27 Ocak 2024 Cumartesi

Ayak bacak fabrikası

Ayak bacak fabrikası

 

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu Sermet Çağan’ın yazdığı Ayak Bacak Fabrikası Murat Karasu yönetiminde sahneye konmuş. Ülkemizde daha önce birçok defa sahnelenen oyunun Murat Karasu yorumunu Şehir Tiyatrosunun  İstanbul'daki turnesinde izleme şansına sahip oldum.

 

Oyunun konusunu birçok tiyatro seyircisi bilmektedir ama yine de ben kısaca anımsatma yapmakta yarar görüyorum, çünkü o kadar çok gündemin değiştiği ülkemizde sahnelerde oynanan oyunları da kısa sürede unutuyoruz.

 

Ayak bacak fabrikası, bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir halkın başından geçen çok iyi kurgulanmış politik kara mizahi eserdir. Günümüzde yeniden sahneye konmuş olması konusunun ne kadar zamandan bağımsız, evrensel olduğu gerçeğini de gözler önüne sermektedir.

 

Kapalı bir toplumda o toplumu yöneten siyaset üstü bir kesim olan derebeyleri çıkarına uygun politika geliştirir ve halka rağmen siyasetçilere uygulatır. Din ve iktidar koltuğunda kim oturursa otursun derebeylerin hizmetindedir, onların ricası hep hayat bulmaktadır.

 

Yılların birinde bolluk olmuş derebeylerin yönettiği ülkede, o bolluk zamanında başka bir sorun gündemlerine gelir, çünkü geçen senelerden kalan da depolarında bekleyen karabuğday vardır. Derebeyleri bolluk yılında, fazladan üretilen buğdayın,   halk tarafından tüketileceği, depoda bekleyen karabuğdayın ise çürümesi anlamına geldiğinin farkındalar.  Daha önceden üretilmiş karabuğdayın depolarda çürüyüp verimsiz olacağı gerçeği karşısında bir tercihte bulunurlar, halka buğdayı değil, depoda çürümeye yüz tutan karabuğdayı yedireceklerdir. Karabuğdayın fazla tüketimi insan sağlığına zararlıdır, güçten düşecek tüketen ve bir süre sonra kötürüm olacaktır. İnsan sağlığına zararlı olduğu biline biline verimlilik yasasına uygun olarak depoda olan satılacak ya da takas aracı olarak kullanılacaktır. Nasıl olsa derebeylerin elindedir din, iktidarda oturan kukla…

                                                                                      

Oyun iki sahneden oluşmaktadır, ilk bölümde derebeylerin halkın üzerine yükledikleri sorumluluk, yasaklar, kutsal kabul edilen balıkların yemlenmesi gibi iç içe geçen olaylardan sonra ikinci bölümde çözülme vardır, çözülme bir darbe gerçekleştir. Darbeyi yapan çöpten beslenen ve karabuğday yemediği için sağlam kalandır. Karabuğday yiyenler kötürüm olmuştur ve yürümeyemezler… Halk yerde sürüklenirken bir dış yardım gelir.

 

Ülkemizin yıllar önce almış olduğu Marshall yardımı gibidir.

 

Bir ülkeye eğer hibe bir şeyler sunuluyorsa, aslında orada bağımlılık ilişkisi geliştirilir. Hibe eden ülke hibe ettiği ülkenin üretim yapma hakkını da bir anlamda elinden alınır, çünkü hibe yani bedava verilen ürün neden üretilsin ki?  Yapılan yardımlar halkın sorunun çözemeyecektir, çözer gibi yapıp bir anlamda borçlandırmak da ve bağımlılık ilişkisi kurmaktadır. Halk yardımın altında ezilirken derebeyleri de yeni yollar aramaktadır. Darbe yapan da kısa sürede derebeylerin kuklası olacaktır, onların isteklerini yerine getirecektir, darbenin koşulları kısa sürede yok olur…

 

Bir anlamda bir bardakta fırtına çok kısa sürede durulur.

