1 Temmuz 2009 Çarşamba

Beyoğlu’ndan insan manzaraları!

Beyoğlu’ndan insan manzaraları!

Beyoğlu, İstanbul’un merkezidir. Beylerin meydanı, ilklerin alanı gibidir. İlk elektrik, su dağıtımı, ilk yabancıların yerleşim alanı, çok kültürlü İstanbul’un gülen yüzü ve kendisine ait kültürü olan yer. Beyoğlu dendin mi eskiden bir hayranlık olurmuş.

Beyoğlu’nun görünen yüzü ise bugünkü adıyla istiklal caddesidir. Milyonlarca insanın buluştuğu, kaynaştığı ama birbirine bu kadar yabancı kaldığı başka bir cadde yoktur. Caddenin girişinden aşağıya doğru bir bakın, sanki yangından kaçan insan seli görürsünüz. Binlercesi üzerinize gelirken, binlercesi yanınızdan geçiyordur. Bir selin ortasında kalmış, kendinizi yalnız hissedeceğiniz bir caddedir.

Beyoğlu’nda gün yoktur ki, olay olmasın. Gün yoktur ki, en uçlar yaşanmasın. Hafta sonları toplumsal gösterilerin merkezidir. Hafta sonu geldiniz mi caddeye, Galatasaray lisesi önünde polisleri ve gösteri yapanları görürsünüz. Taksim meydanı denince, ilk göreceğiniz polislerin çevirdiği alanlardır. Bu alanlara kuşlar girer, insan giremez! Su sarnıcının yanında sürekli polis kordonu vardır, zaman zaman orada kimlik kontrolü yapılır. Kimlik kontrolü deyip geçmeyin, elbette herkese sormuyorlar. Gözlerine kestirdiklerine ‘hemşerim bir dakika bakar mısın?’ sorusunu duyduğunuzda, kimliğinizi hazırlayın derim, çünkü bu bir dakika bakmak, kimliğinizin ‘merkez’ tarafından kontrol edilmesi anlamına geliyor! Bazen güler yüz, bazen sinirli ses tonları hakim oluyor. Fakat sonuçta ne olursa olsun, kimlik kontrol ediliyor. Edilmeden bırakılanı görmedim, o halde insanlar neden itiraz ederler anlamadım. Bu kontrol edilecek insanların seçimi de ilginçtir, yanımda kız arkadaşım ile giderken, polis benimkine baktı, onunkine bakmadı! Demek ki, aranan şahıs erkek dedim! Burada da ayrımcılık var diye içimden geçirdim, geçirmedim dersem yalan olur! Sonra etrafıma bakındığımda bayan polisin olmadığını gördüm, neyse ki, pozitif ayrımcılık kadın polis olmadığı içinmiş!..

İstiklal caddesi ve caddeye açılan sokakların bütün binalarında cafe, birahane, meyhane vb eğlence yerlerinin olması dışında, fastfood yiyeceklerin Türkiye versiyonu, Osmanlı yemekleri (nedir bu Osmanlı yemekleri hala çözemedim, demek saray yemekleri veriliyor bu küçük self service lokantalarda) ve evrensel markaların hakim olduğu yerdir. Her bütçeye göre hizmet bulunur. En güzel balık restaurantları, geleneksel meyhaneler, sazlı sözlü ve de cümbüşlü alanlar, gencinden, yaşlısına, yaşlısından turistine kadar her kesime seslenen bir yerdir. İçki ruhsatı olmayanın, gazete kağıdına verdiği duble rakılar, kutuda biralar yanında patates kızarması ya da balık buranın vazgeçilmezidir.

