24 Nisan 2013 Çarşamba

Tarih fısıldıyor…


Tarih fısıldıyor…

Tarih bize bir şeyleri fısıldar ama o fısıldanan sesten ders almak size kalmış bir şeydir. Devrim yapmak ve değiştirmek iddiası ile dünyaya bakıyorsanız tarihin en ufak sesine kulak kabartmak ve o gelen sesten bir sonuç çıkarmak ile yükümlüsünüz, aksi halde yaşanmış tecrübeleri bir daha tecrübe ederek amacınızdan bir adım daha uzak düşme durumunuz vardır.
Devrimcilerin yeniden gündem belirleyebilmesi için kitlesel olması yanında, omuz omuza mücadele ettikleri dostlarını iyi belirlemeleri gereklidir. Devrimci, her an bir barikatın arkasında düşman ile çatışıyor gibi kendisini hazırlıklı ve donanımlı bulundurmak zorundadır, çünkü düşman; kavga için meydan okuduğunda onu görmek ve karşısında durmak zorundadır.
"ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin...
Savaş sloganlarımız
kulaktan kulağa yayılacaksa
ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle,
savaş ve zafer naralarıyla
cenazelerimize ağıt yakacaklarsa
ölüm hoş geldi, safa geldi..."
Ernesto Che Guevara
***
Her zaman biriminin yükselen değeri vardır, bugün yükselen yarın düşüş gösterir ve tarihin çöplüğünde yerini alır. 12 Eylül sonrası kendisine sol liberalleri yedek güç seçenler ne kadar doğru karar aldıklarını bugün yaşanan sürece bakarak söyleyebilirler. Solcu liberaller sayesinde; dayanışma, dürüstlük, sosyal adalet, halk için gibi kavramların altı boşaltıldı ve yerlerine tersleri ikame edildi.
Bugün sol liberalizm düşüş dönemine girmiş durumdadır, çünkü eskisi gibi gizli el altından destekledikleri iktidar ve erk sahiplerini artık açıktan desteklemekteler. Onların güvenirlikleri ve inanılırlıkları bugüne kadar söyledikleri ve yaptıkları işlerden sonra ortadan kalkmıştır veya kalkmak üzeredir. Gizem ortadan kalkınca güçte ortadan kalkar.
Tarih bize, bu sol liberallerin isimlerini unutturmamak üzere bir yere yazmamızı öğütlüyor, çünkü işbirlikçiler ile atılan adımlar her zaman başarısızlıklar ile sonuçlanmıştır. O yüzden bir yere not düşün ve hala sol partiler, yayınlar içinde yer alan işbirlikçileri deşifre edin.
Solun birikimleri üzerine sol liberaller ile birlikte konferans verenler, onları toplantıya çağıranları iyi izleyin, çünkü solun içinde gizli bir hançer olma görevlerini başarı ile sürdürmeye devam edeceklerdir.
Arkanızdan bıçaklanmak istemiyorsanız yanınızda duranları iyi seçin! 
Tarih işbirlikçilerin erk adına yaptıkları başarılı (!) çalışmaları hep yazmıştır... İşbirlikçilerin halk adına ve ezilenler yanında bugüne kadar bizim açımızdan yapmış oldukları başarılı bir çalışma yoktur, çünkü öncelikle kendi ve yakınlarının çıkarları için adım atmışlardır.
Tarihi bir çöplük olarak görmek yerine, ondan ders alınan ve geri dönüştürülen bir şey olarak görmek ile ileri adım atılacağını düşünüyorum. O yüzden yaşananları, deneyimleri daha geniş bir kesime ulaştırmak için yazılı ve görsel hale getirilmelidir.
Unutmamak, unutturmamak için senede bir ölüm günlerinde mezar ziyaretleri ve o günlerde yapılan etkinlikler ile anmak yeterli değildir, o deneyimleri bugün her an içinde daha ileriye taşıyacak adım atmak ile mümkündür.  Onların yaşadıkları tecrübelerden yeni bir ivme yaratılmalı ve her yapılan iş, aynı zamanda geçmişin eleştirisi, yaptığımız işte özeleştirimiz olmalıdır.
İsmail Cem Özkan

23 Nisan 2013 Salı

Mustafa Suphi’nin partisi


Mustafa Suphi’nin partisi

TKP tarihine iki ayrı noktadan bakarak yazılmış bir kitap okumak ister misiniz? O halde size tam istediğiniz bir kitap önereceğim. Mehmet İnanç Turan, Etki Yayınevinden çıkan (Bilinmeyen Yönleriyle Mustafa Suphi’nin Partisi) kitabında TKP Kemalizm ilişkisi ve Kürt sorunu karşısında tavrı. Turan, bu iki odak noktasından TKP tarihine kuruluşundan bitişine kadar olan sürecine bakıyor ve kendisi de eski TKP üyesi olduğundan, yaşanan dönemde duygularından notları bizim ile samimi bir şekilde paylaşıyor.