 

Epik tiyatronun bütün teknikleri oyunun kurgusunda vardır, seyirci sahnede oyunu izlerken aynı zamanda hepsinin rol yaptığını ve gerek olduğunda seyirci ile iletişime geçildiğini hisseder. Ayak bacak fabrikası tamamı ile imgelerden oluşmaktadır. O imgeler zamanında ve yerinde kullanılmaktadır. Her yazı karakteri, her resim, her işaret, danstaki figürler bu imgelerin seyirciye ulaştıran araçlardır. Her oyuncu oyun teksinde yazan sözü alıp notalar eşliğinde seyirciye öyle bir taşır ki nerede güleceğimizi, nerede tepki vereceğimizi de belirler. Zaman zaman salonda kahkaha sesleri yükselirken yaşadığımızı kendi gerçekliğimiz ile karşılaşırız. Sahne bize bir ayna tutar ve içinde kendimizi görürüz…

 

Seyrettiğim oyunun dekorundan, kostümüne, kostümden makyajına kadar her ayrıntı çok titiz şekilde düşünülmüş, her birinin kıyafeti, oyuncuların her bölümde özellikle derebeylerin kıyafetlerinin değişimi sahnenin arkasında seyircinin gözü önünde olmaktadır. Onların her kıyafeti, ses tonu, davranışı bize ne anlatmak istediklerini zaten biçimsel olarak vermektedir, söz imgeden sonra gelir ve gelen her söz o imgeyi daha da büyütür ve bize normal bir şeye bakar gibi bakarken aynı zamanda beynimizin içinde kahkaha attığımızı hissederiz, çünkü o abartılı anlar bizim yaşadığımız gerçekliktir. Yere düşmüş biri etrafında kahkaha sesi duymaktadır ama kendisi acı duyduğu için kahkaha atmak istemesine rağmen atamaz, sadece kendisine yabancılaşarak kendisini dışarıdan üzülerek seyretmektedir.  

 

Karanlık zamanlarda karanlığı anlatan oyunlarda oynanacaktır ve o seyirci koltuğundan izliyordum…

 

“Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya”

Gülten Akın

 

Oyun bize ince ince mesajlar veriyordu, her yazılan eser okunduğu ya da sahnelendiği zamanı içine alır ve yeniden yaratılır. Yazıldığı yıl olan 1960’lı yıllarda değiliz ama bugün de “bizim iyiliğimizi” düşünenler hep var olmaya devam ediyor, birilerinin çıkarları ise bizi kötürüm yaparken, beynimizi kullanmayı bırakıp sadece tüketir konuma geldik. Düşünmeden tüketiyoruz, çocuğumuzun geleceği için kölelerden daha ağır koşullarda gönüllü çalışıyoruz. Çöpten geçinenler belki sistem dışına düştükleri için bir gün darbe yapacaklardır, o çöpten beslenenler toplum dışına iteklenmiş aydınlarımız olmasın? Her darbe yapan bir süre sonra ülkeyi yöneten derebeylerin elinde kurmalı oyuncak olacaktır…

 

Sahnenin ortasında hareket eden bir platform vardır, o platform sahne içinde sahne olma işlevini de yerine getirmekte, gerek olduğunda kürsü, gerek olduğunda bir göl, gerek olduğunda bir yukarıdan bakan ayrıcalıklı sistemin efendilerin platformu. Sahnenin her iki tarafına paralel olarak yerleştirilmiş sabit platformlar ise oyunculara hareket alanı kazandırmaktadır… Sahnenin seyirciye göre sol tarafında öküz ahırı, sağ tarafında ise balıklara yem satan uyanık köylü tüccar…

 

Oyuncular şarkı söylerken seslerini öyle bir kullanıyorlar ki, bize ses ile de bir şeyler anlatmakta… Işık her ne kadar kendi sahnelerinde olmasa dahi, var olan ışıkları çok iyi kullandıklarını gördüm. Her oyuncu üstüne düşen görevi yaparken sahne arkadaşına da alan açmaktadır. Karmaşa varmış gibi gözükmesine rağmen çok ince hesaplar yapılmış ve oyunda sahneler arasında geçiş sanki doğallık duygusu vermektedir…  Sözler usta bir dramaturgun emeğini yansıtıyor, akış sözler ile hareketler arasında bir koreografın ince inceden vücutlara dokunduğunu ve vücudun bir sese dönüştüğünü sahnede görüyoruz. Müzik bu oyunun olmazsa olmazıdır ve konuyu çok iyi yakaladığını ve yönetmenin istediği akıcılığı, seyirci ile buluşmasını, sözün, hareketin, dansın seyirciye ulaştırmaktadır. Özellikle jazz müziğinin notaları bize herhangi bir devletin hissini vermekte, coğrafyanın belirsiz ama bizim hikayemizin başka yerde geçtiği hissini de aktarmaktadır…