Bir de bu kadar kalabalık olup da, özel güvenlik görevlilerin olmaması düşünülmez. O kadar güvenlidir ki, özel olarak korunur! Özel güvenlik elemanı, içkiyi fazla kaçırmış bir kızı bar arkasına alıp, orada tecavüz ettiği haberi gazete sayfalarında yerini aldı. Bu tecavüz toplu yapılmış, toplu seks olarak verildi haberde. Toplu seks yapıldığını ise, kızın dövülerek caddeye atılması ile ortaya çıkmış. Kız şikayetçi, doğal olarak polislerde işlem yapmışlar. Karakola götürmüşler, karakoldan savcılığa vb. olması gereken yol katledilmiş. Düşüneceksiniz, kesin tecavüz edenler suçunu ret etmişlerdir. İşte istiklal caddesi bu konuda da ilki yaşatmış, cinsel ilişkiye girdiklerini kabul etmişler ama tecavüzü ret etmişler. Doktor kontrolünde ise tecavüz olayı netleşmiş. Toplu seks yapınca, demek ki, tecavüz kaçınılmaz olmuş! İki kişinin arasında olan bir olay değil, toplu olan olay, kamu önünde, yani sokak üzerinde sonucu görünmüş. Dövülerek sokağa atılan kız, bunların tutuklanacağını düşünürken, bunların suçları yapılan araştırma sonucunda belirgin olmasına rağmen, tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalmışlar.

Sizinde tahmin edeceğiniz gibi, dava davacının suçlamaları geri alması ile birlikte düşecektir. Olması gereken bu değil midir? Çünkü, davalı ile davacı bir şekilde orta yolu bulacaktır. Peki, insanların vicdanından bu davayı yorumlarsak, nasıl bir sonuç çıkar? Kanunlarımız bu konuda, sınırları çizmiş ve kanun adamlarımızda bu yasaların verdiği çerçeve içinde davranmışlardır. Yadırganacak ve sorgulanacak bir durum yoktur ortada!

Ülkemiz büyük bir krizi yaşamaktadır, krizin etkisi sokağa tecavüz, gasp, karşılıksız çek, çılgınlık… olarak göstermektedir. Cadde insanı sadece ekonomik kriz yaşamıyor, ruhsal kriz veya cinsel krizde yaşamaktadır. Bu yaşananlar sokağa bir şekilde yansımaktadır. İstiklal caddesi bağımsız ve özgür yapısı ile kendisine ait bir dünyadır. Bu dünyanın içinde o kadar değişik olaylar yaşanmaktadır ki, anlayabilene veya gözlemleyebilene aşk olsun!

Tarihe bakış!

Tarihe bakış!

Tarih, günlük yaşamımızda haberler ile girmektedir her haber programı bir anlamda tarihe kişilerin nasıl bakması gerektiğini, beyin altına işleyen bir yöntemdir. İstesek de istemesek de tarih hayatımızın içine girmektedir. Bilinç dışı ama toplumsal alışkanlıklarımızın getirdiği bir bakış açımız var. Bu bakış açısı ile olayları yorumluyoruz. Fakat teknolojinin gelişimi, eve giren ekranlar ile ortak bakış açımızın hızlı bir şekilde değiştiği ve hangi ekranın haberine bakıyorsanız, o ekranın bakış açısını kendimize daha yakın ve onlar gibi yorumladığımızı düşünüyorum. (Eskiden okuldaki eğitim önemliydi, eğitimin çökmesi ve sadece sınava yönelik olması yüzünden okuldaki eğitim eskisi gibi etkili olmadığını düşünmekteyim.)

Ekranlar bize, olaylara nasıl bakmamız gerektiğini belirtiyor, belirtmekle kalmıyor empoze ediyor. Günlük yaşantımız içinde dahi, bir haberi magazinleştirmekte, esas amacı dışında yan öğeleri ile açıklamaya başlıyoruz. Birkaç kelime ile anlatacağımızı, uzun cümleler ile anlatıyoruz. Kulağından hiç telefonu indirmeden dolaşan ama sürekli konuşan bireyleri yolda görmemiz şaşırtıcı değildir. Yanınıza bir ziyaretçi geliyor ve ilk söze başlarken, çalan bir telefon ile sohbetin sona erdiğini ve telefon ile uzun sohbetlere girildiğini sanırım şahit olmuşsunuzdur. Bir biri ile bağlantısı olmayan cümleler arasında, başka bir konu anlatılmaktadır. Tıpkı haberlerimizin sunumu gibidir. Haber arası, gelecek haberin reklamı giriyor. Bu sayede haberler programa ilginin sağlanması sağlanıyor. Her reklam, güçlü ses efektleri ve grafikler ile desteklenmiş bir şekilde sunuluyor.