Kitap kronolojik bir sıra ile TKP tarihinde kırılma noktalarına bakıyor ve eleştirel bir göz ile o güne bugünden bakıyor.
Mustafa Suphi’nin kişisel tarihinden komünist olma sürecine ve oradan Moskova’da çıkarılan dergi ve Bakü’de TKP’nin kuruluşuna giden yolu kısaca birinci bölümde değinmektedir. Mustafa Suphi ve dolayısı ile Komitern ve Sovyet bakış açısı ile Kemalizm ve Anadolu’da yaşanan savaşın yorumlarına ulaşıyorsunuz. TKP kuruluşundan itibaren Kemalist oluşumu anti emperyalist olarak görüyor ve onun bu karakteristik özelliğinin anti kapitalist olduğu sonucu çıkarması TKP tarihi boyunca damga vuracak düşünce biçimini oluşturduğuna şahitlik ediyoruz. Her ne kadar Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğdurulmuş olsalar da bu bakış açsının değişmediği ve her türlü zulüm karşısında dahi Kemalist yeni cumhuriyet ilişkileri Kemalizm’in desteklenmesi ile sonuçlandığına kitap boyunca şahitlik etmekteyiz.
TKP yeni cumhuriyet karşısında ayaklanan Kürtleri gerici, dinci, İngiliz işbirlikçisi olarak görmekte ve Kemalist rejimin yapmış olduğu her türlü baskıyı hoşgörü ile görmekle yetinmiyor, bilakis destelerlini her fırsatta sunmaktadır. Bir anlamda Kemalist rejimin yedek gücü gibi davranıyor olmuş olsalar da her fırsatta yeni cumhuriyet TKP üzerinde her türlü terör havasını estirmekte ve üyelerini, sempatizanlarına her türlü zulmü uygulamaktadır.
TKP resmi tarihi dışında kitapta daha ilgi çeken bölüm ise Turan’ın kişisel duygularını yansıttığı bölüm ve partiden ayrılma karar verdiği süreçte yaşadıklarıdır.
Aslında yaşadığı duyguyu bir çok devrimci, kendi örgütü ve kendisi hakkında da yaşamıştır, gerçekleri görme süreci değişim dönemlerde yaşanan çelişkilerin insanın yüzüne vurması ile ortaya çıkmaktadır.
Örgüte yeni giren biri; örgüte, yoldaşlarına kendisinden daha fazla güvenir. Kendisi yanılır ama parti / örgüt asla! Yönetim her hangi bir konuda yanlış düşünemez, üyeleri yanlış yaptığında hemen düzeltir.  Örgütlü biri örgütün karalarına göre yaşar, kendisine ait yaşantısı olmaz. Kendi yaşantısını örgütün ihtiyaçlarına göre düzenler. Kendi hayatını örgütün elerline bırakmıştır. Kısaca örgütün idealizasyonu içinde yaşar.
Yukarıda aldığım cümle genele göre yeniden yazdım, Turan elbette örgüt yerine TKP’yi kullanıyor ama geçmişte yaşanan bir gerçeklikti, sözlerin söylemediği ve bildiği bir gerçeklikti.
Yeni üye gözünde büyüttüğü örgüte eleştirel bakamaz, her şeyin üstünde olan örgüt tartışılamaz, kararları hakkında farklı düşünceler ileri sürülemez! O yüzden sempatizanlar ve yeni üyeler örgüt kararları doğru olduğu konusunda kuşkuya düşmezler. Tam bir inanç ve itaat vardır.  Zaman içinde yaşanan olaylar bu bakış açısının üzerindeki cilayı ortadan kaldırır ve üye eleştirel bir bakış içinde sorgulamaya başlar.
TKP, Türk solu içinde bir model özelliğini korumuştur, ondan ayrılanlar tarafından bugünkü Türkiye sol yapısı belirlenmiştir. O yüzden TKP tarihine bakış bir anlamda Türk solunun bugünkü çıkmaz sokağının temeline bakmak gibidir.
TKP tarihi içinde o kadar çok ileri geri gidişleri olmuş ki, Kemalizm ve Anadolu devrimine bakış Sovyet idaresinin çıkarları yönünde biçim değiştirmiştir. İdarecileri çıkarları gereği bu değişime direnç göstermeden ve sorgulamadan evet demiş ve politikalarını o yönde değiştirmişlerdir.
TKP tarihi içinde Nazım Hikmet ve arkadaşlarının olayına bakmadan direkt yakın tarihi ve son dönemine bakarsanız nasıl bir zikzaklar çizdiğine şahit olabilirsiniz. 12 Eylül rejimini başlangıçta faşist bir darbe görmeyen ve etkiledikleri sendikacıları 12 Eylül zindanlarının kapısında nasıl sıraya girmelerini öğütledikleri ile karşılaşabilirsiniz. Son genel sekreterin bugün ki konumunun AKP politikaları karşısında destekleyici konumda olmasını anlayabilirsiniz.
