24 Temmuz 2010 Cumartesi

Taşeron!

Taşeron!

Liberal ekonominin global olarak uygulanması ile birlikte, taşeron işlerin yaşamın her alanında uygulaması ile karşılaşır olduk. O kadar yaygınlaştı ki, yaşamın her alanında taşeron işler kullanılması doğal karşılanır oldu.

Taşeron işler, genelde görünüme önem verir, çünkü en düşük maliyet ile en çok verim elde edilmesi esastır. Taşeron işi yapanlar, var olan ihalenin altında en düşük maliyet ile çalışan kollardan biridir. Bir işin değişik kollarında birden fazla taşeron firma olabilir. Yıkım için ayrı, inşaat için ayrı, görünüm için ayrı olabilir. Bu firmaları yöneten ihaleyi alandır. İhaleyi veren ise, kimin yaptığına bakmaz, sonuç önemlidir onun için.

Taşeron, olması gerekenden az maliyet ile çalışıldığında ise, sonuç olarak elbette kalite aranmaz, iş yerine getirilmiş olur sadece. İş yerine gelirken, elbette görünüm çok önemlidir, işin alt yapısı bozukmuş, iki günde dağılırmış önemli değildir, önemli olan işin zamanında bitmiş olarak sipariş verene teslim edilmesidir.

Taşeron işleri yapanların ülkesi ve sınırı yoktur, çünkü onlarda para için yaptıkları için, paranın gezdiği her yerde onlarda gezebilirler. Yurt dışında iş yapan bizden bir çok taşeron firma vardır!

Taşeron firma için para önemlidir, para için kullandığı malzeme ve insan gücünün en düşük maliyetli, en çok verimli olanı tercih eder. Taşeron için para önemlidir ve sıcak para girişi olmadan işi yapamaz, taşeron firmaların bütçeleri kısıtlıdır ve aldıkları iş süresince yaşarlar. Taşeron firmaların sabit yeri de yoktur, bütün işleri işi yapacakları yerde, bütün malzemelerini taşıyarak yaparlar, o yüzden taşeron firmaların genelde büroların telefonu cep telefonu olur, çünkü onlar her işi, iş yaparken çözerler… Eğer kendi yerleri olmuş olsaydı, o zaman fason üretim yapan olurlardı!

Taşeron sözü o kadar yaşamın içine işledi ki, bizim hayatımızın vazgeçilmezleri olmuşlardır. Taşeron işinde genelde vergilendirme olmaz, çünkü vergi aynı zamanda masraf demektir! Kontrol dışı çalışırlar ve çalıştırırlar. Bu kontrol dışı olması gerçek anlamda kontrolsüz oldukları anlamına gelmez, görünmeyen el tarafından kontrol edilmeye devam edilirler, kontrollü kontrolsüzdürler. Dünyada para akışını kontrol edenler, taşeronlarında parasını kontrol eder doğal olarak!

Siyasi sonuçları olan cinayetlerde taşeron örgütlere yapıldığını duymuşsunuzdur. Taşeron biri adına cinayet işler, topluma korku yayar ama adına yaptığı kesim bu durumda hiçbir şekilde risk almaz, çünkü yaptıran aslında bu taşerona karşıymış gibi bir görünüm içindedir ve ona karşı mücadele eder haldedir. El Kaide adlı örgütün Amerikan gizli servisinin taşeronu olduğuna dair binlerce sayfa bulabilirsiniz, yaptığı eylemlerin sonucuna bakarak bu iddiaların pek olasılık dışı olmadığı ortadadır. Hamas örgütünün işlediği cinayetleri iyi izlenirse, kime karşı kurulduğu ve kim tarafından ya da güdümünde kurulduğu ortadır.

İsrail devletinin doğuşu da aynı mantık süzgeci içinde bakarsak, kimin çıkarını orada temsil etmektedir?

İşleri başkalarına havale etmek, ihaleyi kazanan firma için avantajlıdır ve bu sayede çok ucuz maliyette en kısa sürede işi bitirmesini bir anlamda garanti etmektedir, çünkü taşeron firmalarda çalışan işçilerin sosyal güvenceleri ya yoktur ya da en düşük seviyededir. O firmalar işi bitirmek için gerekli olan güvenlik önemlerini almazlar, alsalar da göstermeliktir. O yüzden taşeron firmaların yapmış olduğu işlerde iş cinayetleri olması olağandır. Tuzla Tersanelerinde hala ölümlerin olması bunu kanıtlamıyor mu?

Taşeronların hakim olduğu yerde; ne hukuk, ne evrensel normlar, ne insan hakları, ne de çalışma hakları söz konusudur. Cinayetler doğal, emek hırsızlığı olağandır. Yaratmış olduğu kara para sınırlıdır ve o sınırlar içinde iş bulduğu sürece yaşarlar, sonra yok olmaya mahkumdurlar.

Bir ülkede bir siyasi parti, bir süre yaşayıp yok olması olağandır, fakat bu süre çok kısa ise ve iktidardan düşer düşmez yok olma seviyesine geliyorsa eğer, o zaman ister istemez insanın kafasında sorular oluşuyor, çünkü o partinin yaptıkları kime hizmet etmiş ve kimin kasasını doldurmuştur???? Bir parti kuruduktan sonra çok kısa sürede iktidara geliyorsa ve iktidar süresi içinde yaptıklarının sonuçlarına bakarak; ister istemez, günlük literatüre giren sıfatlar ile soru sormak ne kadar doğrudur?

