11 Temmuz 2009 Cumartesi

İki yüzlülük!

İki yüzlülük!

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı “ sol literatürde olan bir kavramdır. Fakat bu kavramı bugün başkaları rahat bir şekilde ve işine geldiği gibi kullanmaktadır. Çıkarlarına uygun nasıl hareket etmesi gerekiyorsa, bir anda bu kavram gündeme gelir. Ülke bütünlüğü içinde sorunların çözümü istenirken, bir anda bir bakmışsınız, ayrılık tam tam seslerini duymaktasınız…

Nasıl oluyor da bu kadar değişik tavırları aynı anda sergilenmektedir?

Kimliksiz, omurgasız duruşun bir yansımasıdır. Son otuz yıl içinde kimliksizleştirilme ve onursuz tavırlar konusunda önemli adımlar atıldı. Eğitim sistemimiz bile gözden geçirildi. Bu politikanın sonucunda, bugün yaşadığımız çelişkileri normal görmekteyiz.

İktidar partisi ve yandaşları, en yakınında gelişen olaylar karşısında işlerine gelmediğinde duyarsızdır. Kendilerine dokunmadığı sürece de sessizce kalmışlardır. Eğer kendisine dokunulursa, her yolu ona karşı denemekten de çekinmemektedirler. Kendi çıkarları yönünde hareket eden her oluşum ile ittifak kurabilmekteler ve kendi amaçları yolunda gidildiği yere kadar gitmekten çekinmemektedirler. O kadar büyük özgüvenleri vardır. Amaçları dışında hareket olduğunda birlikte yürüdüklerini ortada rahatlıkla bırakabilmektedir. Bu konuda örnekler kısa zaman önce yaşamıştık. Taraf gazetesi attığı başlık yüzünden nasıl dar boğaza girdiği unutulmamalıdır…

İktidar partisi ve taraftarları Filistin konusunda duyarlıdır. Bu duyarlılık Hamas yönetimi bölgesi ile sınırlıdır. Hamas rejimini kuran ve büyüten İsrail ile aynı masaya oturduğunda ’one minute’ denmekte, orada, nasıl çocuk öldürdüğü yüzlerine tokat gibi vurulurken, kendi ülkesinde bir polis dayağı ile komaya giren çocuk görülmez, çünkü yüzünü öteki tarafa çevirmiştir! Mahkum edilen çocuklar ve ailelerine karşı alınan tedbirler gözler önünden uzak tutulur. Bir başkasını eleştirdiği konuları kendisi yaparken, yokmuş gibi davranır. Aynı hükümetin seçtiği cumhurbaşkanı ise, kanser olan mahkumların çığlıklarını duymaz, ‘bana başvuru olmadı’ diye açıklamada bulunur. Mahkumların avukatları ise başvuru yapıldığını söylemekteler. Çelişkiler dünyasıdır, bu çelişkiler dünyasında olaylar şaşırtıcı değildir.

Cuma günü camiler önünde eylemler olunacağı günler öncesinden haber verilir ve ona göre canlı yayın araçları camilerin önünde (eylem yapılacak camiler) konumlanıdırlır. Camiler kışladır, minareler artık gerçek konumundadır, çünkü minareler yerini ekranlar almıştır. Ekranlar aracılığı ile yapılan çağrılar ile cami önleri bir anda gösteri alanına dönüştürülür. Bu cami önünde eylemler nedense bir Kürtlere yönelik katliamı sonrasında eylem alanı olmaz! Kerkük’te öldürülen Türkmenler ile dayanışma için olmaz! Camide öldürülen Şiiler için olmaz! Ne zaman olunacağına hükümet ve cemaatler karar verir ve kitlesel eylemler ve gıyabında cenaze namazları kılınır. Ekranlardan yansıyan görüntülerde polis yoktur, sol görüşlülerin / işçilerin gösterilerde olduğu gibi engelleyici değildir, gaz bombaları atılmaz. Cami önlerinde eylemler olaysız biter ve ekranlar aracılığı ile mesajlar yerini bulur.

Çin Uygur (Doğu Türkistan) bölgesinde yaşanan katliam bütün insanlığın gözleri önünde olmaktadır. Kınanmalı ve orada ölenler ile dayanışma gösterilmelidir. Ulusların kader hakkı orası için de geçerlidir. Bu tavır orası için gösteriliyorsa, Kürt otonom bölgesi içinde aynı tavır konmalıdır. Eğer bir yerde çocuk cinayetleri kınanıyorsa, ülkemizde öldürülen çocuğa da aynı duyarlılıkta sahip çıkılmalıdır.