Haberler, toplumu o kadar biçimlendirmektedir ki, yaşanan bazı olaylar karşısında insanlar gelişmeleri anlamakta zorlanıyorlar. Yıllardan beri ekranlardan hiç eksik olmayan terör konusu ve sunumu, bizim tarihe bakış açımızı en çıplak olarak gösteren nüvedir. Kürt ulusal sorunu ile ilgili verilen her haber, Türk ulusal sorunun nasıl algılandığını göstermektedir. Bir sorun, karşıtlığını da ortaya çıkarır. Öldürülen her Kürt, haberlerde başarı olarak sunulur, öldürülen her asker bir şehit olarak verilir. Cenaze törenleri, ailelerin isyanları, ocağa düşen ateş, kınalı Mehmetçik gibi söylemler olaya bakış açısını izleyiciye sunar. Öldürülen, eğer bir Kürt kökenli Türk askeri ise, o durumda bakın aslında ortada Kürt sorunu yok, Kürtleri de öldürüyorlar diyerek, son yıllarda gösterilen açılımlar bu sefer Kürt ağıtı olarak evlere girer. Bu Kürt ağıtının ekrandan eve girmesi, Kürt sorununa bir açılım olarak gösterilir. Bu bakış açısı tek yönlüdür. Acıların karşı tarafı gösterilmez. Neden dağa çıktığı ve dağda yaşamanın zor olmasını göze alarak, öleceğini bilerek dağa çıkmaları anlatmaz. Yok sayılan, sonra ‘realite’ olarak tanınan, daha sonra açılımlar yapılarak resmi devlet kanalında serbest dil kullanımına kadar geçen süreç haberlerde bulunmaz. Onlar her cenazeyi, kınalı Mehmetçik haberleri ile yapmaya devam ederler ve kalıplaşmış sözlerin dışında söz işitmezsiniz.

Ergenekon davası nedeniyle tutuklanan askerler, üst yöneticiler, sivil uçları, sıradan bir izleyicin anlamasını zorlaştırır. Çünkü görünen köy kılavuz istemez ama görünen ile gerçek arasında bir uçurum vardır. Tarihe bakış açısı ve yorumlanması kültürler arası veya uçlar arası uçurumu derinleştirir ya da uçurumun üzerine köprü kurar. Haberlerde ve tartışma programlarında sunulan tarih anlayışı, hala sansürcü ve yöneticinin üstün olduğu bakış açısını empoze etmektedir. Tarihe bakarken, karşısındakini anlamak ve kabul etmekten geçer. Var olan bakış açısı içinde ise, yok saymak ve acısını hissetmemek üzerine kuruludur. Öldürülen, köylerinden uzaklaştırılan, her türlü eziyeti reva görülen Kürtler yoktur. Onların yerine hanım ağa, okula kızını göndermeyen, kızını zorla evlendiren ve düğünlerde bol kurşun tüketen Kürtler vardır. Bu bakış açısı dizilere yansımıştır. Bir ara bütün ekranlar Kürtlerin görünmesini istenilen tarafını anlatan diziler ile doluydu. Kürt isimli ağalar, yakışıklı erkekler, güzel kızlar. Modern yaşamın izlerini sürenler. Her türlü ihtiyacı karşılananlar, ekranlardan bir salgın gibi üzerimize geldiler. Hatta bu dizlerden etkilenip, çocuğuna isim verenler, o dizinin çekildiği yerlere turlar düzenlenmesi ile sanal bir Kürt gerçekliği ile karşılaştık. Bütün bu güzellikler yanında, ölümler devam ediyordu, kınalı kuzuların cenazeleri bayrak altında geliyordu. Bir şeyler doğru gitmiyordu ama ne olduğunu kimse düşünmek istemiyordu! (Küçük bir azınlık, sorunu görmüş ve teşhis etmiş olması genelin bakış açısını maalesef değiştiremiyor.)