TKP kendisini tamamı ile tarihin sayfasından çıkarmadan önce TİP ile birleşme kararı almış ve adını TBKP olarak değiştirmiştir. Türkiye’ye dönüş yapan genel sekreterler, kısa bir süre tutukluluk süreci sonu serbest kalmışlar ve yasal TBKP adında bir parti kurmuşlardır. TBKP 16 Temmuz 1991 günü Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılarak siyaset sahnemizden silinmiştir. TBKP merkez komite üyeleri ise değişik partilerde siyasi yaşamalarını devam ettirmiş olsalar da bütünlükçü bir kadro olarak hareket edememişler ve zaman içinde siyaset sahnemizden örgütsel olarak çekilmişlerdir.
“İlkesiz kadro politikası partinin ayağına dolaşır, onu ölüme hazırlar.” der Turan ve devam ile “ölüm bu anlayış ile bağlantılıdır” diyerek noktayı koyar.
TKP politika sahnemizde yoktur ama onun içinde politika yapmış olanlar değişik alanlarda seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Merkez Komite içinde yer alan ve yaşayan en son genel sekreterinden, üyesine kadar bir bölümü bugünkü iktidar partisini olumlayan bakış ile siyaset yaparken, onların katıldığı toplantılarda partinin üyeleri tarafından protesto edilmeye ve onur ile ayakta durmaya çalışan militan bir kesiminde varlığı kendisini hissettirmektedir.
“Artık partim yok! 1983’te TKP’de 5. Kongre ile tekrar başlayan sürecim, 1990’da zorunlu olarak bitiyor. Düşünsel yoluma devam etme konusunda hiçbir ikirciliğim yok, yol beni bekliyor. Peki, “hangi yoldan gideceğim?”. Reformist çizgiyi kabul etmediğime göre, yolum başka bir reformist çizgi olamaz. Devrimci yolumu ise aramalıyım.” Turan.
İsmail Cem Özkan

Bilinmeyen Yönleriyle Mustafa Suphi Partisi
Mehmet İnanç Turan
Etki Yayınevi – İzmir
Şubat 2013

22 Nisan 2013 Pazartesi

Sağlık, sağlık derken…


Sağlık, sağlık derken…

Gökten iki taş düşmüş, biri Erzincanlı Özdemir ailesinin bahçesine, öteki başka bir ailenin bahçesine. Bahçesine düşen taşların ayrı özellikleri varmış, biri pir yolunu aydınlatmış, ötekini sağlık, şifa yolunu. Şifa bir aileye gökten el verilmiş, o taşı taşıyan aile fertleri bir birinin arkasına şifacı olmuş, çevrelerine sağlık dağıtmışlar.
Gün olmuş, devran dönmüş ama şifacılık elden ele, gönülden gönüle devam etmiş, hayır dualar alınmış. Modern zamanlar geldiğinde eğitimin önemi ortaya çıkmış, her bir kardeş birbirini izlemiş, öğretmen olan babanın çocukları kulaklarına sanki bir şey fısıldanmış gibi şifacı olmak için tıp eğitimi yapmışlar. Her bir kardeş doktor olmuş, demişler bunda bir hikmet var, kader çizgisini bu aileye taş olduğu sürece şifacı olacaksın demiş ve onlar da rollerini en iyi şekilde oynamaya devam etmişler.
Öğretmen babanın evladı olmak kolay iş değil, bir disiplin içinde, bilimin bakış açısı içinde dünyaya bakmasını öğrenmiş. Köy Enstitülerin öğrencisi olmak demek, fakir bir aileden, kervan geçmeyen yerden gelmiş olmak demek. Fırsat eşitliği yaratmak için, kaliteli eğitmenler yetiştirmek için dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel çocukların elinden tutmuş, her köye bir aydın yerleştirmek için okullar açmış, açılan okullardan çağın tüm bilgileri öğrencilere disiplinli bir şekilde verilmiş. O döneme kadar ülkemiz sınırları içine girmeyen klasik romanlar, şiirler, öyküler tercüme edilmiş, kitaplar için raflar yapılmış ve en alttakilerin çocukların hizmetine sunulmuş. O okullardan mezun olanlar her köye bir zengin yerine aydın vatandaş, bilinçli köylü olmanın gereklerini yaşayarak göstermişler. Her biri gittikleri yerde örnek çağdaş vatandaş olmuşlar. Elbette bu çağdaşlık ışığından rahatsız olanlar, ülke dışındaki gelişen havanın etkisi ile bu eğitim kurumlarını kapattırmışlar ve ilerleyen yıllarda iktidara gelenler, her köyden bir zengin yetiştirmek için liberal ekonominin çarklarını Marshall yardımı ile vatan saffına yaymışlar. Bilginin yerini paranın aldığı dönem yeni olan ama eskinin devamı olan bir ülkede çarklar eskisi gibi dönmeye devam etmiş. Yeni zenginler oluşurken, fakir olanların daha fakir olduğu ama göreceli olarak kalkındığı bir dönem yaşanmış. Alım gücü arttıkça, parası olanlar sermayelerine sermaye katmış, elde edebilecekleri her şeyi para ile almaya başlamışlar. Sonradan görme zenginler ülkenin çarkında söz sahibi olmaları paranın gücünün göstergesi olarak kendisini gösterirken, bilgi paranın gölgesinde, parası olanın hizmetine sunulmuş.
