Sağlık, sağlık derken…
Gökten iki taş düşmüş, biri Erzincanlı Özdemir ailesinin
bahçesine, öteki başka bir ailenin bahçesine. Bahçesine düşen taşların ayrı
özellikleri varmış, biri pir yolunu aydınlatmış, ötekini sağlık, şifa yolunu.
Şifa bir aileye gökten el verilmiş, o taşı taşıyan aile fertleri bir birinin
arkasına şifacı olmuş, çevrelerine sağlık dağıtmışlar.
Gün olmuş, devran dönmüş ama şifacılık elden ele, gönülden
gönüle devam etmiş, hayır dualar alınmış. Modern zamanlar geldiğinde eğitimin
önemi ortaya çıkmış, her bir kardeş birbirini izlemiş, öğretmen olan babanın
çocukları kulaklarına sanki bir şey fısıldanmış gibi şifacı olmak için tıp
eğitimi yapmışlar. Her bir kardeş doktor olmuş, demişler bunda bir hikmet var,
kader çizgisini bu aileye taş olduğu sürece şifacı olacaksın demiş ve onlar da
rollerini en iyi şekilde oynamaya devam etmişler.
Öğretmen babanın evladı olmak kolay iş değil, bir disiplin
içinde, bilimin bakış açısı içinde dünyaya bakmasını öğrenmiş. Köy Enstitülerin
öğrencisi olmak demek, fakir bir aileden, kervan geçmeyen yerden gelmiş olmak
demek. Fırsat eşitliği yaratmak için, kaliteli eğitmenler yetiştirmek için
dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel çocukların elinden tutmuş, her köye
bir aydın yerleştirmek için okullar açmış, açılan okullardan çağın tüm
bilgileri öğrencilere disiplinli bir şekilde verilmiş. O döneme kadar ülkemiz
sınırları içine girmeyen klasik romanlar, şiirler, öyküler tercüme edilmiş,
kitaplar için raflar yapılmış ve en alttakilerin çocukların hizmetine sunulmuş.
O okullardan mezun olanlar her köye bir zengin yerine aydın vatandaş, bilinçli
köylü olmanın gereklerini yaşayarak göstermişler. Her biri gittikleri yerde
örnek çağdaş vatandaş olmuşlar. Elbette bu çağdaşlık ışığından rahatsız
olanlar, ülke dışındaki gelişen havanın etkisi ile bu eğitim kurumlarını
kapattırmışlar ve ilerleyen yıllarda iktidara gelenler, her köyden bir zengin
yetiştirmek için liberal ekonominin çarklarını Marshall yardımı ile vatan
saffına yaymışlar. Bilginin yerini paranın aldığı dönem yeni olan ama eskinin
devamı olan bir ülkede çarklar eskisi gibi dönmeye devam etmiş. Yeni zenginler
oluşurken, fakir olanların daha fakir olduğu ama göreceli olarak kalkındığı bir
dönem yaşanmış. Alım gücü arttıkça, parası olanlar sermayelerine sermaye katmış,
elde edebilecekleri her şeyi para ile almaya başlamışlar. Sonradan görme
zenginler ülkenin çarkında söz sahibi olmaları paranın gücünün göstergesi
olarak kendisini gösterirken, bilgi paranın gölgesinde, parası olanın hizmetine
sunulmuş.
Bilginin değerini öğrenen baba, belki de gökten düşen taşın
kadim gücü ile çocukları ataların izinden gitmiş ve şifacı olmak için tıp
fakültelerin kapısını çalmışlar. Ailenin en büyük çocuğu olan Necati Özdemir,
liseyi Kahramanmaraş’ta bitirmiş, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan
sonra Almanya’ya gitti. Burada Genel Cerrahi İhtisasını ve Damar Cerrahisi üst
İhtisasını tamamladı ve ülkesine geri döndü.