 

Sahneye yukarıdan aşağıya doğru süzülen Ayak Bacak Fabrikası yazısı Almanya Nazi dönemi toplama kamplarının kapısında yazılan yazıyı çağrıştırmakta, “çalışma özgürleştir” yerine “bacaklar sizi özgürleştirir” denmektedir…

 

Sanatın özünde özgür ve eleştirel düşünme yatar, kuşku ve başkaldırı yatar, bundan dolayı tüm otoritelere karşıdır.  İyi ki böyle bir oyun yazılmış, iyi ki böyle bir oyunu şehir tiyatrosu sahneye koymuş, iyi ki Murat Karasu yönetmiş, onun seçtiği oyuncular her biri üstlerine düşen tüm görevleri en iyi şekilde hiçbir aksama yapmadan yerine getirdi. Oyun ekibi hak ettikleri alkışı oyunun bittiği andan itibaren almaları bir şölenin mutlu sonudur… Keyifli, keyifli olduğu kadar öğretici, öğretici olduğu kadar da bir tiyatro şöleni, epik tiyatronun en güzel örneğini seyretmek için oyuna gidin derim, en azından Brecht Tiyatrosunun ülkemiz koşulları içinde, bize özgü ama geleneksel tiyatro ile iç içe geçmiş halini de göreceksiniz… Alkışı hep bol olacak oyun sanırım uzun seneler sahnede yerini koruyacak gibi…

 

İsmail Cem Özkan

 

Ayak Bacak Fabrikası

Yazan: Sermet Çağan

Yöneten: Murat Karasu

Dekor Tasarım: Ethem Özbora

Kostüm Tasarım: Tülay Kale

Işık Tasarım: Mustafa Kala

Müzik: Orhan Enes Kuzu

Koreograf: Filiz Sızanlı

Dramaturg: Sibel Arıcan

Oynayanlar

Ali Eyidoğan

Hakkı Kuş

Ecren Can Serim

Korel Cezayirli

Zafer Ergül

Başak Boran Oksal

Mustafa Kılıkçı

Özlem Boyacı

Serhat Onbul

Nigar Berktin

Ceyda Çınar Onbul

Onur Birgi

Ahmet Barut

Kutan Gökkaya

Sinan Aktezcan

Emel Alnady

 

24 Ocak 2024 Çarşamba

Diyarbakır’dan…

Diyarbakır’dan…

 

12 Eylül bugünden o günlere bakarken bir yenilgi tarihi olarak okuyoruz, yenilginin nedenleri ve sonuçlarını her birey kendisine göre tanımlamaktadır, fakat tarih yazıcıları o günleri anlatırken daha genel, bugünkü bakışa göre yeniden yaratmaktadır. Yeniden yaratılır tarih anlatımları ve sonuçları, fakat önemli olan o günlere dair o günleri yaşayanların anlatımlarıdır, tarihe bıraktıkları notlar ileride o dönemi anlatmaya çalışanlar için elde bir veri sunacaktır… Her ne kadar her anlatım subjektif olsa da tarihi algılayışın da subjektif olduğunu vurgulayalım. İçinde bulunduğumuz kültürel ve ideolojik birikimlerimiz algılarımızı belirler…

 

12 Eylül yakın bir tarihtir ve henüz bitmiş değildir, devam eden sürecin genel bir tarihi yazılamaz ama o sürecin anları ile ilgili düşünceler ve bakış açıları ortaya konur. Bugünden o günlere bakışımızı belirleyenler elbette bizim içinde bulunduğumuz siyasi atmosferdir. O döneme benzeyen bir hareket yoktur, çünkü antifaşist mücadeleyi ortaya çıkaran sivil faşist bir saldırı fiili olarak söz konusu değildir. Elbette baskı, saldırı vardır ama o da biçim değiştirmiş ve daha sinsi, daha incelikli, daha yasalar ile üstü kapatılmış bir saldırının altında olduğumuz gerçeğini de ortadan kaldırmaz.