Bilginin değerini öğrenen baba, belki de gökten düşen taşın kadim gücü ile çocukları ataların izinden gitmiş ve şifacı olmak için tıp fakültelerin kapısını çalmışlar. Ailenin en büyük çocuğu olan Necati Özdemir, liseyi Kahramanmaraş’ta bitirmiş, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Almanya’ya gitti. Burada Genel Cerrahi İhtisasını ve Damar Cerrahisi üst İhtisasını tamamladı ve ülkesine geri döndü.
Necati Özdemir artık doktordur ve alanında önemli başarılara imza atmak için birikimlerine yeni birikimler yapmak için muayenehanesinde araştırmalarına bir disiplin içinde devam etmektedir. Onu medyatik yapan Ferdi Tayfur’un ayağında yaptığı başarılı operasyondur. Elbette medya önünde olmak için yapmadı, sonuçta Ferdi Tayfur diğer hastalarından biridir, fakat onun bu başarısını gölgelemek isteyenler de olması doğaldır. Kesilmesi gereken kangren olmuş ayakları kurtarması, damar daralması ya da tıkanması sonucu bir uzvunu kaybetme tehlikesinde olanları bu tehlikeden uzaklaştırması onun hiç bitmeyen çalışma hırsının üründür. O fotoğraf sanatçısı ve gazeteci Özcan Yaman’ın ayaklarında hissiyatını kaybetmesi ile başlayan süreçte tam zamanında müdahale ederek kesilmesinden kurtarması her ne kadar medyatik olmasa a birçok çevre içinde duyulmasına sebep oldu.
Özcan Yaman ile birlikte yanına gidip çalışmalarını ilk ağızdan dinleme imkanım oldu. Reklam yapmayı sevmeyen alçak gönüllü sanki karşımda bir halk ozanı vardı. Kendisini röportajlarında “kentli ozan” olarak tanımlıyor. Biz kentli ozan ile müzik üzerine konuşmaktan daha çok yaptığı tıbbi çalışmalar üzerine yoğunlaştık, çünkü bizim de kendi açımızdan yardıma muhtaç yakınlarımız vardı ve onarlın acısını sonlandırmak için çalmadığımız kalmamıştı ve son olarak bu kapıyı Özcan Yaman aracılığı ile çalmıştık.
O güne kadar damar ve kalp cerahisi doktoru duymuştum ama aslında iki ayrı dal olduğunu sohbet sırasında öğrenmiştim.
“Türkiye’deki uzmanlık yönetmeliğinde cerrahlık, “kalp damar cerrahisi” diye genel bir çerçeve içerisine oturtulmuş. Bu çerçeve hem kalp hastalıklarını ve kalp cerrahisini, hem damar hastalıklarını ve damar cerrahisini bir araya getiriyor. Günümüzde mesleklerin ayrıntılarının ortaya çıktığı bir dönemde, böyle iki büyük karpuzu bir koltukta taşımak ne kadar mümkündür? Kalp damar cerrahisinde hem kalbi, hem de damar cerrahisini dünya standartlarında bileceğim diye bir iddia ile gelirseniz size gülerler. Ama Türkiye’deki mevzuat maalesef bunu böyle görüyor.
Bağımsız bir dal…
Damar cerrahisinin artık bağımsız bir dal haline gelmesi lazım. Bu bir üst ihtisas olarak algılanabilir. Yeni bir uzmanlık dalı olarak sıfırdan başlayarak ortaya konabilir. Bu bir teknik olaydır. Ama biz diyoruz ki, genel cerrah olsun, kalp damar cerrahı olsun, başka ortopediden gelmiş olsun, çünkü onların da bir cerrahi nosyonları vardır; bunlar içerisinde, “Ben damar cerrahı olmak istiyorum” diyenler de uzmanlık dalı olarak yüksek ihtisas alabilsinler. İhtisas sonrası “ben damar cerrahıyım” diye diploma alabilsinler.
Kendimden bir örnek… Ben buna ilginç bir örneğim. Almanya’da ihtisasımı yapıp Türkiye’ye gelince müracaat ettim. Dedim ki; “Bir yerlerde çalışıp hizmet etmek istiyorum. Ben damar cerrahıyım.” Böyle bir uzmanlık olmadığı için, genel cerrah diplomam gereği, beni ancak genel cerrah olarak tayin edebileceklerini söylediler. O zaman ben, genel cerrah olarak tayin olacak, gideceğim ya safra kesesiyle ya bağırsakla ya mideyle uğraşacaktım. Çünkü hepsi genel cerrahlığın içerisinde. Peki, benim damar konusundaki uzmanlığım ne olacak?”