Necati Özdemir artık doktordur ve alanında önemli başarılara
imza atmak için birikimlerine yeni birikimler yapmak için muayenehanesinde
araştırmalarına bir disiplin içinde devam etmektedir. Onu medyatik yapan Ferdi
Tayfur’un ayağında yaptığı başarılı operasyondur. Elbette medya önünde olmak
için yapmadı, sonuçta Ferdi Tayfur diğer hastalarından biridir, fakat onun bu
başarısını gölgelemek isteyenler de olması doğaldır. Kesilmesi gereken kangren
olmuş ayakları kurtarması, damar daralması ya da tıkanması sonucu bir uzvunu
kaybetme tehlikesinde olanları bu tehlikeden uzaklaştırması onun hiç bitmeyen
çalışma hırsının üründür. O fotoğraf sanatçısı ve gazeteci Özcan Yaman’ın
ayaklarında hissiyatını kaybetmesi ile başlayan süreçte tam zamanında müdahale
ederek kesilmesinden kurtarması her ne kadar medyatik olmasa a birçok çevre
içinde duyulmasına sebep oldu.
Özcan Yaman ile birlikte yanına gidip çalışmalarını ilk
ağızdan dinleme imkanım oldu. Reklam yapmayı sevmeyen alçak gönüllü sanki
karşımda bir halk ozanı vardı. Kendisini röportajlarında “kentli ozan” olarak
tanımlıyor. Biz kentli ozan ile müzik üzerine konuşmaktan daha çok yaptığı
tıbbi çalışmalar üzerine yoğunlaştık, çünkü bizim de kendi açımızdan yardıma
muhtaç yakınlarımız vardı ve onarlın acısını sonlandırmak için çalmadığımız
kalmamıştı ve son olarak bu kapıyı Özcan Yaman aracılığı ile çalmıştık.
O güne kadar damar ve kalp cerahisi doktoru duymuştum ama
aslında iki ayrı dal olduğunu sohbet sırasında öğrenmiştim.
“Türkiye’deki uzmanlık yönetmeliğinde cerrahlık, “kalp damar
cerrahisi” diye genel bir çerçeve içerisine oturtulmuş. Bu çerçeve hem kalp
hastalıklarını ve kalp cerrahisini, hem damar hastalıklarını ve damar
cerrahisini bir araya getiriyor. Günümüzde mesleklerin ayrıntılarının ortaya
çıktığı bir dönemde, böyle iki büyük karpuzu bir koltukta taşımak ne kadar
mümkündür? Kalp damar cerrahisinde hem kalbi, hem de damar cerrahisini dünya
standartlarında bileceğim diye bir iddia ile gelirseniz size gülerler. Ama
Türkiye’deki mevzuat maalesef bunu böyle görüyor.
Bağımsız bir dal…
Damar cerrahisinin artık bağımsız bir dal haline gelmesi lazım. Bu bir üst
ihtisas olarak algılanabilir. Yeni bir uzmanlık dalı olarak sıfırdan başlayarak
ortaya konabilir. Bu bir teknik olaydır. Ama biz diyoruz ki, genel cerrah
olsun, kalp damar cerrahı olsun, başka ortopediden gelmiş olsun, çünkü onların
da bir cerrahi nosyonları vardır; bunlar içerisinde, “Ben damar cerrahı olmak
istiyorum” diyenler de uzmanlık dalı olarak yüksek ihtisas alabilsinler.
İhtisas sonrası “ben damar cerrahıyım” diye diploma alabilsinler.
Kendimden bir örnek… Ben buna ilginç bir örneğim. Almanya’da ihtisasımı yapıp
Türkiye’ye gelince müracaat ettim. Dedim ki; “Bir yerlerde çalışıp hizmet etmek
istiyorum. Ben damar cerrahıyım.” Böyle bir uzmanlık olmadığı için, genel
cerrah diplomam gereği, beni ancak genel cerrah olarak tayin edebileceklerini
söylediler. O zaman ben, genel cerrah olarak tayin olacak, gideceğim ya safra
kesesiyle ya bağırsakla ya mideyle uğraşacaktım. Çünkü hepsi genel cerrahlığın
içerisinde. Peki, benim damar konusundaki uzmanlığım ne olacak?”