Tarihe bakış içinde, karşı tarafın duygularını anlamamız için, son gelişen olayları doğru algılayıp, teşhisimizi bir sentez üzerine oturtabilmemiz için, tarihe bakış açımızı değiştirmemiz gerekmektedir. Bir arada yaşamak için, sentezlere ulaşmak zorundayız. Bizim bakış açımızı doğru demekle, bir arada yaşam olmuyor, çatışma körükleniyor.

Tarihe bakışımızı değiştirmemiz için, öncelikle haberlerin sunumu değiştirilmelidir. Resmi olarak okullarda okutulan tarih kitapları çöpe atılmalı, yeniden ve evrensel bakış açısına uygun olarak yazılmalıdır. Yanlış eğitim ile yola çıkanların, doğru sonuçlara ulaşması çok zordur. Dünyada ‘her türlü haksızlığa uğruyoruz’ ezikliği, üzerimizde var olacaktır. Kendimize güvenimizin artmasını istiyorsak, resmi tarih tezlerini çöpteki yerini almasını istemek ile başlatmalıyız.

Bugün, Ergenekon’da yaşanan tutuklanmalar, geçmişin kahramanlarının neler yaptığını ortaya serilmesidir. Bir çok olumsuz öğeleri içinde barındırmasına rağmen, dava, resmi tarih bakış açısının kırılmasını beraberinde getirmektedir. Kınalı kuzular söylemi ile kamuoyu oluşturanlar, bugün sorunun başka boyutunu da görüyorlar, fakat söylem olarak hala kınalı kuzu söylemine de devam etmektedirler. Eğer demokrasi isteniyorsa, eğer darbe istenmiyorsa, eğer hukukun üstünlüğü isteniyorsa, ayrım yapılmadan hukuk önünde bütün insanların eşit olması gibi, tarih önünde ve yorumlanmasında da eşitlik aranmalıdır. Yok sayılarak, yok edildiği düşünülen gerçekler, bugün bir davanın can damarını oluşturmaktadır. Susurluk davasında ki gibi üstü kapanmasın istenmiyorsa, tarihe bakışımızı da yeniden revize etmek zorundayız.

30 Haziran 2009 Salı

Akademisyenler, vatandaş mıdır?

Akademisyenler, vatandaş mıdır?

Vatandaş; ilgilendirilmiş, sorumluluğu olan ve tartışmalar içinde yer alarak karar verebilen kişidir.

Bu tanımı kendimize rehber olarak alalım ve yazımıza başlayalım. Son yıllarda akademisyenler, çevresindeki tartışmalarda başbakandan alıntılar yapılarak söze başlıyorlar. Başbakan ve onun almış olduğu kararlara yönelik eleştirel bakış açısını pek görmüyoruz. Akademisyenler, gelişmeler karşısında sessizliklerini koruyorlar ya da hükümetin aldığı kararları destekleyen açıklamalarda bulunuyorlar ya da dolaylı olarak destekliyorlar.

Ülkemizin gündemi hızlı bir şekilde değişmekte ve ülkemiz insanı ile birlikte dokusu da değişim göstermektedir. Bu değişimin içerisine aktif olarak tartışmalara katılması beklenenler vatandaşlardır. Vatandaşlar ise, sessiz çoğunluğu oluşturmaktadır. Seçimden seçime önüne sürülen seçeneklerden birini seçen konuma dönüştürülmüştür. Gelişmeler hakkında genelde fikirleri yoktur ve yalnızca gelmekte olana uyum sağlarlar. Tanıma göre, seçmenin çoğunluğu vatandaş değildir! Tartışmalar içinde yer almayıp, tartışmalar sonucunda oluşan davranışlara göre tavır belirleyendir. İzleyendir, izlediği içinde sorumluluğu yoktur!

Akademisyen, üniversite ve benzeri yüksek öğrenim kurumlarında eğitim veren, araştırma yapan ve özgün araştırmalarıyla alanına katkıda bulunan kişilere verilen genel mesleki unvandır.