Sorular soruları kovalıyor, cevaplar ise mevzuata takılıyor. Mevzuat dediğimizde öyle abartılacak şey değildir, ama öyle bir devlet yapımız var ki, deveyi hendekten atlatır Üsküdar’ı geçeriz ama ufak bir değişikliği yaptıramayız. Mevzuat denilen şey aslında alışkanlıkların ve böyle gelmiş böyle gider anlayışının üzerine örtülmüş bir maskedir. O maskeyi aşağı indirmek her babayiğidin harcı değildir. Ama küçük küçük adımlar ile her maske nasıl ki aşağı düşer yerine yenisi alır. Çünkü mevzuat denilen şey maskelerdir. Devletin hizmet için kendisine belirlediği kurallar zinciridir ve hükmettiği vatandaşına uyguladığı yöntemdir. Elbette o yöntemler ihtiyaçlara göre zaman içinde değişir ama ihtiyaç olabilmesi için artık bütün dünya “yeter artık” demesi gereklidir! Yeter artık denilebilmesi içinde o işten ekmek yiyen büyük firmaların alternatif para kaynağı bulması gerekli diye düşünüyorum, yoksa biz devletin sıradan vatandaşlarının yeter demesinin pek önemi yoktur.
“Kalp ve damar her ne kadar birbirine akraba gibi görünse de teknik olarak çok farklıdır. Siz kalbi açıp bir yerine beş tane by pass yapabilirsiniz. Ama benim bacağa yapacağım by pass hakkım tektir. Kalp cerrahisi tamamen mikroplardan arındırılmış bir uzmanlık dalıdır. Damar cerrahisi aksine kangren gibi birçok mikrobik rahatsızlıkları da içinde bulunduran bir daldır. Bu iki hastayı nasıl aynı çatı altına sokuyorsunuz? Sonra kalp cerrahisi, tek bir
cerrahın yapabileceği bir iş değildir. Yanında asistanı olacak. İyi bir narkozcusu olacak. İyi bir yoğun bakımı olacak. Kalp akciğer makinesini çalıştırabilecek ekipmanı olacak. Çok pahalı bir teknoloji ve finansman isteyen bir iş.” diye konuşmasına devam ediyor ama biz iç konuşmalarımız içinde konuşulanı takip etmeye çalışıyoruz.  Anlatılandan çıkardığım biri çok pahalı ve ekipman işi, diğeri ise kalp cerrahı kadar ekipmana ve elemana ihtiyaç duymuyor.
“Yaşadığımız zaman diliminde varisi olan bir hastayı Hakkari’den İstanbul’a getirip, burada varis ameliyatı yapıp gönderiyorsunuz. Oysa bir damar cerrahı tek başına Hakkari’de apandisit ve safra kesesinin ameliyat yapıldığı hastanelerde hemen hemen aynı şartlarda bu tür rahatsızlıkların % 60’ını çözer. Hem cerrah memnun olur, hem hasta yorulmaz. Hem de büyük merkezlere hasta yığılması en aza iner.” Hastanın ayağına gidip kısa sürede sonuca gidecek tıbbı müdahale yapılmasını öneriyordu ama bu devlet hastanelerinin özelleştirilmesi konuşulduğu bir süreçte, özel hastanelere teşviklerin verildiği süre içinde bu önerinin ne kadar karşılık bulacağını bilemiyorum ama parasını veren hastane sahibi şirketler bu öneriye sıcak bakacağını düşünüyorum. Devlet sağlık işlerini o kadar karmaşık hale getirdi ki, hangi doktorun hangi hastaya bakacağı bile mevzuat içinde karışmış durumda. Büyük bir değişim yaşayan sağlık hizmeti, sektör haline dönüşmektedir.  Bu sektörde belirleyici olan işverenin çıkarı olacağını söylemek şimdiden pek abartı olmasa gerek. Özel hastane işletenlerin birinci amacı para kazanmak ve kar getiren şirketler oluşturmaktır. Bunun ilk işaretleri bizzat sağlık bakanlığının açıklamalarında gizlidir. Gereksiz ameliyatlar, gereksiz muayene öncesi tahliller, röntgenler, MR… vb. gibi oluşturulan bütçeler. Özel hastanelere kim giderse gitsin belirli tahlilleri yaptırmak zorundadır, çünkü doktor hastasının suratına bakacağına gelecek olan verilerin sonucuna bakarak teşhis koymaktadır. Verilerin ne kadarı bizim ülkemizin standardına uyuyor o konuda da benim kafam açıkçası karışık. Çünkü o tahlilleri aldığımız teknoloji ürünü aletler üretildiği ülkenin standardına göre yapılmakta ve onay almaktadır. Örneğin bir Amerikalı, bir Alman vatandaşının yaşam koşulları ve vücut özelliklerine sahip değiliz. Onlar bizden daha uzun ve yapılılar. Şimdi ortada açık bir orantısızlık var, hadi beslenme alışkanlıkları ve coğrafyayı geçelim ama en azından onların vatandaşı ile yan yana geldiğimde bariz bir fark olduğunu görüyorum. Şimdi bizim ülkenin insanının özelliklerine göre bir standart var mı? Dr. Özdemir soruları sordukça bende içten içe sorularım ile baş başa kalıyordum. Bir birinden bağımsız gibi duran ama bir şekilde bir birini tetikleyen sorular ister istemez oluşuyordu.