Sorular soruları kovalıyor, cevaplar ise mevzuata takılıyor.
Mevzuat dediğimizde öyle abartılacak şey değildir, ama öyle bir devlet yapımız
var ki, deveyi hendekten atlatır Üsküdar’ı geçeriz ama ufak bir değişikliği
yaptıramayız. Mevzuat denilen şey aslında alışkanlıkların ve böyle gelmiş böyle
gider anlayışının üzerine örtülmüş bir maskedir. O maskeyi aşağı indirmek her
babayiğidin harcı değildir. Ama küçük küçük adımlar ile her maske nasıl ki
aşağı düşer yerine yenisi alır. Çünkü mevzuat denilen şey maskelerdir. Devletin
hizmet için kendisine belirlediği kurallar zinciridir ve hükmettiği vatandaşına
uyguladığı yöntemdir. Elbette o yöntemler ihtiyaçlara göre zaman içinde değişir
ama ihtiyaç olabilmesi için artık bütün dünya “yeter artık” demesi gereklidir!
Yeter artık denilebilmesi içinde o işten ekmek yiyen büyük firmaların
alternatif para kaynağı bulması gerekli diye düşünüyorum, yoksa biz devletin
sıradan vatandaşlarının yeter demesinin pek önemi yoktur.
“Kalp ve damar her ne kadar birbirine akraba gibi görünse de
teknik olarak çok farklıdır. Siz kalbi açıp bir yerine beş tane by pass
yapabilirsiniz. Ama benim bacağa yapacağım by pass hakkım tektir. Kalp
cerrahisi tamamen mikroplardan arındırılmış bir uzmanlık dalıdır. Damar
cerrahisi aksine kangren gibi birçok mikrobik rahatsızlıkları da içinde bulunduran
bir daldır. Bu iki hastayı nasıl aynı çatı altına sokuyorsunuz? Sonra kalp
cerrahisi, tek bir
cerrahın yapabileceği bir iş değildir. Yanında asistanı olacak. İyi bir
narkozcusu olacak. İyi bir yoğun bakımı olacak. Kalp akciğer makinesini
çalıştırabilecek ekipmanı olacak. Çok pahalı bir teknoloji ve finansman isteyen
bir iş.” diye konuşmasına devam ediyor ama biz iç konuşmalarımız içinde
konuşulanı takip etmeye çalışıyoruz.
Anlatılandan çıkardığım biri çok pahalı ve ekipman işi, diğeri ise kalp
cerrahı kadar ekipmana ve elemana ihtiyaç duymuyor.
“Yaşadığımız zaman diliminde varisi olan bir hastayı
Hakkari’den İstanbul’a getirip, burada varis ameliyatı yapıp gönderiyorsunuz.
Oysa bir damar cerrahı tek başına Hakkari’de apandisit ve safra kesesinin
ameliyat yapıldığı hastanelerde hemen hemen aynı şartlarda bu tür
rahatsızlıkların % 60’ını çözer. Hem cerrah memnun olur, hem hasta yorulmaz.
Hem de büyük merkezlere hasta yığılması en aza iner.” Hastanın ayağına gidip
kısa sürede sonuca gidecek tıbbı müdahale yapılmasını öneriyordu ama bu devlet
hastanelerinin özelleştirilmesi konuşulduğu bir süreçte, özel hastanelere
teşviklerin verildiği süre içinde bu önerinin ne kadar karşılık bulacağını
bilemiyorum ama parasını veren hastane sahibi şirketler bu öneriye sıcak
bakacağını düşünüyorum. Devlet sağlık işlerini o kadar karmaşık hale getirdi
ki, hangi doktorun hangi hastaya bakacağı bile mevzuat içinde karışmış durumda.