Taşeron sözü liberal ekonominin yaygınlaşması ile hayatın bütün alanları içine girmeye başladı, eğer bir söz yaygınlaşmaya başladıysa o sıfatı ortaya atanlar, genelde o sıfatı üzerinde taşıyorlar demektir. Bu durumda liberal ekonomi ve liberal ekonomiyi savunanlar acaba kimin taşeronudur?

21 Temmuz 2010 Çarşamba

12 Eylül müzesi üzerine…

12 Eylül müzesi üzerine…

30. yılındayız. 30 yıl önce yaşanan büyük kırılmanın hala sonuçlarını yaşamaktayız ve henüz bitmiş bir süreç değildir. 30 yıldır bu ülkede idare edenler ve idare için kullanılan kurallar 12 Eylül darbesinin izlerini taşımaktadır. Bunun çıplak örneği, 30 yılda ölen insan sayısında gizlidir. 12 Eylül, 5 bin insanın öldürülmesini engellemek için sözde gelmiştir, kendi kurduğu sistem içinde 30 bin öldürmüştür ve öldürmeye devam etmektedir.

Yıllar önce açıkça ilan ettim, 30. yılında 12 Eylül müzesi. Bu ilanı yaparken, elbette 12 Eylül’ün 30. yıl olması ama asıl önemli sebep; 12 Eylül üzerine bakışın kişiden kişiye değişir konuma gelmesindendir. Darbe ve darbe yapanlar artık başka sıfatlarlar ile anılır olmuştur, yeni kuşak bu acının nedenlerini bilmemektedir, çünkü var olan bilgiler bir kirlilik yaratmaktadır. Bu kirlik içinde doğru tanımlar yapılamaz hale gelinmiştir. Bu acıyı yaşan kesimler kendilerini doğru ve objektif olarak kendilerini ifade edemez konumdadır.

12 Eylül’e bakış açımızın net olması için, hurafelerden ve destanlardan sıyrılıp çıplak göz ile görebilmemiz için müzenin şart olduğunu düşündüm. Çünkü bugüne kadar kullanılan kaynaklar, darbe yapanlar ve darbeyi destekleyenlerin kaynaklarıydı. Bizler kendi kaynaklarımızı oluşturarak, aslında 12 Eylül’de bunlar yaşandı deme imkanımıza ermemiz anlamına gelirdi. Bunu içinde çok ciddi ve uzun soluklu bir arşiv çalışması yapılması doğaldır.

12 Eylül sadece cezaevinde yaşanmadı, evrensel olarak kendisini Türkiyelim diye gören her kişi bu değişimden payını aldı, bilip ya da bilmeden savrulan rüzgarın altında işkenceye tabi kalmıştır.

Bu yaşanan sürecin sadece arşiv olarak biriktirilmesi yeterli değildir, çünkü bu arşivin paylaşılması ve gelecek ve yaşayan kuşağa doğru şekilde sunulması da önemlidir. Bu doğru sunum alanı müzedir. Buna benzer örnekleri yurtdışında mevcuttur. Yurtdışında gördüğüm müzelerin ülkemizde olabileceğini düşünerek müze fikrini ortaya attım.

Bunun için değişik girişimlerde bulundum. Fakat, kendi küçük dünyalarının ve hedefleri içinde kariyer peşinde olanların engellemeleri ile karşılaştım. Önemli olan işin doğru ve amacına uygun olmasıdır, açıkçası diğer tarafları beni ilgilendirmez, kişilerin etiketleri vs… O yüzden çalışmamı bir süreliğine zamana bırakarak, doğru insanlar ile iletişime geçmeye karar verdim ve bir süreliğine bu konuda sessizlik içinde birikim yapmak derdinde oldum.

Geçen günler içinde elime bir bildiri geçti, 12 Eylül Müzesi kuruluyor diyerek. Benim başlattığım çalışma sonuçta meyvesini veriyor diyerek mutlu bir şekilde yazıyı okudum. 1-15 Eylül tarihleri arasında Ankara’da ama neresinde açılacağı belli olmayan bir ‘müze’ çağrısı. Adına müze değil de sergi, utanç sergisi filan denmiş olsa daha anlamı olurdu, çünkü müze kısa süreliğine açılan oyuncak değildir, anlamı ve içeriği farklıdır. Bu açıklamada benim dikkatimi çeken tarihlerdir. 1- 15 Eylül! Bu tarihler referandum için propaganda ve sonuç döneminde denk geliyor. 1 Eylül ile 12 Eylül arasında tarafların meydanda olduğu dönemdir. Evet ya da hayır söylemi içinde birilerin bir propaganda alanı olacak bir çalışmadır. Çağrıyı yapan kurum içinde de evet - hayır ve fikri olmayanların da olduğu heterojen bir yapıdır. Sergiyi düzenleyenlerin saf amaçları olabilir ama onu kullanacakların saflığından söz edilemez!