“Sağlık konusunda devletin kat edeceği çok mesafe var. Bunlardan biri de aile hekimliği. Biz aile hekimliğinin neresindeyiz diye sorarsanız, henüz hiçbir yerindeyiz derim. Size Almanya’yı örnek vereyim. İçinde yaşadığım için biliyorum. Almanya’daki bir vatandaş, kapıdan çıktığı andan itibaren hangi doktora gideceğini bilir. Bu doktor da zaten kendisinin aile hekimidir. Gider ona, “merhaba” der; şikayetlerini bildirir. İnsanların şikayetleriyle hasta olmaları arasında fark vardır. Polikliniğe gelen hastaların yarısından fazlası şikayetle gelir. Henüz hastalık yoktur. Aile hekimi onunla ilgilenir. Zaten hastasını yakından tanıyordur. İlaçlarını verir, tavsiyelerini söyler. Baktı ki kendi bilgisini aşıp, konu uzmanlık isteyen bir durumu gerektiriyor, hemen uzman doktora yönlendirir. Onun yeri de bellidir. Aynı mahallede değildir ama aynı semttedir. Aile hekimi ile uzman doktorlar el ele çalışırlar. Onlar da sorunu gideremezse bu hastanelik bir iştir. Böyle böyle o hastanın en son ulaşacağı yer üniversite hastaneleridir.”
Almanya örneğini verirken, bende yıllardır orada yaşamış ve oranın bir vatandaşı olarak hak vermeden duramadım. Aynen anlattığı gibiydi, bu olması gereken bir yol diye düşünüyorum, çünkü almanlar sağlık konusunda adımları çok önceden ve deneyler sonucunda atmıştır. Onların çalışma disiplini ve toplumu biçimlendirme konusunda bizden ileri olduklarını söylemek için vatandaş olmaya gerek yoktur. Hem sağlık alanında çok iyiler hem de sağlık teknolojisi konusunda. Bugün herhangi bir hastaneye gidin çoğu aracın patenti veya üretim yerinin alman firmalarına ait olduğunu görebilirsiniz. Biz iç konuşmamız içinde hem kendi soruyor, hem de kendisi cevaplayan bir sohbetin olduğunun farkına vardım.
“Çözüm nedir? Ben burada kişileri sorumlu bulmuyorum. Bu tamamen sistemin hantallığından kaynaklanan bir şey. Bizdeki sağlık konusundaki çalışmaları düzenleyen yasa 1935’lerde hazırlanmış. Artık çağın yeniliğine ayak uyduramıyor. Üniversitelerimizde ise bu düşüncenin oluşumuna yönelik güzel gelişmeler var. Artık damar cerrahisinin de uzmanlık olması konusunda çalışmalar oluyor. Çapa’da var. Cerrahpaşa’da var. Artık hocalar da bu işin farkında. Devlet bunların önüne engel çıkartmasın, üniversiteler bunu zaman içersinde uzmanlık haline getirirler. Bugün dünyada, bırakın kalp ile damar cerrahlığındaki uzmanlığı, kalp cerrahlığında bile farklı uzmanlaşmalar var. Öyleyse bu hantal uygulamadan bir an önce vazgeçilmeli ve yasalar buna göre yeniden düzenlenmelidir.”