Büyük bir değişim yaşayan sağlık hizmeti, sektör haline dönüşmektedir. Bu sektörde belirleyici olan işverenin çıkarı
olacağını söylemek şimdiden pek abartı olmasa gerek. Özel hastane işletenlerin
birinci amacı para kazanmak ve kar getiren şirketler oluşturmaktır. Bunun ilk
işaretleri bizzat sağlık bakanlığının açıklamalarında gizlidir. Gereksiz ameliyatlar,
gereksiz muayene öncesi tahliller, röntgenler, MR… vb. gibi oluşturulan
bütçeler. Özel hastanelere kim giderse gitsin belirli tahlilleri yaptırmak
zorundadır, çünkü doktor hastasının suratına bakacağına gelecek olan verilerin
sonucuna bakarak teşhis koymaktadır. Verilerin ne kadarı bizim ülkemizin
standardına uyuyor o konuda da benim kafam açıkçası karışık. Çünkü o tahlilleri
aldığımız teknoloji ürünü aletler üretildiği ülkenin standardına göre
yapılmakta ve onay almaktadır. Örneğin bir Amerikalı, bir Alman vatandaşının
yaşam koşulları ve vücut özelliklerine sahip değiliz. Onlar bizden daha uzun ve
yapılılar. Şimdi ortada açık bir orantısızlık var, hadi beslenme alışkanlıkları
ve coğrafyayı geçelim ama en azından onların vatandaşı ile yan yana geldiğimde
bariz bir fark olduğunu görüyorum. Şimdi bizim ülkenin insanının özelliklerine
göre bir standart var mı? Dr. Özdemir soruları sordukça bende içten içe
sorularım ile baş başa kalıyordum. Bir birinden bağımsız gibi duran ama bir
şekilde bir birini tetikleyen sorular ister istemez oluşuyordu.
“Sağlık konusunda devletin kat edeceği çok mesafe var.
Bunlardan biri de aile hekimliği. Biz aile hekimliğinin neresindeyiz diye
sorarsanız, henüz hiçbir yerindeyiz derim. Size Almanya’yı örnek vereyim.
İçinde yaşadığım için biliyorum. Almanya’daki bir vatandaş, kapıdan çıktığı
andan itibaren hangi doktora gideceğini bilir. Bu doktor da zaten kendisinin
aile hekimidir. Gider ona, “merhaba” der; şikayetlerini bildirir. İnsanların
şikayetleriyle hasta olmaları arasında fark vardır. Polikliniğe gelen
hastaların yarısından fazlası şikayetle gelir. Henüz hastalık yoktur. Aile
hekimi onunla ilgilenir. Zaten hastasını yakından tanıyordur. İlaçlarını verir,
tavsiyelerini söyler. Baktı ki kendi bilgisini aşıp, konu uzmanlık isteyen bir
durumu gerektiriyor, hemen uzman doktora yönlendirir. Onun yeri de bellidir.
Aynı mahallede değildir ama aynı semttedir. Aile hekimi ile uzman doktorlar el
ele çalışırlar. Onlar da sorunu gideremezse bu hastanelik bir iştir. Böyle
böyle o hastanın en son ulaşacağı yer üniversite hastaneleridir.”
Almanya örneğini verirken, bende yıllardır orada yaşamış ve
oranın bir vatandaşı olarak hak vermeden duramadım. Aynen anlattığı gibiydi, bu
olması gereken bir yol diye düşünüyorum, çünkü almanlar sağlık konusunda
adımları çok önceden ve deneyler sonucunda atmıştır. Onların çalışma disiplini
ve toplumu biçimlendirme konusunda bizden ileri olduklarını söylemek için
vatandaş olmaya gerek yoktur. Hem sağlık alanında çok iyiler hem de sağlık
teknolojisi konusunda. Bugün herhangi bir hastaneye gidin çoğu aracın patenti
veya üretim yerinin alman firmalarına ait olduğunu görebilirsiniz. Biz iç
konuşmamız içinde hem kendi soruyor, hem de kendisi cevaplayan bir sohbetin
olduğunun farkına vardım.