Toplumun önünde yol gösterici olduğu kabul edilen akademisyenler, bilgilendirilmiş, bilgi üretenler ve bilgilerini tartışma ortamında deneyen ve geliştirdikleri bilgiler doğrultusunda tavır alabilenler olarak tanımlarsak, bu durumda ülkemizde akademisyenin varlığı tartışmalı hale gelir! Bizde akademisyen, üniversite kürsüsünden seslenen olarak algılanmaktadır, vatandaş kriterine dahi uymamaktadır!

Bilimsel tartışma ortamında yer alamayan, gelişmeler karşısında, ‘sorumluluk benim değil, ilgi alanım içinde değil’ ya da ‘benim çalışma alanım içinde yer almadığından konuşmama gerek yok’ diyerek profesyonel bakış açısını ortaya koyan kişi, bilim adamı olabilir mi? Bilim adamı, profesyonel midir?

Ne yazık ki, gelişen ekonomik ilişkiler ve sanayinin üniversite içine, teknoloji parkları vasıtasıyla girmesi ile, (döner sermaye) üniversitede çalışan bilim adamlarını profesyonel yapmıştır! Profesyonel araştırma görevlisi, hangi birime bağlıysa orada çalışır ve sanayinin istediği alanda ilerleme için mücadele eder! İnsanlık için değil, evrensel insanlık gelişim için değil, sanayinin istediği için çalışır ve o alanda hizmette bulunur! Üniversiteler sanayiler için var olmaya başladığı günden beri, bilim sanayinin gelişimine bağlı olarak gelişim göstermiştir. Başlangıçta, sanayi bilime bağlı gelişirdi, bugün sanayiye bağlı gelişim göstermektedir. Bu konuda en iyi gözlemlenen alan, ilaç sanayisidir. Depolarda bulunan ilaçlar tükenmeden, daha gelişmiş bir ilaç insanlığa sunulmaz. Hatta ilaç fiyatı az geldiğini düşündüğünde, piyasaya ilaç vermez, üretimi durdurabilmektedir. Üretici firma, istediği ülke için aynı adla ama içeriği farklı ürünler çıkarabilmektedir. Bunu evrensel anlamda kontrol edebilecek bir bilim kurulu ne yazık ki yoktur. Geliştirilen her yenilik, kar amacını güden ve bu amaç doğrulturunda çalışır konumuna gelmiştir. Akademisyende bu çark içinde, profesyonel çalışan işçi / yönetici konumuna gelmiştir.

Vatandaş tanımına bakarak, ülkemizde ne kadar vatandaş vardır? Bu tanım içinde, ülkemizde akademisyenler, vatandaş mıdır?

29 Haziran 2009 Pazartesi

Dağda yaşam…

Dağda yaşam…

Dağların özgürlük olduğun söylerlerdi, çıkmadan önce. Çıktığımda özgürlüğün sınırlarını daha iyi gördüm. Dağda tek başına dolaşamazsın, çünkü sınırın nerede başlayıp, nerede bittiğini anlamadan bir uçurumdan aşağıya düşmüş olabilirsin. Dağ; özgürlüktür, sınırlarını kendi çizdiği sürece!

Dağ, sert rüzgarların hakim olduğu yerdir. O yüzden dudaklar çatlak, eller nasırlıdır. Dağ, tek olmanın sınırlarını gösteren yerdir!

Dağa çıktığım ilk günlerde, okuduğum kitapların etkisi ile çevreye romantik bakardım, karnım acıkıp, dağda bulduğum otları yermeye başladığımda, romantizmin sadece sayfalar üzerinde olduğunu gördüm. Bugün, hangi otun, hangi kökün yiyeceğimi biliyorum.

Dağ üzerine bulutları örter, ama örtünün altında ıslanırsın. Soğuk benliğine, kemiklerine işler. Isınmak için arkadaşına yanaşırsın. İki titreyen bedenin, tek beden olduğunu görür ve hissedersin. Destanlardaki, masallarda anlatılan yoldaşlık, dostluk ve tek beden iki baş olayının gerçeği ile karşılaşırsın! Dağ, dostluklara anlamlar yükler, musahip olursun!

Dağda geçirdiğin her gün, yüzünün şeklinin değişmesi anlamındadır. O yumuşak yüz gider, rüzgarın biçim verdiği bir yüze dönüşürsün! Dağda yaşayanlar rüzgar yanıklı insanlardır!