Başbakan geçen günlerde gözlerine yaş alarak konuşma yaptı ve 12 Eylül mağdurlarını nasıl kullanacağını herkese gösterdi. Bu gözyaşlarına takılıp giden bazı solcu olduğunu söyleyenler ise, AKP’den daha çok AKP ideolojisini ve etkinliklerini savunur konuma geldiler.

Sergi, tarihi yanlıştır, 12 Eylül referandumundan sonra yapılmış olsa bir anlam ifade ederdi. Çünkü bu konunun siyasi olarak kullanılacağı, taraf haline getirileceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur. Sergiyi yapanlar amaçları dışında, sergi birilerine hizmet etmiş olacaktır.

Müze adının ve düşüncesinin bu şekilde kullanılmasını kınıyorum. Bu serginin adını müze olarak değil de başka bir ad ile yapılmasının daha doğru olacağı inancındayım. 12 Eylül’de 30. yıl müzesi kurulmalıdır ama bu amacına uygun bir yerde ve uzun sürekli olarak kurulmalıdır, ele güne karşı yapmak için yapılan işler arkalarında yarardan çok tahribat ve ileride yapılacaklar önünde engel olarak duracağını düşünmekteyim.

HES yaşamın içine saplanan bir hançer mi?

HES yaşamın içine saplanan bir hançer mi?

Hidroelektrik santral kısaltılmış hali ile HES. Bizim anlayacağımız dilde; akan derenin, suyun önüne bent konularak, oradan elektrik ihtiyacını karşılamak için kullanılan teknik olarak verilen bir isim.

HES olması için bir dere olması şart, derenin içinde su olması gerekli. Derenin içinde neler yaşıyormuş, çevresinde neler varmış önemli değildir, çünkü tekniker bakış açısı içinde sonuç önemlidir. Teknikerler, çalıştıkları kurumlar ve şirketlerin çıkarları açısından bakarlar olaya. Çünkü teknikerler, sonuç ve sonucun oluşturacağı sonuçlar ile ilgilenmezler.

Teknikerler, işverenlerin isteği doğrulturunda haritalara bakarlar, kurulabilecek yerleri tespit ederler ve orada baraj kurulabilir diyerek rapor hazırlarlar. İşverenler bu işten ne kadar çok kar edeceklerini hesapladıktan sonra onay verirler, çünkü baraj kurmak öyle su önüne set kurmak kadar ucuz değildir, elektrik üretilecektir. Üretmek kadar dağıtmak da önemlidir. Dağıtımın geçeceği yolların ağaçları kesiliyormuş önemli değildir. Baraj için yol açılacakmış, önemli değildir. Barajın alanı içinde köyler, tarlalar su altında kalacakmış önemli değildir. Onlar için önemi olan verimliliktir, yani en kısa zamanda kasalarına girecek paradır.

HES olarak adı verilen santrallerin kurulma noktaları önemlidir, çünkü insan elinin çok az değdiği noktalardır. Şehirlerin ortasından akan dereler artık yoktur, ya kurumuşlardır ya da lağım suları sayesinde akamaz hale getirmiştir. Henüz pislikten akamaz hale gelmemiş dereler önemlidir.

Türkiye’nin enerji ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç taşeron firmalar aracılığı ile sağlanacaktır, çünkü devlet; enerji üreten değil, tüketimi kontrol eden konumuna gelmiştir ve bu konumuna uygun teşvikler vermektedir. Ülkenin ihtiyacı var mıdır, yok mudur önemli değildir, devlet teşvik verdiği şirketlerden elektrik almak ile yükümlüdür. Bu yükümlülük gereği, elektrik üretmek için ülkenin her yerinde santral kurulması için çalışma yaptırmıştır ve bir çok bölgede uygulamaya konmuştur.

Bu ilişkiler içinde piyasa yani alıcı devlettir ve ne olursa olsun elektriği alacaktır. Bu durumda devlet ile ilişkileri iyi olan şirketler, bu sağlam yatırım aracına parayı yatıracaktır. Şirketlerin kazanma hırsı doğaldır, sonuca bakmaz, onlar kasalarına girecek olan paraya bakar ve bu parada devlet tarafından garanti edilmiştir.

Devlet, uzun bir süredir enerji konusunda halkını kandırmaktadır, çünkü olmayan sanayisi için elektrik ihtiyacı varmış gibi davranmaktadır. Ülke ekonomisi kötüye gidiyor, var olan fabrikalar kısa dönem çalışmaktalar, bir çok ağır sanayi son 30 yıl içinde kapandı. Kapananların yerine yenileri açılmadı. Açılanlar hizmet sektörüne aittir ve onların da elektrik harcamaları ortadadır. Var olan harcamaların dışında elektrik ihtiyacımız aslında yoktur, elektriği en pahalı olarak kullanan ve tüketen devlet, dışarıya da bu fiyatlardan elektrik satacak konumda değildir, çünkü çevre ülkelerden daha ucuz elektrik üretilmekte ve tüketilmektedir. En temel tüketim araçlarımızı genelde biz çevre ülkelere göre daha pahalı kullanırız, tüketiriz.