Sözün özünü ve çözüm yolunu anlatmıştı. Biz sohbetin bizde bıraktığı ağır dokusu altında muayenehaneyi bir görelim dedik. Hasta ve hasta yakınları ile kısa sohbetler etme fırsatım oldu. Malatya Arguvan’dan gelen yaşlı bir kadının yakınları ile kısa bir merhabadan sonra hayırdır, nasıl oldu da Arguvan’dan kalkıp buralara geldiniz diye soruyla başladım sohbete. Anasının köyde tek yaşadığını ve hayvanları ve bahçesi olduğunu söyledi. Yaşlanmış, beli bükülmüş, ağrılardan duracak gibi değilmiş. Bir hafta öncesi randevu almışlar ve gelmişler buraya. Doktor muayene etmiş, ona düzenli verilecek bir ilaç karışımı önermiş ve uygulaması için izin istemiş. İzin verildikten sonra doktor hastasına günde yarım saat kadar sabahları muayenehaneye gelmesi ve bu karışımı hemşirelerin ve doktorun gözetiminde kullanmasını salık vermiş. Birkaç gün sonra köyden gelen yaşlı kadının ağrıları azalmış, iki büklüm halden dik hale doğru gelmiş. Ben hastayı gördüm, neşe içinde ve dimdik ayakta. Ben köye gideceğim diye doktora ricada bulunuyordu. Köyde beni inekler bekler, bahçe bekler diyerek durumunu anlatıyordu. Acıdan kurtulmuş ve artık köye giderim diye düşünüyordu. Doktor tedavinin henüz sona ermediği, bir hafta daha tedavinin aynı şekilde ve sürede olması gerektiğini belirtirken yaşlı kadının yüzüne baktım, gülüyordu ve acı hissetmiyordu. Önce mal, sonra canan sözünü doğrularcasına önce malım diyordu. Ağrı geçmişti. Çocukları analarını ikna etmeye çalışırken oradan uzaklaştım başka bir hastaya doğru yanaştım. Uzun süredir tedavi gören bir hasta, içerideki odada yatıyordu. İlaçlarını alıyor, hemşireler özen ile bakıyordu. Doktorumuz bu hastanın değişik hastanelerde çare arandığını ama çare bulunamadığı için son çare olarak kendilerine geldiğini ve rahatsızlık bu sırada tüm vücudunu sardığını ama ilk yapılan müdahale ile tedaviye olumlu yanıt alındığı için tedavinin bura yapılmasına uzun zamandır devam ettiğini vurguladı.  Zamanında müdahile edilirse hastalıktan kurtulma olasılığı yüksek olduğu vurgusunu yaptı. Aslında yanlış tedavi yoktur, teşhis zamanında ve doğru olarak tespit edilmezse sonucun pek olumlu olmadığı vurgusunu yaptı. Bu sayede diğer doktor arkadaşlarını ve hastaneleri zan altına bırakmadan cümlesini doğru seçmişti, çünkü sağlık konusunda bir çok şey geri dönüşümü olmayan bir durumu içinde barındırıyor. Yanlış anlaşılmalar ve tartışmalar hastaların doktorlara olan güvenini ortadan kaldırır.
Hangi hasta ve hasta yakını ile konuşsam doktorlarına karşı güvenlerinin sonsuz olduğunu gördüm.
Ben ikinci buluşmaya babamı da alıp gittim ve onun tedavisini yaptırdım. Uzun süredir hastane hastane, doktor doktor dolaşmıştık ama sorunu çözecek bir çare bulamamıştık. Değişik teşhisler, değişik tedaviler, MR makineleri, özel, devlet hastaneleri, anjiyo, verilen ilaçlar… uzun bir süreç. MR için verilen ilaçlar ve alerjiler, alerjisi olduğu biline biline verilen ilaçlar ve acil kapılarında beklemeler. Bir çoğunu babam ile birlikte yaşamıştım. Sonuçta doktordan randevu alarak babamı İzmir’den gelmesini sağlamış ve gitmiştik. Babamın damarlarını kontrol etti, sorunun temeli damardan değil belden dedi. Bel deyip geçmeyin insanın bir çok fonksiyonunu orası felç şeklinde engelleyebilir dedi. Ayak damarlarından sonun beklerken belde oluşan sorunlardan olduğunu öğrenmiştik. Hemen kendi yaptığı bir karışımı beline iğne ile vurarak tedaviye başladı ve birkaç saat içinde ilk olumlu sonucu almıştık. Yürümek zorluğu çeken babam yürümüş, ayak kaslarında çekmede azalma olmuştu. Yüzü gülmüştü. Onun yüzünün gülmesi benim dünyamın güneş ışıkları ile dolması anlamına gelmekteydi. Tedavisi ile babam ayağa kalmış artık yürüyebiliyor, hatta yukarı ve aşağıya doğru yolda adımlarını rahat atabiliyor.
Babamın tedavisinin sonun gününde o medyaya konu olan Ferdi Tayfur gelmiş, onun ile karşılaşmıştım. Hemen onun ile kısa bir sohbet etme fırsatım oldu. Ferdi Tayfur’u bir süre önce TV ekranlarında bir film senaryosu için yapılan tartışmada görmüştüm. Yüzü doğal değildi, felç geçirmiş, gözleri donuk, konuşması zorluyordu. Yüzünün sol tarafında yer alan ağzı ve gözü aşağıya doğru düşmüştü. Doktorun yanında gördüğümde ise sanki felç geçirmemiş gibi sağlıklı duruyor, gözleri ışıl ışıldı. Doktorumuz felç konusunda dünyada belki ile defa uygulanan bir yöntemi gerçekleştirmiş ve sağlığına kavuşturmuştu. Bu mucizeyi sormadan edemedim elbette, nasıl olmuştu?