Dağ; ülken için, özgürlük için sığınacağın en son noktadır. En son noktada özgürlük mücadelesi verirsin. Eğer, bu en son yapılan davranışa zorlanmalar anlaşılmadan, dağdan inişte zordur. Çünkü hiçbir insan, dağa köle olmak için çıkmaz!

Şehirde, börtü ve böcekten korkan insan, dağda börtü ve böcek ile arkadaş olur, yoldaş olur! Dağ, korkunun ortadan kalktığı yerdir!

Dağda temiz hava altında yatılan uykuda görülen hayaller ise, insanın hiç aklına gelemeyeceği şeylerdir. O şeyleri destanlarda, masallarda duyar ve okursunuz! Dağ, insanı ozan yapar, aşık yapar!

Dağ, ilkel çağdan günümüze kadar uzanan kelimelerin özgürce cirit attığı yerlerdir, yeter ki kulağını iyi kabart ve dinle, kulağına on binlerce yılın hikayesini fısıldayacaktır.

Dağda yaşam, doğaldır derler eskiden, şimdi bulutların taşıdığı bir nükleer artıkların taşıdığı yerler oldu, dağlar çıplak kaldı, ot böceksiz sessizliğin içinde kaldı! Dağda yaşayanların ölümleri erken oldu!

Dağ; özlem demektir. Dağa çıkanın özlemi çıkmayandan farklıdır!

Dağ insanın eğlencesi de ortak olur, omuz omuza, yüz yüze dans eder ve orada ayrım yoktur. Dağ eşitlik demektir!

28 Haziran 2009 Pazar

Ekonomik krizi kabul edenler, bu sene maçlara gitmesin!

Ekonomik krizi kabul edenler, bu sene maçlara gitmesin!

Ekonomik kriz teğet geçti filan derken, delip geçmediğini yaşayarak öğreniyoruz. Ülke ekonomisi ve siyasi yaşamı krizde olurda, sosyal yaşamı krizde olmaz mı? Elbette krizin etkileri gözükmeye devam ediyor. İntihar oranında artış, soygunlarda ve gasplar günlük yaşamın parçası olması, haber niteliğini kaybeden cinnetler krizin hangi boyutta yaşandığına şahit olmaktasınız.

Kriz derinlere doğru giderken, şehrin en işlek caddelerinde birer birer dükkanların boşalması, camlarda kiralık ve satılık yazılarının olması doğal karşılanmaktadır. Turizmde geçen senelere göre kötüye gidişin olduğu, otellerin doluluk oranında ki düşüklük nedeniyle, erken otelini kapatan işletmelerinde haberleri elbette gazete sayfalarında yer almayacaktır.

Krizin bu kadar hoyratça ortamımızda dolandığı günlerde, birkaç futbol takımı, milyarlarca parayı bir futbolcuya ve onun menajerine vermektedir. Kriz futbol takımlarını vurmadı diyemeyiz, geçen sene düşen takımlardan birinin sponsor sorunu yaşaması ve diğer takımlarla oynayacağı maçlara borç ile çıktığını unutmadık. Birkaç futbol takımı şampiyon olmak için milyarlarca parayı 22 adama yatırırken, diğerlerinin durumu gözden kaçmaktadır. Seyircisi olmayan futbol takımı acaba bu kadar parayı bir kaç oyuncuya yatırabilir mi? O yatırılan para ile işletmeler kurulsa, istihdam yaratılsa, sonuçta göreceğiz ki, cebinde parası ile gidenlerin olduğu sezonlarda daha kalabalık seyirci ile oynanacak maçlar daha zevkli olmaz mı? Cebinde parası olmayan seyirci futbol takımı için stadyuma gidemez, daha ucuz olan, kahvelerde çay parası karşılığında seyreder!

Süper futbol ligine harcanan para ile kaç açın karnı doyar? Kaç kişiye iş yaratılır? Birkaç kişinin işe alınacağını duyulduğunda, binlerce iş başvurusu yapıldığı günümüzde, birkaç futbolcuya bu kadar para verilmesi ne anlamına gelmektedir?