Eğer elektriğe zam yapılması gündeme gelirse, büyük şehirlerde elektrik kısıtlamalarına gidilerek bir zam için arz yaratılır. Zam kaçınılmazdır ve devletin cebine giren para göreceli olarak artarken, taşeron firmalara da gözle görülür bir miktar para aktarılması anlamına gelir. Kısaca elektrik piyasası gereğinden fazla kirli ilişkiler yumağıdır. Bu yumak içinde kim kimi teşvik ettiği, kimin kasasından kimin kassına para aktığı net olarak söylenemez, çünkü bu konuda açılmış davalar zaman aşımı ya da yeterli delil bulunamadığı için kapanmıştır. Bu karmaşık ilişkiler içinde, rüşvet söylenceleri çoktur ama kimse bu söylencelerin uluslar arası boyutuna el atamaz konumdadır, çünkü devlet sırları ile kapalı bir karanlık noktadır.

HES’lere karşı direnişler gün geçtikçe artmaktadır, çünkü kısa dönemli kar amacı güden bu yatırımlar, doğaya ve o doğada yaşayan topluma büyük zararlar verecektir, çünkü tarım yapılan topraklar kullanılamayacak, yol açımı ve elektrik hatlarının taşınması için kullanılacak kabloların çevreye bırakacağı zararlar öyle kısa dönemli değildir. Hastalıklar sadece insanı çevrelemeyecek, o çevrede yaşayan her canlıyı da etkileyecektir. Sadece canlıları değil elbette, eko sistemde ne var ne yok bir birini etkileyerek bir felaket senaryosuna imza atacak konumdadır.

Var olan HES’lerin yaratmış olduğu sonuçlar ortadadır, bu santrallerin kurucusu ve geliştirici olan İsveç, artık bu gibi santrallerin kurulmasının sakıncaları göz önüne alarak kurulmasına izin vermemektedir. HES’ler gelişmiş ülkelerde gündemden çıkarken, bizde karanlık ilişkilerin sonucunda yakıcı bir şekilde gündemimize girmiştir. Elektrik piyasası bir çok kesimi etkilemeye devam edecektir.

HES’lerin kurulduğu alandaki geleneksel ilişkiler parçalanacak ve o toplumsal doku bir daha dönüşü olmayacak şekilde bozulacaktır. Kültürler, diller, gelenekler belgesel programlarda bir söylence olarak kalabilir, eğer bu planlarların hepsi hayata geçerse. Bu da devletin homojen toplum yaratmak için kullandığı araçlar içinde önemli bir silah olarak karşımızda durmaktadır. Var olan çok kültürlü, dili ve dinli toplumumuz yeniden biçime bürünecektir.

20 Temmuz 2010 Salı

Kandırmacıya devam…

Kandırmacıya devam…

“AKP zihniyetine hayır, referanduma evet” anlayışını söyleyen bir çok kesim ile karşılaşmak şaşırtıcı değildir, çünkü kafa karışıklığının dışa yansıması olarak görüyorum bu tip davranışları.

AKP zihniyeti, sanki bu anayasadaki değişikliği yapmamış, bu sloganı ortaya atanların katkısı olmuş gibi bir algı yaratmak isteyen cümle kurulmuş. Bu ancak çocukları ve aptalları kandırır, çünkü sol, gerçek anlamda duruşunu açıklamıştır. Açıkça hayır demektedir. Yeni bir anayasa için hayır! Kandırmacıya hayır demektedir ama bunlar sözde solcular ‘evet’i savunurken başka bir aldatmaca işine girmişler ve bir anlamda AKP zihniyetinin yarattığı ortama uyum sağlamışlardır.

AKP yapısı gereği kandırmak zorundadır, çünkü doğru yaptığı işler ortada değildir, oy almak için kömür dağıtarak kandırır. Kış günü buzdolabı dağıtır ama dağıttığı yerde elektrik yoktur. Belki bir gün elektrik gelir diyerek buzdolabı dağıtmıştır. Valisini kendi memuru görenler, onlara verdiği direktifleri açıkça uygulatmıştır ve suç işleyen devlet görevlilerinin yargılanmalarını ortadan kaldırmıştır. Çünkü onların yargılanması için bakan ya da müsteşar izin vermek zorundadır. Bugüne kadar, AKP lehine yapılan yanlışlara mahkeme koridorları açılmamış ve soruşturmalarına izin verilmemiştir. AKP iktidarı devlet görevlilerini bir anlamda suça teşvik ederken, bakan ve müsteşar düzeyinde karar verme yetkilerini kendi çıkarları yönünde kullanmayı ihmal etmemiştir.

AKP çıkarcıdır ve çıkarı için her türlü sözü söyleme hakkını kendinde bulur. Gereği gördüğünde gözyaşı döker, gereği gördüğünde ezilen rollüne girer, gereği gördüğünde ‘one minutes’ der. Gereği neyi gerektiriyorsa onu yapar. Bu günlerde 12 Eylül’de idam edilenleri gündeme getirmektedir. 12 Eylül rejimin kendilerini iktidara taşıdığını bir anlık unutarak.

İdam edilenler, bu değişikliğe hayır demekteler, işkence dahi görmeyenler ise evet!