Ferdi Tayfur şimdi sağlıklı, elbette yaşadığı büyük acının izleri tamamı ile yok olmadı ama büyük bir başarı ile bir çok yönden sağlığına kavuşmuştu. O kalan izleri de zaman içinde tamamı ile yok olacak ve hatta sahnelerde yeniden Ferdi Tayfur rüzgarı esecek gibi.
(Son olarak öğrendiğim bir ayrıntıyı buraya not etmekten geçemeyeceğim, ağı tam düzeldi derken gitmiş Ferdi Tayfur botoks yaptırmış. Botoks hücreleri öldürdüğü için tedavinin o kısmını kendi iradesi ile iptal etmiş oldu.)
Bir doktorun başarı öyküsünü kısaltarak ve gördüklerimi yansıtarak anlattım. Hiçbir para bu yeniden kazanılan sağlığın karşılığını ödeyemez. Hiçbir doktor kendisini riske atarak para için mesleğini yapmaz. Bu bir aşk, tutku işidir. Hatta belki uzaydan gelen bir taşın kuşaklar boyu devam eden gizli bir iksiridir. Belki de doktorların kaderini yazan, yazdıran kadim sırlar olabilir. Ne olursa olsun, doktorların emeği para ile ölçen bir sistem her zaman çökmeye mahkumdur, para karşılığında sağlık, tedavi fırsat eşitliğini ortadan kaldıran ve devletin varlık sebebi olan sağlık, eğitim, güvenlik gibi unsurların ortadan kalması anlamına gelir. Bunları ortadan kaldırırsanız ortada devlet kalmaz. Devlet yaşadığımız zaman diliminde kapitalimizin ve sermayenin güvencesidir, eğer ortadan kaldırırsanız kaos ve kargaşa başka şimdilerde var olmayan toplumsal sözleşmelerin / sistemlerin oluşmasına sebep olur.
Sağlık, eğitim, su, ulaşım, iletişim ticaretleştirilmesi demek fırsat eşitliğinin ortadan kalması ve hizmeti sadece parası olanların alması anlamına gelir, o hizmetin de ne kadar sağlıklı olacağını kimse garanti edemez, çünkü daha fazla para kazanmak için parası olan daha çok bağımlı yapmanın yolarlını para kazanalar bulur. Hastalar hiç iyileşmeden sürekli hasta bıraktırılarak ve yeni hastalıklar yaratılarak hastanelere ve sağlık sektörünün her alanına bağlı yaşamaya mahkum edilebilinir. Bugün bu sistemi yaratanlar, ileride kendileri de hasta olacaklar ve yarattıkları sistem içinde iyileşmeden kazandıkları tüm paraları sağlıkları için harcayacaklardır. Sağlık alanı sanayileştiği ve ticaretleştiği an artık hiçbir insanın sağlığı ve yaşam kalitesi güvence altında olamaz, hiçbir sigorta firması bu güvenceyi veremez, çünkü daha çok para kazanmak için (bugün dahi yapılan) gereksiz ameliyatlar, tetikler, röntgenler… vb işer, güçlü olan ila firmaların ilaçlarını tüketmeye devam edilir. Her ilaç firması yarattığı yan etkiye uygun o yan etkiyi ortadan kaldıran ama başka yan etkiler oluşturacak kimyasal maddeleri insan vücuduna vererek insanın yaşam kalitesini kirleten sistem ve kısır döngü yaratılabilinir. Kimse bu kısır döngüyü kolay kolay yok edemez, çünkü ilaç firmaların hakim olduğu yerde sağlık alanında yeni ürünlerin pazarda yer bulma şansı yok olacaktır. Yeni buluşları ve gelişmeleri engelleyecek olan ilaç firmaları yaşamı yok edecek birer amipe dönüşebilir.
Sağlık alanımızda Behçet hastalığını bulan doktorumuz dışında başka doktorların oluşması için olanaklar yaratılması önemlidir, mevzuatlarımız esnek olabilmeli, kontrol mekanizması insan sağlığını temel almalı ve sermayenin kar hırsını törpülemelidir. Sağlık alanında yatırım yapanların yine sağlık sektöründen olanların olması hayati önemdedir. İlaç firmaların tröst olması ve her alanı kontrol etmesi engellenmeli ve dünyada gelişen tüm son teknolojilerin ve ilaçların ülkemiz sınırlarından ülke insanın sağlığı öne alınarak geçmesine kontrollü bir şekilde izin verilmelidir. Ülkemiz, ilaçların ve sağlık için üretilen aletlerin çöplüğü olmamalıdır. Son gelişen ve gelişmiş ülkeler ne kullanıyorsa, onların insanlarına uygundur diye onay veren bağımsız denetim firmaların denetimin geçmiş ürünlerin bu ülke insanı da yararlanmalıdır.

İsmail Cem Özkan
***
Op. Dr. Necati Özdemir
0212 /532 94 77
0212 / 534 64 92
Oğzuhan Cd. Çağnak Sok. Yeni Yayla Apt. No:1 daire 2
34170 Fındıkzade / İstanbul