlüktür... Şirketlerin çıkarları halkın çıkarının üstün olduğu yerde şirketler en özgür ticari faaliyetlerini köle toplumlarda yapar... 

Atı alan Üsküdar’ı geçti, demek artık somut at filan düşünmeyin ama bende ki çağrışımını yazayım tecavüze uğrayan tecavüze uğradığı ile kaldı demek...

Örgütlü güç karşısında hilenin başarı şansı yoktur...

Yapılan haksızlıkları unutmayacağız demek yerine ne zaman hesap soracağız olması gerekmez mi? Pasif siyaset bize unutmamızı söyler…

“Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” diyen özeleştiri yapmak zorunda...

Adamın biri tecavüz etti, üzerinden kalktı ve dedi ki beni sen tahrik ettin... Gel şimdi bu adamı şikayet et, çünkü güçlü o, güçlüyü koruyan ve haklı gören bir gelenek var... Artık olay çözdük, sorgulanacak bir şey yok diyen amirlerin ülkesindeyiz...

Devletin orantısız sağladığı tüm olanaklar ile %50 oyu alan bir lider lider olamamıştır... Ülkenin yarısı ellerinde tüm olanaksızlıklar içinde karşı olduğunu ve kabul etmediğini ilan etti...

Örgütsüz her adım yenilgiye mahkumdur... Hazırlıksız kavga sonucu katliamdır...

Cepheleşme politikası ülkemizi bütün olmaktan çıkarmıştır... Köyleri, ilçeleri hendek bahane edilerek düzleştirilen yerlerde yaşayanlar devletin tüm baskısına, politikasına ve tüm olanaklarına rağmen hayır demişlerdir... Seçimlerini net olarak yapmışlardır... Orada ki “hayır”ın anlamı meşrudur ve onların her istekleri bu meşru zemin üzerinden tartışılmaya açıktır...

Mastürbasyon yapılarak çocuk sahibi olunmaz ama sperm veya yumurtaları bir yerde biriktirip steril ortamda birleştirilirse çocuk olur... Son yıllarda yapılan tüm seçimler sanki bu steril ortam ürünü sonuçları gibi geliyor bana...

İlk defa bu referandum çalışmasında mastürbasyon yapmadan dişi ve erkeğin gerçek birleşiminden çocuk olunacağını (ana rahmine düşeceğini) yeniden anımsatan atmosfer oldu…

Hayat her seçim sonunda devam eder, dünyanın sonu değildir… Şartlar daha da zorlamış olsa da kavga devam eder...

İsmail Cem Özkan


16 Nisan 2017 Pazar

Alzheimer tarih!

Alzheimer tarih!

Alzheimer geçmişte olanların kısa aralıklar ile unutulması ve geçmişin yok edilmesidir. Bir hastalıktır ve neden kaynaklandığını bulup bulmadıklarını bilmiyorum ama son kırk yılın en popüler hastalığı olmuş ve tarihimize damga vurmuş liderlerin bu hastalığa yakalanmasının tesadüf olmadığı inancımı bugün dahi korumaktayım…

Elbette insanların bu zihin yitirmesi insanlar ile sınırlı değildir, yaşadığımız alanlar bu hastalığın bir parçası olmasını yine biz insanların yeni adına yaptığımız değişikliklerdir… Değişim kaçınılmazdır ama değişim adına geçmişte olanların üstüne yeni bir şeyler yaparken geçmişin tüm izlerini silmemiz. Bizlerin (modern insanın) yaratmış olduğu her şey geçmişi yok etmesi üzerine kuruludur. Geçmişin izi yoktur, yıkılır ve yenisi inşaat edilir. İnşaat edilen malzeme genelde betondur. Teknoloji ürünü olan beton, yine teknoloji ürün makineler ile kısa sürede teknik çizimlere uygun olarak kısa zamanda hayat verilir… Betonların oluşturmuş olduğu şehirler şimdilerde camlar ile giydirilmiş ve yenilebilir enerjinin ürünü olarak akıllı bina olarak bize sunulmaktadır… Camlardan kıyafet yapılmış evlerde ne geçmiş varır ne de gelecek, çünkü işlevini bitirdiğinde yerine başka bir bina yapılacak şekilde geçici olarak ortaya oturmuş gibidir… Binalarımız akıllarımız gibidir, akıllarımız tarihimiz gibidir. Çünkü geçmişin izlerini üzerilerinde taşır ama modern yaşamda ne geçmiş vardır ne de gelecek, anı yaşamak ve an için verimli olması önemlidir…