İdam edilenler ve onların devamcıları bilirler ki, kandırılıyorlar. Kandırmaca değişikliğe hayır demekteler. Gerçek anlamda bir anayasa için hayır demekteler. Bu tip kandırmacalar ile 12 Eylül anayasası ortadan kalmadığını bilirler, çünkü daha öncede bir çok kez bu anaysa da maddeler değişti, sonuç ortadadır. 12 Eylül anayasası hala yürürlüktedir. Eğer değişiklik evet ile sonuçlansa da sonuç değişmeyecektir. 12 Eylül anayasası hala yürürlükte olmaya devam edecektir.

AKP zihniyetinin yarattığı açılım ve sonuçları ortadadır. Her adım oy alırım hesabı üzerinedir, seçime yöneliktir. Başbakan bunu bildiği için bu değişikliği meclise dayatmış ve hiç ara vermeden ve yeteri kadar kamuya anlatılmadan bir baskın değişiklik gerçekleşmiştir. Bu meclis bunu yapamaz diyen cumhurbaşkanı ise hemen onaylamıştır. Başbakan isterse her şey olur. Her kesime mavi boncuk dağıtmaktan çekinmez. Kim, neye ihtiyaç duyuyorsa onu verir, kimine kömür, kimine para, kimine buzdolabı. Kimine ise gel alacağım zaferden faydalan demektedir! Politika faydacıların işidir. Bu işten faydalanacaklar ona göre tavırlarını belirlerler… Dürüstlük yoktur, çıkar vardır.

AKP kendi hazırladığı anayasa değişikliğini savunmak zorundadır ve halkın genel eğilimi evet yönünde tercih koyacağını deneylerden bilmektedir, o yüzden evet tarafını kendisine seçmiştir. Kendisince göz açıklığı yapmıştır. Hayır demek bilinç işidir ve öyle kolay kolay hayır denemez!

Bu değişiklilkle12 Eylül anayasası ortadan kalkmayacaktır. 12 Eylül sorumlularını, zaman aşımından dolayı mahkemeye çıkaracak düzenleme yapmayan bu değişiklikler bir anlam ifade etmiyor. Eğer sonuç evet olursa, madde kalkmış ama zaman aşımı ile başka bir koruma zırhı içinde darbeciler korunmuş olacaklardır. Yani açıkça işkence yapanlar bu düzenleme ile koruma altında bulunmaya devam edeceklerdir. Ha madde kalkmış ha kalkmamış, çünkü bu işkencecileri ve anayasayı zorla değiştirenleri mahkeme önüne çıkaramayacak düzenlemedir.

“AKP zihniyetine hayır, değişikliğe evet” demek, seçmenini aptal olarak görmek anlamına gelir. Çünkü bu değişikliği AKP zihniyeti yapmıştır. O zaman sen doğal olarak hayır demek ile yükümlüsün. Ama hayır diyorlar, biz zihniyete hayır diyoruz ama zihniyetin ürünü olan değişikliğe evet! Bu durumu anlayan varsa gelsin anlatsın… Burada sonuç evet çıkacak beklentisi olanların çıkarcı davranışını görüyorsunuz!

Siyaset çıkar işidir, geniş kesim içinde yer al ve zafer kendinmiş gibi bayram yap! Zaten bu zihniyeti savunanlar mişli gibi yaşamaya alışmışlar, mişli gibi bir politik söylem geliştirmişler… AKP zihniyetine karşı olanlar, onların zihniyeti gibi davranmaya devam ediyorlar…

Son söz, solcu olduğunu söyleyenler de AKP’den öğrendiği şeyler olmuş, kandırmacıya devam. Bu kandırmaca ile AKP’nin sözde başarıları ile kendilerinin başarısı gibi övünmeye devam ederler!

İktidar hedefi olmayanlar, kafa karıştırmaya ve küçük ayak oyunları ile çevrelerine kitle toplamaya amaçlayan bu tip davranışlar, sanırım oy vereceklerden gerekli tepkiyi alıp, marjinal konumunda yaşamaya devam edeceklerdir.

Sol, AKP gibi davranma özgürlüğüne sahip değildir, kandırmaz, yalan söylemez! Onlar gibi davrananlara ise adları ne olursa olsun sol denemez…

18 Temmuz 2010 Pazar

Neden?

Neden?

“PKK'ya mayın satanlar bize de detektör satanlar aynıdır. Bizi birbirimize düşürmeye çalışıyorlar.” AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik

Söz ağızdan hesapsız mı çıkıyor, yoksa bilerek mi konuşuyorlar? İtiraf mı ediyor, yoksa suçluyor mu? Nereden baktığınıza bağlı, çünkü yuvarlak cümleler ortaya bırakılıyor ve hadi bu sözü tartışın diyorlar.

Hükümette önemli bir görevde, partide sözcü, yürütmenin bir çok alanında çalışmış, eski bir öğretim üyesi. Ne söyleyeceğini bilecek bir birikimi var, hani derler ya, devletin suyunu içti, ekmeğimi yedi, onların istediği gibi konuşacak düzeydedir.