Futbol büyük bir sektördür, sektörün çalışması içinde seyirciye ve taraftara ihtiyaç vardır. Eğer bu sektörden yararlananlar sadece futbolcular ve profesyonel yöneticiler olmasını istemiyorsanız, seyirci olarak sizin de yapacaklarınız vardır! Boykot edin! Şampiyon olmak için bu kadar para yatırılmasına gerek yoktur!

Sadece Türkiye’de şampiyonluk dışında hedefi olmayan takımlarımızın, bu kadar yatırım yapılmasına gerek yoktur. Lig başlamadan şampiyonlar bellidir. En fazla dört aday şampiyonluk için yarıştığı ligde dört takımın seyircilerinin yapacağı boykot, bu kadar aşırı harcamaları ülke için yatırıma dönüştürülebilinir. Yıllardır profesyoneller tarafından yönetilen bu dört lig takımının yatırımı, futbolcu üzerine olmuştur ve onlara harcan para ile kaç hastane yapılırdı, kaç tıp fakültesinde öğrenciler daha iyi eğitim alabilirlerdi? Canımızı emanet edeceklerimiz iyi eğitim almadığında, suç kimin olur?

Dört takımın seyircisi, bugüne kadar yapılan oyunu bozabilir. Bu kadar yüksek paralar karşılığında yapılan transferlere gerek olmadığını, profesyonel yöneticilerine boykot ile gösterebilirler.

Portekiz ya da ispanyada faşist idare tarafından kullanılan futbol, ülkemizde de aynı amaçla mı kullanılıyor? Eğer kullanılıyorsa, her yerde isyan diyen seyirci, bu oyunu bozar ve futbolu uyuşturucu olmaktan çıkarır ve seyiri hoş olan bir spora dönderir. Futbol uyuşturucu değildir!

Futbol profesyoneller tarafından yönetilen ama amatör ruhu koruyan bir alan olmasını isteniyorsa, profesyonel yöneticilere ülke gerçekleri anımsatılmalı ve yatırımı futbolcuya (iki ya da üç sezon oynayacak) değil, ülke gereksinimlerine yapmalıdır.

Futbolu bir sektör olarak gören ve yatırımını futbolu aracı olarak görenlere dur denmelidir. Bugün dört takım yöneticilerinin devletten almış olduğu ihaleler kamuoyu önünde sorgulanmalıdır. Futbol takımı yönetimi almak için kıyasıya mücadele eden profesyonel yöneticilerin amacı nedir, sorgulanmalıdır.

Parası olan değil, amatör ruhu ile katkı sağlayacakların önü açılsın! O lüks futbol kulüplerinden parası olan değil, gönül bağı kuranlarda yararlanmalıdır! Futbol karşılaşmasına limuzin ile gelen değil, kalabalık ile yürüyenler yönetici olduğu futbol ligi kurulmalıdır.

Ey seyirci, oyunu sen bozabilirsin! Ülkemiz ve insanlarının krizi yaşarken yapılan bu yatırımlar ile senin ile alay edilmektedir. Bu yatırılan paralar senin cebinden çıkacaktır ve çıkan paranın hangi ülkenin kasasına gideceği de kısa süre içinde öğrenilecektir.

Oyuncuya ya da antrenöre yatılan her kuruş senin ekmeğinden koparılan bir parçadır. Ekmeğini kimin ile ne kadar paylaşacağına sen karar ver! Oynan oyunu boz! Boykot et, futbol karşılaşmalarına gitme, komine bilet alma! Boş sahaya çıkacak olan pahalı profesyonel futbolcuların ne kadar yetersiz olduğunu ekranlardan izleyeceksin!

Bu senede senin tuttuğun takım şampiyon olmasın, ülkenin sonu olmadığını göreceksin! Ülke kazanacaktır, yapacağın protesto ile… Ekonomik krizde her kişi taşın altına elini sokmalıdır, zevk ve birkaç günlük gurur için, krizi daha çok derinleştirmeyin! Krizde aç olanlar ve işsizler ile dayanışmak için, boykot edin!