Tarih, geçmişin not edilmesidir. Geçmişi not edenler aynı zamanda birçok dipnotu da notların olduğu sayfanın altına yazar, çünkü notlar dipnotlar olmadan anlaşılmaz. Dipnotlar geçmişin yaratmış olduğu anlamların bugün ki karşılığıdır, anlamlar, terimler zaman içinde değişir ve yeni anlamları üzerilerinde taşır…

Bugün yaşadığımız süreç geçmişin üzerine yeni bir siyasi tercihin oturtulmasıdır. Bu aynı zamanda geçmişin tüm izlerinin silinmesi ve daha önce yaşanmışlıklar içinden kendisine kök bulma sürecidir. Aslına bakılırsa daha önceki kök pek önemi yoktur, çünkü atı alan Üsküdar’ı geçmiş diyen bir lider için dün yoktur, bugün vardır, yarın ise Allah-ı Kerim’dir. Kısaca Alzheimer hastalığında olduğu gibi geçmişin tüm kazanımlarının ağır ağır unutturulması gereklidir ki, bugün zaferi tam olarak ilan edilebilsin… Bugün yaşanan süreç aynı zamanda ulus devletinin çökmüş olması ve yerine oluşturulan liberal ekonominin koşullarına uygun devlet mekanizması henüz ne tam olarak adlandırılabilimiş ne de oluşturulmuştur, henüz ulus devletinin kırpıntıları ile ayakta durmayan devlet olmayan ama devletmiş gibi bir yapının içinde yaşamaya çalışıyoruz. Elbette bu -miş gibi yapının içinde birçok çelişki bir arada yaşamaktadır… Toplumumuz bir hastalık içinde ama bunu adlandıracak konumda değil, çünkü dününü çabuk unutan, uzak geçmişi ile abartılı şekilde övünen ama yeniden yarattığı geçmiş bugünün ihtiyacına veren bir masal konumundadır… Bugün yaşadığımız tarihtir ve en kısa zamanda unutacağız bir gündür…

İsmail Cem Özkan

La belle Hélène / Güzel Helen (opera)

La belle Hélène / Güzel Helen (opera)



Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera sahnesi’nde Türkiye Prömiyeri yapılacak olan La belle Hélène / Güzel Helen için bulunmaktayız. Operet olarak adlandırılan ve klasik bir oyunun sahnelerimizde hem de kendi dilimizde bulaşacağı için heyecanlıydım. Ama her yeni olanın öncelikle adından başlayarak irdelemek gerektiğini düşünüyorum, her ne kadar her Türk her konuda fikir sahibi olsa da ben bilgi vererek başlayayım, çünkü çok tanınan ve yaygın olmayan terimler bir birine yakındır ve her birimizin kafasında farklı çağrışımlar yapar.

“Operet, olayları gülünç ve toplumsal, siyasal yergi öğeleri içererek anlatan müzikal sahne oyunudur.” Operet daha kısa ve daha hafif konuları içeren müziksel eser olarak Fransız seyircisi için Jacques Offenbach tarafından kurulduğu kabul edilmektedir. 19 yüzyılın ortalarında sahnelerde yerini alan  ‘opera comique’ seyircisini yaratmıştır. Sahnenin neşesi seyircisine ulaşırken, seyircin tepkisi sahnede ki eğlence ögesini daha da gelişmesine katkı sunmaktadır. Kısaca sahne ve seyirci geçişi iç içedir.

Konusunu anlatmadan önce kısaca gözüme çarpanları hemen belirterek başlayayım ki, oyuncuların sahnede ki doğal hareketleri aslında doğal olmayan ve önceden planlanarak ince ince araya serpiştirilmiş ama oyunun bir parçaymış gibi sunulan ayrıntıyı yazmadan geçemeyeceğim.
Oyuncular sahnede yerini alırken, prova rahatlığı içindeler… Suflör prova anındaymış gibi sahnedeki oyuncuya sözlerini aktarmaktadır, seyirciyi görünce utangaçlık içinde kaçar… İkinci bölümde ise Ajax II (Can Reha Gün) rolünü canlandıranın seyirci ile işaret dili ile iletişime geçmesi ve oyunun zamanından uzak günümüzde anlamlı olan işaret dilini kullanarak sahnede yabancılaşma tekniği kullanılmaktadır…

Sahne düzenlemesi tanrıların yaşadığı bir alandır. Tanrıların oturduğu Roma gelenekleri içinde gördüğümüz koltuk bulunmaktadır. Sahnenin sol tarafında sabittir. Her ne kadar Helen kültürünün (Antik Yunan) içinde geçmiş olsa da sahne düzenlemesinde bu şekilde tercih edilmesi oyunun akıcılığı içinde sahnenin ne kadar başarılı bir seçim olduğunu anlıyoruz. Koro ve kalabalık oyuncu kadrosu sahnede hareketleri o sahne içinde kendisine özgür alan bulmaktadır… ışık sahnenin bölüm geçişlerinde ve ağırlaştırılmış zaman dilimlerinde renk değişimi ile bize birden ortam değiştirdiğini ve zaman akımında iç konuşmaya doğru evirildiğimizi de göstermektedir.