Yaklaşık 30 yıldır ülkemizde adı sürekli değiştirilen bir çatışma mevcuttur. Çatışma amacına göre isim değiştirir. İsim değiştirme kararını her iki taraf verebileceği gibi, dışarıdan bakan bir gözlemcide verebilir. Fakat ne isim verilirse verilsin, çatışmanın varlığını ortadan kaldırmaz. Ölüm gerçeği cenazeler ile ortaya çıkar. Kafası kesilenler, ölülere işkence yapıldığını kanıtlamak amacı ile çekilen fotoğraflar, çatışmadan gelenlerin anlattıkları ve onların içinde bulundukları travmalar ve travma merkezlerinin olması bu çatışmayı daha da somutlaştırmaktadır. Somut çatışmanın bir çok adı vardır ve bu adları isteyen istediği gibi kullanmaktadır.

Yaklaşık 30 yılda ülkemizde ölen insan sayısı devletin istatistiklerine de yansımıştır, yaklaşık 50 bin insan ölmüş bu çatışmalardan. Direkt ya da endirekt olarak ölen insan sayısı bu olduğu kabul ediliyor, çatışma sürdüğü için, bu sayıda yukarıya doğru çıkma olasılığı yüksektir. Ölüm ile toprak kan ile sulanmaktadır. Kan ile sulanan topraklarda bombalar, yangınlar ve üstünden uçan uçaklar, helikopterler doğal sayılıyor.

Toprağın altına sadece ölenler değil, bombalar bırakılıyor. Bombalar öldürmek ve sakat bırakmak içindir. Bombaları bırakanın tarafı yoktur, çünkü her çatışan taraf kendi ihtiyacına göre toprak altını bomba ile dolduruyor… Bomba ile dolu olan topraklar üzerinde detektör ile gezmek zorunludur. Detektörler yer altında zenginliği değil, şimdilerde bomba arıyor.

Benim bildiğim, ülkemize yaygın olarak kullanılan detektörleri ilk defa define avcıları kullanmıştı. Eskiden Ermenilerin ve Rumların yerleştikleri bölgede bu detektörler rağbet görmüştü. Çobanların yerini bir ara elinde detektör ile dolaşan maceracılar almıştı. Ne kadar tarihi kalıntı varsa sorumsuzca talan edilmişti. Onların eskiden yaşadıkları toprakları bizim görüyoruz, öte yandan onları hepten yok sayıyoruz, sonra toprak altında altın var söylencesini ciddiye alıp, detektör ile toprakları tarıyoruz.

Detektör define avcıları için yardımcı olurken, son 30 yıl içinde başka amaçlar için kullanılması doğal karşılanır oldu. Çatışmanın olduğu topraklardan gelen görüntülerde, detektör ile yol alan askerlerin görüntüleri kimse sorgulamıyor. Çatışma vardır ve gereklilikleri ve aletleri de kullanılır. Sorgusu dahi yapılmaz.

AKP genel başkan yardımcısı elinde var olan ama bizim bilmediğimiz bir bilgiyi bizim ile paylaşmıştır. Bu bilgiler doğru ise, hükümette yer alan biri, bu çatışmadan kimin karlı çıktığını resmi ağız ile doğrulamış oluyor. O kadar önemli bir bilgidir ki, bu bilgiye göre hükümet bunu bildiği halde o firmadan detektör almayı sürdürmüş oluyor. Yani bir anlamda çatışmayı dolaylı olarak desteklemiş oluyor. Bu işten para kazanan firma kasasını her iki taraftan aldığı paralar ile doldurmaya devam ediyor.

Bu var olan çatışmaya, şimdi başka bir ad verme zamanı geldi mi dersiniz?

Neden hükümet yetkililerin bildiği gerçeğe rağmen, bir müdahale etmediler? Neden alımları durdurmadılar? Başka bir detektör üreticisi yok muydu? Neden diye başlayan soruları çoğalabiliriz, çünkü sonuçta bile bile alım yapılıyorsa eğer, orada akan kana kim ne kadar ortak olduğunu da sorgulamak gereklidir…

Açıklama çok ciddidir, bu ciddiyet içinde soruları sormak ve çatışmayı sorgulamak zorundayız. Bu sorgulama son 30 yıl ve istatistiklere giren ölümleri de kapsar.

Eğer açıklama gerçekten doğru ise, dünyadaki rüşvet davaları ve bizdeki yansımaları yeniden mercek altına alınması ve ihale yasası ve ihaleler yeniden gözden geçirilmelidir. Çünkü henüz açılmamış davalar ve onların dosyaları uluslararası mahkemelerde durmaktadır. Bu davaların Türkiye ayağı bugüne kadar sanki yokmuş gibi davranıldı. Bu yok gibi davranma, yok etmediğini genel başkan yardımcısının açıklaması ile bir kere daha ortaya çıkmıştır.

Ordu için yapılan tüm ihaleler, yeniden sorgulayacak bağımsız bir kurumun oluşturulması zorunludur, çünkü bugüne kadar bilgi sahibi olan hükümet bu alımlara müdahale etmediğine göre, bu işte sübjektif bakışını üzerinde taşıyor anlamını taşır. Rüşvet dosyalarının yeniden gündeme getirilmesi zorunludur. Açılmış ve kapanmış rüşvet dosyalarının da yeniden açılması kaçınılmazdır.