“Çözüm nedir? Ben burada kişileri sorumlu bulmuyorum. Bu
tamamen sistemin hantallığından kaynaklanan bir şey. Bizdeki sağlık konusundaki
çalışmaları düzenleyen yasa 1935’lerde hazırlanmış. Artık çağın yeniliğine ayak
uyduramıyor. Üniversitelerimizde ise bu düşüncenin oluşumuna yönelik güzel
gelişmeler var. Artık damar cerrahisinin de uzmanlık olması konusunda çalışmalar
oluyor. Çapa’da var. Cerrahpaşa’da var. Artık hocalar da bu işin farkında.
Devlet bunların önüne engel çıkartmasın, üniversiteler bunu zaman içersinde
uzmanlık haline getirirler. Bugün dünyada, bırakın kalp ile damar
cerrahlığındaki uzmanlığı, kalp cerrahlığında bile farklı uzmanlaşmalar var.
Öyleyse bu hantal uygulamadan bir an önce vazgeçilmeli ve yasalar buna göre
yeniden düzenlenmelidir.”
Sözün özünü ve çözüm yolunu anlatmıştı. Biz sohbetin bizde
bıraktığı ağır dokusu altında muayenehaneyi bir görelim dedik. Hasta ve hasta
yakınları ile kısa sohbetler etme fırsatım oldu. Malatya Arguvan’dan gelen
yaşlı bir kadının yakınları ile kısa bir merhabadan sonra hayırdır, nasıl oldu
da Arguvan’dan kalkıp buralara geldiniz diye soruyla başladım sohbete. Anasının
köyde tek yaşadığını ve hayvanları ve bahçesi olduğunu söyledi. Yaşlanmış, beli
bükülmüş, ağrılardan duracak gibi değilmiş. Bir hafta öncesi randevu almışlar
ve gelmişler buraya. Doktor muayene etmiş, ona düzenli verilecek bir ilaç
karışımı önermiş ve uygulaması için izin istemiş. İzin verildikten sonra doktor
hastasına günde yarım saat kadar sabahları muayenehaneye gelmesi ve bu karışımı
hemşirelerin ve doktorun gözetiminde kullanmasını salık vermiş. Birkaç gün
sonra köyden gelen yaşlı kadının ağrıları azalmış, iki büklüm halden dik hale
doğru gelmiş. Ben hastayı gördüm, neşe içinde ve dimdik ayakta. Ben köye
gideceğim diye doktora ricada bulunuyordu. Köyde beni inekler bekler, bahçe
bekler diyerek durumunu anlatıyordu. Acıdan kurtulmuş ve artık köye giderim
diye düşünüyordu. Doktor tedavinin henüz sona ermediği, bir hafta daha
tedavinin aynı şekilde ve sürede olması gerektiğini belirtirken yaşlı kadının
yüzüne baktım, gülüyordu ve acı hissetmiyordu. Önce mal, sonra canan sözünü
doğrularcasına önce malım diyordu. Ağrı geçmişti. Çocukları analarını ikna
etmeye çalışırken oradan uzaklaştım başka bir hastaya doğru yanaştım. Uzun
süredir tedavi gören bir hasta, içerideki odada yatıyordu. İlaçlarını alıyor,
hemşireler özen ile bakıyordu. Doktorumuz bu hastanın değişik hastanelerde çare
arandığını ama çare bulunamadığı için son çare olarak kendilerine geldiğini ve
rahatsızlık bu sırada tüm vücudunu sardığını ama ilk yapılan müdahale ile
tedaviye olumlu yanıt alındığı için tedavinin bura yapılmasına uzun zamandır
devam ettiğini vurguladı. Zamanında
müdahile edilirse hastalıktan kurtulma olasılığı yüksek olduğu vurgusunu yaptı.
Aslında yanlış tedavi yoktur, teşhis zamanında ve doğru olarak tespit edilmezse
sonucun pek olumlu olmadığı vurgusunu yaptı. Bu sayede diğer doktor
arkadaşlarını ve hastaneleri zan altına bırakmadan cümlesini doğru seçmişti,
çünkü sağlık konusunda bir çok şey geri dönüşümü olmayan bir durumu içinde
barındırıyor. Yanlış anlaşılmalar ve tartışmalar hastaların doktorlara olan
güvenini ortadan kaldırır.