Orkestra sahnenin ön alt tarafında yer alırken orada oyunun bir parçası olduğunu ve oyunun akışını ve seyirciye ulaşımında köprü görevi gördüğünü yaşayarak hissettik. Orkestra şefi zaman zaman sahnedeki oyuncular ile diyaloga girerken sahnenin ayrılmaz parçası olduğunu seyirciye vurgulamaktadır. Müzik, sahne gösterisinin ayrılmaz parçası olmasının ötesinde ruhudur…

Achille (Serkan Bodur) kostümü günümüzde motor kullananların kostümü içindedir. Geçmiş ile günümüz arasında bir köprüdür… Hêlêne ile yakınlaşmak isteyen ama o kadar zeki ve akıllı olmayan biridir. Girdiği yarışmada kaybetmeye mahkumdur bir anlamda…

Truva Kralı Priamos’un oğlu Paris elinde bir mektupla Sparta’ya gelir; bu mektubu tanrıça Venüs, Jüpiter tapınak başrahibi Calchas’a göndermiştir. Venüs mektubunda başrahibe emir vererek, Juno, Minerva ve kendisi arasında düzenlenen bir güzellik yarışmasında kendisini en güzel tanrıça seçen Paris'e mükafat olarak söz verdiği üzere, Hélène'in Paris 'e aşık olmasını sağlamasını istemektedir.
 
Calchas bulunduğu ortamın en kritik insanıdır, onun elinde güç vardır ama o gücü krallara ve çevresine etkilediği boyuttadır… Dolayıdır gücü aslıda… onsuz bulunduğu ortamda hiçbir düşüncenin hayat bulma şansı yok gibidir. Her bulunduğu ortamın rengini alacak kadar kıvraktır… Kahindir… kahinler her ortamda yaşamayı bilmiş, kıvrak zekası olanlardır…

Calchas aynı zamanda kadınlara ve zevkine de düşkündür. Hilecidir… hayat kadınları gerçi Sparta’da tanımadıkları kimse yoktur ama onun ününü duydukları için onu merak etmekteler ve ilk fırsatta yanına gelmişlerdir. Saray’da o gün kralların ve komutanların toplantısı vardır, özel bir davet vardır, özellikle dışarıdan halktan birilerinin gelmesine kapalıdır… İki hayat kadını oradadır ve Calchas’ın marifeti sayesinde toplantıya davetli olurlar… O gün bir yarışma yapılacağı duyurulur, bu sefer akla hitap eden ve en akıllı ve zeki olan seçilecek ve ödül olarak Hêlêne’nin yaptığı taç takılacaktır… Elbette altından olmayacaktır… O tacın sembolik bir değeri olacaktır…

İda dağında üç güzelden birinin güzellik kraliçesi seçilmesini isterler Zeus bunda isteksiz olduğundan bu görevi Paris’e verir… Paris sonunda Hélène seçer ve onun birlikte olmak adına Sparta’ya kralların toplantına bir çoban kıyafeti ile gelir. Hélène zaten ona karşı aşk ile hisler ile doludur ve kocasına karşı zorunlu görevini yerine getirmektedir. Sevgi ve aşk yoktur… Aşkı arar ama aradığı aşk uzağında İda dağında bırakmıştır… Sparta’ya gelen Paris, Hélène’nin kaybettiği duygunun yeninde canlanmasına neden olur, kor aleve dönüşmüştür.

Kral sorular hazırlatmıştır ve Hélène’nin kocasına sormasını buyurur. Ménélas (Çağrı Köktekin) sarhoştur. O hali ile yarışmanın sorularını sorar… ilk soru basittir ve hayat kadınları bile bilir… kral hayat kadınlarına tanımadıkları erkek var mı diye sorar ki, kendisi de onları ziyaret ettiği ortaya çıkar… o yüzden hemen üstünü kapatır. Peki der sizlere gelenlerden hiç akıllı olan var mıdır? Elbette yoktur, çünkü anlık mutluluğu dışarıda arayanları akıllı olması düşünülemez… Yarışma işte onlar ile olmayanı bulmak gibidir…

Paris her soruya uygun yanıt bulur ve kazanır… Paris’in kazanması aynı zamanda Hélène ile birlikte olacağı yolu açar… Paris, Calchas’dan ricada bulunur,  Ménélas’ı görevli olarak uzaklara göndermesini… Paris, Calchas’ın Ménélas'ın ivedilikle Girit’e gitmesi konusunda kehanette bulunmasını sağlar.