Neden hükümet bu gerçeği bildiği halde müdahil olamamıştır, bu soruya cevap vererek işe başlayabilir. Bu gerçek sorgulanarak ve bütün boyutları ile ortaya çıkarılırsa bir dönemin tarih önünde hesaplaşmasında olanak sağlanabilir.

Referandum!

Referandum!

Referandum ile ilgili kararlarını açıklayanlara bakıyorum.

Evet’çiler ve Hayır’cılar! İki ayrı cephe! Arada birde ne sendenim, ne de ötekinden ben bildiğimi söylerim diyerek bağımsız kalanlar.

Sınavlara giren çocuklara da aynısı yapılır, çocukların önlerine beşli seçenek konur ve içlerinden biri doğru derler, bul doğruyu! Eğer çocuk bilmiyorsa kafasından atar, ya tutarsa.

Seçenekler arası demokrasi. Önümüze bir şey konuyor, diyorlar ki, bak senin adına ben düşündüm, benim düşündüğümü ya onayla, ya ret et, ya da sessiz kal!

Seçim sonuçları değerlendirilirken kazananın cephesinden değerlendirilir. Protesto edenler, çekimser kalanlar bu değerlendirme içinde istatistiki olarak sözü geçse de pek önemsenmez. Çünkü sonuç iki seçenek üzerine konuşulacaktır. Evet, hayır oyları karşılaştırmalı olarak incelenecektir.

İktidar, evet oylarının daha çok çıkacağını yapılmış halk oylamalarından bilmektedir, çünkü bilgisi olmayanlar evet demeye daha eğimlilerdir. Hayır demek için birikim ve bilgi gereklidir.

Referandumda, önümüze anayasadaki bazı maddelerin değiştirilmesi gelecektir. Anayasa değişikliği değil, 12 Eylül anayasası olduğu gibi kalacaktır, sadece içinde birkaç madde değiştirilecektir. Bir anlamda 12 Eylül anayasası devam edecektir, sonuç ne olursa olsun.

Meclisteki ‘tek sosyalist’ milletvekili oyunu, meclisteki oylamalarda evet diyerek ilk önce açıklayandır, bu saatten sonra normalde hayır diyemez. Bir de meclise giremediği için çok bozulan Baskın vardı, hani meclise ‘baskın’ yapacaktı, o da evet demiş. Bir de İslamcılar ile kol kola fotoğraf çektiren insan hakları savunucusu Şanar Yurdatapan. Oda evet demiş, ‘ama’ demiş ‘referandum sonrasında yeni anayasa yapılsın’ diye eklemiş! Sormazlar mı, yenisi yapabilecekler, neden bu değişiklik ile gelirler? Değişiklik yapacağına yenisini yap!

Eski solcular şimdinin AKP taraftarları; TV kanallarında program yaparlar, açık oturumlara katılırlar. Başbakanın niyetini okumaya çalışırlar. Başbakanın yaptığını yanlış görüyorsa, -tabi kendilerine göre yanlış-, ona anlamlar yükleyerek, anlamalar verilerek, yanlışı doğru gösterme yarışına girerler ve sonuç olarak yaptıkları işten para kazanırlar. Kendilerine hala solcu diyenler ise, bunlara burun kıvırırlar ama uzaktan da kedinin ciğere baktığı gibi, yapanlara da imrenerek bakarlar. Nedir bu üzerlerine aldıkları gururlar?

Kendilerini hala solun temsilcisi olarak görenler istikrarsızdır, çünkü beğenmedikleri kesimden daha fazla ve gizliden AKP taraftarlığını yapmaya devam ederler…

Partilerin adına devrim yazınca devrimci, Marks yazınca Marksist olacaklarını sananlarda var. Onların tavırları tıpkı meclise sözde yeni ufuk getiren gibidir. Görüşte birlikte olanlar, neden yan yana gelip bir grup kuramazlar? Belki iktidar partisinin ilgisini çekerler ve imrendikleri kesimlerin yararlandığı olanaklardan yararlanırlar. En azından yaptıklarının maddi bir karşılığını bulurlar!

İktidar partisi bile kampanyaya başlatmamışken, kendilerine iktidarı savunma misyonu yükleyenler, anayasaya evet toplantıları yapar haldeler. En azından türbana evet, darbelere dur de gibi sloganlar ile idare ediyorlardı, üzerlerindeki perdeyi neden tamamı ile kaldırma ihtiyacı duydular?

İktidar biliyor ki, kömür vermezse oy alamaz, o yüzden her seçim öncesi kömür dağıtır. Bu sözde solcuların canı gönülden neden evet diye kampanya başlattıklarını maddi alt yapısını anlamaya çalışıyorum, bir türlü bulamadım. Bu gruplar iktidardan ne aldılar bilen var mı?

Meclise ufuk getireceğini söyleyen, gelecek seçimde AKP adayı olursa şaşmam, meclise baskın yapacağını söyleyen AKP adayı olursa şaşmam, insan hakları savunucu şimdi üyesi olduğu partiden ayrılıp, AKP saflarına gelirse şaşmam, çünkü o partiden ayrılanlardan Metin Metiner bugün hangi konumda olduğu ortadadır. Bunlar bana şaşkınlık vermez! Ama bunların kişisel başarılarını, kendi başarıları olarak görenler, yine bol bol laf alacaklar gibi içimde bir his var!