 

12 Eylül öncesi ve sonrası yayınlanan bir iki sayıda Devrimci Yol dergisi yazısız yazılar çıkar, orta sayfada yazılar ise hareketin duruşunu, ideolojisi, ne yapmak istediğini anlatan ve okuyucusuna mesaj verdiği yerdir. İmzasız yazı yazmanın nedeni illegal olması anlamında değildir, çünkü yazıyı kimin yazdığı, kimlerin redaksiyonundan geçtiği sanıldığı gibi gizli değildir. Gizli olmadığını 12 Eylül sonrası gelişen operasyonlar ve yakalamalar ile ortaya çıkmıştır. Dergide yazıların imzasız olmasının kendi okuyucusuna bir illüzyon yaratması, o belirsizliğin ortaya çıkardığı bir güç vardır, çünkü daha fazla ilgi çekecektir. Kişilerin ismi üzerinden değil, hareket üzerinden tartışma yapılmasını sağlamak ve hareketin görüşü olduğu için tartışılan şey hareketin kendisi olması gerçeğidir… Bülent Forta işkence altına olduğu sırada merkez komite ya da yazı kurulunun yakalanması ile “illüzyon bitmiştir, bu iş buraya kadarmış” diye ilk tepkisini koymuştur. Diğer taraftan da imzasız yazılar ile Devrimci Yol okurunu bir anlamda homojen düşünme, gelişen olayla benzer tepkilerin oluşmasını amaçlamaktadır… Elbette istem ile yaşananların arasında bir uçurum vardır, ülke sathında açılan her Devrimci Yol davası kendi içinde özgündür ve farklı mesajlar vermektedir… Merkezi bir yapısı ve merkezi olarak müdahale edilmesine rağmen, örgütsel şema yataydır…

 

"Diyarbakır’da Devrimci Mücadele (1976-86)" Hayati Yıldız'ın kitabını okudum. Kitabın en önemli özelliği devrimci hareket olan Devrimci Yol'un en zayıf karnını tarihi olayları anlatırken yorumladığına şahitlik ediyoruz. Kürt sorununa bakış açımız her ne kadar nettir denilmiş olsa da net olmadığı yaşanmış tarihi deneylerden öğreniyoruz.

 

Kitap, Diyarbakır merkezli bir çerçeve içinde olaylara bakmaktadır. Dersim, Elazığ, Van, Tatvan, Malatya... Devrimci Yol içinde Kürt sorunu ve o sorun çerçevesinde merkez ile yerelin çatışmasını kitabın içindeki anılardan öğrenmekteyiz...

 

Kitap iki bölümden oluşmaktadır, ilk bölümde Gerçek Bir "Bölge Örgütü"ne Dönüşme Çabası, Ferda Koç’un değerlendirmesi bulunmaktadır. Sıkıyönetim Altında Sol İçi Çatışma, Reşat Keskin burada Kürt örgütleri ile henüz örgütlenme başında olan devrimcilerin çatışmasından ve bakış açısından bahsetmektedir. Süleyman Doğan’ın Diyarbakır’da örgütsel çalışmalar, örgüt evlerinin ayarlanması... Örgütsel ilişkiler ve yerelde gelişen kişisel inisiyatiflere merkezi müdahaleyi ise Yaşathak Aslan anlatmaktadır.

 

İkinci bölüm ise sıkıyönetimin askeri cuntaya evirilmesi ve o süreç içinde hareketin ilişkilerinin korunması ve faşist darbe süreci içinde bir takım direniş hareketlinin örgütlenmesi ve eylemler… Mahmut Memduh Uyan’ın ve Yaşathak Aslan’ın Diyarbakır değerlendirmesi. Anıları birbirini izleyen tarih dizimine dikkat edilerek yaşanmış olayların ayrıntılarına doğru yolculuk yapıyoruz. Kişilere yansıyanlar ve kişilerin öznel bakışından ortak bir bakışa doğru yolculuk...