Darbe teşebbüsünde bulunanların üzerine gidildiği gibi, darbe yapmışlarında üzerine gidilmelidir. Darbe yapanlar ve işbirlikçileri geçici bir madde ile korunmaktadır. Çıkarına göre bir öyle, bir böyle tavır alınarak demokrasi mücadelesi yapılmaz, yapılan mücadeleye başka bir isim verilmesi gereklidir. Yandaş gazetelerin yazarları ‘mücadelemiz’ diye arada bir kelime kullanmaktalar, bu mücadelemiz ne anlama geldiği açıkça ortaya konmalıdır, çünkü o yazarlarda, tıpkı iktidar gibi işlerine gelenleri gündemlerine alıp tartışmaktalar, işlerine gelmeyeni ise görmezden gelmekteler.

Liberal olduğunu söyleyenler, sol geleneğin bütün argumentlerini işlerine geldiği kullanmaktalar ve o kelimelerin altları boşaltılmaktadır. Yeni tanımlar ile olayları yorumlayanlar, geçmişin yaratılmış bütün değerlerini alt üst etmekteler ve iktidarın istediği gibi ortamı yaratmaktadırlar. Örneğin Nazım Hikmet gibi Komünist bir şairi bile aşk şairi, vatan aşkı ile yanan milli şair yapmışlardır. Nazım Hikmet komünist olduğu dönemde adı ile anılırken, günümüzde soyadını da eklemlemişlerdir. Soyadı eklenince güya, milli şair, gördüğü kadına aşık olan ve şiir yazan romantik birine dönüştürülmektedir. Şiirleri sansürlenmektedir. Komünist kimliği unutturulan, mezarı ziyaret edilen, sürgünde ölmüş milli şair konuma getirilmiştir. Bugün Nazım Hikmet Ran imzası ile yayınlanan şiirlere bakın, onun dünya görüşünün hangisini görebilirsiniz? En üzücü yan ise, en yakınları şairi öldürmektedir!

İki yüzlülük, çıkarlar ve iktidar gücü olduğu sürece devam edecektir. Bu iki yüzlüğe geçmişte sol görüşe sahip olanlarda bir köşe, mevki ve kürsü için katılmışlardır. Yandaş medyada yazan, yandaş medyada ekranlara çıkanlara bakın, kimlerin ikiyüzlü olduğunu ve hangi konuları işlediklerini inceleyin ve karar verin! Günümüzün yükselen değeri ne olduğunu bir de siz değerlendirin!

Bu iki yüzlülük bugünkü iktidar partisi ile sınırlı değildir, geçmiş iktidarlara bakın görürsünüz! Sivas katliamı karşısında iktidarda olanlar ve onların yandaşlarının tavrına bakın, nasıl bir geçmişi olduğunu görürsünüz!

10 Temmuz 2009 Cuma

Merhaba!

Merhaba!

Askere sivil mahkemelerin yolları açıldı, olması gereken bir yasa, fakat bu olması gereken yasa hangi amaçlar ile kullanılacağı şüphelidir, çünkü uygulamalar ve niyetler arasında büyük farklılıklar yaşamaktayız.

Çanakkale Gökçeada’da bulunan Kenan Evren ilköğretim okulunun adının değiştirilmesi için Milli Eğitim bakanlığına tavsiye kararı alınması için il meclisinde bir önerge verilmiş, o öneriye iki parti karşı çıkmış, AKP ve MHP…

AKP’nin geçmiş ile hesaplaşmasının sınırı bu tavır ile ortada değil midir? Geçmiş ile hesaplaşmanın sınırı bugün görülmekte olan bir dava ile sınırlıdır, onu da hangi amaçlar içinde kullandığı ortadadır. Söze gerek var mıdır?

***

Günlük yazılarım bundan sonra Elazığ’da dost bir arkadaşımın sesine dönüşecek kelimelerim. Söz yazının yaşadığını gösterir.

Önce söz vardı, sonra yazı geldi.

Yazı geldiğinde kurallarda oluştu, çünkü yazı kuralları içinde barındırır. İlkel dilden, bugün kullandığımız karmaşık dil yapısına kadar, kurallar bütündür yazı.

Yazı, yaşamı, kurallar bütünü içinde anlamaya çalışır, yorumlar. Bir mantık süzgeci vardır. Söz yazı olduğunda, toplumlarda ilişkilerde karmaşıklaşmıştı, çünkü toplum olmadan yazı oluşamazdı. Toplum, yaşayabilmesi için belirli kuralarla ihtiyaç duydu, o ihtiyacın en ilkel görünümüdür yazı.