Referandum bir anlamda turnusol kağıdı özelliğini göstermeye mi başladı? Kim neyi savunuyor, neden savunuyor açıkça izleme şansına ereceğiz. Sözde olanların, nerelere doğru kayacağını ve ne yapacağını önceden tespit edilemezken, üzerlerine taktıkları maskeden ya da peçeden kurtulduklarına şahitlik mi edeceğiz?

Referandum ikili şıkkı dışında yeni şıklar ve seçenekler yaratmaya devam edecek gibi… İzleyip göreceğiz…

Hanedan cenazesi

Hanedan cenazesi

Son hanedan kalıntıları bugünde yaşamaya devam ediyorlar, malları ellerinden alınmış, unvanları kerhen verilmiş hanedan üyeleri, ülkelerine geri döndüler ve onların yaşamları normal bir yaşama döndü. Bugün onlar bile dönerken, hala yurtdışında ülkesine dönemeyenler varlığını korumaktadır. Özgürlük herkes için olduğunu söyleyenler, ayrım yapmaya devam ediyorlar.

Hanedan üyeleri de ölür. Doğa yasası gereği, zamanı gelenler ölür, ayırım yapmaz. Toprak altında ölenler eşit şekilde çürür, doğa ayrım yapmaz. Toprak üzerinde ne mevkiin vardı demez, çürüme kaçınılmazdır.

Tarihin sayfalarına bakmadan, eski yerleşim yerlere gidin, yıkılmış taşların altında yer alan o dönemin kralların mezarlarına bakın, yağmalanmış ve yok edilmiştir. Bugün toprak altında olan, yaşarken ve iktidarları devam ederken, ayrım yapılan kralların, liderlerin ve onların ailelerin mezarları görkemli bir şekilde duruyordur, fakat o ayrımcılıkları ortadan kalktığı an mutlaka yok olacaktır, çünkü başka şansı yoktur.

Devletlerin başkanları ve aileleri nasıl yok olduğunu bir araştırın; ya katliam ile soyları kurutulmuş, ya da sessizce toplum içinde unutulmuşlardır. Toprak üzerinde yapılan bu ayrımcılıkların sonu mutlaka olacaktır, o gücü yok edecek şey toplumun bizzat kendisidir. Ayrımcılığın sonuz olmadığını, İstanbul boğazına bakarak daha iyi anlayabilirsiniz. Çünkü boğazda ayrımcılık içinde köşklerinde yalılarında oturanların, onların yerine şimdi apartmanların almış olduğunu çıplak göz ile bile görebilirsiniz. O ayrıcalıklı yaşayan aileler, bugün toplum içinde erimiş yok olmuşlardır.

Hanedan üyeleri yok olmuş bir devletin son üyeleriydi, onların yerine gelenler de toprağa karışıp gittiler. Onların koltuklarında İstanbul çalışma ofisi kullananlarda, birer birer o koltuklardan geçip gittiler. O koltuklarda oturanların aileleri de yok olup gittiler. Şimdi kim anımsıyor, o şaşalı aileleri ve yaptıkları magazin haberleri?

İstanbul’un ilk sahiplerinin krallarının mezarını kim biliyor, nerede? Nerede Bizans krallarının ve kraliçelerin mezarları?

Yok olacaklarını bile bile, bugün kendilerini ve ailelerini ayrımcı bir konuma getirenler ve bu konumunu korumaya çalışanların sonuç olarak, kısa dönemde amaçlarına ulaşmış olsalar da, tarih dizimi içinde kazandıklarını kaybetmeye mahkumdurlar.

İktidar mücadelesi ve iktidar koltuğu kan üzerine oturur, çünkü koltuğun temsil ettiği sınırlar, kan ile yıkanır, ordular ve güvenlik teşkilatı bunun için vardır. Sınırların olduğu yerde ise, zulüm ve kanın olması kadar doğal bir şey yoktur.

Tarih, hanedan ailelerini not olarak yazıp unutacaktır, fakat bu aileleri birileri hiçbir zaman unutmayacaktır, çünkü her ölüm ve hırsızlık öç almayı da yanında taşır. İstanbul hanedanı aileler, eski Osmanlı toprakları içinde kendilerine yandaş bulamadılar, çünkü tarihin birikimleri henüz sorgulanmamış ve tarih önünde gerçek anlamda yüzleşilememiştir. Bugün hanedan cenazesinde, oralardan bir temsilcinin olmamasının altında bu gerçek yatar.

Tarih, yaşanan acı gerçekleri hep kanlı harfler ile yazar. Kan ile beslenenleri ise, kan gölünde boğulmaya bırakır.

Hanedan, hanedan cenazesini kaldırmış... Eğer hanedan, bugün iktidarı olmuş olsaydı, her cenaze sonrası “yaşasın yeni padişahımız!” diye bağırır olurduk. Saraydan çıkacak boğazlanmış padişah yakınlarının cenazeleri ise sessizce ve gizliden yapılırdı. Bugün hanedan yakınları yaşıyorsa, iktidarda olmadıklarına şükretmeleri gerek, çünkü iktidar koltuğuna oturan, en yakının ölüm fermanını çoktan imzalamış olurdu!