 

Diyarbakır’a okumak için gelen gençlerin bir araya gelip Devrimci Yol’u orada bir zemin bulmasına çalışması ve üniversite içinde örgütlüğünün oluşumu. İlk başlarda bir iki kişinin kişisel çalışması olarak algılanır, Gürbüz Çapan’ın, Ferda Koç’un ve Orhan Keskin’in inisiyatifi ile okul ve yaşam alanlarına doğru genişleyen bir örgütlenme çabası… Kürt merkezli siyasi oluşumlar ile ilk çatışmalar ve fikri düzeyde başlayan çatışmanın fiziki çatışmaya doğru evirilmesi. Kişisel inisiyatifler ile bu çatışmanın kısa sürede sonlandırılması.

 

Diyarbakır özgün bir yerdir, orada sivil faşist hareket yaşama şansı bulamamış, hatta örgütlenme çalışmaları geri püskürtülmüştür. Alpaslan Türkeş’in siyasetinin engellemesi ile Diyarbakır sanki bir solun ve Kürt örgütlerin nefes aldığı ve kedisini ifade ettiği alan olmuştur. Kürt siyasi hareketlerin bir anlamda merkezi ve tarihten gelen başkent olmasının özelliğini göstermektedir. Diyarbakır tüm Kürt şehirlerin örgütlenmesinin merkezinde yer alır, orada örgütlenen tüm Kürdistan’da örgütlendiği anlamına bile gelir anlayışı hakimdir.

 

Diyarbakır’da sivil faşistler ile sıcak bir çatışma söz konusu değildir, fakat Elazığ gibi illerde sıcak çatışmanın olduğu alandır, bir anlamda o sıcak çatışma alanlarına lojistik destek verilmektedir. Yaşathak Aslan’ın iller arasında gidiş gelişleri Diyarbakır bir nefes alma alanı olarak ve sakin kafa ile düşünme alanı gibidir. Orada yapılan tartışmalar Kürt sorunu nedeni ile ayrı bir örgütlenme olması gerektiği üzerinde olur. Orhan Keskin bir dizi tartışmaya girmekte ve kendi görüşünü olgunlaştırmaktadır. Devrimci Yol dergisinde Kürt sorunu üzerine fazla bir yazı çıkmamaktadır, özgün yapısı ve buraya özgü örgütlenme konusunda çevresi ile bu konuda şikayetini belirtmektedir. O öyle bir boyuta gelmiştir ki, ayrı bir örgütlenme konusu merkezin sert müdahalesine neden olmuştur. Diğer illerde nasıl örgütleniyorsa orada ve Kürt illerinde de öyle örgütlenmeye devam edilecektir…

 

Diyarbakır sıcak çatışmanın olmadığı bir yerdir ve burada yapılan çalışmalar buraya özgü olmak zorundadır… Yazılamalar, formlar, afişler, orada kurulan matbaa, el ilanları, kuşlamalar ve grafik bölümünün dahi orada oluşması…

 

Kürt sorununa Devrimci Yol nasıl bakıyordu, bir de yerel sorumlu olan Orhan Keskin notlarını düzenleyerek Yaşathak Aslan’ın merkeze rağmen kendi insiyatifi ile bir broşür yayınlar, o yayın sonrası kendisine gelen merkezden tepkiler ile o broşürün kısa süre içinde dağıtımdan alınması bu kitabın içinde yer alan tarihi bir bilgidir. O broşür günümüze kadar ulaşamamış...

 

12 Eylül darbesi gelmiştir…

 

O darbeye özgü geri çekilme ya da mücadele konusu artık sıcak gündemleridir. Ne yapılması gerektiği konusu tartışılmakta ve önlemler alınmaktadır. Deşifre olmuş adresler değiştirilir… Afişler asılır, duvar yazıları yazılır, direniş yolu seçilmiştir.

 

Yakalananlar direnişe geçmiştir. Kürt devrimciler ile birlikte Diyarbakır cezaevi direniş alanı olmuştur. Devrimci Yol militanı Orhan Keskin diğerleri ile birlikte açlık grevine girmiştir. Dışarıda kalanlar ise ilişkilerini korumakta ve cezaevindeki direnişe destek olmaya çalışmaktadır… Diğer taraftan da bir kesişme noktasıdır, Suriye geçiş ve oradan gelenlerin ana gerilla birliği ve diğer direniş noktaları ile lojistik destek üssü gibidir.

 

Yeni siyasi merkez kurulmalı mı, yoksa...