Hangi hasta ve hasta yakını ile konuşsam doktorlarına karşı
güvenlerinin sonsuz olduğunu gördüm.
Ben ikinci buluşmaya babamı da alıp gittim ve onun
tedavisini yaptırdım. Uzun süredir hastane hastane, doktor doktor dolaşmıştık
ama sorunu çözecek bir çare bulamamıştık. Değişik teşhisler, değişik tedaviler,
MR makineleri, özel, devlet hastaneleri, anjiyo, verilen ilaçlar… uzun bir
süreç. MR için verilen ilaçlar ve alerjiler, alerjisi olduğu biline biline
verilen ilaçlar ve acil kapılarında beklemeler. Bir çoğunu babam ile birlikte
yaşamıştım. Sonuçta doktordan randevu alarak babamı İzmir’den gelmesini
sağlamış ve gitmiştik. Babamın damarlarını kontrol etti, sorunun temeli
damardan değil belden dedi. Bel deyip geçmeyin insanın bir çok fonksiyonunu
orası felç şeklinde engelleyebilir dedi. Ayak damarlarından sonun beklerken
belde oluşan sorunlardan olduğunu öğrenmiştik. Hemen kendi yaptığı bir karışımı
beline iğne ile vurarak tedaviye başladı ve birkaç saat içinde ilk olumlu
sonucu almıştık. Yürümek zorluğu çeken babam yürümüş, ayak kaslarında çekmede
azalma olmuştu. Yüzü gülmüştü. Onun yüzünün gülmesi benim dünyamın güneş
ışıkları ile dolması anlamına gelmekteydi. Tedavisi ile babam ayağa kalmış
artık yürüyebiliyor, hatta yukarı ve aşağıya doğru yolda adımlarını rahat
atabiliyor.
Babamın tedavisinin sonun gününde o medyaya konu olan Ferdi
Tayfur gelmiş, onun ile karşılaşmıştım. Hemen onun ile kısa bir sohbet etme
fırsatım oldu. Ferdi Tayfur’u bir süre önce TV ekranlarında bir film senaryosu
için yapılan tartışmada görmüştüm. Yüzü doğal değildi, felç geçirmiş, gözleri
donuk, konuşması zorluyordu. Yüzünün sol tarafında yer alan ağzı ve gözü
aşağıya doğru düşmüştü. Doktorun yanında gördüğümde ise sanki felç geçirmemiş
gibi sağlıklı duruyor, gözleri ışıl ışıldı. Doktorumuz felç konusunda dünyada
belki ile defa uygulanan bir yöntemi gerçekleştirmiş ve sağlığına
kavuşturmuştu. Bu mucizeyi sormadan edemedim elbette, nasıl olmuştu?
Ferdi Tayfur şimdi sağlıklı, elbette yaşadığı büyük acının
izleri tamamı ile yok olmadı ama büyük bir başarı ile bir çok yönden sağlığına
kavuşmuştu. O kalan izleri de zaman içinde tamamı ile yok olacak ve hatta
sahnelerde yeniden Ferdi Tayfur rüzgarı esecek gibi.
(Son olarak öğrendiğim bir ayrıntıyı buraya not etmekten
geçemeyeceğim, ağı tam düzeldi derken gitmiş Ferdi Tayfur botoks yaptırmış. Botoks
hücreleri öldürdüğü için tedavinin o kısmını kendi iradesi ile iptal etmiş
oldu.)