Olaylar hızlı bir şekilde akar… Paris amacına doğru emin adımlar ile giderken Calchas’ın ne kadar hileci olduğu ortaya çıkar… Hayatın bir parçasıdır.

Hêlêne bir gün uyurken rüyasında Paris’i görür… bu sırada Ménélas’da gelmiştir. Ménélas Hêlêne’nin sayıklamasını duyar, hatta Paris ile birlikteliğini görür… Sarhoştur ve gerçeği olduğu gibi hemen algılayamaz… Hissetmektedir ve Paris ile olan ilişkisi onun onurunu kırmıştır… Onuru için kavgaya tutuşur…

Hélène tüm bu olanlardan  kocasını sorumlu tutar: Hélène 'e göre iyi bir koca ne zaman karısının yanına geleceğini ne zaman uzak duracağını bilmelidir. Pâris, Ménélas 'a bir skandal çıkarmaması ve çıkarırsa herkesin zarar göreceğini söyler. Ménélas bunları dinlemez ve kralların hepsini bu odaya çağırır. Hepsi Pâris'i itham ederler ve geldiği yere dönmesini isterler. Pâris oradan eli boş ayrılır ama geri döneceğine ve başladığı bu işi bir dahaki sefere başarıyla tamamlayacağına ant içer. Krallar ve yanındakiler yaz mevsimi için bir sahil kasabasına yerleşmişlerdir. Bir Venüs tapınağı rahibi gemi ile gelir ve kendisine Hélène 'i Kitara Adası'na götürme görevi verildiğini söyler. Orada Hélène 'in, yaptıklarına karşılık ceza olarak 1000 tane beyaz sığır kurban etmesi gerekmektedir. Ménélas da rahibin bu isteğini büyük bir memnuniyetle kabul eder ve karısına emri yerine getirmesini söyler. Başta bu görevi yerine getirmeyeceğini haykıran Hélène, bu rahibin, kılık değiştirmiş olan Paris olduğunu anlayınca onunla gemiye biner ve birlikte yelken açıp oradan ayrılırlar. Oyuna getirildiğini anlayan Ménélas savaş emrini verir!

Hande Soner Ürben, Hêlêne rolüne hayat verirken Rumların Türkçe lehçesini kullanarak konuşur... Muhteşemdir…

Her oyuncu ve koroda yer alanlar kendilerine verilen rolü çok iyi yerine getirdiği için salonda kahkaha hiç eksik olmadı… ‘opera comique’ Türkiye’de Türkçe olarak seyircisi ile buluştu… fırsatı olanların kaçırmaması gerekir diye düşünüyorum...

Göndermeleri bol, geçmiş ile bugün yaşananlar arasında köprü kuracağınız trajedilerimizi aslında ne kadar “comique” olduğunun farkına varacağınız bir eser…

Operet görmeyenlerin görmesini özellikle isterim ki, sanat kavramınız mutlaka kafanızda yeninden biçimlenecek ve tanımlanacaktır…

İsmail Cem Özkan


Libretto: Henrı Meılhac, Ludovıc Halévy
Türkçesi: Işık Noyan
Orkestra şefi: Serdar Yalçın
Sahneye koyan: Murat Göksu
Dekor tasarım: Zeki Sarayoğlu
Kostüm tasarım: Serdar Başbuğ
Koro şefi: Paolo Villa
Işık tasarım: Ahmet Defne
Hêlêne: Şebnem Ağrıdağ ve Hande Soner Ürben
Paris: Caner Akın ile Ahmet Baykara
Ménélas: Cenk Bıyık ve Çağrı Köktekin
Oreste: Nesrin Gönüldağ ve Deniz Erdoğan
Agamemnon: Alper Göçeri ve Kevork Tavityan
Calchas: Zafer Erdaş ve Ufuk Karakoç
Likos, Achille: Serkan Bodur ve Yoel Keşap
Ajax I: Zafer Çiftçi
Ajax II: Can Reha Gün
Philocôme: Engin Yavuz
Euthyclès E.Erdem Gedik
Bacchis: Banu Ergün ve Funda Güllü
Leaena: Peyman Dorkan ve Zeynep Halvaşi
Parthenis: Betül Görgülü ve Şöhret İnanç
dönüşümlü olarak oynayacaklar.