 

Ortadoğu’daki (Suriye) yeniden toparlanma toplantısı ve orada toplantılar sonucu ortaya çıkan Faşizme Karşı Birleşik Devrimci Cephe çalışması ve kısa sürede Devrimci Yol öznelinde sönümlenmesi ve o sönümlenmeye paralel olarak Almanya merkezli olarak başlayan liberal düşüncenin hareket içinde hayat bulması. Göçmen olmanın gerekliliklerini yerine getirmek isteyenler “yapmadık bu işi” diyerek geri çekilip, yaşam alanlarında sorunlara sahip çıkılması ve hayal kırıklıkları ve de aynı anda o harekete tepki olarak başlayan bu süreçte inat ile profesyonel devrimci ilişkileri koruma, ekonomik sorunlar ile baş etme ve yakalanan ve ölümler, lojistik destekler… Dağda varlığını koruyan “Ana Gerilla Birliği”nin kendisini dağıtması ve hareketin resmi olarak son direniş hattının dağılması süreci…

 

İstanbul geri çekilişte itirafçının "komutan"ı yakalatması...

 

O süreç içinde hala varlığını koruyan otonom örgütlükler de mevcuttur. Diyarbakır bu ilişkilerin hala var olduğu alanlardır. Dağılma, toparlanma denemeleri ve Avrupa'ya çıkış…

 

İlişkileri korumuş ve mücadeleye etmiş bir örgütlülük alanıdır. Devrimci Yol adına 1984 yılına kadar ne yapılmışsa Diyarbakır ile bir bağı olmuştur.

 

Bugün dahi zaman zaman Kürt Sorunu konusu açıldığında bu konuda kulaktan dolma bilgiler dillendirildi, fakat bu kitap ile bir somut çalışmaya dönüşmüş. Buradan öğrendiğimiz o dönemde Kürtçe isimde "Şoreşger Reya" afiş çalışması yapılmış...

 

Bilinmeyene doğru bir yolculuktur kitabın 12 Eylül sonrası örgütlülüğü konusunda… Darbe olmuştur ama teslim olmamış devrimciler hala vardır ve bir şeyler yapmaya çalışmaktalar, üstelik merkezi yapısı çökmüş olmasına rağmen… O yaşanan süreçte her türlü riski alan, direnen, hayatlarını ortaya koyan bu devrimciler unutamaması gereklidir…

 

Kitabın son bölümünde "Kürt Sorunu" konusunda devrimci Yol dergisi sayfalarından derlenmiş toplu bir özet var... Bu sayede Devrimci Yol dergisinin Kürt sorununa karşı bakışı nedir sorusunun yanıtını bulacaksınız. Homojen bir kitle yaratma hedefi olan derginin yazısız yazan yazarları bir konuda homojen oturmuş bir bakışı olup olmadığını yazıyı okuduktan sonra kendi kendinize sorup yanıt verebilirsiniz…

 

Kitabın bir bölümü de bu zaman içinde hayatını kaybeden güzel dostlarımıza ayrılmış, elbette hepsi bu kitabın içinde bulunmuyor, o zaman içinde kırda, işkencede hayatını kaybedenleri liste halinde verilmiş olsaydı daha güzel olurdu diye düşündüm... Gerçi diyeceksiniz ki "Unutulmasınlar Diye" kitabı var, fakat olayların yaşanan, içinde olanlara ait bir derleme kitabında bir kere daha olsa da isim olarak (satır aralarında olmasına rağmen) liste halinde kitabın sonunda verilmeliydi diye düşündüm...

 

Kitap bir dizi o dönemde yaşamış, yaşayan ya da aramızda ayrılmış kişiler ile yapılan görüşmelerin bir derlemesi, yeniden kurgulanarak yani tarihi dizine uygun olarak bölümlerin oluşturulduğu bir kitap olmuş. Emeği geçen ve katkı sunanlara teşekkür ederim, çünkü tarihe bırakılan her küçük not bizim üzerimize yazılacak olan tarihi çalışmaları için kaynak görevini görecektir. O dönemde yaşananlar ve o yaşananlara duygusal bakışlar her ne kadar satır aralarında gizlenmiş olsa da bizi sıcak bir şekilde sarmalıyor…

 

İsmail Cem Özkan

 

Diyarbakır’da Devrimci Mücadele (1976-86),

Hayati Yıldız,

Notabene Yayınları, ISBN: 9786052604021

 

22 Ocak 2024 Pazartesi

Devlet kutsaldır!