Bir doktorun başarı öyküsünü kısaltarak ve gördüklerimi
yansıtarak anlattım. Hiçbir para bu yeniden kazanılan sağlığın karşılığını
ödeyemez. Hiçbir doktor kendisini riske atarak para için mesleğini yapmaz. Bu
bir aşk, tutku işidir. Hatta belki uzaydan gelen bir taşın kuşaklar boyu devam
eden gizli bir iksiridir. Belki de doktorların kaderini yazan, yazdıran kadim
sırlar olabilir. Ne olursa olsun, doktorların emeği para ile ölçen bir sistem
her zaman çökmeye mahkumdur, para karşılığında sağlık, tedavi fırsat eşitliğini
ortadan kaldıran ve devletin varlık sebebi olan sağlık, eğitim, güvenlik gibi
unsurların ortadan kalması anlamına gelir. Bunları ortadan kaldırırsanız ortada
devlet kalmaz. Devlet yaşadığımız zaman diliminde kapitalimizin ve sermayenin
güvencesidir, eğer ortadan kaldırırsanız kaos ve kargaşa başka şimdilerde var
olmayan toplumsal sözleşmelerin / sistemlerin oluşmasına sebep olur.
Sağlık, eğitim, su, ulaşım, iletişim ticaretleştirilmesi
demek fırsat eşitliğinin ortadan kalması ve hizmeti sadece parası olanların
alması anlamına gelir, o hizmetin de ne kadar sağlıklı olacağını kimse garanti
edemez, çünkü daha fazla para kazanmak için parası olan daha çok bağımlı
yapmanın yolarlını para kazanalar bulur. Hastalar hiç iyileşmeden sürekli hasta
bıraktırılarak ve yeni hastalıklar yaratılarak hastanelere ve sağlık sektörünün
her alanına bağlı yaşamaya mahkum edilebilinir. Bugün bu sistemi yaratanlar,
ileride kendileri de hasta olacaklar ve yarattıkları sistem içinde iyileşmeden
kazandıkları tüm paraları sağlıkları için harcayacaklardır. Sağlık alanı
sanayileştiği ve ticaretleştiği an artık hiçbir insanın sağlığı ve yaşam
kalitesi güvence altında olamaz, hiçbir sigorta firması bu güvenceyi veremez,
çünkü daha çok para kazanmak için (bugün dahi yapılan) gereksiz ameliyatlar,
tetikler, röntgenler… vb işer, güçlü olan ila firmaların ilaçlarını tüketmeye
devam edilir. Her ilaç firması yarattığı yan etkiye uygun o yan etkiyi ortadan
kaldıran ama başka yan etkiler oluşturacak kimyasal maddeleri insan vücuduna
vererek insanın yaşam kalitesini kirleten sistem ve kısır döngü
yaratılabilinir. Kimse bu kısır döngüyü kolay kolay yok edemez, çünkü ilaç
firmaların hakim olduğu yerde sağlık alanında yeni ürünlerin pazarda yer bulma
şansı yok olacaktır. Yeni buluşları ve gelişmeleri engelleyecek olan ilaç
firmaları yaşamı yok edecek birer amipe dönüşebilir.
Sağlık alanımızda Behçet hastalığını bulan doktorumuz
dışında başka doktorların oluşması için olanaklar yaratılması önemlidir,
mevzuatlarımız esnek olabilmeli, kontrol mekanizması insan sağlığını temel
almalı ve sermayenin kar hırsını törpülemelidir. Sağlık alanında yatırım
yapanların yine sağlık sektöründen olanların olması hayati önemdedir. İlaç firmaların
tröst olması ve her alanı kontrol etmesi engellenmeli ve dünyada gelişen tüm
son teknolojilerin ve ilaçların ülkemiz sınırlarından ülke insanın sağlığı öne
alınarak geçmesine kontrollü bir şekilde izin verilmelidir. Ülkemiz, ilaçların
ve sağlık için üretilen aletlerin çöplüğü olmamalıdır. Son gelişen ve gelişmiş
ülkeler ne kullanıyorsa, onların insanlarına uygundur diye onay veren bağımsız
denetim firmaların denetimin geçmiş ürünlerin bu ülke insanı da
yararlanmalıdır.
İsmail Cem Özkan
***
Op. Dr. Necati Özdemir
0212 /532 94 77
0212 / 534 64 92
Oğzuhan Cd. Çağnak Sok. Yeni Yayla Apt. No:1 daire 2
34170 Fındıkzade / İstanbul