İlk yazılar sembollerdi, o semboller zaman içinde başka sembollere bıraktı. Bugün kullandığımız sembollere harf demekteyiz. Her harf belirli sesi temsil eder. Müzik notaları gibidir, o sembolü gördüğümüzde hangi sesi çıkaracağımızı biliriz.

Yazı, kuralları içinde barındırır ve bizi o kurallar içinde ses çıkarmamızı sağlar. Yazı olmuş olmasaydı, büyük olasılıkla bugün, garip sesler çıkaran ve iletişimi mimikler ile yapan canlılar olmaya devam ederdik.

Yazı, toplumun en temel kuralıdır, o olmadan toplum olmaz. Toplum içinde sosyal hareketleri kontrol eden yazılar bütününe de da hukuk demişiz. Hukuksuz toplum olmayacağı gibi, yazısız insan topluluğu da olmaz!

Yazı, insanı hem sınırlar, hem de özgürleştirir. Belirli kurallar ve hoşgörü içinde yaşamayı getirir. Sözün hakim olduğu toplumlarda kaos hakimdir, kimin, nasıl bir tavır alacağını önceden bilemeyiz. Astığı astık, kestiği kestik, gücü güce yetene bir yaşam hakim olurdu. Yazı, en güçsüzü, güçlü karşısında korur. En baskı toplumda bile, yazı ile oluşturulmuş yaslar ve bu yasalara karşısında bağlayıcılık var ise, o toplumda özgürlükten bahsedilir. Bu özgürlük, sözün hakim olduğu toplumlara göredir. Yani göreceli bir özgürlük vardır. Yazı sınırlarken, özgürleştirir!

Sözün, yazıya dönüşmesi, yazının söze dönmesi toplumlar içinde hep var olmuştur. Tiyatro eserleri, ekranda okunan bir haber, radyodan duyduğunuz bir makale… önce yazı, sonra söz oldu. Bugünden itibaren benim yazılarımda söze dönüşecek, bu söz Elazığ’da hayata geçti. Yazımı söze dönüştüren dostuma, sözümü dinleyen o güzel insanlara teşekkür ediyorum.

Merhaba Elazığ!

Merhaba, yüzünü görmediğim güzel insanlar… Merhaba bu satırları söze dönüştüren güzel dostuma… Yüreğiniz gibi aydınlıklar içinde kalın…

5 Temmuz 2009 Pazar

Aziz Nesin öleli kaç zaman oldu?




Aziz Nesin öleli kaç zaman oldu?
Ne zaman onu anımsarız?
Her olaya baktığımızda tam Aziz Nesin'lik deriz, deriz de neden Aziz Nesin cesareti gösteremeyiz?
Türk aydını onurunu kaybetti, onu kaybettiğimiz gün.
Türk aydını, özgürlükler kavramında öncelikle Soros ve Gülen cemaatinin özgürlüklerinin kabul edip, demokrasi adına onlar ile hareket etmesini iyi ki görmedi. Özgürlükleri, başörtüsüne sınırlayanlar, Aziz Nesin’i hiç anmasınalar, çünkü o başörtüsünü savunanların Sivas katillerinin avukatı olduğunu unutmadık.
Demokrasi mücadelesini AB ve ABD bakış açısı içinde sınırlayanlar, Soros ve Gülen cemaatinden aldıkları para ile demokrasi mücadelesi yapanlar Aziz Nesin’i hiç anmasınalar, çünkü kirletirler. O kirli parmaklarını bu güzel insanın üzerinden çeksinler.
Aziz Nesin’i anmak demek, onun yaşamını ve savunduklarını anlamaktan geçiyor. O ‘öncü aydın’dı, aydının onurunu, yaşadığı yaşamı boyunca yaşattı.
O bir aziz değildi, hataları da elbette oldu, fakat kendilerini aziz olarak gören ve kutsayanlar, Aziz Nesin gölgesi dahi olamazlar…
Soros ve Gülen cemaatinin parası ile aydın olunmaz, ne olunduğunu siz görüyorsunuz, yazmaya bile gerek yok!
Aydın onurunu yeniden kazanabilmesi için bazı şeyleri elinin tersi ile itmesini bilmelidir. Cebinden bir yerlere bağlı olanlar aydın kimliği taşır ama aydın olamaz!
Aziz Nesin…
Unutulmayacak…