Devlet kutsaldır!

 

Ulus devleti, devleti kutsallaştırmıştır, kraldan alıp kutsallığı soyut devlet kavramının içine işlemiştir. Devlet kutsaldır ve koyduğu kurallar mutlaktır… Yanılmazdır, eşitliği hukuk maddeleri ile sağlayacaktır… Adaleti temsil eden bile gözü kapalı bir kadın ile sembolleştirecektir, her yere Themis heykeli dikecek, adalet saraylarında adalet dağıtacaktır… Yunan mitolojisinden ödünç alınan Themis artık daha çok tanınacaktır. Zeus için sunaklarda bir şeyler sunanların oluşturmuş olduğu demokrasi sanayi devrimi ile yeniden hayat bulacaktır, bu sefer oy hakkı tüm halka verilmiştir, sadece köle sahiplerine verilen ayrıcalık kalkmıştır. Krala verilen ayrıcalıkların kalkması gibi demokrasi halk tabanına yayılacaktır…

 

Devlet halkının iyiliğini düşünür, onlar adına karar verir ve uygular, mahkemelerde alınan kararların üstünde bile temsil ettiği ırkın ismi yazacaktır. Alman halkı adına, Türk halkı adına diye başlayan cümleler kurulur ve mahkeme kararlarına işlenir. Çünkü devlet bir halk adına ve temsil ettiği sınıf adına karar verir ama sınıfı genelde görünmez kılarlar, çünkü fırsat eşitliği vardır imajı oluşturmak önemlidir…

 

Devlet halkının iyiliği düşündüğü için devletine karşı gelen ne olursa olsun onu cezalandıracaktır, çünkü kutsal olan aynı zamanda beka sorunudur. Devlet kendi içinde muhalefetini yönlendirir, iktidar değişimleri devletin bekasını etkilemez… İktidar koltuğunda kimin oturduğunun pek önemi yoktur, ama demokrasi için o koltuk önemlidir, çünkü seçme hakkını kullanıyor… Seçme hakkını kullanmak demokrasidir!

 

Kapitalist sistem ulus devleti sayesinde kendini olgunlaştırmış, küreselleşme ile ulus devletini ortadan kaldırmaya çalışıyor, henüz yerine küreselleşmeye uygun devlet yapısı kuramamış ama devleti şirketleri yönetir gibi yöneten otokrat liderler iktidar koltuğuna oturmuştur.  İşadamları devletin başında ulus devletinden kalma siyasi incelikler ortadan kalkmıştır…

 

Otokrat liderleri destekleyen geniş bir halk kesimi oldu, onlarda sağa daha sağa giden politikalar uygulayarak seçmenini kaybetmemeye, yaratılan düşmanlara karşı nefret söylemlerini çeşitlendirerek popüler politikalar üretmeye başladı. Bu da elbette radikal sağın taban bulması anlamına geliyordu. Radikal sağ kısaca faşistler her ülkede iktidar koltuğuna göz dikmiş, seçimleri artık olağan bir yol olarak görmeye başlamışlardı, Hitler bu yolla iktidara gelmemiş miydi? Faşist hareketler için önemlidir sokak, sokak gösterileri bir anlamda taraftarlarını bir arada tutan ve savaşa hazırlayan bir prova özelliğini gösterir…

 

Sokakta faşistler varsa, onun karşısında anti-faşistler de olacaktır.

 

Bu gelişmeler karşısında Avrupa’da anti-faşist hareket muhalefet kanadını temsil eder oldu, siyaset sokağa taştıkça doğal olan bir sonuçtur. Kapitalist sistemde anti-faşist mücadeleye her zaman izin verilmiş ya da göz yummuştur ama komünist ve anti-emperyalist müdahaleye izin verilmemiş, o mücadele yoluna gidenlere karşı her türlü zulüm layık görülmüştür... Genelde anti-kapitalist ve anti- emperyalist mücadele veren örgütlerin liderleri öldürülmüştür...

 

Bugün Amerika’da, Avrupa’da anti-faşist mücadele yapan otonom anti-faşist gruplar vardır ama onlarında belirli bir oranda güçlenmesine izin verilir, içlerinde gelişecek olan antikapitalist söylemlere karşı her zaman bireyleri hedef alan stratejileri mevcuttur. Gençliğin anti-faşist içinde yer almasına göz yumanlar, bu mücadele içinde onlara bir kariyer vererek o mücadeleden çıkmaları sağlanmıştır...

 

Avrupa'da faşist partiler arka arkaya iktidar koltuğuna oturmaya başladı, faşizmin kalesi ve yönetici konumunda olan Almanya'da faşist parti şimdilik ikinci sıraya kadar yükselmiştir, ana muhalefet ve muhalefet arasında fark ortadan kalkınca, aradan göçmen politikasını kullanan aşırı sağı ve faşist harekeleri kitlesel hale getirmiştir.

 

Avrupa'da sağ yükselirken sol…

 

Avrupa solu anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir mücadele yerine anti-faşist / Nazi mücadele yapmaktadır... Bugün Avrupa üzerinde yer alan işgalci Amerikan üsleri ve silah depolarına karşı sessiz kalmaktadır... G7 zirvesi Avrupa 'da olduğunda izinli alanlarda protesto etme hakkını kullanıyor...

 

Avrupa sağı ise organik olarak Amerika'daki sağ ile bağı olması yüzünden şimdilik Amerikan üslerine karşı sessiz kalmaktadır, eğer Avrupa çıkarı öne çıkarsa anti Amerikan gösterileri yapabilir, şayet gündemlerinde ki göçmen sorunu geri plana düşerse...

 

Bugün birçok göçmen kendisini sağ içinde konumlandırıyor ve bu sağ tarafından kabul edilmiş durumda... Nazi döneminde Yahudiler ari ırkı bozan olarak gösterilip, o bozanı ortadan kaldırmak üzerine bir iç düşman yaratılmıştır... Yahudiler, Çingeneler eşitlenmesi bu ari tanımı ile olmuştur.

 

Bugün Avrupa sağında ari yerine Avrupa bilinci öne çıkmış durumda...

 

Kutsal devlet nerede kime karşı protesto yapacağına karar verir, bu sayede toplumda sisteme karşı gelişecek her türlü muhalefeti ve devrimci dalgayı yasal protesto etkinlikleri ile kök salmadan yok olmasını hesaplar.

 

Almanya'da anti-faşist gösteriler, devletin izin verdiği alanlarda ve izin verildiği katılım sayısı içinde değişik şehirlerde yapıldı. İzin verilen rakamın üstünde katılım olan yerlerde gösteriler iptal oldu, kitle gönüllü dağıldı...

 

Alman devleti denetiminde olmayan hiç bir şey, Alman toplumu içinde kök salmasının olanağı ne yazık ki yok...

 

Bu gösterilerde bir kere daha çıplak olarak ortaya çıktı.

 

Tarih içinde birçok örneğine sahip olmamıza rağmen bu açıkça yaşanan gelişmeler sonrasında Alman devletinin iktidarını eğer neo-faşistler alırsa, bu durumda Alman halkı yine devletin verdiği sınırlar içinde hareket edecektir... Hitler döneminde yaşanan Alman haklının çıkarına uygun davranışlar, çocukları cephelerde ölürken sessizliği, kendileri yıkıntılar içinde yıkılmış binaların taşından eski evini yapmaya çalışırken duyguları sanırım daha iyi anlaşılır...

 

Halk için devlet mutlaktır, onun bekası için her türlü özveri yapmaya hazırdır...

 

Bir halkın homojen davranması beklenemez elbette, içlerinden küçük gruplar çıkacak, direnecek ve itiraz edecektir ama bu çoğunluğu oluşturan düşünce ve duygu yapısını bozmayacak ve devletin istediği gibi hareket etmeye, onun verdiği sınırlar içinde özgürlüklerini yaşamaya devam edecektir...

 

Almanya'da yaşanan mitingler ve sonrası oluşacak olan siyasi atmosfer insanlığa birçok şey anlatacaktır elbette, fakat tarih bize daha fazla bir birikim sunuyor ve oluşan girdapların gücü ne yazık ki toplumları içine alıp savuracaktır...

 

İsmail Cem Özkan